Ubeydullah Ahrâr Hazretleri Kimdir?

Altın Silsile’nin 18’inci halkası, Türkistan’ın büyük velilerinden Ubeydullah Ahrâr Hazretlerinin hayatı...

Ubeydullah Ahrâr Hazretleri, Hâce-i Ahrâr (hürlerin şeyhi) diye de meşhurdur. Gönlü, dünya malından ve iki cihan kaygısından âzâde olduğu için kendisine bu ismin verildiği nakledilmektedir.[1]

UBEYDULLAH AHRÂR HAZRETLERİNİN SOYU

Hicrî 806 senesinin Ramazan ayında Taşkent’in Bâğistan köyünde doğdu. Nesebi Hazret-i Ömer’e ulaşır.[2]

Amcasının oğlu Hâce İshak şöyle anlatır:

“Çocukluk devrimizde ben ve diğer çocuklar, her ne kadar Hâce Ubeydullâh’ı bâzı oyunlarımıza dâhil etmek istediysek de aslâ başaramadık. Bizim dâvetimizi kabûl edip oynar sanırdık. Biz oyuna daldığımızda o ayrılıp kendi hâlinde olurdu. Mâlâyânî işlerden kendini dâimâ muhâfaza ederdi.”[3]

Ubeydullah Ahrâr Hazretleri bir gün rüyasında Hazret-i Îsâ’yı (a.s.) görmüştü. Bâzı yakınları bu rüyayı, onun tabip olacağı şeklinde tâbir etmek istedi. Ancak o, bu rüyayı, kendisine ölü kalpleri diriltme, yani halkı irşâd ederek gönüllerini ihyâ etme vazifesi verileceği şeklinde tâbir etti.[4]

22 yaşına geldiğinde hem ilim tahsiliyle meşgul oldu hem de Mâverâünnehir’in muhtelif şehirlerini dolaşarak Nakşibendiyye’nin önde gelen sîmâlarından istifâde etti. Şâh-ı Nakşibend Hazretlerinin kabrini ziyaret etti. Onun pek çok halîfesiyle görüşüp onlardan feyz aldı. Bilhassa Alâüddîn Gucdüvânî Hazretleri ile 40 gün sohbet etti ve ondan irşâd icâzeti aldı.[5]

Ubeydullah Ahrâr Hazretleri şöyle buyurur:

“İlk zamanlar, içimde öyle bir niyaz fırtınası kopmuştu ki, hür-köle, büyük-küçük, avâm-havâs demez, kime rastlasam büyük bir tevâzû ile ondan duâ ve himmetlerini ricâ ederdim.”[6]

Ubeydullah Ahrâr (k.s.) bir müddet sonra Yâkub Çerhî Hazretlerinin yanına gitti. Birkaç gün sohbetinde bulunduktan sonra ona intisâb etti. Çerhî Hazretleri yanındakilere onun hakkında şöyle buyurdu:

“Mürîd dediğin, mürşidin huzûruna işte böyle gelmeli! Her şeyi ile mânen hazır durumda olmalı. İş sadece icâzet yazmaya kalmış. Lambayı, yağı ve fitili hazırlamış, sadece kibrit çakmak gerekiyor.”

Ubeydullah Ahrâr Hazretleri, üç ay kadar Yâkub Çerhî Hazretlerinin sohbetinde bulunduktan sonra hilâfet alarak Herat’a döndü ve halkı irşâda başladı.[7]

HİZMET YOLU

Ubeydullah Ahrâr Hazretleri varlıkta ve yoklukta mütevâzı ve müstağnî yaşamayı tercih etmiş, dünya nîmetlerinden el çekerek kendini bütünüyle mârifetullâh’a teksîf etmişti. O fakr u zaruret günlerinden bir hâtırasını şöyle anlatır:

“Bir gün pazara gitmiştim. Bir kişi yanıma geldi ve:

«−Açım, beni Allah rızâsı için doyurur musun?..» dedi.

O an, hiçbir imkânım yoktu. Sadece eski bir sarığım vardı. Bir aşhâneye girip aşçıya:

«−Şu sarığımı al! Eski, ama temizdir. Bulaşıklarını kurularsın. Bunun karşılığında şu aç insanı doyuruver!» dedim.

Aşçı, o fakire yemek verdi; sarığımı da bana iâde etmek istedi. Bütün ısrarlarına rağmen kabûl etmedim. Kendim de aç olduğum hâlde o fakir doyuncaya kadar bekledim.

