Ak Şeyh Kimdir?

Fetih düşüncesini Fâtih’in gönlüne yerleştiren âlim: Ak Şeyh... Fatih Sultan Mehmet’in hocası: Akşemsettin Hazretlerinin kısaca hayatı...

İstanbul Fâtihi Şehzade Mehmet, Manisa’da çocuk validir; bir gece Ak Şeyh’in önünde ders okumaktadır. Ansızın içeriye giren bir haberci, bir haçlı ordusunun İslâm yurtları olan Akkâ, Sayda ve Beyrut kalelerini zaptettiğini duyurur. Akşeyh’in öğrencisi, bu beldeler Memlüklere ait olmasına rağmen, adı geçen Müslüman şehirlerinin düşmesine çok üzülür, gecenin sessizliğinde uzun uzun ağlar. Fakat hoca talebesini nasıl teselli edeceğini çok iyi bilmektedir.

“-Elem çekme begüm! Günün birinde sen de İstanbul’u alacaksın. O zafer gününde bütün gazilere adaletle muamele etmelisin.” der. Sonra başından sarığını çıkararak küçük şehzadenin başına koyar, ısrarla fethi müjdeler, fetihle ilgili âyet ve hadisleri okur.

Artık baş başa verip fetihle ilgili uzun hayallere dalmaktadırlar. Bizans prensleri, ceset ve ruhlarını oyun ve eğlence içinde çürütürlerken, Akşeyh ve öğrencisi kağıt üzerinde fetih harekatına çoktan başlamışlardır. Küçük Mehmed uykusuz gecelerin sonunda, İstanbul’un her fethinde sevinç naraları atar, masaları yumruklar, “Ben bu şehri mutlaka alacağım!” der.

AKŞEMSETTİN HAZRETLERİNİN HAYATI

Akşemsettin veya kısaca Ak Şeyh’in asıl adı Şemseddin Muhammed’dir. Ancak Akşemsettin veya kısaca Akşeyh adıyla şöhret bulmuştur. 1390 yılında Şam’da doğan Ak Şeyh, büyük İslâm Âlimi Sühreverdî’nin torunlarındandır. Baba tarafından soyu büyük İslâm halifesi Hz. Ebubekir’e kadar uzanır. Yedi yaşlarında iken babasıyla birlikte Anadolu’ya gelerek, o zaman Amasya’ya bağlı Kavak beldesine yerleşir. Kur’an hıfzını aynı yaşta tamamlayan Ak Şeyh iyi bir tahsil görür, temel ilimleri tam bir vukufla öğrenir, bir çok ciddi kaynağı inceler. Üstün zekası ve harika kabiliyetiyle dinî ve aklî ilimlerde kısa zamanda çok yüksek seviyelere ulaşır. Değerli bir âlim olarak genç yaşında Osmancık Medresesi’ne müderris olur.

AKŞEMSETTİN HAZRETLERİNİN YOLCULUĞU

İlmin ve fennin nuru sadece aklını aydınlatıyordu. Ya gönlü, iç dünyası! Eriştiği bu ilmi seviye kendisini tatmin etmiyor, bir tarafının sanki boşlukta kaldığını görüyordu. Buna bir çare, bir yol bulmalıydı. Daha yirmi beş yaşındaydı. Ankara ve bütün İç Anadolu kendisine içten alaka duyuyor, derslerine bütün halk merak ve ilgiyle koşuyordu. Böyle bir dönemde, kendisine mürşid aramak üzere, müderrislik makamını ve medreseyi terkederek bütün İran illerini dolaştı, Maverâünnehir’e gitti. Ancak arzusunu gerçekleştiremeden geriye döndü.

