Hudeybiye Antlaşması Ne Zaman ve Kimlerle Yapıldı?

Hudeybiye Antlaşması ne zaman ve kimler arasında yapıldı? Hudeybiye Antlaşması’nın nedenleri, sonuçları ve önemi nedir?

Peygamber Efendimiz Hudeybiye’de Hz. Osman’ı Mekkeli müşriklere elçi gönderdi. Müşriklerin onu hapsetmesi üzerine ashabından savaş için biat aldı.

Fedâ-yı cân şartıyla yapılan Bey’atü’r-Rıdvân’ı haber alan müşrikler müthiş bir telâşa kapıldılar. İşin iyice ciddiyet kazanması, yüreklerine son derece korku salmıştı. Hemen sulha karar verip Süheyl bin Amr’ı Hazret-i Peygamber’e gönderdiler. Peygamber Efendimiz Süheyl’i görünce, isminin “kolaylık” mânâsına gelmesinden tefe’ül ederek:

“–İşiniz artık kolaylaştırıldı, size Süheyl geldi.” buyurdu. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber de Hak Teâlâ’nın:

“Onlar sulha yanaşırlarsa, Sen de ona yanaş!..” (el-Enfâl, 61) emri mûcibince hareket etti.

Müşriklerin ilk gâyesi, o sene müslümanlara umre yaptırmamak idi. Bununla birlikte zâhirde ağır görünen birtakım şartları da vardı. Uzun ve harâretli münâkaşalardan sonra sulh şartları kabûl edildi.

HUDEYBİYE ANTLAŞMASI’NI KİM YAZDI?

Hazret-i Peygamber, antlaşmanın şartlarını yazma vazîfesini Hazret-i Ali’ye verdi. Allâh Rasûlü’nün emri üzerine Hazret-i Ali, önce “Besmele-i Şerîfe”yi yazacaktı ki, Süheyl îtirâz etti. Besmele yerine; «بِاسْمِكَ اللّهُمَّ» yazıldı.

Bu ifâdenin ardından Süheyl, Hazret-i Peygamber’in Allâh’ın Rasûlü ibâresini yazdırmasına da karşı çıktı:

“–Allâh’ın Rasûlü olduğunu kabûl etseydik, Sen’inle savaşır mıydık, bugün Kâbe’yi ziyâretten alıkoyar mıydık?” dedi.

Bunun üzerine zâten sulh şartlarından dolayı canları sıkılmış bulunan ashâbın öfkesi iyice arttı. Hazret-i Ali, elindeki kalemi bırakarak:

“–Allâh’a yemîn ederim ki ben, «Allâh’ın Rasûlü» ibâresini silemem yâ Rasûlallâh!..” dedi.

O zaman Hazret-i Peygamber, Süheyl’e:

“–Siz yalanlasanız da ben Allâh’ın Rasûlü’yüm.” diyerek yazılmış bulunan cümleyi kendisine göstermelerini istediler. Orayı mübârek elleriyle çizdiler ve yerine Muhammed bin Abdullâh künyesini yazdırdılar.

HUDEYBİYE ANTLAŞMASI MADDELERİ NELERDİR?

O gün Allâh Rasûlü, birçok hikmetler sebebiyle antlaşmayı imzâladılar. Antlaşmanın maddelerinden bâzıları şöyledir:

1. Antlaşmanın süresi on yıldır.

2. Müslümanlar Kâbe’yi bu yıl ziyâret edemeyecekler; bu ziyâret, bir sonraki yıl yapılacaktır. Gelecek yıl ziyârete gelenler, Mekke’de üç gün kalacak, o zaman içinde müşrikler Mekke dışına çıkacaklar, müslümanlarla temas kurmayacaklardır.

3. Kureyşlilerden biri, müslüman olarak da olsa, Medîne’ye sığındığı takdirde iâde edilecek, ama Medîne’den Mekke’ye sığınanlar iâde edilmeyecektir.

