Zekat Vermekle Yükümlü Olmanın Şartları

Zekât nasıl farz olur? Zekâtın farz olmasının şartları.

Bir kimsenin zekâtla yükümlü olması için aşağıdaki şartların bulunması gerekir:[1]

1. Mükellef Olmak:

Zekât verecek kimsenin müslüman, hür, akıllı ve ergen olması gerekir. Gayr-i müslimlere, köle ve cariyelere, akıl hastalarına ve çocuklara zekât farz değildir. Şöyle ki:

Bir gayri müslim zekât ile yükümlü değildir. Çünkü zekât temizleyici bir ibadettir. Müslüman olmayan kimse ise temizlenmeye ehil değildir. Hatta bir müslüman bir süre dinden çıkıp, daha sonra yeniden İslâm’a dönse irtidat süresi için zekât gerekmeyeceği gibi, irtidattan önceki süreye ait zekât borçları da düşer. Çünkü müslüman bulunmak, zekâtın farz olması için şart olduğu gibi, devamı için de şarttır.

Şâfilere göre, bir kimsenin irtidat etmesi, daha önceye ait zekât borçlarını düşürmez.

Hanefîlere göre, zekâtla yükümlülük için, akıllı olmak ve ergenlik çağına ulaşmış bulunmak şarttır. Çünkü akıl hastaları ve çocuklar namaz ve oruç gibi ibadetlerle yükümlü olmadıkları gibi zekâtla da yükümlü değildirler. Zekât bir ibadettir. İbadette sorumluluk ise ergenlik ve temyiz çağına ulaşmakla başlar.

Hanefîler dışındaki mezhep imamlarına göre ise, zekâtın farz olması için ergen ve akıllı olmak şart değildir. Bu yüzden çocuğun ve akıl hastasının mallarından da zekât vermek farzdır. Zekâtı bunlar adına velî veya vasîleri öder. Dayandıkları delil şu hadistir: “Malı bulunan bir yetimin velisi olan kimse, bu malı ticaretle çalıştırsın, malı bırakıp da zekât onu tüketmesin.” [2] Bu müctehitlere göre zekât mala bağlı bir yükümlülük olup, akrabalık nafakasında olduğu gibi, malın sahibinde ehliyet şartları aranmaksızın gerekli olur.

Hanefîlere göre akıl hastası, çocukluktan beri devam etmekte ise kendileri zekâtla yükümlü olmazlar. Fakat ergenlik çağından sonra iyileşirlerse, bu iyileşme tarihinden itibaren zekâtla yükümlü olurlar. Ergenlik çağından sonra ortaya çıkan akıl hastalığı ise bir yıldan uzun sürerse, o yılın zekâtı düşer. Çünkü bu süre içinde dini emirlerle yükümlü olmazlar. Fakat bu yıl içinde bir ara, meselâ; bir iki gün iyileşecek olsalar üzerlerine zekât gerekir. Bu görüş İmam Muhammed’e aittir. Ebû Yûsuf’a göre ise, yılın yarısından fazla süreyle iyileşmedikçe o yılın zekâtı gerekmez.

Baygınlık ve koma hali zekât engeli sayılmaz. Çünkü bu halin uzun sürmesi mutat değildir.

Küçükler, ergenlik çağına girince hemen malı kendilerine verilmez ve reşit olup olmadıkları, yani malı yerinde kullanıp kullanamayacakları araştırılır. Âyette şöyle buyurulur: “Yetimleri ergenlik çağına geldiklerinde deneyin. Onların akılca olgunlaştıklarını görürseniz, mallarını kendilerine verin.” [3] Ebû Hanîfe’ye göre ilke olarak ergenlikle mâlî velâyet kalkar, fakat bir önlem olarak en geç 25 yaşına kadar mal yetime teslim edilmeyebilir.