Gençliğimde birçok kimseye hizmet ederdim. Ne atım ne de bir merkebim vardı. Senede bir hırka giyerdim, onun da eskimekten pamukları dışarı çıkardı. Her üç senede bir kürk ve basit bir ayakkabıyla idâre ederdim.”[8]

Ubeydullah Ahrâr Hazretleri, Cenâb-ı Hakk’ın lûtfuyla sonradan büyük bir servete sahip oldu. Öyle ki, çiftliklerinde binlerce işçi çalışıyordu. Fakat o mübârek zât, buna rağmen Allah için bizzat hizmet etmekten geri kalmadı. Mânevî kemâlât yoluna adım attıkları günden son nefeslerine kadar, tanıdıklarına ve tanımadıklarına yardım ve şefkatleri, sınır kabûl etmez derecede büyüktü. Kendisi hizmetlerinden bir kısmını şöyle anlatır:

“Semerkand’da Mevlânâ Kutbuddîn Medresesi’ndeki iki-üç hastanın hizmetini üzerime almıştım. Hastalıkları arttığından, yataklarını kirletirlerdi. Ben onları elimle yıkayıp, çamaşırlarını giydirirdim. Devamlı hizmet ettiğim için hastalıkları bana da sirâyet etti ve yatağa düştüm. Fakat o hâlimle bile, testilerle su getirip hastaların altlarını temizlemeye, elbiselerini yıkamaya devam ettim.”[9]

Ubeydullah Ahrâr Hazretleri insanlara her fırsatta hizmet eder, aralarında hiçbir ayrım yapmazdı. Hizmetine karşılık bir şey vermesinler diye de gizlice oradan ayrılırdı.[10]

Şöyle buyururdu:

“Ben bu yolu, sûfîlerin kitaplarından öğrenerek değil, bilâkis halka hizmet ederek katettim... İşte hizmet, bu derece fazîletlidir. Herkesi farklı bir yoldan götürdüler, bizi de hizmet yolundan götürdüler. İşte bu yüzden hizmet; benim râzı olduğum, tercih ettiğim ve sevdiğim bir usûldür. İstîdat ve liyâkat gördüğüm kişilere hizmeti tavsiye ederim.”[11]

EL EMEĞİ İLE GEÇİNMEK

Ubeydullah Ahrâr Hazretleri, elinin emeği ile geçinip kimseye muhtaç olmamak için ziraatle meşgul olurdu.[12] İlk zamanlar bu iş için biriyle ortaklık yaptı. Ortağının desteğiyle bir çift öküz aldı. Hak Teâlâ onun malına kısa zamanda öyle bir bereket ihsân eyledi ki işlerini yürütmek için vekiller tâyin etmek mecburiyetinde kaldı. Malının hesâbı yapılamıyordu. Mezraalarının sayısı 1300’den fazla idi.[13]

Hâce-i Ahrâr Hazretleri şöyle buyurmuştur:

“Hak Teâlâ benim malıma çok bereket ihsân eylemiştir. Her harmandan sonra 1.000 batman[14] ekin ambarlanır; ambardan çıkardıklarında ise 1400 veya 1500 batman gelir.”[15]

Ekin ambarlarını muhâfaza ile vazifeli zât şöyle anlatır:

“Ambarlardaki tahılları kullandıkça ziyâdeleştiğini görürdük. Bu hâli gördükçe Ubeydullah Ahrâr Hazretleri’ne karşı bağlılığımız kuvvetlenirdi. Bir kere bunun mânâsını sorduğumda Hâce Hazretleri:

«–Bizim malımız fakirler içindir; ziyâdeleşmesinin sebebi budur.» buyurdu.”[16]

Hâce Hazretleri, bu mezraalardan elde edilen bütün gelirleri, medreselerdeki ulemâya, talebelere; tekke, zâviye ve câmilerdeki sûfîlere; yolculara, ihtiyaç sahibi müslümanların istifâdesi için tesis edilen vakıflara akıtırdı.

Ahrâr Hazretlerinin muhtelif şehirlerde pek çok mülkü mevcuttu. Bunların bir kısmını câmi, medrese ve tekkeler için vakfederek mühim hayır hizmetlerinde bulundu.[17]

İŞİN TEMELİ: GIDAYA HİZMET

Önde gelen talebelerinden Mevlânâzâde şöyle anlatır:

“Bir gün yemek pişirip Hâce Ubeydullah Hazretlerine ikram etmiştim. Yemeğe ellerini sürmediler ve:

“–Bu yemek hazırlanırken ihtiyatlı davranılmamış! Bir bakın, araştırın, kusur nerededir?” buyurdular.

