Hak Dostlarında Mal Edinme ve Harcama Edebi

Rabbimizin görünür-görünmez sayısız nimetlerinden biri de hiç şüphesiz “mal sahibi olma nimeti”dir. Allah Resûlü -sallallahu aleyhi ve sellem-’in “Sâlih bir adam için mal ne güzel bir nimettir”1 ifadesi, Müslümanın malla ilişkisinin nasıl olması gerektiğine dair ince manalara işaret eder. Her nimet, saygıyı ve şükrü hakeder. Yine her bir nimetin -ilâhî ölçülere dikkat edilmeyecek olursa- yoldan çıkarıcı ve saptırıcı bir yönü de vardır. Öyleyse mala-mülke düşman olmak ya da ondan nefret etmek değil, onu doğru bir şekilde değerlendirecek “sâlih adam” olmak esastır.

Bu yazımızda, Allah’ın kullarına ihsanı olan mal nimetini en güzel şekilde değerlendiren bazı Hak dostlarının, örnek hallerine ve bu yöndeki tavsiyelerine yer vereceğiz.

Mal ve mülkten yana nasipler farklı farklıdır. Bir ismi de “Hâkîm” olan Yüce Rabbimiz, böylesi bir farklılığın Zât-ı ulûhiyetinin bir takdiri olduğunu âyet-i kerimede şöyle beyan eder:

“Allah rızkı dilediğine bol verir, (dilediğine de) kısar. Onlar ise dünya hayatı (ve dünyevî menfaatlerle) sevinip şımarmaktadırlar. Hâlbuki dünya hayatı, âhiretin yanında çok az bir yararlanmadan ibarettir.” (Ra’d Sûresi, 26)

İLAHİ TAVSİYE VE EMİRLER

İlâhî tavsiye ve emirler, hemen her nimette, âhiret hayatının merkeze alınmasını sürekli hatırlatır. Öyle merkeze alınmalıdır ki, böylesi bir mü’mine “kardeşim bu arada dünyayı da unutma!” diye bir uyarıda bulunmak, neredeyse bir ihtiyaç hâline gelir. Şu âyet-i kerimede bu sırra işaret vardır:

“Allah’ın sana verdiği şeylerde âhiret yurdunu ara. Dünyadan nasibini de unutma”. (Kasas Sûresi, 77)

Dünyevileşen kimselere bugün ancak “âhireti de unutma” denilebiliyor. Böyle bir hâle düşmeye, dünyaya mağlub olmak da denilebilir. Hâlbuki kurtuluş için dünyanın esiri değil, galibi olmak icap eder. Rabbimizin methettiği kimseler böylesi kimselerdir:

“Öyle erler vardır ki, ne bir ticaret, ne alışveriş onları Allah’ı zikretmekten, dosdoğru namaz kılmaktan, zekât vermekten alıkoymaz. Onlar kalplerin ve gözlerin (dehşetle) döneceği günden korkarlar.” (Nûr Sûresi, 37)

Böylesi erlerden olduğuna hüsn-i zan beslediğimiz Sâhibu’l-vefâ Mûsâ Efendi’nin hem hayatı ve hem de tavsiyeleri günümüz müslümanının malla ilişkisinin nasıl olması gerektiğine ışık tutar mahiyettedir. Varlığın içinde kulluğun nasıl yaşanacağını hayatıyla gösteren böylesi sâlih kulların hâlleri ve sözleri, elbette bizler için çok daha önemlidir.

MÜSLÜMAN VEREN BİR EL OLMALI

Mûsâ Efendi –rahmetullahi aleyh- Müslümanın veren bir el olmaya çalışmasını önemli görür ve şöyle buyururlardı:

“…Artık bugün, «bir lokma bir hırka devri» geçti. İnsan kendi nefsinde yaşasa bile, aile hayatı var, cemiyet hayatı var, bunu tatbik edemez. Herkes çalışacak. Dünyaya çalışmak, zâhiren dünya gibi olsa da mânevîyata mâni değildir. Yani para, kasada olursa mâni değil; gönle girerse o zaman mâni olmuş oluyor. Mutlak sûrette hizmet etmek ve faydalı olabilmek kaydıyla, hem dünyaya çalışacağız, hem de mânevî dersimizi inkişâf ettireceğiz. Onunla bunun hiçbir tenâkuzu yok. Bazı insan, ne onu yapabilir, ne de bunu. Muhakkak iş yapmak zarureti var.

Bazısı vardır, mâneviyata çalışacağım diye işi gücü bırakır; ama bu defa da başkasının malındadır gözü. Bu, daha zararlıdır. Öteki çalışır, gayret eder, Cenâb-ı Hakk’ın verdiğinden istifâde eder, cemiyet de ondan istifâde eder. Yani çalışmak, katiyen mâneviyata mâni değildir. Hatta ihtiyaçtır. Âvârelik, başı boş olmak, hiç iyi değil. Bilhassa tekâmül etmeyen insanlar için.

