
Allah Nerededir?
“Allah nerede?” sorusu, O’nu bir mekâna hapsetmeden, rahmetiyle her şeyi kuşattığını ve zâtıyla mekândan münezzeh olduğunu idrak etmektir.
Zaman ve mekân Allah tarafından yaratılmış olup sınırlılık ifade eder. Bu nedenle zaman ya da mekânla sınırlı olmak yaratılmışlara ait bir özelliktir. Allah ise yaratıcıdır. Dolayısıyla Allah zaman yahut mekânla sınırlı olacak şekilde ifade edilemez.
ALLAH NEREDEDİR?
Zaman ve mekândan münezzeh olarak Allah Teâlâ her daim kullarına yakın ve onlarla beraberdir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de bu anlamı ifade eden pek çok âyet vardır; “Kullarım sana, beni sorduğunda (söyle onlara): Ben çok yakınım. Bana dua ettiği vakit dua edenin dileğine karşılık veririm. O hâlde (kullarım da) benim davetime uysunlar ve bana inansınlar ki doğru yolu bulabilsinler.” (el-Bakara, 2/186), “Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz ve biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kâf, 50/16), “O, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş'a istivâ edendir... Nerede olsanız, O sizinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı görür.” (el-Hadîd, 57/4).
“Rahmân Arş’a istiva etmiştir.” (Tâhâ, 20/5) gibi müteşâbih âyetlerden yola çıkarak Allah’ın gökte olduğu şeklinde yapılan yorumlar, İslâm âlimlerinin geneli tarafından kabul görmemiştir. Zira bu ve benzeri âyetlerin anlamları müteşâbih olup Allah’ın yüceliğini ifade etmektedir. Her ne kadar sıfatlarıyla Allah Teâlâ’yı bilsek de O (c.c.), zâtı itibarıyla idrak ve tasavvurumuzun ötesindedir. İnanan kimseye düşen, O’nun insana şah damarından daha yakın olduğu bilinciyle hareket etmesi, iman ve amelleriyle Rabbine yönelip kulluk görevini yerine getirmeye çalışmasıdır. (Kaynak: Diyanet Fetva Kurulu)
“Rahmân, Arş'a İstivâ Etmiştir” (Taha Suresi, 5) Ayetinin Tefsiri
“O Rahmân, Arşı istivâ etmiştir.” (Tâhâ, 20/5)
“O Rahmân,” meleklerin taşıdığı “Arşı istivâ etmiştir.” Rahman medh için merfû olarak getirilmiştir; ‘O Rahman’dır’ mânâsına gelir.
Bil ki Arş, Melik’in tahtı demektir. “ise karar kılıp oturmak ve istîlâ (kaplamak ve yerleşmek) mânâsına gelir. Arşı istivâ etmek mülk sâhibi olmaktan kinâyedir. Çünkü mülk Melik’e tâbidir. Burada gerekli olan (lâzım) zikredilip onun îcâbı olan (melzûm) kasdedilmiştir. “Filanca, padişah tahtına oturdu.” cümlesi, o kimse bilinen tahtın üzerine oturmamış olsa bile onun padişah olduğu mânâsına gelir. Şu halde bu âyette kasdedilen Hak Teâlâ’nın şerefli irâdesinin kâinâtı yaratmaya ve onu idâre etmeye irâdesinin taalluk etmesidir. Çünkü Bârî Teâlâ intikal ve hulûlden berîdir.
İbâdet edenlerin yeryüzünde bedenleriyle nereye yöneleceklerini bilmeleri için Kâbe yaratıldığı gibi, semâda kalbleriyle nereye yöneleceklerini bilmeleri için de Yüce arş yaratılmıştır.
Şeyh-i Ekber (k.s.) Fütûhât’ta şöyle der: “Hak Teâlâ’nın arş üzerine istivâ ettiği Kur’an’da beyan edilmiştir. Bundan maksad ona îmân etmektir. Biz bunu te’vil etmek istemeyiz ki bu konuda te’vil azgınlıktır. Âyetin zâhirini kabul eder ve bâtınına teslim oluruz ki bu sünnîlerin îtikadıdır.
Ama biliyoruz ki Cenâb-ı Hak mekâna muhtaç değildir, arş da onu tutucu değildir. Mekânı da arşı da tutan/muhâfaza eden O’dur.”