Yapılan sıkı bir araştırma neticesinde, yemeğin piştiği ocağa, helâl olup olmadığı şüpheli olan bir parça odun atıldığı anlaşıldı. Bunu öğrenen Ubeydullah Ahrâr g celâllenerek şöyle buyurdu:

“–Mâneviyat yolunda işin temeli gıdâya dikkattir. Buna çok ehemmiyet vermek zarurîdir. Zira insanın bedenine giren şeylerin tesiri, onun zâhirinde görülür. Gördüğünüz bütün bu zevksizlik ve perişanlıklar, çoğu zaman şüpheli gıdâlar yemekten kaynaklanır.”[18]

Bu hususta Hazret-i Mevlânâ’nın şu sözü de dikkat çekicidir:

“Dün gece ilham bize başka türlü tecellî etti. Çünkü mideye inen birkaç şüpheli lokma, ilhâmın yolunu tıkadı.”

Hâce-i Ahrâr Hazretleri, fakirlerin hakkı olduğunu düşünerek vakıf malı yemekten de hep kaçınmıştır.[19]

UBEYDULLAH AHRAR HAZRETLERİNİN MERHAMETİ

Ubeydullah Ahrâr Hazretlerinin şu sözü, sahip olduğu merhamet ufkunun yüceliğini ifâdeye kâfîdir:

“İnsanın akrabalarına üzüldüğü gibi, Allâh’ın yarattığı herhangi bir şeye zarar geldiğinde ona da üzülmesi lâzımdır.”[20]

Hâce-i Ahrâr Hazretleri, insanların istifâdesi için birçok vakıf tesis etmiş, ayrıca halkın yükünü hafifletmek için vergisini fazlasıyla ödemiştir. Taşkent idârecisi Mirza Ömer, halka ağır vergiler yükleyince Ubeydullah Ahrâr Hazretleri, halkın bir yıllık vergi yükünü hafifletmek için bu idâreciye önce 250 bin, ardından da 70 bin dinar göndermiştir.[21]

Türkistan bölgesinde kıtlık baş gösterip halk Taşkent’e geldiği zaman Ubeydullah Ahrâr Hazretleri müridlerinden Muhammed Kādî’yi insanları doyurmakla vazifelendirdi. Muhammed Kādî Hazretleri, her gün yedi koyun kesip 700 ekmek pişirir ve köylerden gelen kavunlarla birlikte fakirlere ikram ederdi. Hâce-i Ahrâr Hazretleri, ona bu hizmetinden dolayı iltifat ederek şöyle buyurdu:

“–Hocalarımız, istikbâlinden ümitvâr oldukları kişileri hizmet ile meşgul ederlerdi.”[22]

Ahrâr Hazretleri, halkı zulümden korumak ve müslümanların hayatını kolaylaştırmak için Sultanlarla görüşüp onlara nasihat eder ve onların sıkıntılarına katlanırdı.[23]

İSLÂM’I TEBLİĞ GAYRETİ

Ubeydullah Ahrâr Hazretleri bütün ömrünü, halkın irşâdı ve hayır hizmetleriyle geçirdi. Fıkarât, Risâle-i Havrâiyye, Risâle-i Vâlidiyye, Ruka‘ât (Mürâselât) gibi kıymetli eserler kaleme aldı.

Bir defasında Herat’a gidip zamanın sultânı Ebû Saîd ile görüşerek dînen meşrû olmayan “tamga” adındaki ticaret vergisini kaldırmasını istedi. Sultan da Buhâra ve Semerkand şehirlerinden bu vergiyi kaldırdı, ayrıca ülkesindeki bütün gayr-i İslâmî vergileri kaldıracağına dâir söz verdi.[24]

Hâce Ubeydullah Hazretlerinin ilimde derinleşmiş müridlerinden Mevlânâ Burhâneddîn şöyle anlatır:

“Kış mevsiminin başlarıydı. Hava çok soğuktu. Sultan Ahmed Mirza, Türkistan’a sefer düzenlemişti. Ubeydullah Ahrâr Hazretleri’nin kendisiyle birlikte gelmesini de arzu etti. Hâce Hazretleri hiç tereddüt etmeden bu dâveti kabûl etti. Yanında bir grup arkadaşı da bu sefere iştirâk ettiler. Ben de onlardan biriydim. Yolculuk esnâsında Hâce Hazretleri ve arkadaşları çok sıkıntılar çektiler. Zira hava gâyet sertti. Birçok kere hatırıma; «Eğer Ahrâr Hazretleri bu seferi istemeseydi, Sultan ısrar edemezdi. Böylece hem kendileri hem de arkadaşları bu derece mihnet ve meşakkate düşmezlerdi. Hâce Hazretleri için bu seferde hiçbir fayda yoktur.» diye bir vesvese geldi. Her ne kadar bu kötü düşünceyi kalbimden uzaklaştırmak istedimse de mânî olamadım. Bu zor şartlarda Şâhruhiye’ye varıldı.