Çoğunluğa göre ise yetim rüşt (olgunluk) hali gösterinceye kadar yaşı ne olursa olsun mâlî velâyeti devam eder. Bu yüzden rüşt yaşı eğitim, kültür ve sosyal çevre şartlarına bağlı olarak farklı yaşlarda gerçekleşebilir. Bu konuda ülkeler uygulamada kolaylık olsun diye standart bir rüşt yaşı belirleme yoluna gitmişlerdir. Nitekim Osmanlı Devleti’nde 1299 H. tarihli bir padişah fermanı ile rüşt yaşı, yirmi yaş olarak belirlenmiştir.[4] Buna göre gerçekte, yükümlü ergenlik yaşı ile rüşt yaşı arasında velînin mâlî vesayeti altında bulunacaktır. Bu

süreye ait zekâtın velî tarafından verilmesi gerektiğinde mezhepler arasında bir görüş ayrılığı yoktur. Yukarıda zikrettiğimiz hadisin bu dönemi de kapsadığında şüphe yoktur. Günümüz Türkiye uygulamasında rüstyaşı erkek ve kız çocuğu için onsekiz yaşı tamamlamasıdır.

Diğer yandan, çocuk ve akıl hastalarının “öşür” denilen toprak ürünleri zekâtından sorumlu oldukları konusunda görüş birliği vardır.

2. Nisap Miktarı Mala Sahip Olmak:

Temel ihtiyaçlardan ve borçtan başka nisap miktarı veya daha fazla bir mala mâlik bulunmak gerekir. Bu kadar malı olmayan kimseye zekât farz olmaz.

Nisap, sözlükte “ölçü, sınır, işaret, asıl” anlamına gelir. Bir terim olarak; zekâtın gerekmesi için ölçü olarak tespit edilen belirli bir miktardır. Servetin zekâtı gerektiren miktarını ifade eder.

Zekâtla yükümlü olmanın asgarî sınırı sayılan nisap miktarları, zekâta tâbi her mal için, Hz Peygamber tarafından belirlenmiştir. Bu asgarî miktarlar o dönem İslâm toplumunun ortalama hayat standardını ve zenginlik ölçüsünü gösterdiği gibi, sonraki dönemlerde de “zekât nisabı” adıyla aynen korunmuşlardır. Buna göre fakihler toprak ürünleri dışında, zekâta tâbi bütün mallarda nisabın şart olduğunda görüş birliği içindedirler.

Hadislerde mal çeşitlerine göre belirlenen nisap miktarları şöyledir: Altının nisabı yirmi miskal, gümüşün nisabı ikiyüz dirhem, koyun ile keçinin nisabı kırk, sığır ile mandanın nisabı otuz, devenin nisabı da beştir. Ebû Hanîfe dışında çoğunluğa göre, tarım ürünlerinden de beş vesk (yaklaşık 653 kg., Kûfeliler’e göre yaklaşık 1 ton) nisap olarak alınmıştır. Bu miktarlara ulaşmayan mallar için zekât gerekmez. Nisap miktarları, bu çeşit mallara sahip olanlar bakımından zenginlik sınırını ifade eder. Şah Veliyyullah Dehlevî (ö.1176/1762) zekât nisap miktarlarının Hz. Peygamber döneminde karı, koca, bir çocuk ve hizmetçiden oluşan çekirdek ailenin bir yıllık geçim harcamalarına denk olduğunu belirtir.[5]

Yukarıda belirtilen, nisaba esas alınan mal çeşitleri arasında günümüzde önemli bir değer farkı meydana gelmiştir. Bunların Hz. Peygamber döneminde çekirdek bir ailenin ortalama yıllık harcama miktarları olduğu düşünülürse, günümüzde karı, koca ve çocuklardan oluşan en küçük bir ailenin yıllık asgarî harcamaları tutarı esas alınarak, bir nisap belirleme yoluna gidilmesi uygun olur.

Aslî ihtiyaçlar: Zekât matrahı dışında tutulan temel ihtiyaçlar şunlardır; zekât yükümlüsünün oturduğu ev, bu ev için gerekli eşya, kışlık yazlık giysiler, gerekli silah, alet, kitap, binek hayvanı ile hizmetçi, bir aylık (sağlam görülen başka bir görüşe göre bir yıllık) ihtiyaç maddeleri veya aile masraflarından ibarettir. Borca karşılık olan nakit paralar da bu hükümdedir.

