Uhud Şehitleri

Uhud Savaşı’nda kaç müslüman şehit oldu, kaç müşrik öldü? Sahabenin dilinden Uhud şehitleri.

Müşrikler Uhud meydanından ayrılınca Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) şehitlerin defnedilmesini emrettiler. 70 şehit vardı, hiç esir verilmemişti. Müşriklerden 22 kişi öldürülmüş, şâir Ebû Azze esir alınmış, vaadinde durmadığı için öldürülmüştü.

Uhud Harbi’nden sonra Ensâr (r.a):

“–Yâ Rasûlallah! Pek çok sıkıntı ve meşakkate uğradık. (Şehitlerimiz ve yaralılarımız çok olduğu için her bir şehidimize bir kabir kazmamız çok zor.) Bize ne yapmamızı emir buyurursunuz?” diye sordular. Rasûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v):

“–Geniş kabirler kazınız ve her kabre ikişer, üçer şehit koyunuz!” buyurdular.

“–Peki, hangisini ön tarafa koyalım?” diye sordular. Efendimiz (s.a.v):

“–En çok Kur’ân tahsil edeni öne koyunuz!” buyurdular. (Ebû Dâvûd, Cenâiz, 65-67/3215; Nesâî, Cenâiz, 86, 87, 90, 91)[1]

Şehitler, kanlarıyla defnedildiler. Yıkanmadılar ve üzerlerine namaz kılınmadı.

UHUD ŞEHİTLERİ

Uhud’da yaşanan kâbına varılmaz bir din kardeşliği manzarasını Zübeyr bin Avvâm (r.a) şöyle anlatır:

“Annem Safiye, yanında getirdiği iki hırkayı çıkarıp:

«–Bunları kardeşim Hamza’ya kefen yapasınız diye getirdim.» dedi.

Hırkaları alıp Hz. Hamza’nın yanına gittik. Yanında Ensâr’dan bir başka şehîd daha bulunuyordu ve henüz onu örtecek bir kefen bulunamamıştı. Hırkaların ikisini de Hamza’ya sarıp Ensârî’yi kefensiz bırakmaktan utandık. Hırkanın birisi Hamza’ya, öbürü de Ensârî’ye kefen olsun dedik. Hırkalardan biri büyük diğeri küçük olduğu için de aralarında kura çektik.” (Ahmed, I, 165)

“Ben, Artık Ölüler Arasındayım!”

Peygamber Efendimiz (s.a.v), Uhud Gazvesi nihâyete erdiğinde, Sa’d bin Rebî’yi (r.a) bulup ne durumda olduğunu öğrenmesi için ashâbından birini gönderdi. Sahâbî, Sa’d’ı (r.a) ne kadar aradıysa da bulamadı, ne kadar seslendiyse de cevap alamadı. Nihâyet son bir ümitle:

“–Ey Sa’d! Beni Rasûlullâh gönderdi. Allâh Rasûlü, senin diriler arasında mı, yoksa şehitler arasında mı bulunduğunu kendisine haber vermemi emretti!” diye yaralı ve şehitlerin bulunduğu tarafa doğru seslendi.

O sırada son anlarını yaşayan ve cevap verecek mecâli kalmamış olan Sa’d (r.a), kendisini Allâh Rasûlü’nün merak ettiğini duyunca bütün gücünü toplayarak ancak cılız bir inilti hâlinde:

“–Ben, artık ölüler arasındayım!” diyebildi. Belli ki artık öteleri seyrediyordu. Sahâbî, Sa’d’ın (r.a) yanına koştu. Onu, vücûdu kılıç darbeleriyle delik-deşik olmuş bir vaziyette buldu. Ve ondan ancak fısıltı hâlindeki kısık bir sesle, Rasûlullâh’a duyduğu dâsitânî muhabbeti dile getiren şu sözleri işitti:

“–Vallâhi gözleriniz kımıldadığı müddetçe, Peygamber’i düşmanlardan korumaz da başına bir musîbet gelmesine mahal verirseniz, sizin için Allâh katında ileri sürülebilecek hiçbir mâzeret yoktur!” (Muvatta, Cihâd, 41; Hâkim, III, 221/4906; İbn-i Hişâm, III, 47)

Sahabiyi İftar Sofrasından Ağlatarak Kaldıran Düşünce

Daha sonraları Abdurrahmân ibn-i Avf (r.a) oruçlu olduğu bir gün, önüne iftar sofrası getirilmişti. (Sofraya baktı ve) şöyle buyurdu:

“‒Mus’ab ibn-i Umeyr şehit edildi. Hâlbuki benden daha hayırlı idi. Bir bürde ile kefenlendi. Başı örtülse ayakları açılıyor, ayakları örtülse başı açılıyordu. Hamza (r.a) da şehit edildi. O da benden daha hayırlı idi. Sonra dünyanın şu gördüğünüz çeşit çeşit nimetleri bizim önümüze serildi. Onlardan sonra bize pek çok dünyâ nimetleri verildi!

Ama ben, Allah için yaptığımız hasenâtın karşılığının bu şekilde dünyada verilip tükenmiş olmasından korkuyorum!”

Sonra ağlamaya başladı ve yemeği terk etti. (Buhârî, Meğâzî, 17)

“Ben Baban, Aişe de Annen Olsa Razı Olmaz mısın?

Bişr (Beşîr) bin Akrabe el-Cühenî (r.a) şöyle anlatır:

Uhud günü Rasûlullâh (s.a.v) ile karşılaştım.

“−Babam ne durumda?” dedim.

“−Şehit oldu, Allâh’ın rahmeti onun üzerine olsun!” buyurdular.

Ağlamaya başladım. Beni aldılar, başımı okşadılar ve hayvanına bindirdiler. Sonra da:

“−Ben baban, Âişe de annen olsa râzı olmaz mısın?” buyurdular. (Heysemî, VIII, 161)

Bişr bin Akrabe (r.a) diğer rivayette şöyle der:

“Babam Akrabe, Uhud günü şehit olunca ağlayarak Peygamber’e gittim. Bana:

«−Ey sevgilicik! Sen ne diye ağlıyorsun? Sus ağlama! Senin baban ben olsam, annen de Âişe olsa, râzı olmaz mısın?» buyurdular.

Ben de:

«−Anam-babam Sana fedâ olsun yâ Rasûlallâh, tabiî ki râzı olurum!» dedim.

Bunun üzerine Efendimiz (s.a.v), mübarek elleriyle başımı okşadılar. (Şu anda) saçlarım ağardığı hâlde, Rasûlullâh (s.a.v)’in mübârek ellerinin değdiği yerler hâlâ siyah kalmıştır.” (Buhârî, et-Târîhu’l-Kebîr, II, 78; Ali el-Muttakî, XIII, 298/36862)

Uhud Şehidinin Vasiyeti

Câbir bin Abdullah (r.a) şöyle dedi:

“Uhud harbinden önceki gece babam beni yanına çağırdı ve:

«–Nebî (s.a.v)’in sahâbîlerinden ilk şehîd edilecek kişinin ben olacağımı sanıyorum. Rasûlullâh (s.a.v) hariç, benim için geride bırakacağım en kıymetli kişi sensin. Borçlarım var, onları öde! Kardeşlerine dâima iyi davran!» dedi.

Sabahleyin babam ilk şehid düşen kişi oldu. Bir başka şehid ile birlikte onu bir kabre defnettim. Sonra onu bir başkasıyla aynı kabirde bırakmayı içime sindiremedim. Altı ay sonra onu kabirden çıkardım. Bir de ne göreyim; kulağının bir kısmı hâriç, tüm vücûdu kendisini kabre koyduğum günkü gibiydi. Onu yalnız başına bir mezara defnettim.” (Buhârî, Cenâiz, 78)

Yine Câbir bin Abdullah (r.a) şöyle anlatır:

“Bir defâsında ben mahzûn bir hâlde iken Rasûlullah (s.a.v) ile karşılaşmıştık. Bana:

«–Seni niye böyle üzgün görüyorum?» buyurdular. Ben de:

«–Babam Uhud’da şehîd düştü. Geriye bakıma muhtaç kalabalık bir âile ve bir hayli de borç bıraktı” dedim.[2] Bunun üzerine Efendimiz (s.a.v):

«–Allâh’ın babanı nasıl karşıladığını sana müjde edeyim mi?» buyurdular. Ben: «Evet!» deyince şöyle devâm ettiler:

«–Allah, hiç kimse ile yüz yüze konuşmaz, dâimâ perde arkasından konuşur. Ancak, babanı diriltti ve onunla perdesiz yüz yüze konuştu:

“–Ey kulum, benden ne dilersen iste, vereyim!” buyurdu. Baban:

“–Ey Rabbim, beni dirilt, senin yolunda tekrar şehîd olayım!” dedi.

Allâh Teâlâ Hazretleri:

“–Ama ben daha önce, «Ölenler artık dünyâya geri dönmeyecekler!» diye hükmettim.” buyurdu.[3]

Baban da:

“–Ey Rabbim, öyleyse (benim hâlimi) arkamda kalanlara bildir!” dedi. Bu talep üzerine şu âyet-i kerîmeler nâzil oldu:

«Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın. Bilâkis onlar diridirler; Allâh’ın, lutuf ve kereminden kendilerine verdikleri ile mesrûr bir hâlde Rableri yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olan şehit kardeşlerine de hiçbir keder ve korku bulunmadığı müjdesini vermek isterler.» (Âl-i İmrân, 169-170)” (İbn-i Mâce, Mukaddime, 13/190)

Şehitlerin Rûhları

Allah Rasûlü (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

“Uhud’da kardeşleriniz isâbet alıp şehit edilince Allah Tealâ onların ruhlarını alıp yeşil kuşların içine koydu (veya yeşil kuşlar hâline getirdi). (Şehitlerin rûhları) Cennet nehirlerine gelir, cennet meyvelerinden yer ve Arş’ın gölgesindeki altından kandillere gelirler. Şehitler yeme-içmelerinin hoşluğunu, gezdikleri ve kaldıkları yerlerin güzelliğini görünce:

«–Cihaddan ayrı kalmamaları ve savaştan korkmamaları için, bizim cennette hayatta olup türlü nimetlerle rızıklandığımızı kardeşlerimize kim ulaştıracak?» dediler. Her türlü noksan sıfattan münezzeh olan Allah Tealâ:

«–Ben bunu sizin adınıza onlara haber veririm» buyurdu ve bu âyet-i kerimeleri indirdi.” (Ebû Dâvûd, Cihâd, 25/2520; Ahmed, I, 265. Bkz. Müslim, İmâret, 121)

“Allah Yolunda Öldürülenleri Asla Ölü Sanma!”

Kûfe ekolüne mensup muhaddis ve fakih tâbiî Mesrûk b. Ecdaʻ (v. 63/683 [?]) (r.a) şöyle der:

“Abdullah ibn-i Mes’ûd’a şu âyet-i kerimeyi sorduk:

«Allah yolunda öldürülenleri asla ölü sanma! Bilâkis onlar Rabbleri katın­da diri olup rızıklanmaktadırlar.» (Âl-i İmrân, 169)

Abdullah (r.a) şu cevabı verdi:

«Evet, biz bu âyet-i kerimeyi (vaktiyle Pey­gamber Efendimiz’e) sorduk. Şöyle buyurdular:

“Onların ruhları bir takım yeşil kuşların karınlarındadır. (Veya onların ruhları yeşil kuşlar sûretindedir.) Onların Arş’a asılı kandilleri vardır. Cennet’te istedikleri yerde dolaşır; sonra bu kandillere girerler. Rabbleri onlara (keyfiyetini bilemediğimiz) bir şekilde bakar ve:

«–Bir şey arzu eder misiniz?» diye sorar. Onlar:

«–Daha ne isteyelim, işte Cennet’te dilediğimiz yerde dolaşıyoruz!» derler.