O’nun tarafına ne mekân yol buldu, ne de zaman
O’ndan ne beyan haber verir, ne de ıyân
Bunların hepsi Yüce Pâdişâh’ın mahlûkudur
Âlem-i yaratan, âlemden yücedir
Âriflerden biri: “Kâinâtta Allah’tan bir eser, Allah’ta da kâinâttan bir eser yoktur.” der. Yine bir zât şöyle der: “Biz kesin olarak Allâh’ın mekân[1]dan münezzeh olduğunu biliriz. Aksi halde mekânın kadim olması gerekir. Deliller ise Allah’tan başka kadîm olmadığını gösterir. Allah, âyette geçen ‘istivâ’ ile yerleşmeyi ve oturmayı değil, belki başka bir şeyi murâd etmiştir. Ancak biz bunda hata yapmaktan korkarak bunu belirlemekle meşgul olmayız. Müteşâbih âyetlerin te’vîlini Allâh’a havâle ederiz. Nitekim müteşâbih âyetlerle ilgili “Onun te’vîlini Allah’tan başkası bilmez.” âyetinde (Âl-i İmran, 3/7) “illallah”da vakfedenlerin görüşü de böyledir. Selefin de çoğu bu yolu tercih etmiştir. Nitekim İmam Mâlik ve Ahmed’in: “İstivâ” mâlum, nasıl olduğu meçhûl, onu araştırmak ise bid‘attır.” dedikleri rivâyet edilmiştir. Bu büyük imamların amacı insanları tartışma ve cedelden korumaktır. Cedel kapısını kapamakla iyi yapmışlardır. Cumhur da aynı yolu takip etmiştir. Çünkü cedel kapısını açmak, Allâh’ın kullarının çoğuna zarar verir. Rivâyete göre adamın birisi Hz. Ömer’e müteşâbih iki âyetin mânâsını sormuş, Hz. Ömer de adamın kafasına değnekle vurmuştur.
Ehlullahtan muhakkık büyüklerden birisi bu konuda şöyle demiştir:
Bu istivâdan maksad yüce Allâh’ın istivâsıdır. Fakat nefsi ve zâtı îtibâriyle değil. O, Mücessime ve başka sapık mezheplerin zâlimlerinin söylediklerinden çok yücedir, münezzehtir. Fakat bu istivâ O’nun yaratmakla ilgili emri, hissî-ahadî tecellîsi îtibâriyledir. Arş bu istivânın mahalli olması şu sebepledir:
Yerde, gökte ve ikisi arasındaki kevn ve fesâd (olma ve bozulma) âleminde taayyün eden tecellîlerin, zâhir olan hükümlerin, ortaya çıkan işlerin ve gerçekleşen hususların şartı olan zâtî tecellîler, ilâhî emir ve illî (ilâhî) yaratma ile olur. Bu zâtî tecellîler, gereklerinin tam olarak yerine gelmesi, her yönünün tamamlanması; rûhu, sûreti ve devrî hareketi ile arşın zuhûrundaki dört rüknünün bir araya gelmesi ile tamam olur. Çünkü bu âlemlerde tecellîlerinin istivâsı için bu dört şarttan Hak Teâlâ’nın hissî tecellîsi ve yaratmaya dâir emri gereklidir. Bu dört şart hissî ve îcâdî tecellîye göre küçük, büyük ve orta önermeyi içeren düz önerme yerindedir. Bu önermelerden orta önerme iki kere tekrar edilir ve sûret onunla neticede dört erkânı (şart) yerine getirir.
Bu dört şey; mânevî esmâî hareket, nûrî rûhânî hareket, tabîî misâlî hareket ve sûrî hissî harekettir. Bu sûrî hissî hareket, arşın hareketi olup büyük önerme yerindedir. Gerekli dört husus Allâh’ın izni ile tamamlanınca, zamanın ve mekânın ihtiyacına ve o zamandaki şahısların istîdâdına göre yerler ile yedi gök arasında inen îcâdî ve emrî tecellîler her gün, hattâ her an vuku bulur. Nitekim şu âyetlerde buna işâret edilmiştir: “Ferman bunlar arasında inip durmaktadır.” (et-Talâk, 65/12) “O her an” Arşda “bir iş içindedir” (er-Rahmân, 55/29) Arş Allah Teâlâ’nın ilk zikre[1]dilen îtibarla değil, ikinci îtibârla istivâ mahallidir. Hakîkatte ise bu îtibâra nazaran arş O’nun îcâdî emrinin istivâ mahallidir, nefsinin ve zâtının istivâ yeri (müstevâsı) değildir. Şu halde kelâmda, sözde ve halde bir karışık[1]lık ve şüphe yoktur.