Kur’an’daki “…fazlayı infak ediniz” [6] âyetini İslâm bilginleri “kazandığınız maldan kendinizin ve aile fertlerinizin temel ihtiyaçlarından fazlasını infak ediniz” şeklinde anlamışlardır. Hz. Peygamber de zekâtın malın fazlasından verilmesi gerektiğini açıklamıştır.[7]

Buna göre aslî ihtiyaçları şu maddelerde toplayabiliriz:

a) Mesken olarak kullanılan ev, bağ, bahçe ve tarım yapılan arazilerin kendisi.

b) Binek ve koşum hayvanları ile günümüzde bunların yerine geçen otomobil, servis aracı, traktör, su motoru veya zanaatkârların iş aletleri, üretim için kullanılan makineler, tezgâhlar, fabrika vb. aletler. Bunlar kıymeti üzerinden değil, geliri üzerinden zekâta tabi olurlar. Hz. Peygamber: “Müslümana atı ve kölesinden dolayı zekât yoktur” [8] buyurmuştur.

c) Örfe uygun giyim ve ev eşyası. Halı, kilim, mobilya takımı, altın ve gümüşten olmayan yemek takımları, buzdolabı, çamaşır makinesi ve diğer kullanılan her türlü elektrikli aletler.

d) Bilim adamlarının özel kütüphanesi.

e) Bir kimsenin kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu aile bireylerinin bir aylık (sağlam görülen başka bir görüşe göre bir yıllık) mutat masrafları.

f) Nisap miktarına ulaşmayan altın, gümüş, nakit para ve ticaret malları ile borca karşılık tutulan nakit para ve mallar.

İbnü’l-Hümam (ö.861/1457) bunları şöyle özetlemiştir: Oturulacak ev, giyilecek elbise, ev eşyası, binilecek hayvanlar ve kullanılan silahlar için zekât yoktur.[9]

3. Malın, Nâmî (büyüyen, artan) Bir Mal Olması:

Bir malın zekâta tâbi olması için “nemâ” niteliğine sahip olması gerekir. Sözlükte “artmak, çoğalmak ve gelişmek” anlamına gelen nemâ, bir terim olarak ikiye ayrılır:

a) Gerçek üreme: Bir malın ticaretle, doğum yoluyla veya tarımı yapılarak artması “gerçek üreme”dir. Bu yüzden ticaret amacıyla elde bulunan eşya ve hayvanlar zekâta tabi olduğu gibi, dölünü ve sütünü almak için kırlarda otlatılan ve sâime denilen hayvanlar da zekâta tabidir.

b) Hükmen üreme: Bir malın kendisinde artma imkân ve potansiyelinin bizzat bulunmasıdır. Altın, gümüş ve paralar bu niteliğe sahiptir. Bunlar ticarette kullanılmak, malların mübadelesinde vasıta olmak yoluyla ihtiyaçları karşılar, bu yüzden bunlar yaratılış bakımından üremeye, artmaya ve ticarete elverişlidir. Bunun bir sonucu olarak, elde bulunan altın ve gümüş nakitler, külçeler, süs takımları, kendileriyle ticarete niyet edilsin veya edilmesin hatta bunlar nafakaya, mesken satın almaya sarfedilmek üzere biriktirilmiş olsa bile nisap miktarına ulaşınca zekâta tabi olurlar.

Bilim adamlarının meslek kitapları veya zanaatkârların iş aletleri temelde büyüyen ve gelişen mallar değildir. Bu yüzden kendi kıymetleriyle zekâta tabi olmazlar.

Kaybolup yıllar sonra bulunmuş olan maldan ötürü de zekât vermek gerekmez. Çünkü bunlarda büyüme ve gelişme söz konusu olmaz. Denize düşüp yıllarca sonra çıkartılan mallarla gasp edilmiş mallar bu hükümdedir. Zikredilen bu ve benzeri durumlarda zekâtın farz olmaması şu hadise dayanır: “Dımâr maldan zekât gerekmez.” [10] Dımâr mal; mülkiyet devam ettiği halde, geri dönmesi ve bulunması umulmayan, mal demektir. Bunlardan yararlanılması mümkün olmadığı için zekât da gerekmez.

4. Mala Tam Olarak Sahip Olmak:

Zekâtı verilecek malın mülkiyetine sahip olmak yanında, bu malın zilyedi bulunmak da gereklidir. Zilyetlik; malın fiilen mülk sahibinin elinde olması veya onun hüküm ve tasarrufu altında bulunması demektir.

Buna göre, mülkiyet bulunup zilyetlik olmayan veya zilyetlik bulunup mülkiyet olmayan şeylerden zekât gerekmez. Mesela; kocasından mehir alacağı olan bir kadın bunu teslim almadıkça zekâtla yükümlü olmaz. Çünkü o, mehre mâlik ise de henüz zilyet değildir.