Her nedense kazandığı sınırsız bilgi ve maharet Şemsettin Muhammed’i tatmin etmiyor, gönlüne aradığı deva ve şifayı vermiyordu. Ondaki bu hali ve fıtratında tasavvufa olan içten yakınlığı gören bir kısım hal ehli, kendisine şu tavsiyede bulundular:

-Kazandığın şu bilgini aşkla, aklını kalple, zahiri ilmini mânâ ilmiyle tamamlaman gerek! Bu yalnız olmaz, sana bir mürşid gerek. Kalk Ankara’ya git, Hacı Bayram Veli’ye müracaat et, o seni tamamlasın!

AKŞEMSETTİN HAZRETLERİNİN HACI BAYRAM-I VELİYE İNTİSABI

Kul olmadan hür, köle olmadan azad olunmuyordu. Toprağa düşmeden, çürümeden, kendinden geçmeden filizlenme ve sünbüllenme olamıyordu. Bu işareti alan Ak Şeyh, Hacı Bayram’a intisap için Ankara’ya gitti. Fakat orada gördüğü manzara hiç hoşuna gitmedi. Şeyhi arkasında kalabalık bir dervişler cemaatiyle birlikte, ilahiler söyleyip davullar ve nekkareler çalarak, yardım ve para toplar vaziyette görünce ondan yüz çevirdi. Başkalarından yardım dilenen birinin kendisine mürşid olamayacağını düşündü, ama yanılmıştı. Veliler Sultanı Hacı Bayram’ın sadece dış yüzüne bakmıştı. Şeyhin bütün bu yaptıkları kendisi için değildi; nice çaresizlerin dertlerine deva ve şifa olabilmek, nice fakir ve muhtaçların ihtiyaçlarını karşılamak içindi.

Zamanın öteki önemli mürşidi Zeyne’l Hafî Halep’te yaşıyordu. Şemseddin bu defa oraya yöneldi. Şehre indiği gece rüyasında gördü ki; boynunda bir tasma vardır, ucu da Hacı Bayram’ın elindedir. El Hafî’yi görmeden gerisin geriye Ankara’ya döndü. Hacı Bayram’ı kalabalık dervişler cemaatiyle birlikte zikir yaparak mercimek biçerken buldu. Onlara katılarak biçti, ayıkladı, bağladı, topladı, yoruldu ise de kimse onunla ilgilenmedi. Yemek vakti gelip çattı. Herkese yemek dağıtıldı, ona verilmedi. O da bunun üzerine köpeklerle beraber yemek artıklarını yemeye kalkışınca Hacı Bayram, o zaman içlere işleyen sesiyle:

“-Beri gel bakalım Köse! Gene bizi kolay avladın.” diyerek onu yanına aldı.

O andan itibaren Şemseddin, Hacı Bayramlı oldu. Zincire vurularak getirilen misafirin ancak böyle ağırlanacağını orada öğrenmişti.

AKŞEMSETTİN’E NEDEN AK ŞEYH DENMİŞTİR?

Çok büyük gayretler gösterip, akıllara durgunluk verecek derecede çalışarak, çarçabuk, dergah ve cemaat içinde öne geçti. Sık sık, sadece sirke ile iftar ederek riyazette bulunması ve çile çıkarması dillere destan oldu. Bu derin gayretin devamı ve azimkâr sebatı ile ak pâk kesilmiş ve Akşemseddin diye anılır olmuştu.

Bir gün şeyhi ona:

“-Ya Köse! Riyazette bu kadar ileri gitme. Büsbütün nuraniyet kazanacak, bir nur olup uçup gideceksin. Seni mezarında da bulamayacaklar.” diyerek takdir etti.

Ona “Ak” lakabının verilmesi fazla riyazetten, ten ve yüzünün ak pâk olması sebebiyledir, denilmiştir. Ak elbise giyerdi, saçı ve sakalı aktı. Kısa zamanda şeyhinin halifesi oldu. Az yemek, az konuşmak, az uyumak, sonraları kendisinin de tavsiye ettiği riyazetinin esaslarındandır.