Şehre inişimizden iki-üç gün sonra ansızın şiddetli bir gürültü koptu; dört bin kadar Moğol kâfiriyle bin kadar Özbek kâfiri şehri yağma etmek için gelmişler ve o civardaki kasabaları talan edip her yeri yağmalayarak altüst etmişlerdi. Şehrin halkından ve üst tabakasından bâzı heyetler Ubeydullah Ahrâr Hazretlerine gelerek duâ etmesini istiyorlar ve ağlaşarak:

«–Sultân’ın bu kadar kâfire karşı koyacak askeri yoktur. Bu belânın giderilmesi, sizin hayır duânıza bağlıdır.» diye ricâ ediyorlardı. Sultan da, büyük bir teessür içinde Hâce Hazretlerinin yanına gelerek himmet buyurmalarını taleb etti.

Ubeydullah Ahrâr Hazretleri, ilim ehlinden bir grupla birlikte dışarı çıkıp o zâlim askerlerin bulunduğu yere gitti. Askerlerin kumandanı ve emîrleriyle konuşarak onları iknâ etti. Bu sohbetten öyle müteessir oldular ki, hepsi boyunlarındaki putları çıkarıp fırlattılar ve Ubeydullah Ahrâr Hazretlerinin huzûrunda Müslüman oldular. Askerlerini de İslâm’a girmeye teşvik ettiler. Ne kadar asker varsa hepsi İslâm’la şereflendi. Askerler, etraftan aldıkları iki bine yakın esir ile on bin kadar hayvanın tamamını Ubeydullah Ahrâr Hazretlerine iâde ettiler.

Hazret, önce esirleri vatanlarına gönderdi. Daha sonra askerlerin İslâm’ı öğrenmesi için bir hâfız ve bir fıkıh âlimi vazifelendirdi. Hâfız, onlara Kur’ân-ı Kerîm’i; fıkıh âlimi de İslâm’ın şartlarını, ibadet, muâmelât ve ahlâkını tâlim etmeye başladı.

Ubeydullah Ahrâr Hazretleri şehre döndü, Sultan’dan izin isteyip Semerkand’a yöneldi. Yola çıktığımızda bana hitâben şöyle buyurdu:

«–Mevlânâ Burhân! Yolculuk zahmetine niçin katlandığımızı şimdi anladın mı?»”[25]

İSTANBUL’UN FETHİ’NDE BULUNMASI

Ubeydullah Ahrâr Hazretlerinin, Orta Asya’dan tayy-i mekân ederek İstanbul’un fethine iştirâk ettiğini, torununun oğlu Hâce Muhammed Kâsım şöyle nakleder:

“Ubeydullah Ahrâr Hazretleri, perşembe günü öğleden sonra âniden atının hazırlanmasını emretti. Atına binip sür’atle Semerkand’dan dışarı çıktı. Talebelerine; «–Siz burada oturunuz!» buyurdu.

Mevlânâ Şeyh isminde bir talebesi, kendisini bir müddet takip etti. Ubeydullah Ahrâr Hazretlerinin, atının üzerinde bir sağa, bir sola meylinden sonra kaybolduğu haberini verdi. Ubeydullah Ahrâr Hazretleri bir müddet sonra döndü. Talebeleri, heyecanla bu ânî yolculuğun hikmetini sordular. O da:

«–Türk sultânı Mehmed Han, benden istiânede bulundu (yardım taleb etti). Ben de O’na yardıma gittim. Allâh’ın izniyle zafer kazanıldı.» buyurdular.”

Ubeydullah Ahrâr Hazretlerinin torunu Hâce Abdülhâdî şöyle anlatır:

“İstanbul’a gittiğimde Sultan 2. Bâyezît şöyle buyurdu:

«–Babam Fâtih anlattı: Fethin en şiddetli zamanında Rabbime ilticâ ederek, zamanın kutbunun imdâda yetişmesini istedim. O zât, şu şu vasıfta, bir beyaz atın üzerinde karşıma geldi:

“–Korkma! Zafer senindir!..” buyurdu.