Cenâb-ı Hak bunu kendilerine üç defa sorar. Şehidler, bunun kendilerine devamlı sorulduğunu görünce:

«–Yâ Rabb! Ruhlarımızı bedenlerimize iade buyurmanı dileriz! Tâ ki Sen’in yolunda bir daha şehit edilelim!» derler.

Cenâb-ı Hak onların bir isteklerinin olmadığını görünce kendilerini bırakır.»” (Müslim, İmâret, 121)

Diğer mü’minler kabirlerinin etrafında kıyameti beklerken, şehidler doğrudan Cennet’e gider, istedikleri nimetlerinden rızıklanır, Allah’ın Yüce Arş’ına kadar çıkıp oralarda kalırlar.

PEYGAMBERİMİZİN ŞEHİTLİK ZİYARETİ

Allah Rasûlü (s.a.v) Bakî Kabristanı’ndaki ashâbını ve Uhud şehidlerini sık sık ziyaret ederlerdi.[4]

Ukbe İbni Âmir (r.a)’den rivayet edildiğine göre Rasûlullâh (s.a.v), aradan sekiz yıl geçtikten sonra (vefatlarına yakın) bir gün Uhud şehidlerini ziyarete gittiler. Yaşayanlara ve ölenlere vedâ eder gibi onlara dua ettiler. Sonra (konuşmak üzere) minbere çıkarak şunları söylediler:

“Ben âhirete sizden önce gideceğim ve sizin için hazırlık yapacağım; sizin Allâh yolundaki hizmetlerinize şâhitlik edeceğim. Buluşma yerimiz Kevser Havuzu’nun yanıdır. Ben şu bulunduğum yerden Kevser Havuzu’nu görmekteyim. Ben sizin Allâh’a şirk koşmanızdan korkmuyorum. Ama dünya hırsıyla birbirinizle didişip çekişmenizden korkuyorum.”

Ukbe sözüne şöyle devam etti: “Bu benim Rasûlullâh’ı son görüşüm oldu.” (Buhârî, Megâzî 17; Müslim, Fezâil 31. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Cenâiz 68-70; Nesâî, Cenâiz 61)

Dipnotlar:

[1] Krş. Buhârî, Cenâiz, 73, 76, 79, Meğâzî, 26. [2] Allah Rasûlü (s.a.v), Câbir’e (r.a) her hususta dâimâ yardımcı olmuştur. Meselâ, Zâtürrikâ gazvesinden dönerken, Hz. Câbir’in ihtiyaçlı olduğunu öğrenince, devesini satın almış, Medine’ye varınca da ücretiyle birlikte deveyi de iâde etmiştir. (Buhârî, Cihâd, 49; Büyû’, 34; Müslim, Müsâkât, 109; Ahmed, III, 303) Yine borcunu ödeyebilmesi için bahçesine giderek malını bereketlendirmesini Allah’tan niyâz etmiş, Allâh Rasûlü’nün bu duâsı neticesinde Hz. Câbir’in hurmaları mûcizevî bir şekilde bereketlenerek bütün borçlarına kâfi gelmiştir. (Buhârî, Vasâyâ, 36; İstikrâz, 9; Cihâd, 49; Büyû’ 34; Müslim, Müsâkât, 109; Ahmed, III, 303, 373, 391) [3] Tirmizî, Tefsîr, 3/3010. [4] Bkz. Müslim, Cenâiz, 102, 103.

Kaynak: Dr. Murat Kaya, Siyer-i Nebi.

İslam ve İhsan

UHUD SAVAŞI’NIN SEBEPLERİ VE SONUÇLARI

Uhud Savaşı’nın Sebepleri ve Sonuçları

UHUD ŞEHİTLİĞİ

Uhud Şehitliği

UHUD ŞEHİTLERİNİN FAZİLETİ

Uhud Şehitlerinin Fazileti

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.