Ümmetin Birliği ve Cemaatler Meselesi

İslâm’ın birçok hükmü, sıhhatli bir cemaat teşekkülüne yöneliktir. Namaz, hac ve zekat gibi en temel ibadet hükümlerinde cemaatin zarureti ve faziletine dikkat çekilmiş, iyilik ve takvâ üzere birlik ve beraberlik içinde hareket edilmesi emredilmiştir.

Bütün âlemlerin Rabbi, Mâliki ve Müdebbiri olan Yüce Mevlâmız, âlemin nizamını onu oluşturan unsurlar arasına koyduğu sayısız ilişkiler ağıyla tanzim etmiştir. Bu çerçevede canlı cansız bütün varlığın, görünür görünmez ağlarla birbirine muhtaç, çoğu zaman birbirini besleyen, destekleyen hassas bir mîzân içinde mevcudiyetlerini sürdürdüğüne şahit oluyoruz. Bu ilâhî networkü bütün yönleriyle keşfetmek, beşeriyet için imkânsız gibidir. Zira bu ağların içinde yalnız “Allâmü’l-guyûb”un bildiği nice sırlı alanlar hep var olacaktır.

Bu âlemin kuruluş ve işleyiş nizamında gördüğümüz bir diğer hakikat de şudur ki, Yüce Yaratıcı, her bir cinsi kendi arasında bile her yönüyle eşit yaratmamış; birbirine muhtaç olacak, belki tamamlayacak ve hatta biri diğerine tabi olacak şekilde halketmiştir. Bütün mevcudatta var olan bu hakikat, insanlar için de ayniyle geçerlidir. Âyet-i Kerime’de şöyle buyrulur:

“Rabbinin rahmetini onlar mı bölüştürüyorlar? Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz paylaştırdık. Birbirine iş gördürmeleri için, (çeşitli alanlarda) kimini kimine, derece derece üstün kıldık. Rabbinin rahmeti, onların biriktirdiklerinden daha hayırlıdır.” (Zuhruf Sûresi, 43/32)

Yine gördüğümüz o ki, gökteki cisimleri burç burç, öbek öbek, galaksi galaksi her birini bir merkez etrafında ona tabi olan sistemler halinde yaratan Allah, arılar, karıncalar, balıklar, kuşlar, filler gibi bütün hayvanlar âlemini de kendi içinde liderlikler etrafında oluşan cemaatler halinde sevk ve idare etmektedir. Maddenin en temel birimi olan atomlarda da durum farklı değildir. Yani bir merkez liderliğin etrafında bir büyük bütünün sıhhatli bir parçası olarak tanzim edilmişlerdir.

Ahsen-i takvim üzere yaratılan insanoğlu da bu nizamın dışında değildir. Tarih bunun en güzel şahididir. Kimi zaman coğrafî, kimi zaman ırkî, kimi zaman fikrî ve itikâdî, kimi zaman da menfaat ve maslahat merkezli birliktelikler daima var olagelmiştir. Var olma, varlığını devam ettirme, kendini güvende hissetme, güçlü olma, güce dayanma, aidiyet ihtiyacını giderme gibi sosyolojik ve psikolojik nice ihtiyaç ve zaruretler, her bir ferdi başkalarıyla birlikte olmaya âdetâ mecbur kılmıştır. Bu yönüyle esas olan, cemaat hâlinde varlığını sürdürmektir. Ferdî bir hayat, istisnâî bir durumdur ve çoğu zaman zayıflık, acizlik, huzursuzluk ve yok oluş sebebidir.

Öyleyse cemaat, bir yönüyle fıtrî bir ihtiyaç, diğer yönüyle de hayatî bir zarurettir. Dînî anlamda da İbrâhim -aleyhisselâm- misâli tek başına “bir ümmet”1 olma liyakatini ve ehliyetini sağlayamayan her bir ferdin, sıhhatli bir liderliğin etrafında yaratılış maksadını tahakkuk ettirme gibi bir ihtiyacı ve hatta zarûreti vardır.

İnsana yüklenilen hilâfet vazifesinin gereği gibi îfâsı2, yeryüzünün Hakk’ın muradına göre imar ve inşası3 ve nihâyet Hakk’ın razı olacağı bir hayatın ikâmesi4 için müminlerin birlik ve beraberlik içinde hareket etmesi anlamında cemaat olmak, aksi düşünülemeyecek temel bir vazife, büyük bir mesuliyet ve hatta bütün müminlerin ortaklaşa ifa etmeleri gereken bir emr-i ilâhidir.