O zâta:

“–Küffâr askeri çok fazla!” dedim.

O da bana cübbesini açarak:

“–İçine bak!” dedi.

Cübbesinin yeninin içinden sel gibi akan bir ordu görünce hayretler içinde kaldım:

“–Onların hepsi İslâm ordusuna yardım etmek için geldi.” buyurdu ve devam etti:

“–Şimdi şu tepenin üzerinden üç defa kös’e vur ve bütün askere hücum emrini ver!”

Ben de aynen öyle yaptım. O pîr de, ordusu ile hücûma iştirâk etti. Feth-i mübîn gerçekleşti.”[26]

PEYGAMBER NESLİNE HÜRMET VE MUHABBETİ

Ubeydullah Ahrâr Hazretleri, Resûlullah Efendimiz’in neslinden gelen insanlara tâzim ve hürmet hususunda şöyle buyurmuştur:

“Seyyidlerin yaşadığı bir diyarda oturamam. Çünkü Resûlullah Efendimiz’in neslinden olmaları sebebiyle şeref ve ululuk bakımından çok üst seviyededirler. Bu şerefi anlatmak mümkün değildir. Bu sebeple onlara îcâb ettiği şekilde hürmet etmeye güç yetiremem.

Nitekim İmâm-ı Âzam Hazretleri bir gün ders verirken birkaç defa ayağa kalkıp oturur. Bu hareketi niçin yaptığını kimse anlamaz. Sonunda dayanamayan bir talebesi bunun sebebini sorar. İmâm-ı Âzam Hazretleri der ki:

«–Seyyidlerden birkaç çocuk, arkadaşlarıyla medrese bahçesinde oynuyorlardı. Kapının önünden her geçtiklerinde onlara hürmeten gayr-i ihtiyârî ayağa kalktım.»”[27]

UBEYDULLAH AHRAR HAZRETLERİNİN FAZİLETLERİ

Ubeydullah Ahrâr Hazretleri son derece diğergâm ve cömert bir gönül insanıydı. Bir defasında bâzı müridleriyle Keş tarafına giderken havanın kararması üzerine yolda çadır kurup konaklamışlardı. Dışarıda yağmur yağmaya başlayınca, yol arkadaşlarının ıslanmasına gönlü râzı olmayan Ahrâr Hazretleri, bir bahaneyle dışarı çıkıp talebelerini çadırda kalmaya iknâ etmiş ve kendisi ortadan kaybolarak bütün geceyi yağmur altında geçirmişti.

Benzer bir hâdise de çok sıcak bir günde meydana gelmişti. Tek gölgeliğin olduğu bir tarlada, evlâtlarının daha rahat istirahat edebilmeleri için, sürülmüş olan tarlaları görme bahanesiyle oradan uzaklaşıp uzun bir müddet gelmemişti. Zira talebeleri, Hâce Hazretleri ile beraberken istirahat etmekten çekinir, bunu edebe aykırı görürlerdi. Hazret de, evlâtları rahat etsin diye orada kaldığı günler boyunca bu şekilde mezraayı dolaşmaya devam etti.[28]

Ubeydullah Ahrâr Hazretleri İslâm’ın emir ve yasaklarına son derece bağlı idi. Resûlullah Efendimiz’in Sünnet-i Seniyye’sine tâbî olmadan yüksek mertebelere ulaşmanın mümkün olmadığını ısrarla vurgulardı. Peygamber Efendimiz’e tâbî olmanın da, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat istikâmetinde yaşamaya bağlı olduğunu ifâde buyururdu.[29]

UBEYDULLAH AHRAR HAZRETLERİNİN TERBİYE USULLERİ

Ubeydullah Ahrâr Hazretleri, kişinin mânevî inkişâfı için gayret sarf etmesi gerektiğini ifâde eder ve şöyle buyururdu:

“Eğer kişi gayret ve îtinâ ederek zikirle meşgul olursa, kısa zamanda öyle bir mertebeye erişir ki, duyduğu sesler ve halkın konuşmaları ona zikir gibi gelir. Hattâ kendi konuşmaları da böyledir. Ancak gayret ve îtinâ olmazsa, bu hâl gerçekleşmez.”[30]

Hâce Ubeydullah Hazretleri Horasan’a gitmek için izin isteyen bir dervişe şöyle nasihat etti:

Alâüddîn Gucdüvânî Hazretlerinden ayrılırken bana demişti ki: «Yolda giderken kendi kendine söz ver: “Filân mevkiye varıncaya kadar mânevî hâlimi muhâfaza edeceğim, gâfil olmayacağım.” de! Tâyin ettiğin yere vardığın zaman bir başka yer daha kararlaştır ve oraya kadar yine gafletten uzak dur. Bu minvâl üzere, yer yer, durak durak zikir hâlini muhâfaza etmek için gayret et! Kalbî huzur ve mânevî uyanıklık sende meleke hâline gelinceye kadar bu usûle devam et!”[31]

Ubeydullah Ahrâr Hazretleri şöyle buyurur:

“Eğer, kalp huzuru, insanda sıhhatli ve genç iken meleke hâline gelmezse, ihtiyarlıkta dimağ ve beden zaafiyetinin ortaya çıkması sebebiyle bunun kazanılması daha da zorlaşır.”[32]

“Her geçen saatimizi kontrol etmeli, gafletle mi yoksa huzurla mı geçirdiğimizin hesâbını yapmalıyız. Buna muhâsebe denir. Şayet vaktimizi gafletle geçirmişsek, hemen dönüp amel-i sâlihlere devam etmeliyiz.”[33]

“Hâcegân yolunda halvet der-encümen (halk içinde Hak ile olmak) esastır. Bu yüce tâife, yollarını bu esas üzerine binâ etmişlerdir. Bu kâide; “Öyle erler vardır ki onları ne ticaret ne de alışveriş Allâh’ın zikrinden alıkoyabilir…” (en-Nûr, 37) âyetinin saâdet dolu mânâsından çıkarılmıştır.”[34]

Yine Ubeydullah Ahrâr Hazretleri mâneviyat yolunun “muhabbet” esâsı üzerine tesis edilmesi lâzım geldiğini ifâde ederdi. Bir defasında şöyle buyurmuştu:

“Resûlullah Efendimiz’in mescidine açılan çok sayıda kapı vardı. Allah Resûlü Efendimiz son hastalıklarında Hazret-i Ebûbekir’in evine açılan kapı hâriç, diğerlerinin kapatılmasını emrettiler. Sahâbe-i kirâm da bu emri yerine getirdiler.

Âlimler bu hususta pek çok beyanlarda bulunmuşlardır. Bunları şöyle hulâsa edebiliriz:

Hz. Ebûbekir’in Resûlullah’a olan muhabbeti, tam anlamıyla «fenâ fi’r-Resûl» makâmının zirvesidir. Dolayısıyla bu hâdisede şu mânâya işaret vardır: Muhabbet bağı dışındaki bütün bağlar kesilmiş, sadece, maksûda ulaştıracak yegâne yol olan muhabbet yolu açık bırakılmıştır. O hâlde, Hak yolunda kılavuzluk etmeye lâyık bir Hak dostuna bağlılık da, muhabbet ile olmalıdır. Hâcegân yolu, Hz. Ebûbekir’e dayanır ve kendisine muhabbeti esas alır. Onların yolu hakîkatte, bu muhabbet bağını gözetmek ve aslâ kaybetmemektir.”[35]

Ubeydullah Ahrâr Hazretleri pek çok büyük zât yetiştirmiştir. Büyük âlim Molla Abdurrahman Câmî Hazretleri de ona muhabbetle bağlananlardandır. Molla Câmî Hazretleri, üstâdına duyduğu muhabbeti, emsalsiz ifâdeleriyle dolu manzum ve mensur eserlerinde cümle âleme açıkça sergilemiştir. Bunların en meşhuru, bizzat ona armağan ettiği Tuhfetü’l-Ahrâr isimli mesnevîsidir. (Reşahât, s. 275-276)

UBEYDULLAH AHRAR HAZRETLERİNİN VEFATI

Ubeydullah Ahrâr Hazretleri, hicrî 895 senesinin Muharrem ayı başında hastalandı ve 89 gün süren rahatsızlığın ardından 89 yaşında vefât etti. Bu tevâfuk, talebelerine:

“Bir günlük hummâ hastalığı, bir senelik günahlara kefârettir.”[36] hadîs-i şerîfini hatırlattı.

Hâce Ubeydullah Hazretleri hastalığı şiddetlendiğinde bile namaz vakitlerine riâyet eder, ilk vaktinde kılmaya çok ehemmiyet verirdi. Artık iyice ağırlaşmıştı. Rebîulevvel ayının son günü, akşam namazı vakti idi:

“–Akşam namazı oldu mu?” diye sordu.