Zenginlik, hüsn-i istimal edilecek olursa, huzur kaynağı hâline gelir. Bilhassa devrimizde buna pek çok ihtiyaç görülmekdedir. Devletimizin, milletimizin, fertlerin buna ihtiyacı vardır. Ama yerinde kazanıp, yerinde sarfetmesini bilmek şartıyla. Yalnız kazanmakla, mal, mülk yığmakla iktifa etmeyip, Allahü Teâlâ’nın rızasına uygun hayırlar yapılırsa, o servet ne bereketli bir maldır. Harcadıkça Rabbimiz Teâlâ Hazretleri onun bereketini ziyadesiyle çoğaltır.

İnsan başlangıçta parayı çok sever. Ancak manevî yolda ilerledikçe, zaman gelir para sevgisi dahil her şey silinir. Yine zaman gelir para sevgisi, dünyalık sevgisi tekrar başlar. Ama bu sefer mânâ değişir; Allah için kazanmak ve Allah yoluna vermek düşüncesi hâkim olur. İşte burada mal ile ilişki ibâdet hâline geliyor. Kendi nefsin için olmayınca her faaliyet faydalıdır.

ALLAH'IN BİZE VERDİKLERİNDEN MESULÜZ

Hak Teâlâ kime ne vermiş ise ondan mes’ûl tutacaktır. Kimin hakkında neyi ihtiyar etmiş ise nimet odur. Bazı insan fakir olur, bazısı zengin. Eğer fakir, gönlünde hırs ve hased yoksa ve nefis Allah ile beraber ise, sabrını yapıyor demektir. Ganî (zengin) de dünyaya mağrur olmayıp her nefesinde Allah ile beraberse, nimetten yüz çevirmeyip, malını Allah yolunda yerli yerince sarfediyorsa ve kendini bu mal ile değil, Allah ile ganî sayıyorsa nimet budur. Burada asıl olan, dünya sevgisinin, gönle girmemesidir. Fakire de zengine de bu sorulacaktır. Bu sebeple bazen fakirlik hayırlı olur, bazen zenginlik. Bazen fakr, dünyalık azlığı değil, gınâ (zenginlik) da dünyalık çokluğu değildir. Fakir kimse, yokluğu kendisine fitne etmeyecek, ganî kimse de varlığını kendine fitne etmeyecektir.

İnsan zaman gelecek inzivaya çekilecek, hakkıyla ibâdet edecek, zaman gelecek iş görecek”2.

ALLAH MUHSİNLERİ SEVER MUFLİSLERİ SEVMEZ

Muhterem Üstâz -kuddise sirruh-, varlıklı bir kimse olmasına rağmen, tasarruflu olmaya son derece itina gösterirlerdi. Onun cömertliğini yakinen bilmeyen kimseler, kendisini aşırı tutumlu biri gibi görebilirlerdi. Bu büyük zat, hayır yollarına infak sözkonusu olduğunda çoşkun ırmaklar gibi akarken, yerinde olmayan harcamalara karşı da âdetâ su sızdırmazdı. “İnsan iktisatlı davranmaz ise Dolmabahçe Sarayı kadar hazinelere sahip olsa da, yine bir şey artırıp infak yollarına yönelemez” buyururlardı. Yine “İsrafın azı çoğu olmaz; her ikisi de haramdır” tespitinde bulunur ve özellikle israf konusunda sık sık uyarıları olurdu. Onun bu tavsiyeleri, tüketim, lüks ve israf düşkünü bir toplum için, ne büyük uyarılardır. Bu hastalığa düçâr olmuş, fakat hastalığının farkında olmayan günümüz insanına, bu Allah dostunun şifâ veren sözlerinden bir kısmını aşağıya alıyoruz:

“İnsanoğlu hakiki iktisat yollarını benimser, nefsinde tatbik ederse, hem maddî darlığa düşmez, hem de sadaka verme durumunu kazanır. İsraf nice zengin ve fakir evlerini istîlâ etmiştir. Hâlbuki Kur’ân-ı Mübîn’in müteaddit âyetlerinde “Allah müsrifleri sevmez3 buna mükabil “Muhsinleri sever4 buyrulmaktadır. Bir kulu Hâlik -zü’l celâl- Hazretleri’nin sevmesi en büyük beşâret, sevmemesi ise ne büyük bir hüsrandır.