Sonra irâdî-îcâdî emrin Arş üzerine istivâsı, teklîfî irşâdî emrin şeriat üzerine istivâsı gibidir. Bu iki emir diğerinin aksidir. Aynı şekilde arş ve şeriat da birbirlerinin düz döndürmesi gibidir.
Kadîr olan Allah kendisine güç versin Fakir (Bursevî) der ki: Şüphesiz ‘Zeyd’ ile ‘âlim’ arasında fark vardır. Çünkü birincisi mücerred bir zâta, ikincisi ise ilimle sıfatlanan kimseye delâlet eder. Her ne kadar zâtı da şümûlüne alsa da kendisiyle umûmî rahmet sıfatının kastedildiği “Rahmân” ismine istivânın isnâdı, Allah ismine isnâdı gibi değildir. Allah ismi ile zât kasdedilir. Allah ismi, bütün sıfatları kendisinde toplasa da Allâh’ın zâtının istivâdan münezzeh olduğunu çağrıştırır. Tüm cisimleri kuşatan arş üzerine istivâ eden, her şeyi kuşatan rahmettir.
Zâtın istivâsı ile sıfatın istivâsını birbirinden ayırmayan hata etmiştir. Çünkü Allah Teâlâ zâtı itibariyle bütün âlemlerden müstağnîdir. O ancak sıfatları ve isimleri ile ruhlarda ve cisimlerde tecellî edicidir. Öyle ki kâinât aynasında ancak esmâî ve sıfâtî tecellîlerin sûretleri görünür. Bu tecellîden O’nun zâtının kainâttan bir kevne hulûlü gerekmez. O birlik (tevahhüd), tecerrüd, teferrüd (teklik) ve tekaddüste (münezzehlikte) daha önce nasıl idiyse şimdi de öyledir. Bu yüzden en yüksek mertebe zâtî mutlaklık ile mutlak olan hakîkat âlemine ulaşmaktır. Nitekim “Ona ancak temizlenenler dokunabilir.” (el-Vâkıa, 56/79) âyeti ile er-Ravza’da zikredilen “Allah gözlerden perdelendiği gibi basîretlerden de perdelenmiştir.
Sizin O’nu taleb ettiğiniz kadar mele-i a‘lâda olanlar da O’nu taleb eder.” (Irâkî, Muğnî, I, 345) hadîsi buna işâret eder. Bu hadis, Allâh’ın semâda da yerde de olmadığına delildir. Eğer onlardan birinde bulunsaydı yukarıdaki taleb olmazdı.
Şeyh-i Ekber (k.s.)’un “Kitâbü’l-Müsâmera” adlı eserinde zikrettiğine göre Peygamber Efendimiz (a.s.): “Ey Rabbim! Sen gökte, biz yerdeyiz. Rızânın ve gadabının alâmeti nedir?” buyurdu. Allah Teâlâ:
“Eğer sizin üzerinizde hayırlılarınızı idareci yaparsam bu rızâmın alâmetidir. Şerlilerinizi size musallat edersem bu da size gadabımın alâmetidir” buyurdu.” (Feyzü’l-Kadir, I, 262)
Yine Hz. Peygamber (a.s.) Muâviye b. Hakem es-Sülemî’nin câriyesine: Hz. Peygamber: “Allah nerede?” diye sordu.
Câriye işâretle: “Göktedir” cevabını verdi. Peygamberimiz: “Ben kimim?” diye sordu. O: “Sen Allâh’ın Rasûlüsün.” cevabını verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (a.s.): “Bu câriyeyi âzâd et, çünkü o mü’minedir.” buyurdu. (Müslim, Mesâcid, 33; Ebû Dâvud, Salat, 167; Eyman, 16; Nesâî, Sehv, 20; Dârimî, Nüzur, 10; Muvatta, Itk, 8, 9; Müsned, II, 291; III, 452; IV, 222)
Bu rivâyetlerde olduğu gibi Allâh’ın mekânı olduğuna delâlet eden rivâyetler, zâhirî anlamlarına alınır, Allâh’ın yüce sıfatlarının eserlerinin zuhur mahalli mânâsına hamledilir. Bu sebeple hadiste “semâ/gök” özellikle zikredilmiştir. Çünkü semâ nurların indiği yer, nâzil olan âyetlerin ve hükümlerin mahallidir. Buradan anlaşılmış oldu ki, kim Allâh’a mekân isnâd etmek kasdıyla “Allah gökte âlimdir” derse kâfir olur. Böyle değil de haberlerin zâhirinde söylenenleri rivâyet şeklinde bu sözü söylerse kâfir olmaz. Çünkü bu söz te’vile açıktır. Selim zihinler ve doğru akıllar, tabîî olarak bu tür müteşâbih âyetlerden sadece tenzih mânâsı çıkarırlar.