“–Oldu.” diye cevap verilince, namazı işaretle kıldı. Yatsı vakti girerken son nefesini verip Hakk’ın rahmetine kavuştu. Tarih 29 Rebîulevvel 895 / 20 Şubat 1490 idi.[37]

UBEYDULLAH AHRAR HAZRETLERİNİN KABRİ NEREDE?

Mübârek naaşı, Semerkand’ın Hâce Kefşîr mahallesinde defnedildi.[38]

UBEYDULLAH AHRAR HAZRETLERİNİN HİKMETLİ SÖZLERİ

  • “İnsanın yaratılış gâyesi kulluktur. Kulluğun özü ise devamlı tevâzû, mahviyet, hiçlik, yokluk ve huşû hâlinde Hakk’a ilticâ etmek, her hâlükârda Cenâb-ı Hakk’ın azametini tefekkür etmek ve O’nun her an bizimle beraber olduğunu unutmamaktır.”[39]
  • Bir mürîdine yazdığı mektupta şöyle buyurmuştur:

“Kulluğun hakîkati; tevâzû, huşû, niyaz ve gönül kırıklığı ile ilticâdır. Yani dâimâ duâ hâlinde bulunmaktır. Bu hâl ise, Hak Teâlâ’nın azameti gönle iyice yerleşince ortaya çıkar.

Saâdetin elde edilmesi, muhabbete bağlıdır. Muhabbetin teşekkülü, öncekilerin ve sonrakilerin efendisi Resûlullah’a tâbî olmaya bağlıdır. Efendimiz’e tâbî olmak da bunun usûlünü bilmekle mümkündür. Bu usûlü öğrenmek maksadıyla, hâl ehli âlimlerin meclislerine devam etmek lâzımdır. Ancak ilmi, dünyevî menfaat ve makam elde etme vesîlesi yapan âlimlerden uzak durmak gerekir.

Raks ve semâ eden, (helâl, haram veya şüpheli demeden) her ne olursa tereddütsüz alıp veren dervişlerle beraber olmaktan sakınılmalıdır. Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat mezhebinin akîdesine uymayan bâtıl sözleri dinlemekten kaçınmak gerekir. İlmi, Allah Resûlü Efendimiz’e tâbî olmaya götüren hakîkî irfânın zuhûru için tahsil etmek lâzımdır, vesselâm!..”[40]

  • “Bu yolda nefesi zikrullah ile yıkayıp muhâfaza etmek ve buna çok ehemmiyet vermek gerekir. Yani her nefesin kalbî huzur ve mânevî uyanıklık içinde sarf olunması lâzımdır.”[41]
  • “Sâdık mürîde düşen vazife, Allah dostlarının gönüllerine girebilmek ve onların emirlerini büyük bir samimiyetle yerine getirmektir. Onların arzularını, kendi arzularının üstünde tutmaktır.”[42]
  • “Sâlik bâzen mânevî hâlini kaybedebilir. Bunun sebebi, ekseriyetle şu tür hareketlerdir:

- İslâmî kâidelere aykırı fiillerde bulunmak. Haram veya şüpheli bir gıdâ yemek gibi…

- Kul hakkına girmek. Bir mü’minin gıybetini yapmak gibi…

- Allâh’ın mahlûkâtına merhametsiz davranmak ve ona zarar vermek. Sebepsiz yere bir kediyi, köpeği rahatsız etmek gibi…”[43]

  • “Fazla açlık ve uykusuzluk, akla zarar verir. Böyle bir akıl da hakîkati idrakten âciz kalır. Bu yüzden bâzı riyâzat ehlinin keşiflerinde hatâlar vâkî olmuştur.”[44]
  • “Bütün hâller ve vecdler bize verilmiş olsa, ama iç dünyamızda Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat îtikādı olmasa, bütün bu hâlleri sadece rezillik olarak görürüz. Bütün eksiklikler ve kusurlar içimizde olsa, fakat iç dünyamız Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat inancı üzere dosdoğru olsa, bunda bir beis görmeyiz.”[45]
  • “«Ene’l-Hak» demek kolaydır. «Ene»yi yok etmek müşküldür.”[46]

[1] Bkz. Kösec Ahmed, Tuhfetü’l-Ahbâb, vr. 94a; Velîhâce, Hâce Ahrâr-ı Velî, s. 74-75; Necdet Tosun, Bahâeddîn Nakşbend: Hayatı Görüşleri Tarîkatı, İstanbul 2002, s. 159.

[2] Câmî, Nefahât, s. 564.

[3] Reşahât, s. 413.

[4] Reşahât, s. 413.