Yine rehin alanın elindeki rehin mala da zekât gerekmez. Çünkü bu borca karşılıktır. Bunda mülk sahibinin zilyetliği yoktur. Borçlu olan bir kimse de, borcuna karşılık olan bir malından dolayı zekât ile yükümlü olmaz. Çünkü bu mala zilyetliği varsa da hükmen mal sahipliği yok demektir.

Satın alınmış, fakat henüz teslim alınmamış mallar zekât nisabına girer. Sağlam görüşe göre bunlardan da zekât vermek gerekir. Yolcu olmak zekât engeli değildir. Çünkü yolculuğa çıkan kimse, her ne kadar malının zilyedi değilse de, vekil aracılığı ile malında tasarruf edebilir. Bu yüzden de zekâtla yükümlü olur.

Belirli sahibi olmayan mallar zekâta tâbi değildir. Toplumun yararına sunulan mallar, devletin zekât, vergi ve diğer gelirlerinden elde ettiği mallar belirli bir mâlikî olmadığı için zekâta tâbi olmaz. Bu mallar, yoksulların da içinde bulunduğu bütün topluma aittir.

Mülkiyetin aslı devam etmekle birlikte, fiilen yararlanma imkânı bulunmayan mallardan da zekât vermek gerekmez. Bunlara dımâr mal denildiğini yukarıda belirtmiştik. Mesela; kaybolan hayvanlar, kaybolmuş mal, denize düşen mal, devletin müsadere ederek zulmen aldığı mal, elde bir belge bulunmadığı halde inkâr edilmiş, fakat üzerinden bir yıl geçtikten sonra insanların önünde ikrar edilmek suretiyle delil bulunmuş olan mal zekâta tabi değildir.

Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelîlere göre, zekât verilecek malda aranan şart, mülkiyetin aslının olması ve tasarruf yetkisinin bulunmasıdır. Mâlikîler, Hanefîlerden farklı olarak vakıf malın mütevellîliğini sahibi üstlenirse, bu malda da zekâtı gerekli görürler. Çünkü onlara göre, bir malı vakfetmek onu mülkiyetten çıkarmaz.

Şâfiîlere göre, ödünç alınan mal alanın elinde bir yıldan fazla kalırsa, onun zekâtını ödemesi gerekir.[11]

5. Malın Üzerinden Bir Yıl Geçmiş Olmak:

Oruç ve hac ibadetinde olduğu gibi zekât konusunda da kameri ay esası uygulanır. Zekâtın farz olması için nisap miktarı malın üzerinden bir kameri yılın geçmesi gerekir. Buna “havelânü’l-havl” denir. Delil şu hadis-i şeriftir: “Üzerinden bir kamerî yıl geçmedikçe, bir maldan zekât vermek gerekmez.” [12]

Ebû Hanîfe’ye göre, üzerinden bir yıl geçmesi bakımından mallar ikiye ayrılır: a) Nakit para, altın, gümüş ve ticaret malları ile yılın yarısından fazla bir süreyle mer’ada yayılan (sâime) hayvanlar. b) Tarım ürünleri, madenler ve defîneler. Birinci maddedeki malların zekâtında, nisaba mâlik olduktan sonra bir yıllık sürenin geçmesi şarttır. Toprak ürünleri ile madenlerde ise bir yıllık süre şartı aranmamıştır. Çünkü pek çok ürünün hasadı birkaç ayda yapılabildiği gibi, bazı topraklardan yılda birden çok ürün de alınabilmektedir. Bu gibi durumlarda yıl sonunu beklemek yoksulun zararına olur.[13]

İbn Kudâme (ö.620/1223), yıllanma şartı bulunan ve bulunmayan mallar arasındaki farkı şöyle belirtir: Bir yıl geçmesi şartına bağlı olan mallar, gelişmesi için elde bulundurulan ve saklanan mallardır. Hayvan; sütü, yünü, yavrulaması veya besi alması için bekletilir. Nakit para ve ticaret malları kâr amacıyla saklanır. Bunların üzerinden bir yıl geçmesi şartı konulmuştur. Çünkü bunlar artış ve üremenin beklendiği mallar olup, zekâtının kârdan çıkması amaçlanır. Çünkü bu daha kolay olup, malın tükenmemesini ve yoksullara yardımın sürekliliğini sağlar. Toprak ürünleri ve meyveler ise bizzat kendileri gelişme halindeki gelirlerdir. Zekâtı verileceği zaman gelişmesini tamamlamış olur. Bundan sonra artık gelişmeye değil eksilmeye doğru gider.” [14] Olgunlaşan meyve ve sebzelerin bekletilmesi halinde kuruması ve çürümesi gibi.