Din-i İslâm, ruhbanlık dini değil, cemaat dinidir. Mü’minlerin, birbirinden kopuk tek tek yaşayan kimseler değil, birbirine kenetlenmiş tuğlalar misali bir bütünlük oluşturması esastır. Müslüman, asla ferdiyetçi, hodgam ve bencil olamaz. İslâm’ın birçok hükmü, sıhhatli bir cemaat teşekkülüne yöneliktir. Namaz, hac ve zekat gibi en temel ibadet hükümlerinde cemaatin zarureti ve faziletine dikkat çekilmiş, iyilik ve takvâ üzere birlik ve beraberlik içinde hareket edilmesi emredilmiştir.

Cemaat meselesinin bütün yönleriyle değerlendirmek, birden fazla müstakil çalışmayı gerektirecek boyutta bir konudur. Bu itibarla konuyu böyle bir genişlik içinde değil, öncelikle büyük İslâm Cemaati diyebileceğimiz “Ümmet-i Muhammed” hakkında kısa bir değerlendirmede bulunacak, sonra da İslâm ortak paydasını merkeze alan “Birr (İyilik) ve takvâ”da yardımlaşma adına teşekkül etmiş cemaat yapılarının lüzumu, sıhhati, işleyişi, artı ve eksilerini ele almakla yetineceğiz. Son olarak da bu yapılarla ilgili bazı önerilerde bulunacağız.

1- BÜYÜK İSLÂM CEMAATİ: ÜMMET-İ MUHAMMED

Rab olarak Allah’tan, din olarak İslâm’dan, Peygamber olarak Muhammed Mustafa’dan, kitâbullah olarak Kur’an-ı Kerim’den razı olan topluluğun adı “Ümmet-i Muhammed”dir diğer bir ifadeyle İslâm ümmetidir. İslâm davetine muhatap olmaları cihetiyle tüm insanlık “Ümmet-i Muhammed” ise de bizim burada kastettiğimiz bu davete katılan “Ümmet-i icâbet”tir.

Bu ümmet, bütün insanlık için Rabbimiz tarafından ortaya çıkarılmış hayırlı bir ümmettir5. Yeryüzünde fitne kalmayıncaya, din ve hâkimiyet, Hak ve hakikatin oluncaya kadar “Emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münker” yani “Akl-ı selimin ve şer-i şerifin iyi ve güzel bulduğunu emretmek, kötü ve çirkin kabul ettiğine de engel olmak” vazifesiyle görevlendirilmişlerdir.

Bu ümmeti oluşturan müminler, birbirlerinin velisidirler6. Bu itibarla biri diğerinin hem yâri/dostu hem de yardımcısıdır. Tek bir vücudun uzuvları gibidirler. El-ele tutuşup en güzele hep birlikte ulaşmak gibi bir sorumlulukları vardır. İyilik ve takvâda yardımlaşmak, günah ve düşmanlıkta birbirine engel olmak en temel vazifelerinden biridir. Gönülleri Allah’tan bir rahmet sayesinde birbiriyle ülfet edip kaynaşmıştır. Yüce Allah onları birbirine kardeş olarak ilan etmiş ve kardeşliği ifsad edecek; alaya alma, küçük görme, kötü lakaplarla isimlendirme, ayıpları araştırma, sû-i zanda bulunma, gıybet ve dedikodu yapma gibi nice fiil ve davranışları kendilerine haram kılmıştır7. Hasep, nesep ve ırkî asabiyetler değil, Hak katında makbuliyet ve şeref ölçüsü, ancak takvâ olarak ortaya konulmuştur8.

Görünür ve görünmez insan ve cin şeytanları ya da nefsânî ve dünyevî menfaat çatışmaları, onları birbirine düşürecek ve hatta birbiriyle savaştıracak bir duruma getirse bile, diğer müminlere düşen vazife, zulme yönelene karşı birlik olup, onu da girdiği yanlış yoldan çevirmektir. Yani zalim de olsa mazlum da olsa diğer mü’minlere düşen vazife, kardeşlerine yardım etmektir. Elbette zalime yapılacak en önemli yardım, onun zulmüne engel olabilmektir9.

Ehl-i kıble olan, inkârına apaçık delil ve ikrar bulunmayan, İslâm’ın selâmıyla diğer müminlere selam veren herkes bu ümmetin aslî bir unsurudur. Hiç kimse bir diğerini kendi anlayışına uymadığı gerekçesiyle, ümmet havuzunun dışında değerlendiremez. Birini İslâm dairesinin dışında değerlendirmek için, çok açık ve ciddi delillerin ve ikrarın olması gerekir. Aksi halde bu tekfir suçlamasını yani birini kâfir ilan etme fiilini yapan kimse, kendini büyük bir tehlikeye mahkûm etmiş demektir.