[5] Mîr Abdülevvel, Mesmû‘ât, s. 70, 78; Muhammed Kādî, Silsiletü’l-Ârifîn, vr. 34a-35a; Reşahât, s. 148-152, 432, 434.

[6] Reşahât, s. 415.

[7] Câmî, Nefahât, s. 550, 564; Muhammed Kādî, a.g.e, vr. 47b-48b; Reşahât, s. 207, 434; Bedreddîn Sirhindî, Hazarâtü’l-Kuds, I, 174a.

[8] Bkz. Reşahât, s. 419.

[9] Mîr Abdülevvel, a.g.e, s. 32-33; Reşahât, s. 425.

[10] Muhammed Kādî, a.g.e, vr. 37b; Reşahât, s. 425.

[11] Reşahât, s. 426-427.

[12] Mîr Abdülevvel, a.g.e, s. 106; Muhammed Kādî, a.g.e, vr. 34a, 142b-143a.

[13] Reşahât, s. 423. Son zamanlarda Moskova’da basılan The Semerqand Documents of the XV-XVI Centuries isimli belgeler de, Hâce-i Ahrâr’ın, Semerkand bölgesinde 35.000 hektar tarım alanını idâre ettiğini göstermektedir. Tarım ve otlak arazilerinin yanında bahçeler, evler, dükkânlar, değirmenler, tarım araçları, tekkeler, medreseler ve câmiler de vardır. (Kadir Köse - H. İbrahim Şimşek, Altın Halkalar, s. 283)

[14] Batman: 7.697 kg ağırlığında bir ölçü birimi.

[15] Reşahât, s. 424.

[16] Reşahât, s. 424.

[17] O. D. Çehoviç, Samarkandskie Dokumenti XV-XVI vv. (o Vladeniyah Hodci Ahrara v Srednei Azii i Afganistane), Moskova 1974, s. 107-174, 332; Velîhâce, a.g.e, s. 73.

[18] Reşahât, s. 639.

[19] Mîr Abdülevvel, a.g.e, s. 82.

[20] Reşahât, s. 487.

[21] Mevlânâ Şeyh, Menâkıb-ı Hâce Ubeydullâh-ı Ahrâr, vr. 12a.

[22] Kişmî, Nesemâtü’l-Kuds, s. 244.

[23] Mevlânâ Şeyh, a.g.e, vr. 72b-73a; Reşahât, s. 549.

[24] Mîr Abdülevvel, a.g.e, s. 72; Mevlânâ Şeyh, a.g.e, vr. 11a; Muhammed Kādî, a.g.e, vr. 64b-65a.

[25] Reşahât, s. 615-616.

[26] Bkz. Mevlânâ Şeyh, a.g.e, vr. 4b-5a; Câmî, Nefahâtü’l-Üns, [Lâmi’î Çelebi kısmı], s. 566-567; Taşköprüzâde, eş-Şakāiku’n-Nu‘mâniyye, s. 157-158; Mecdî Mehmed, Hadâiku’ş-Şakāik, s. 272-273; Hoca Sâdeddîn, Tâcu’t-Tevârîh, I, 410-411.

[27] Reşahât, s. 483-484.

[28] Mîr Abdülevvel, a.g.e, s. 153; Reşahât, s. 429-430.

[29] Ubeydullah Ahrâr, Fıkarât, vr. 74a, 118b, 153a-b, 156a; Ârif Nevşâhî, “Risâle-i Vâlidiyye”, s. 69-72.

[30] Reşahât, s. 68.

[31] Reşahât, s. 474.

[32] Reşahât, s. 156.

[33] Reşahât, s. 74.

[34] Reşahât, s. 621-622.

[35] Reşahât, s. 460.

[36] Münâvî, Künûzü’l-Hakāik, nr: 3304; Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, I, 367, nr: 1173.

[37] Reşahât, s. 652.

[38] Reşahât, s. 653; Seyyid Şerîf Râkım, Târîh-i Râkım, vr. 76a-79a.

[39] Reşahât, s. 521.

[40] Reşahât, s. 629.

[41] Reşahât, s. 63.

[42] Reşahât, s. 162.

[43] Bkz. Mîr Abdülevvel, a.g.e, s. 77; Reşahât, s. 492-493.

[44] Reşahât, s. 518.

[45] İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât, I, 578, no: 193.

[46] Abdülganî bin Ebî Saîd, Hüvelganî Risâlesi, s. 159.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altın Silsile, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

ALTIN SİLSİLE

Altın Silsile

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.