Diğer yandan toprak ürünleri, meyve ve madenlerin yıllanma şartı dışında tutulması üreticiler bakımındandır. Bunlardan tarım ürünleri için şartları gerçekleşince onda bir (öşür) veya sulama yapılan yerlerde yirmide bir nispetinde zekât verilir. Madenlerde ise işletmeci zekâtı beşte birdir.[15] Ancak tarım ürünlerini veya madenleri satın alıp, elinde ticaret amacıyla bulunduran kimseler bunların zekâtını diğer ticaret malları gibi verirler. Yani bu takdirde bunlar nisabı aşınca ve yıllanma da varsa kırkta bir zekâta tabi olurlar.

Ebû Hanîfe’ye göre, öşür arazide insan eliyle yetiştirilen buğday, arpa, pirinç, darı, karpuz, patlıcan, yonca, çay, şeker kamışı gibi toprak ürünlerine nisap ve yıllanma aranmaksızın öşür hükümleri uygulanır. Yani topraktan ne çıkarsa onda bir veya sulama yapılan yerlerde yirmide bir zekât gerekir.

Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’e göre ise, yaklaşık 653 kg.’a ulaşmayan hubûbâttan ve insanların ellerinde bir yıl kadar kalmayan dayanıksız meyve ve sebzelerden öşür gerekmez.[16]

Zekâta tabi malın üzerinden bir yıl geçmesinde, nisap miktarı hem yılın başında, hem de sonunda bulunmalıdır. Bu miktarın yıl içinde eksilmesi süreyi kesmez. Buna karşılık yıl içinde artan mal da, yıl sonunda diğer mal ile birlikte zekâta tabi olur.

Meselâ; bir kimsenin Ramazan ayının ilk günü, aslî ihtiyaçları dışında üç yüz gram altını bulunsa, yıl ortasında bu altının miktarı elli grama düşse veya dört yüz grama çıksa, bir yıl sonra yine Ramazan ayının ilk günü iki yüz gram altını bulunsa beş gram altın zekât yükümlülüğü bulunur. Eğer yıl sonunda şer’i ölçüye göre seksen gramın altına düşmüş olsa nisap miktarı bulunmadığı için zekât gerekmez. Ancak eksik kalan nisâbı, tamamlamak için gümüş, nakit para, döviz veya ticaret malı bulunsa, hepsi birlikte kırkta bir zekâta tabi olur.

Yıl başında altmış gram altın olsa, yıl sonunda bu miktar iki yüz grama çıksa veya yıl başında iki yüz gram iken, yıl sonunda altmış grama düşse zekât lazım gelmez. Belki seksen gram miktarına ulaştığı günden itibaren başlayacak bir yıllık süre sonunda yine aynı miktarda veya daha fazla bulunacak olursa zekât gerekir.

İmam Züfer’e göre, nisap miktarı yılın başlangıcından sonuna kadar tam olarak bulunmalıdır.

Şâfiî ve Hanbelîlere göre, nisabın bütün yıl boyunca bulunması gerekir. Zekâta tâbi bir mal, yıl içinde nisabın altına düşse, ona zekât gerekmez. Sonradan yeniden nisabı aşan ölçüde mala sahip olursa, yıl geçme şartı tekrar başlar. Ancak yıl içinde yavrulayan hayvanların yavruları ile ticaret mallarının kârı asla (anamala) tabi olarak değerlendirilir.

