Cevabı Bildirilmeyen Soru

Kur’ân-ı Kerîm’de bazı meseleler insanların sorularına dayandırılarak açıklanır. Nebî (s.a.v.)’e “Sana kıyametten/ganîmetlerden/yetimlerden/haram aylardan/infaktan sorarlar.” buyrularak “De ki” hitabıyla, vereceği cevap bildirilir.1 Bunlardan biri olmak üzere, İsrâ sûresinde şöyle buyrulur; “Sana ruh hakkında soru sorarlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir. Size ilimden az bir şey verilmiştir.”2 Görüldüğü üzere burada, “Size ilimden az bir şey verilmiştir.” fermanıyla cevabın bildirilmeyeceği ifade edilmiştir.

Âyet-i kerîmede belirtildiği üzere, ruhun mahiyetini bilmek mümkün değildir. Çünkü ruh Rabbin emri olması hasebiyle gaybî bir konudur. Bu îtibarla “Ruh latîf, nuranî ve semavî bir cisim olup, gül suyunun gülün maddesine yayıldığı gibi bedene yayılır.” denilmiştir. Bununla beraber âlimler, bu konuda bilgileri dâhilinde olan hususları açıklamışlar ve ruhu “canlılarda hayatı sağlayan unsur” şeklinde tarif etmişlerdir. Buna göre, insan ruhu denilince canlılık, bilinç, akıl, idrak gibi niteliklere sahip bir öz kastedilmiş olur. Ve insanların hayvanlardan farklı olması, ruhlarının değişik yaratılmasından kaynaklanır. İnsanlar arasındaki fark da aynı ruh türü içinde değişik mertebelerde bulunmalarındandır. Mesela peygamberlerin gayb âleminden haberler almaları, yüksek bir ruhî mertebeye sahip olmalarıyla alâkalıdır.

RUHUN HAKİKATİ VE ÖZELLİKLERİ

Âlimler ruhun özelliklerini şöyle belirtmişlerdir: “Ruh, meleklerin cevherinden olup bedenin şekline bürünerek süratle hareket eder. Uzun mesafeleri kısa sürede kat eder. Bedenden çıkarılıp alındığında mü’minin ruhundan güzel bir koku, kâfirin ruhundan da kötü kokular yayılır. Ancak, Allah’a iman ve itaat açısından da ruhların özellikleri farklıdır. Bazılarının cismanî ve bazılarının da ruhanî tarafları ağır basar. Bu anlamda yüksek ruhlu insanlar peygamberlerdir. Onlardan sonra salihler ve âlimler gelir.”3

Kur’ân-ı Kerîm’de ruh yirmi yerde geçer.4 Hadîs-i şerîflerde ruh kelimesinin yanında nefis ve neseme kelimeleri de kullanılmıştır. Rasûlullah (s.a.v.) Bedir gazvesinde katledilen müşriklere ait cesetlerin yanına gelerek onlara, “Rabbinizin size önceden haber verdiği acı sonucu tattınız mı?” diye seslenince, Hz. Ömer (r.a.); “Ruhları bulunmayan cesetlere mi hitap ediyorsun?” diye sordu. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.); “Onların, söylediğimi işitmeleri sizden daha az değildir. Fakat cevap veremezler.”5 buyurmuştur.

Tefsirde belirtildiğine göre, ölü kabre konunca ruh, dünya şartlarıyla algılanamayacak şekilde bedene iade edilir. Sorgu tamamlandıktan sonra durumuna göre kıyamete kadar azap veya nimet hisseder. Ölünün azap görmesi veya nimetler içinde bulunması ölümünden sonra varlığını devam ettiren ruhu vasıtasıyla gerçekleşir. Nitekim Rabbimiz Allah’tır deyip sonra dosdoğru davranan mü’minlere ölümleri anında meleklerin ineceğini, onlara güvenlik ve cennet müjdesi vereceğini6 bildiren âyet-i kerîme, ölümden hemen sonra mü’min ruhların cennet nimetlerini, kâfir ruhların da cehennem azabını bir şekilde hissettiklerine işarettir. Sahih hadislerde de bu kabil açıklamalar vardır; kabirden cennete veya cehenneme bir kapı açılacağı bildirilmiştir.7