4. Diğer Arap kabîleleri dilerlerse müslümanların tarafına, dilerlerse Kureyşlilerin safına katılabileceklerdir.

EBU CENDEL OLAYI

Muâhede maddelerinin yazılıp bitirildiği bir anda Kureyş temsilcisi Süheyl bin Amr’ın oğlu Ebû Cendel, ayaklarındaki zincirleri sürüyerek yavaş yavaş Peygamber Efendimiz’in yanına geldi. Ebû Cendel müslüman olduğu için müşriklerden çok işkence görmüştü. Bir fırsatını bularak ellerinden kaçmış ve kendini müslümanların arasına atmıştı. Süheyl, antlaşma gereğince ilk iâde edilecek kimsenin oğlu olduğunu söyledi ve elindeki sopayla Ebû Cendel’in yüzüne vurdu. Hâdiseleri hüzünle tâkip eden Rahmet Peygamberi, Ebû Cendel’in antlaşma hârici bırakılmasını ve onu kendisine bağışlamasını Süheyl’den ricâ etti. Ancak taş yürekli müşrik buna yanaşmıyordu. Ebû Cendel de müşriklere teslîm edilirken feryatlarla müslümanlara yalvarıyor ve yardım istiyordu. Son derece üzgün bir şekilde:

“–Beni tekrar aynı zulüm ateşlerinin içine mi atacaksınız?” diye kendilerine sorarken de yürekleri parçalamıştı. Müslümanlar onun hâline dayanamayıp ağlamaya başladılar. O zaman Allâh Rasûlü, Ebû Cendel’e:

“–Ey Ebû Cendel! Biraz daha sabret, katlan! Allâh Teâlâ’dan bunun mükâfâtını bekle! Hiç şüphesiz yüce Allâh sen ve yanında bulunan zayıf, kimsesiz müslümanlar için bir genişlik ve çıkar yol yaratacaktır. Biz şu kavimle bir barış antlaşması yapmış ve bu yolda kendilerine Allâh’ın ahdiyle söz vermiş bulunuyoruz. Onlar da bize Allâh’ın ahdiyle söz verdiler. Sözümüze vefâsızlık edemeyiz. Zîrâ verdiğimiz sözde durmamak bize yakışmaz!” buyurarak onu tesellî ettiler. (Ahmed, IV, 325; İbn-i Hişâm, III, 367)

Daha sonra, merhamet ummânı Efendimiz, Süheyl’e:

“–Gel etme, sen onu bana bağışlayıver!” diyerek talebini tekrarladı. Ancak Süheyl hiçbir teklifi kabûl etmiyordu. Âlemlerin Efendisi:

“–Öyle ise onu benim için himâyene al!” diye ricâ etti. Süheyl bunu da kabûl etmedi. Onun bu ısrârını görünce, Kureyş temsilcilerinden Huveytıb ile Mikrez:

“–Ey Muhammed! Sen’in hatırın için onu biz himâyemize alıyoruz, kendisine işkence yaptırmayacağız.” dediler. (Vâkıdî, II, 608; Belâzûrî, I, 220)

Böylece Rasûlullâh, biraz da olsa rahatlamış olarak geri döndü.

Müşriklerin bu inatçı ve mağrur tavırlarına artık dayanamayan Hazret-i Ömer, o gün gönlündeki îman coşkunluğuyla bir hayli taşkınlıklar yapmış, zor teskîn olunabilmişti. Hazret-i Ebûbekir hâriç, diğer sahâbîlerin durumları da Hazret-i Ömer’den farklı değildi. Zâhiren hezîmet gibi görünen bu antlaşmada Hazret-i Ömer’in, emr-i nebevîye rağmen fikir beyan etmesine karşı Peygamber Efendimiz:

“–Ben Allâh’ın elçisiyim, O’na isyân edemem. Yardımcım O’dur!” buyurarak yaptığı işin sevk-i ilâhî ile olduğuna işâret etti. (Buhârî, Meğâzî, 35; Müslim, Cihâd, 90-97)

***

Muâhedenin bitmesinden sonra Süheyl, oğlunu alıp sevinç ve memnûniyet içinde Mekke’ye dönerken, Allâh Rasûlü de ashâb-ı güzîne şöyle buyurdu:

“–Haydi, artık kurbanlarınızı kesiniz ve başlarınızı tıraş ediniz!..”