Evvelce en dar gelirliler bile, paralarını ölçülü sarf ettikleri için sadaka verirler, bunu İslâmî ve insânî bir vazife bilirlerdi. Yaptıkları bu yardımların gölgesinde huzurlu bir hayat sürerlerdi. İsraf birçok aile yuvalarını yıkmıştır ve yıkmaktadır. Elhamdülillah memleketimiz refah hâlinde, açlık sıkıntısı yok. Buna mukabil aşırı bir israf var. İsraf olan yerde nasıl bereket olur? Bu yüzden zengin ve fakirin iki yakası bir araya gelmemektedir.

Evlerimizde sarfedilen suların, kullanılan elektriklerin haddi hesabı yok. Merhum pederim hayatta iken, evimizde sadece oturduğumuz odanın elektiriği kullanılırdı. Eski hayır sahipleri bu hususlarda çok dikkatli idiler.

İsrafın miktarı ne olursa olsun, zararı büyüktür. İsraf yine israftır. Küçük zannedilen şeyler yan yana geldiği zaman, büyük rakamlar, değerler meydana gelir. «Damlaya damlaya göl olur» atasözü meşhurdur. Dakikada on damla kaçıran musluk, ayda 170 litre su akıtmış olur. Büyük bir nimet olan malı israf etmek, kötü yollarda kullanmak, Allah Teâlâ’nın nimetini hakir görmek, nimete kıymet vermemek, ni’meti elden kaçırmak, küfran-ı nimet etmek, şükretmemek olur. Bu da Cenâb-ı Hakk’ın gadabına sebep olur. Böyle olunca da malın bereketi kalkar. Böyle kimselerin iki yakaları bir araya gelmez.

GÜNÜMÜZDE ZENGİN GÖRÜNME HASTALIĞI

Günümüzde zengin görünme hastalığı kol gezmektedir. Sık sık elbise ve ayakkabı almaya, mobilya değiştirmeye ne lüzum var? Ancak eskiyip solduğu veya fersûdeleştiği zaman yenisini almalıdır. Sebepsiz yere sık sık değiştirmek doğru değildir. İnsanın kenarda üç beş kuruşu bulunmalıdır. Her davet için ayrı ayrı yeni elbise yaptırıp giymeye lüzum yoktur. Her giyişte: «Ya Rab! Bu senin fazl u ihsanındır» diyerek Allah Teâlâ’ya hamd etmelidir. Müsrif olan, üç beş kuruş artırıp bir kenara koyamaz. Maddî sıkıntısı eksik olmaz. Zekatını veremez, hayır yapamaz. Daima hayat pahalılığından şikayet eder”5.

Muhterem mahdumları Osman Nûri Topbaş Hocaefendi anlatıyor:

“Biz Erenköy’den karşı tarafa, yani Çarşamba semtine mektebe giderken, varlıklı bir aile çocuğu olmamıza rağmen sefer tasıyla yemek götürürdük. Rahmetli annemiz akşamdan yemek koyardı. Sefer tasıyla götürür, onu açar, soğuk olarak yerdik. Onun kazandırdığı çok şey oldu. İnsan nasıl alışıyorsa öyle gidiyor. Sadece ekmeği dışarıdan alırdık. Çocukluğumda hatırlıyorum, daha hesaplı diye babam Sirkeci’den portakal, elma aldırır ve bize Erenköy’e kadar taşıttırırdı ki, arada üç beş kuruş fark olurdu”6.

Evet, Allah’ın nimetlerini helâl yollarla kazanıp doğru yollarda harcamak yasaklanmış değildir. Ancak helâlin de hesabı olduğu unutulmamalıdır. Malı saçıp savurmak nasıl yasaklanmış ise iktisatlı davranacağım diyerek ehl ü iyâline karşı cimrilik etmek de asla methedilmemiştir. Öyleyse basiret ve firâsetle orta bir yol izlemek için, şer’î şerife, akl-ı selîme ve vicdanın sesine kulak vererek malla ilişkilerimizi düzenlemek, hem dînî, hem insânî ve hem de vicdânî bir borçtur.

Dipnotlar: 1) Ahmed b. Hanbel, IV, 197,202. 2) Bkz. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, IV, 188-189; Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, III, 141-143, 145; Allah Dostunun Dünyasından Hacı Mûsâ Topbaş Efendi İle Sohbetler (Hazırlayan: Erkam Yayınları) sh. 95-97. 3) En’am Sûresi, 141. 4) Âl-i İmrân Sûresi, 134. 5) Bkz. Sâdık Dânâ, Sultânü’l-Ârifîn eş-Şeyh Mahmûd Sâmi Ramazanoğlu, sh. 30; Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, I, 217 Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, V, 174-178. 6) Allah Dostunun Dünyasından Hacı Mûsâ Topbaş Efendi İle Sohbetler (Hazırlayan: Erkam Yayınları) sh. 134-135.

Kaynak: Yrd. Doç. Dr. Adem Ergül, Altınoluk Dergisi, Sayı: 392

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.