Rivayete göre Allah iki dünyada derecesini yükseltsin İmâmü’l-Harameyn bir büyüğün yanına misafir oldu. Âlimler ve önde gelen kimseler onun yanında toplandılar. Aralarından biri kalkıp: “Allâh’ın mekândan münezzeh olduğunun delili nedir?” diye sordu. İmam: “O Rahmân, Arşı istivâ etmiştir” âyetini, sonra da Yunus (a.s.)’ın balığın karnındayken yaptığı istiğfârı okudu. “Senden başka hiçbir ilah yoktur. Seni tenzih ederim. Ben zâlimlerden oldum.” (el-Enbiyâ, 21/87) Dinleyenler iki âyetin mekândan münezzeh olmakla ilgisini anlayamadıklarından hayretler içinde kaldılar.
Ziyâfet sahibi, imamdan konuyu açıklamasını istedi. İmam: “Burada bin dirhem borcu olan bir fakir var, borcunu ödersen sana bu meseleyi açıklarım.” dedi. Ziyâfet sahibi bu teklifi kabul edince imam meseleyi şöyle açıkladı: “Rasûlullah (s.a.) mi’racda Allâh’ın dilediği kadar yüce bir yerde: “Ben seni övmekten âcizim. Sen kendini nasıl övmüşsen öylesin.” (Müslim, Salat, 222; Ebû Dâvud, Vitr, 5; Müsned, I, 58, 96, 118, 150) dedi. Yunus (a.s.) denizin dibinde, balığın karnında imtihan edildiğinde: “Senden başka ilah yoktur. Seni tenzih ederim. Ben zâlimlerden oldum.” (el-Enbiya, 21/87) dedi. İkisi de Allâh’a “sen” diye hitâb ettiler ki bu huzûrunda bulunulan kimseye hitaptır. Eğer Allah bir mekânda olsaydı bu doğru olmazdı. İşte bu Allâh’ın mekândan münezzeh olduğuna delildir.”
Eğer “Allah her yerdedir” dersen, buna şöyle cevap veririm: Daha önce güneşin vücûdu/varlığı ve kendisi ile değil ışığı ve zuhûru ile her yerde olması gibi, O’nun zâtı ile değil sıfatlarının eserleri ve zâtının nurları ile her yerde olduğuna işâret etmiştim. Bazı cahil mutasavvıfların kasdettiği mânâda O her yerde olsaydı ‘O zaman bu âlemleri yaratmadan önce O neredeydi? O’nun gerçek bir varlığı yok muydu?’ diye sorulurdu. Eğer bu soruya “Hayır yoktu” cevabını verirlerse kâfir olurlar. Hulûl ve intikali söylerseler yine aynı kapıya çıkarlar. Çünkü vâcib varlığı zorunlu olan hâdise/sonradan meydana gelene ancak te’sir, feyz ve kemâlâtının onda zuhûru ile yakın olur. Fakat bu hâdisin mutlak olarak hâdis olmasından değil, varlığının O’ndan müstefâz (feyz almış) olmasındandır. Anla!
Eğer “Allah mekândan ve yönden münezzeh ise duâ ederken elleri göğe kaldırmanın mânâsı nedir?” diye sorarsan, buna şöyle cevap veririm:
Bunun mânâsı Allâh’ın hazinelerinden istemektir. Çünkü O’nun hazineleri semâdadır. Nitekim âyetlerde: “Semâda da rızkınız ve size vadedilen başka şeyler vardır.” (ez-Zâriyât, 51/22) “Her şeyin hazineleri yalnız bizim yanımızdadır. Biz onu ancak belli bir ölçüyle indiririz.” (el-Hicr, 15/21) buyrulmaktadır.
Bundan anlaşılıyor ki arş, rahmânî sıfatın istivâsının mazharıdır. Kim de Allâh’a mekân isnâd ederse o Mücessime’dendir. Allâh’ın her yerde olduğunu söyleyen bazı cahil mutasavvıflar ile akıl, nakil ve keşf yolundan çıkan sapık bilginler de onlardandır. Onların mezhepleri ve pislikleri aynıdır.
Cehâlet ve sapıklık kirleri ile kirlenmekten vehim ve hayallerden Allâh’a sığınırız. Hak Hak’tır, eşya da eşyadır. Hakk’a eşya gözüyle ancak utanma duygusu olmayan arsızlar bakar. (Kaynak: İsmail Hakkı Bursevi Hz., Ruhul Beyan Tefsiri)
YORUMLAR