
Îmanla Göçmenin Teminâtı Var mı?
Amellerin kabulünün ilk ve temel şartı nedir? Îmanla göçmenin teminâtı var mıdır? Îmânı sonradan kaybedenler hakkında Kur’ân-ı Kerim’de misal verilen iki şahıs kimdir?
Amellerin kabulünün ilk ve temel şartı îmandır. Îmânı son nefese kadar muhafaza edebilmenin de teminâtı yoktur. -Allah muhafaza- insan bir çatlak taşa basarak kayıp gidebilir.
Süfyân-ı Sevrî Hazretleri’nin, henüz gençlik ve yiğitlik hâlinde iken beli bükülmüş ve zayıflamıştı.
“‒Ey Süfyan! Henüz ihtiyarlık zamanın gelmedi. Senin akranların iki büklüm olmamışlarken sana ne oldu ki böyle zayıf düştün?” diye sordular. Hazret şöyle buyurdu:
“–Benim bir hocam vardı. Ondan ilim okurdum. Ölüm hâlinde başucunda oturdum, ona îman telkin ettim, fakat bir netice hâsıl olmadı. Bunu gören birinin, nasıl beli bükülmesin?!.” (Bkz. Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, s. 70)
Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri; talebelerinden hüsn-i hâtime için, yani îmân ile son nefesi verebilmek için duâ isterdi. Kardeşine yazdığı mektuptaki şu satırlar, beyne’l-havf ve’r-recâ husûsiyetinin tarifi gibidir:
“…Allâh’a yemin ederim ki, annemin beni doğurduğu günden beri (lâyıkıyla) tek bir hayırlı amel işlediğime inanmıyorum. Sen ise beni kendinden daha hayırlı görüyorsun! Eğer kendi nefsini bütün hayırlı işlerde iflâs etmiş olarak görmüyorsan bu, cehâletin en son noktasıdır. Kendini iflâs etmiş olarak görünce de sakın Allâh’ın rahmetinden ümidini kesme! Zira Allah Teâlâ’nın fazl u ihsânı, kul için bütün insanların ve cinlerin amelinden daha hayırlıdır.”
(Es‘ad Sâhib, Buğyetü’l-Vâcid, s: 138-139, no: 28)
Allâh’ın sâlih kullarındaki havf ve recâ tecellîleri türlü türlüdür.
Hâlid-i Bağdâdî gibi Hak dostlarında, havf / korku galip iken, Hazret-i Mevlânâ’da recâ / ümit galiptir.
Nitekim Hazret-i Mevlânâ, vefât edeceği güne, ilâhî aşk ve cezbe içinde; «şeb-i arûs / düğün gecesi» demiş, ölümü, Allâh’a vuslat heyecanıyla karşılamıştır.
Lâkin her iki tecellî de, beyne’l-havf ve’r-recâ / korku ve ümit muvâzenesi içindedir.
MİSÂLİ VAR!
Îmânı sonradan kaybedenler hakkında Kur’ân-ı Kerim’de iki şahıs misal verilir:
Kārûn ve Bel‘âm bin Bâûrâ…
İkisi de başlangıçta dindar kimseler iken, daha sonra hevâlarına uyarak îmanlarını kaybettiler ve hüsrana uğradılar.
Kārûn, zenginliğine mağrur olup haset ve kibir ile perişan oldu. Şımardığı malıyla yerin dibine geçirildi. (Bkz. el-Kasas, 76-82)
Bel‘âm ise ism-i âzama nâil olup, duâsı müstecâb bir âlim olmuş iken; nefsine uydu, şeytanın peşine takıldı ve sonunda enâniyeti sebebiyle Hazret-i Musa’ya tavır koydu. Nefsâniyetin galebesi hâlinde, şaşkın bir kelb gibi dilini sarkıtan bir bedbaht oldu!.. (Bkz. el-A‘râf, 175-178)
Demek ki;
Uhrevî dereceler, dünyevî apoletler gibi geri alınmaz değildir. Dünyada bir insan çalışır bir makam elde eder, tez yazar, doktora derecesi alır. Ömrünün sonuna kadar o derece ondan geri alınmaz. Bilgileri unutsa da alınmaz.
Ama uhrevî derecelerin böyle bir teminâtı yoktur. Kul; Allah Teâlâ’nın gazabını celbedecek bir kusur işlerse, bulunduğu dereceden uzaklaşır ve helâk olur!..
Diğer taraftan;
Îman son nefese kadar korunmuş olsa da;
- Yerine getirilmeyen farzlar ve diğer vazifeler,
- İşlenen haramlar, günahlar ve
- Kul hakları için âhirette ağır bir hesap mü’mini beklemektedir. Afv-ı ilâhîye mazhar olamazlarsa, mü’minler de, cehenneme girecek ve hesabını veremedikleri günahları sebebiyle azap göreceklerdir.
Hiçbir mü’min, cehennem hakikatini bile bile günah işleyemez. İnsan; Allâh’ı unuttuğu, gafletin körlüğüne kapıldığı anda günah işler.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Yüzakı Dergisi, Yıl: 2025 Ay: Mayıs, Sayı: 243
YORUMLAR