Büyük ümmet havzasında muttaki, muhsin, sâlih ve sâdıklara yer olduğu gibi hatalı, eksik ve günahkârlara da yer vardır. Bütün bu gruplar arasında olmaması gereken en büyük günahlardan biri, ibâdullahı istihkârdır. Rahmân ve Rahîm olan Rabbimizin kullarında görmek istediği en önemli vasıflardan birisi, rahmet ve şefkat duygularının gazaplarına galip gelmesidir. Bu itibarla bencil bir bakış açısıyla herkesi dairenin dışına doğru çıkarmaya çalışanlar değil, imana dair en ufak bir işareti bile değerlendirip Allah’ın kullarını dairenin içinde gören ve merkeze doğru çekmeye çalışan kimseler makbul kimselerdir.

Ümmet içerisinde elbette zaman zaman ana çizgiden sapan kişi ya da gruplar da olagelmiştir. Burada da önemli olan, müminlerin birbirini uyarması ve ana çizgiye yaklaştırmaya çalışmasıdır.

2- ÜMMET İÇİNDE CEMAAT OLUŞUMLARI

Büyük ümmet cemaatinin içinde yine cemaat ismiyle anılan küçük küçük gruplar da oluşagelmiştir. Bu yapıların doğmasında, kimi zaman ilmî ihtiyaç, kimi zaman şahsiyet inşası, kimi zaman da iyilik ve takvada yardımlaşma düşüncesi etkili olmuştur. İyilik ve takvâda yardımlaşmanın emredilmesi ve takvâ imamlığının/önderliğinin özendirilmesi10, özellikle bu iki alanda cemaatleşmenin ihtiyaç ve zaruretine açık bir işâret ve hatta emir olarak mütalaa edilmelidir.

Büyük İslâm ümmetini tek bir görüş, anlayış, amel, davranış, âlim, ârif ve lider etrafında toplama düşüncesi, hem fıtrata ve hem de vakıaya uygun düşmez. İstidat, meşrep, duygu, beğeni ve nefretleri teke indirgeme fikri, yaratılış ve sünnetullahı bilmemekten kaynaklanır. Bütün bir varlık, farklılık üzerine yaratılmıştır ve hikmet de bunu gerektirmiştir. Âlemin nizamı bu farklılıkların sıhhatli bir şekilde ilişkisi üzerine kurulmuştur. Öyleyse zamana, zemine ve ihtiyaca göre farklı liderlikler etrafında muhtelif cemaat yapılarının oluşması, ilâhî iradenin tabii bir tecellisi ve tezâhürüdür. Ancak şu husus unutulmamalıdır ki bu yapıların ilâhî rızaya muvafakati, hudûdullaha saygı, itaat ve ittiba ile gerçekleşebilecektir.

Hedefler, niyetler ve ameller meşrû ve makbul olduktan sonra, ümmet içindeki sıhhatli teşekküllerin oluşması son derece tabiidir ve hatta yerine göre zaruridir. Zira bir vücudun teşekkülünde olduğu gibi hücreler dokuları, dokular uzuvları ve uzuvların bütünü ise bir bütün halinde vücudu ortaya çıkarır. Hücre vücuttan, vücut hücreden bağımsız değildir. Bağımsızlık kanser oluşumudur ki zararı bütün vücuda sirayet edici ve belki öldürücüdür.

Bir âlimin, bir ârifin/mürşidin, bir hayır öncüsünün ya da bir fikrin etrafında şekillenen ilim, irfan ve “birr/hayır” yapıları, tarih boyunca hep var olagelmiştir. Medreseler, dergâhlar, vakıflar ve dernekler, bu nevi cemaat yapılarının müesseseleşmiş şekilleridir. Bu yapıların başında bulunanlar, ilim, irfan, basiret ve hâl sahibi dirayetli kimseler iseler, tarih boyunca ümmetin keyfiyetinin artırılmasında son derece etkin roller üstlenmişlerdir. Fakat ne yazık ki bu cemaat yapılarının, zaman zaman farklı emellere âlet edildiği de inkâr edilemez bir gerçektir. Ümmetin basiretli âlim ve âmirlerine düşen vazife de, bu çeşit istismarların önüne geçmektir.