AKŞEMSETTİN’İN MEŞHUR ESERİ

Kaynaklarda devrinin iyi bir hekimi sıfatıyla da şöhret kazandığı belirtilir. “Kitabü’l Tıp” ve “Maddetü’l Hayat” adlı eserleri meşhurdur. Tıp tarihinde ilk defa mikrop meselesini ortaya atıp, hastalıkların bu yolla bulaştığı fikrini öne sürmekle, mikrobiyoloji alanında kesin bilgiler veren Fracastor adlı İtalyan hekiminden en az yüz yıl önce bu konuya ilk temas eden tabip olduğu kabul edilir.

İSTANBUL’DA İLK HUTBEYİ KİM OKUMUŞTUR?

İstanbul’un fethinden sonra Ayasofya’da kılınan ilk Cuma namazında hutbeyi “O” okudu. İslâm ordularının daha önceki kuşatmalarından birinde şehit olan sahâbeden Ebu Eyyüb el Ensârî’nin kabrini de Fâtih’in isteği üzerine yine “O” keşfetti. Fetihten sonra padişahın, tac ve tahtını terkedip bütünüyle şeyhe bağlanmak ve ondan tarikat ahkâmını öğrenmek istemesi üzerine büyük bir dirayet göstererek, Fatih’in arzusuna engel olmaya çalıştı. Bunu başaramayacağını anlayınca da İstanbul’dan adeta kaçarak ayrıldı.

Akşemseddin, Risaletü’n Nuriye isimli eserinin başlarında şöyle der:

“-Ben yüzleri nurlu olanları severim, çünkü bunların yolu kitap ve sünnettir.”

Bu beyanı şeriatsız tarikat olamayacağının kesin bir ifadesidir. Onun tasavvuf yolu tamamıyla Kitap ve Sünnet’e bağlıdır. Şeriatte olmayan bir şey merduttur, reddedilir.

AKŞEMSETTİN HAZRETLERİNİN SON DEMLERİ

Halife olduktan sonra göze fazla batmamak, gösteriş hatasından korunmak için, Ankara’dan ayrılarak Beypazarı’na yerleşti. Burada bir mescid ve bir değirmen inşa etti. Ak Şeyh’in ünü çabucak yayıldı, çevresinde büyük cemaatler toplandı. Şöhret âfetinden korunmak zorunda olduğunu biliyordu. Bunun için önce İskilip’in Evlek köyüne, oradan da Bolu’nun Göynük kasabasına (şimdi ilçesi) göçtü. Hayatının son yıllarını orada geçirdi. Yıl 1459’du. Bir gün şöyle dedi:

“-Bu tıflü sagir oğlum (küçük evladım) Muhammed Hamdi yetim, zelil kalur; yoksa bu mihneti (sıkıntısı) çok dünyadan göçerdim.“ dedi.

Bu sözü çeşitli vesilelerle sıkça söylemeye başlayınca Muhammed Hamdi’nin annesi bir keresinde kendisine şöyle cevap verdi.

“-Göçerdim dirsin, yine göçmezsin!“

AKŞEMSETTİN HAZRETLERİ NEREDE VEFAT ETTİ?

Bunun üzerine Şeyh “o halde göçelim!” dedi. Göynük kasabasında inşa ettiği mescitte dostları ve çocuklarını topladı. Vasiyetini tamamladı, helalleşti, vedalaştı. Sure-i Yasin okunmaya başlandı. Sünnet üzere yatıp tertemiz canını Yüce Mevlâsına teslim etti. 70 yaşında idi. Türbesi, vefatından beş sene sonra Göynük’ün doğu tarafındaki Gazi Süleyman Paşa Camisi ile dere arasındaki meydana yaptırıldı. Allah şefaatlerine nail eylesin.

Kaynak: Can Alpgüvenç, Altınoluk Dergisi, Sayı: 219

 

İslam ve İhsan

AKŞEMSETTİN HAZRETLERİ KİMDİR?

Akşemsettin Hazretleri Kimdir?

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.