Fakat sahâbe-i kirâmdan hiç kimse bu emri yerine getirmek için yerinden kalkmadı. Onlar, sırrını çözemedikleri bir meselenin sisleri arasında mahzûn ve mağmûm idiler. Hazret-i Peygamber, emrini üç kez tekrarladı. Yine kimse yerinden kımıldamadı. Bu aslâ bir isyan değil, Kâbe’yi ziyâret iştiyâkının yürekleri yakması netîcesinde, daha yeni yapılmış bulunan ahitnâmenin iptâli için küçük bir ümîd bekleyişi idi. Yoksa her biri daha bir gün evvel:

“−Allâh Rasûlü’nün gönlünde ne murâdı varsa, onun üzerine bey’at ediyorum.” diyerek Peygamber Efendimiz’e bağlılık ve itaat yemini etmişti.

Ashâbının bu hareketsizliği karşısında Allâh Rasûlü son derece mahzûn oldular. Kederli bir şekilde kıymetli zevcesi Ümmü Seleme’nin çadırına gittiler. Durumu Ümmü Seleme’ye bildirdiklerinde mübârek annemiz, Allâh Rasûlü’nü tesellî ederek şu sözleri söyledi:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Siz, ashâbınıza hiçbir şey söylemeden kurbanlarınızı kesiniz, tıraşınızı olunuz! Bu durumda, onlar kendilerine güç gelen bir ağırlığın altında mahzûn olsalar da, sizin yaptığınıza tâbî olacaklardır, onları mâzur görünüz!”

Bu istişâreden sonra çadırından çıkan Hazret-i Peygamber, konuşulduğu gibi hareket etti. Bu hâli gören ashâb, muâhedenin değişmeyeceğini anladılar ve hepsi Rasûlullâh’ın yaptıklarına tâbî oldular. Kurbanlarını kestiler, saçlarını tıraş ettirdiler. Bu hâdiseyi müşâhede eden Ümmü Seleme:

Müslümanlar kurbanlıklara doğru öyle bir sıçradılar ki, birbirlerini ezeceklerinden korktum.” demiştir. (Buhârî, Şurût, 15; Ahmed, IV, 326, 331; Vâkidî, II, 613)

Rasûlullâh ile ashâbı kurbanlarını kesip tıraş olduktan sonra, Allâh Teâlâ bir kasırga gönderdi. Ashâbın saçlarını havalandırıp Harem içine savurdu. Sahâbîler, bunu umrelerinin kabûlüne bir işâret saydılar. Bunun ardından da Medîne’ye hareket edildi.

FETİH SURESİ’NİN NÜZUL SEBEBİ

Müslümanlar, yapılan sulh antlaşmasının hikmetini ilk anda kavrayamadıkları için gösterdikleri memnûniyetsizlik ve işi ağırdan alma sebebiyle büyük bir korkuya kapıldılar. Haklarında vahiy ineceğini ve helâk edileceklerini düşünmeye başladılar. O sırada “Fetih Sûresi” nâzil oldu:

(Ey Rasûlüm!) Muhakkak ki Biz Sana apaçık bir fetih ihsân ettik. Böylece Allâh, Sen’in geçmiş ve gelecek kusurlarını bağışlayacak; Sana olan nîmetini tamamlayacak ve Sen’i (dâimâ) doğru yola götürecektir. Ve Sana şanlı bir zaferle yardım edecektir.” (el-Fetih, 1-3)

Mücemmî bin Câriye, Fetih Sûresi’nin inişi esnâsında ashâbın nasıl korkulu anlar yaşadığını şöyle anlatır:

“İnsanlar korka korka develerinin yanlarına dağılmışlardı. Birbirlerine:

«–İnsanlara ne oluyor?» diye soruyorlardı.