Küçük cemaat oluşumlarının, ümmet bütünlüğünü bozmaması için, cemaat egosu diyebileceğimiz; kendini beğenme ve başkasını hor görme illetine karşı uyanık olmaları son derece önemlidir. Yine bu yapıların kendilerini kutsaması, hakikati ve doğruyu yalnız kendilerine has görmesi de büyük bir tehlikedir. Hususiyle aşırı bağlılık ve muhabbetin verdiği sarhoşlukla, yanılmazlık ve hatasızlık anlayışına saplanmaları, helak edici bir hastalıktır.

Dini parçalara ayırıp, her bir grubun onun bir parçasına tutunmak suretiyle fırkalaşması ve nefsânî arzu ve menfaatlerin gruplaşması ise büyük bir fitne ve fesat sebebidir ve hatta sapıklıktır. Rabbimiz şöyle buyurur:

“Şu dinlerini parça parça edenler ve kendileri de fırka fırka olanlar var ya, (senin) onlarla hiçbir ilişiğin yoktur. Onların işi ancak Allah’a kalmıştır. Sonra (O), yapmakta olduklarını kendilerine haber verecektir.” (En’âm Sûresi, 159)

Sahih bir ilim ve irfan geleneği içinde doğup büyümüş olan mezhep, tarikat ve meşreplerin ümmet birliğine bir zararı olmadığı gibi çoğu zaman da bir rahmet tecellisidir. Ancak kimi zaman siyâsî ve kimi zaman da kötü niyetli ve belki İslâm düşmanlarının bilinçli bir projesi olarak ortaya çıkarılan mezhep ve tarikatler de tarih boyunca hep olagelmiştir. Siyâsî, ilmî ve irfânî basiretin zaafa uğradığı, kimi zaman ve coğrafyalarda, bu nevi oluşumlar ümmet bütünlüğüne ciddi zarar vermişlerdir. İslâm âlimlerimiz, yaşadıkları dönemler itibariyle ortaya çıkan bu çeşit akımlara gerekli cevapları da vermişlerdir. Bu gruplar içerisinde kimi akımları “sapık fırkalar” olarak ilan etmiş ve kimini de artık dinle irtibatı kalmamış dindışı oluşumlar olarak tarif etmişlerdir.

3- CEMAATLERİN AZAB DEĞİL RAHMET OLMASI İÇİN BAZI ESASLAR

a) Cemaatlerin fırkalaşmaya kaymaması için dini bir bütün hâlinde kabulleri ve yaşama azimleri önemlidir. Dinin her alana dair emir ve tavsiyeleri, dindarlık ve kulluk adına vazgeçilmez görülmek durumundadır. İtikadî, amelî, ahlâkî, kalbî ve hayata dair ahkâmın tamamı, cemaat fertleri nazarında hayata geçirilecek Rabbânî ve nebevî umdeler olarak kabul edilmelidir. Aksi halde fırkalaşma kaçınılmaz olacaktır.

b) İslâm ümmetinin bütün renkleriyle, en geniş kabul çemberi diyebileceğimiz “ehl-i kıble” temelinde büyük bir aile görülmesi, ümmet bütünlüğünün korunması bakımından lüzumludur. Bu yönüyle her bir cemaat, kendi içinde bu büyük mozayiğin keyfiyetli bir uzvu olma sorumluluğunu daima hatırlamalıdır.

c) Cemaat, sahih bir ilim geleneği ile oluşmuş temeller üzerine oturmuş olmalıdır. İtikâdî ve amelî bakımdan Kur’an ve Sünnet verilerine ve müctehidlerin ictihadlarına dayanmayan yapılar, zaman içerisinde fırkalaşacak, ümmet mozayiğine zarar verecektir.

d) Ümmet içinde oluşan cemaat yapıları arasında önceliklerin belirlenmesinde ve metodolojilerinde ihtilâf tabiî; ancak hilaf, niza ve fırka yaklaşımı zarar verici ve parçalayıcıdır.

e) İman ortak paydası ve İslâm’ın temel esasları çerçevesinde birbirine kardeş olan müminlerin, kendi aralarında oluşturdukları cemaatler olarak birbirleriyle; saygı, sevgi, selâm ve kelâmı kesmemeleri, hayırda yardımlaşma ve münkeri ortadan kaldırmada beraberlik göstermeleri, ümmet birliği adına hem bir vazife ve hem de dini bir mesuliyet gereğidir.

f) Cemaat liderlikleri çoğu zaman cemaatin sıhhatini belirlediğinden, liyakatsiz, ehliyetsiz ve dirayetsiz liderlerin etrafında oluşan topluluklar, umumiyetle hastalıklı bir uzva dönüşürler ki, böylesi durumlarda ilmî ve idârî ikaz ve tedbirler vakit geçirilmeden hayata geçirilmelidir. Hastalık, onulmaz bir yaraya dönüşmeden ne kadar erken teşhis edilir ve tedavi cihetine gidilirse o nispette faydalı olacaktır.