İNSANIN İKİ AÇMAZI

Bize göre bu konuda insanın iki açmazı var. Birincisi, ruhun mahiyetini anlamaya çalışmasıdır ki, bu insanlığın kadîm bir sorusu olup cevabı yoktur. İmam Gazalî’nin İhyâ’da belirttiği üzere, “Ruhun mahiyetini insanın idrak etmesi imkânsızdır ve açıklanması da imtihan sırrına aykırıdır.” İkincisi, ruhun beden kalıbına girdiğinde aldığı isimlerle merhalelerin genellikle bilinmemesidir. Tasfiye ve tezkiyenin elzem oluşuna ehemmiyet vermemek ve sadece bedenin ihtiyaçlarına odaklanmaktır. Hâlbuki insan, dünyaya niçin ve nasıl gönderildiğini bilmeli; buna göre bir hayat sürmelidir. Ruhun asıl olduğunu, bedenin de ona kalıp ve binek olduğunu unutmamalıdır. İbrahim Hakkı Hazretleri’nin belirttiği gibi insan, ruhun ve bedenin mebde’ ve meâdını -nereden gelip nereye gideceğini- hep hatırda tutmalıdır.

İnsana bir emanet verilmiş ve sanki şöyle denilmiştir; “Sana verilen bu değerli emanet, gördüğünden ibaret değildir. Dikkat et, göremediğin kısmı, senin mahiyetini bilemeyeceğin kadar mühimdir. Vakti geldiğinde teslim alınacak olan da odur.”

Hakikaten, Hz. Mevlânâ’nın dediği gibi, “Ten kalıbı, toprağın kurbanıdır.” Ve biz, konumuzu teşkil eden âyet-i kerîmede cevabın bildirilmemiş olmasını kavradığımız ölçüde, emanetin ehemmiyetini anlama adına önemli bir mesafe almış olacağız.

UYKUNUN MUCİZEVÎ YÖNÜ

“Büyük haber”den söz eden Nebe’ sûresinde “Uykunuzu dinlenme, geceyi örtü yaptık. Gündüzü de çalışıp kazanma zamanı kıldık.8 buyruluyor.

Kur’ân-ı Kerîm’in pek çok âyetinde, gece ile gündüzün oluşum ve dönüşümüyle uykunun mucizevî yönüne dikkat çekilerek “zamana mukayyet olmanın önemi”ne işaret edilir.9 Bunlardan şunu anlıyoruz ki, mevsimlere göre uzayıp kısalması bile ayrı bir mucize olan geceler gündüzlere; birbirine eklenip giden gündüzler de gelip çatması muhakkak olan “Büyük Gün”e hazırlık içindir.

GECELERİ NASIL DEĞERLENDİRMELİ?

Burada, “Genelde vakti; özelde geceleri nasıl değerlendirmeli?” sorusunu ortaya koyduğumuzda, gecesi-gündüzüyle Efendimiz (s.a.v.)’in günlük yaşayışını zihinlerde canlandırmak gerekiyor. Biliyoruz ki, onun hayatı Allah’a ibadet, İslâm’ın tebliği ve bütün yaratılmışlara merhamet tevzîinden ibarettir; uykusu, kulluk vazifelerine güç kazanmak içindir. Dolayısıyla ümmete öğrettiği, her halde “maiyyet şuuru”na sahip olmaktır; vaktin değerini bilerek yaşamaktır.

Allah dostlarından bazıları, bu şuuru muhafaza etmek için bazen sıra dışı tedbirlere başvurmuşlardır. Nitekim Rebî bin Haysem; mârifetini artırmak üzere evine mezar genişliğinde bir çukur açmıştı. Yorulduğu vakit yatıp orada uyurdu. Uyanınca “Rabbim, beni geri döndür ki, (boşa geçirdiğim dünyada) iyi işler yapayım.”10 meâlindeki âyeti okuyarak şöyle derdi: “Ey Rebî! Geri döndürülmeyeceğin gün gelmeden fırsatı ganîmet bil.”11

Velhasıl kaybedilen her şey bulunabilir, vakit bulunmaz.

Kaynak: Cafer Durmuş, Altınoluk Dergisi, Sayı: 362, Nisan 2016

Dipnotlar: 1) A’râf sûresi, 7/187;. Enfal sûresi, 8/1; Bakara sûresi, 2/215, 217, 220. vb. 2) 17/85. 3) TDV İslâm Ansiklopedisi, Ruh maddesi, Süleyman, Uludağ, c. 35, s. 189. 4) Hicr sûresi, 15/28-30; Sâd sûresi, 38/71-72; Mü’minûn sûresi, 23/12-16. vb. 5) Buharî, Megazî, 8. 6) Fussilet sûresi, 41/30. 7) Taberî, II. 39. 8) 78/9-11. 9) 78/-9-10; Bakara sûresi, 2/47; Nahl sûresi, 16/86. vb. 10) Mü’minûn sûresi, 23/99-100. 11) İhyâu Ulûmi’d-Dîn Terc, c.4, s. 232.

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.