«–Rasûlullâh’a vahiy gelmiş!» dediler. Biz de herkesle birlikte, korka korka Allâh Rasûlü’nün yanına doğru gittik. Ashâb toplanınca Âlemlerin Efendisi Fetih Sûresi’ni okudu.” (İbn-i Sa’d, II, 105)

Hazret-i Ömer de şöyle demektedir:

“O gün Rasûlullâh’a karşı sarf etmiş olduğum sözlerimden duyduğum korku sebebiyle, âkıbetimin hayrolması için devamlı oruçlar tuttum, sadakalar verdim, nâfile namazlar kıldım ve pek çok köle âzâd ettim.” (İbn-i Seyyidinnâs, II, 167)

Fetih Sûresi, mü’minlere Hudeybiye ile birlikte açılmış bulunan zafer kapılarının müjdelerini veriyordu. Nitekim çok geçmeden müjdeler birer birer gerçekleşmeye başladı: Civar kabîleler, Rasûlullâh’ın Kâbe’yi ziyâret için çıktığı bu yolculuğu, “dönüşü olmayan bir yolculuk” diye vasıflandırmışlardı. Fakat Allâh Rasûlü’nün en ufak bir zarara dahî uğramadan sağ sâlim geri döndüğünü görünce, telâş içinde gelip kendisinden özür dilediler. Allâh Teâlâ onların bu hâlini âyet-i kerîmelerde şöyle ifâde buyurur:

“Aslında siz, Peygamber’in ve mü’minlerin, âilelerine bir daha geri dönmeyeceklerini sanmıştınız. Bu sizin gönüllerinize güzel göründü de kötü zanda bulundunuz ve helâke müstehak bir topluluk oldunuz. Kim Allâh’a ve Rasûlü’ne îmân etmemişse bilsin ki Biz, kâfirler için çılgın bir ateş hazırlamışızdır.” (el-Fetih, 12-13)

HUDEYBİYE ANTLAŞMASI’NIN SONUÇLARI

O gün Hudeybiye’de müşriklerle yapılan sulh antlaşmasında alınan kararlar, görünüşte müslümanların aleyhine idi. Tâ ki Fetih Sûresi nâzil oldu; bu işteki yüksek hikmetler ve müjdeler bildirildi. Sonradan anlaşıldı ki, ilk nazarda mağlûbiyet ve kahır zannedilen bu geri dönüş, açık bir zafer ve fütûhât imiş... Âyet-i kerîmede buyrulduğu gibi:

“…Bâzen siz bir şeyden hoşlanmazsınız, hâlbuki o sizin için bir hayırdır. Bâzen de bir şeyi sever, istersiniz, hâlbuki o sizin için bir şerdir. Allâh bilir, siz bilmezsiniz..” (el-Bakara, 216)

Hazret-i Peygamber’in başlangıçta îzâhında güçlük çektiği bu mücmel hâdise, ancak iki sene zarfında açıklığa kavuştu. Nitekim bu antlaşma ile oluşan sulh ortamında birçok kimse İslâm’la şereflenmiş, iki sene zarfında müslüman olanların sayısı, o zamana kadar müslüman olanların toplam sayısını geçmiştir.

Belki o sene müslümanlar umre yapamayacaklar veya bâzı ağır şartlara bir müddet sabretmek durumunda kalacaklardı. Fakat bunun ardından sökün edip gelecek olan kazançlar çok daha büyük olacaktı. Çünkü bu antlaşma ile İslâm’ın varlığı resmen tanınmıştı. Bir sene sonra Kâbe ziyâret edilecekti. Arap kabîlelerinden isteyenler müslümanların himâyesine geçebilecekti. Bu ise Kureyş’in nüfûzunu kaybetmesi ve İslâm dâvetinin rahatça yapılması demekti.

Allâh Rasûlü’nün bu sulhu tercih sebeplerinden biri de Mekke’de o sırada müslüman olmuş, fakat bunu maslahat gereği izhâr etmemiş birçok kimsenin bulunmasıydı. Şâyet müşriklerle aralarında bir muhârebe zuhûr etseydi, bunların açığa çıkma ve dolayısıyla öldürülme ihtimalleri vardı. (Bkz. el-Fetih, 25)

Netîce olarak, bir “rahmet peygamberi” olan Allâh Rasûlü, Mekke’de ve diğer Arap kabîleleri arasında yeni müslüman olabilecek insanlara bu davranışıyla âdeta gizli mesajlar veriyor, onları İslâm’a ısındırıyordu. Nitekim bunun semeresi ileride bâriz bir şekilde görülmüştür.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hazret-i Muhammed Mustafa 2, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

HUDEYBİYE ANTLAŞMASI

Hudeybiye Antlaşması

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.