g) Cemaat yapıları gerek iç denetim ve gerekse dış denetime sürekli tabi tutulmalıdır. İç denetim, ilim, irfan ve dirayetli üyeler tarafından; dış denetim ise ulemâ ve aynı değerleri paylaşan umerâ tarafından imhâ edici ve yapıya zarar verici bir üsluptan ziyade, ıslah edici ve tekâmül ettirici bir letâfetle gerçekleştirilebilmelidir. Bu aynı zamanda, ümmet fertlerinin birbirine karşı “İyiliği emir ve kötülükten sakındırma” vazifelerinin ve yine birbirlerine “velâyet” mesuliyetlerinin tabii bir tezâhürü olacaktır.

h) Cemaat yapılarının cemaat egosuna ve kibrine kapılmamaları da son derece lüzumludur. Şu ilâhî hatırlatma asla unutulmamalıdır:

“Ey müminler! Bir topluluk bir diğer topluluğu alaya almasın, belki de onlar kendilerinden daha hayırlı ve üstündürler” (Hucurât Sûresi, 11)

Ne adına olursa olsun, ümmet içinde kast sistemi gibi sınıflar oluşturmaya çalışan herkes, esasen ümmet için zarar vericidir. Hiçbir zaman mezhep ve meşrepler, çatışmanın vasıtası hâline dönüşmemelidir. Grup nefsini besleyecek her çeşit tutum ve davranış, Rabbin rızasına değil, gazabına vesile olacaktır.

i) İhtilaflarda birbirini mazur görmek, ittifak alanlarında yardımlaşmak, niza, hilaf ve çatışma söz konusu olduğunda zalimin karşısında ve haklının yanında yer alıp diğerini çizgiye çekmek esas olmalıdır.

j) Cemaatlerin, “birbirini dairenin dışına itmek değil, içine doğru çekmek” gibi bir vazifeleri olduğu anlayışında olamaları da mühimdir. Bu meyanda tekfir, şirk ve bid’atçı nitelemelerinde acûl davranmamak, ümmetin vahdet ve selâmeti için son derece önemlidir.

k) İslâm içinde var olan cemaatlerin meşgale alanında “Birr (İyilik) ve takvâ” birlikteliğine de dikkat etmelidir. “Birr” adına “takvâ”dan ve “takvâ” adına “birr”den uzak kalınmamalıdır. Bu hususta “sivil toplum” ve “tarikat” yapılanmalarında bu birliktelik kimi zaman ihmal edilmekte ve neticede bu oluşumlar farklı şekillerde nefsânîyete dönüşebilmektedir.

Netice olarak cemaat aidiyeti tabii bir ihtiyaçtır. Özellikle nefsânî arzuların ve ferdiyetçiliğin hâkim olduğu toplumlarda dini yaşamak ve yaşatmak, ancak aynı duygu ve düşünce erbabının birlikteliği ile sağlanabilecektir. Önemli olan cemaatin sıhhatidir. Zararlı cemaat ve cemiyet yapılarının varlığı faydalı olanların da olmamasını gerektirmez. Ümmet birliğinin ve dirliğinin sağlanması, hücre hücre fertlerin ve dokulara benzeyen cemaat ve cemiyetlerin sıhhatine ve birlikteliğine bağlıdır. Bu ise çoğu zaman ulemâ ve umerânın saygınlığı, selâhiyeti, ehliyeti ve dirayeti ile doğru orantılıdır.

Dipnotlar: 1) Bk. Nahl Sûresi, 16/120. 2) Bk. Bakara Sûresi, 2/30. 3) Bk. Hûd Sûresi, 11/61. 4) Bk. Enfal Sûresi, 8/39; Tevbe Sûresi, 9/33; Fetih Sûresi, 48/28. 5) Bk. Âl-i İmrân, 3/110. 6) Bk. Tevbe Sûresi, 9/71. 7) Bk. Hucurât Sûresi, 49/10-12. 8) Bk. Hucurât Sûresi, 49/13. 9) Bk. Buhârî, Mezâlim, 4; Tirmizi, Fiten, 68. 10) Bk. Furkân Sûresi, 25/74.

Kaynak: Yrd. Doç. Dr. Adem Ergül, Altınoluk Dergisi, Sayı: 391

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

  • Allah C C razı olsun hocam.
    Çok faydalı bir yazı olmuş.İnşaAllah Ümmet Birliğini sağlamaya yardımcı olur.

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.