Zekâta tabi bir mal, üzerinden bir yıl geçtikten sonra artacak olsa, bu artan kısmı arttığı günden itibaren bir yıl geçmedikçe zekâta tabi olmaz. Mesela; bir kimse Ramazan ayının ilk günü nisaba mâlik olsa, bir yıl sonunda üç yüz gram altın veya bu kıymette ticaret malına sahip bulunsa, yedi buçuk gram altın zekât gerekir. Bundan iki gün sonra altın miktarı dört yüz grama yükselse, artan kısım için yeni yıllanma süresi başlamış olur.[17]

6. Malın Borç Karşılığı Olmaması:

Zekâta tâbi olan mallarda aranan “tam mülk olma” ve “temel ihtiyaçlardan fazla bulunma” şartlarının bir sonucu olarak, zekâta tâbi olan malın borç karşılığı olmamasıdır. Çoğunluk fakihler “gizli mallar” adı verilen para, altın, gümüş ve ticaret mallarının zekâtında borcun etkili olacağında görüş birliği içindedir. “Açık mallar” denilen tarım ürünleri, hayvanlar ve madenlerde, borcun, zekâtın vücûbuna engel olup olmayacağı, yani borcun zekât matrahı maldan düşülüp düşülmeyeceği konusunda görüş ayrılığı vardır.

Alacaklı tarafından istenilebilecek olan borçlar zekâtın farz olmasına engeldir. Bu borç vadeli mal alımından doğmuş olabileceği gibi ödünç para almaktan veya başkasına kefil olmaktan dolayı da meydana gelmiş olabilir. Borcun doğum nedeni ne olursa olsun, insanlar tarafından istenebilir nitelikte ise, önce bu borçları düşme hakkı vardır. Önceki yıllardan kalmış zekât borçları da bu niteliktedir. Bu borçlar düşüldükten sonra geride nisap miktarı mal kalmazsa zekât yükümlülüğü bulunmaz. Ancak insanlar tarafından isteyeni bulunmayan adak, kefâret ve hac gibi borçlar ise zekâtın farz oluşuna engel teşkil etmez.

Meselâ; bir kimsenin asli ihtiyaçları dışında, üzerinden bir yıl geçmiş otuz miskal altını bulunsa, on iki miskal de borcu olsa, borç karşılığı dışındaki miktar altın nisabı olan yirmi miskalin (80 gr.) altına düştüğü için zekât gerekmez.

İnsanlara ait borçların öncelikle ödenmesi veya bunlara karşılık olarak nakit para yahut ticaret malı ayrılması gerekir. İslâm kul borcu üzerinde çok durmuş, Rasûlullah (s.a.s) dualarında borçtan Allah’a sığınmış,[18] borcunu ödemeden ve karşılık da bırakmadan vefat eden kimi sahâbîlerin cenaze namazını kıldırmak istememiştir.[19] Hz. Osman halifeliği sırasında şöyle demiştir: “Bu ay zekâtlarınızın verileceği aydır. Kimin ödemesi gereken borcu varsa ödesin, sonra da mallarınızın zekâtını ödeyin.”[20] Hz. Osman bu sözleri bir sahabe topluluğu önünde söylemiş, onun bu uygulamasına karşı çıkan olmamıştır.

Borcun bulunması tarım ürünlerinin öşrü ile arazi vergisi olan haracın uygulanmasına engel değildir.[21]

Hanbelîlere göre, borç, tarım ürünleri dahil zekâta tabi her çeşit malda zekât engelidir. Yani önce borçlar ve nafaka düşülür, sonra nisap miktarı mal kalırsa, bu malın zekâtı verilir. Borç eğer bütün nisabı kapsar veya nisabı eksiltirse zekâta engel teşkil eder.

İmam Mâlik’e göre borç sadece parada zekâtın vâcip oluşuna engel olup, nisabı düşürürse zekât farz olmaz. Tarım ürünleri ile hayvanların ve madenlerin zekâtını ise düşürmez. Çünkü zekât, bunların kendilerinden farzdır.

İmam Şâfiî’nin son görüşüne göre, zekât yükümlülüğü diğer borçlar gibi bir zimmet borcudur. Buna göre zekât mallarını kaplayan veya nisap miktarını azaltan borç, zekâtın farz olmasına engel değildir. Bu yüzden zekâta tabi nisap miktarı yıllanmış mala sahip olan kimse, borçlarına bakılmaksızın zekâtla yükümlü olur. Çünkü borçların biri diğerini ödemeye engel teşkil etmez.[22]

Dipnotlar:

[1] bk. Kâsânî, age, II, 39 vd.; İbnü’l-Hümâm, age, I, 481-486; İbn Âbidîn, age, II, 4 vd; Meydânî, Lübâb, I, 140; İbn Rüşd, age, I, 236; Şafiî, Ümm, IV, 125; İbn Kudâme, Muğnî, II, 261 vd. [2] Tirmizî, Zekât, 15; Mâlik, Muvatta’, Zekât, 12. Bu hadis zayıf olup Tirmizî ile Beyhakî, Amr b. Şuayb’dan babası ve dedesi yolu ile rivayet etmiştir. Şâfiî ile Beyhakî bunu sahih bir isnatla Yusuf b. Mahik yolu ile Hz. Peygamber’den mürsel olarak rivayet etmişlerdir. Ayrıca Beyhakî aynı hadisi Hz. Ömer’den mevkûf olarak nakletmiş ve isnadı sahihtir, demiştir. bk. Zeylaî, Nasbu’r-Râye, II, 331 vd. [3] Nisâ, 4/6. [4] Ali Haydar, Düreru’l-Hukkâm, III, 79 vd.; H. Döndüren, Delilleriyle Aile İlmihali, s. 511; H. Veldet Velidedeoğlu, T. Medeni Hukukunun Umumî Esasları, İst. 1968, II, 56. [5] Dehlevî, Huccetullahi’l-Bâliga, Beyrut 1990, II, 110-114, Terc. M. Erdoğan, II, 131-135; Kardâvî, age, II, 157. [6] Bakara, 2/219. [7] Buhârî, Zekât, 18. [8] Müslim, Zekât, 8. [9] İbnü’l-Hümam, Fethu’l-Kadîr, I, 487. [10] Mâlik, Muvatta’, 18. Bu hadis Hz. Ali’ye nisbet edilmiş olup gariptir. Ebû Ubeyd bunu Emvâl’de Hasan-ı Basrî’den; İmam Mâlik, Ömer b. Abdilazîz’den rivayet etmiştir. bk. Zeylaî, Nasbu’r-Râye, II, 334; İbn Âbidîn, age, II, 12; Zühaylî, age, II, 736, 737. [11] bk. Kâsânî, age, II, 9; İbn Âbidîn, Reddü’l-Muhtar, II, 5; Şirâzî, Mühezzeb, I, 141 vd; İbn Kudâme, Muğnî, III, 48-53; Zühaylî, age, II, 741, 742. [12] İbn Mâce, Zekât, 5; Zeylaî, Nasbu’r-Râye, II, 328, 330. [13] Kâsânî, age, II, 51; İbnü’l-Hümâm, age, I, 510; İbn Âbidîn, age, II. 31, 72. [14] İbn Kudâme, Muğnî, Muhtasaru Hırkî Şerhi, Kahire, t.y., I, 625. [15] Kâsânî, age, II, 57-63. [16] Bilgi için bk. Kâsânî, age, II, 53 vd; İbnü’l-Hümâm, age, II, 4; İbn Rüşd, Bidâyetü’l-Müctehid, I, 245; İbn Kudâme, age, II, 689; Zühaylî, age, II, 800 vd. [17] Kâsânî, age, II, 51; İbnü’l-Hümâm, age, I, 510; İbn Âbidîn, age, II, 31, 72; Şürünbülâlî, Merâkı’l-Felah, s. 121; İbn Rüşd, Bidâyetü’l-Müctehid, I, 261 vd; Zühaylî, age, II, 744 vd; Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, s. 333 vd. [18] Müslim, Zikr, 60; Ebû Dâvud, Edeb, 98, Vitr, 32; Tirmizî, Deavât, 19, 67; İbn Mâce, Dua, 3, 15. [19] Nesâî, Cenâiz, 67; Ebû Dâvud, Büyû’, 9; Dârimî, Buyû’, 53. [20] bk. Malik, Muvatta, Zekât, 17; Zühaylî, age, II, 748, Ebû Ubeyd, Emvâl’den naklen. [21] İbn Âbidîn, age, II, 6 vd; Zühaylî, age, II, 747, 748. [22] Şirâzî, Mühezzeb, I, 142; ed-Dırdır, eş-Şerhu’s-Sağîr bi Hâşiyeti’s-Sâvî, Mısır ty, I, 647 vd; İbn Kudâme, age, III, 41 vd; Zühaylî, age, II, 748, 749.

Kaynak: Prof. Dr. Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslam İlmihali, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

ZEKAT VERMENİN ŞARTLARI

Zekat Vermenin Şartları

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.