Tebliğ Nedir? Tebliğ İle İlgili Hadisler

Tebliğ nedir, nasıl yapılır? Tebliğ ile ilgili ayet ve hadisler...

Tebliğ mesuliyeti ile ilgili hadisler ve hadislerin açıklaması...

1. Abdullah bin Amr Hazretlerinden rivâyet edildiğine göre Nebiyy-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Benden bir âyet bile olsa insanlara ulaştırınız!..” (Buhârî, Enbiyâ, 50; Tirmizî, İlim, 13/2669; Dârimî, Mukaddime, 46; Ahmed, II, 159, 202, 214)

2. Abdullah bin Mesut radıyallahu anh der ki: Resûlullah Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’i şöyle buyururken işittim:

“Sizler yardım görüp düşmanlarınıza gâlip gelecek, ganimetler elde edecek ve birçok beldeler fethedeceksiniz. Sizden kim bu vakte erişirse, Allah’tan korksun, mârufu emredip münkerden nehyetsin. Kim bile bile benim adıma yalan uydurursa cehennemdeki yerine hazırlansın.” (Tirmizî, Fiten, 70/2257; Ahmed, I, 401, 436)

3. Ebû Saîd el-Hudrî radıyallahu anh, “Resûlullah Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’i şöyle buyururken işittim” demiştir:

“Kim bir kötülük görürse, onu eliyle değiştirsin. Buna gücü yetmezse, diliyle değiştirsin. Buna da gücü yetmezse, kalbiyle muhâlefet etsin ki bu, imanın en zayıf hâlidir.” (Müslim, Îmân, 78. Ayrıca bkz. Tirmizî, Fiten, 11; Nesâî, Îmân, 17)

4. Nu’mân bin Beşîr’den radıyallahu anh rivâyet edildiğine göre Nebiyy-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Allah’ın çizdiği sınırları aşmayarak orada duranlarla bu sınırları aşıp ihlâl edenler, bir gemiye binmek üzere kur’a çeken topluluğa benzerler. Onlardan bir kısmına geminin üst katı, bir kısmına da alt katı düşmüştü. Alt kattakiler su almak istediklerinde üst kattakilerin yanından geçiyorlardı. Alt katta oturanlar:

«–Hissemize düşen yerden bir delik açsak, üst katta oturanlara eziyet vermeyiz» dediler.

Şayet üstte oturanlar, bu isteklerini yerine getirmek için alttakileri serbest bırakırlarsa, hepsi birlikte batar helâk olurlar. Eğer ellerinden tutarak bunu önlerlerse, hem kendileri kurtulur, hem de diğerleri kurtulmuş olur.” (Buhârî, Şirket, 6; Şehâdât, 30. Ayrıca bkz. Tirmizî, Fiten, 12)

5. Huzeyfe’den radıyallahu anh rivâyet edildiğine göre Nebiyy-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Canımı gücü ve kudretiyle elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, ya iyilikleri emreder ve kötülüklerden nehyedersiniz, ya da Allah, kendi katından yakın zamanda üzerinize bir ceza gönderir, sonra Allah’a yalvarıp dua edersiniz lâkin, duanız kabul edilmez.” (Tirmizî, Fiten, 9/2169)

6. Bir gün Ebûbekir radıyallahu anh Allah’a hamd ü senâdan sonra şöyle dedi:

“Ey insanlar! Siz şu âyeti okuyor, lâkin yanlış anlıyorsunuz:

«…Siz kendinize bakın, siz doğru yolda olduğunuz müddetçe sapıtan kimseler size zarar veremez...» (Mâide 5/105)

Hâlbuki biz Nebiyy-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem’i şöyle buyururken işittik:

«İnsanlar zâlimi görüp de onun elini tutmaz (zulmüne mânî olmazlar)sa, Allah’ın onları umûmî bir şekilde cezalandırması yakındır.»”

Râvî Amr radıyallahu anh, Hüşeym’den naklen Hz. Ebûbekir’in şunları söylediğini ifade eder:

“Ben Resûlullah Efendimiz’i şöyle buyururken işittim:

«Bir topluluğun arasında mâsiyetler/günahlar işlenir de onlar, güçleri yettiği hâlde bunu değiştirmezlerse, Allah yakın bir zamanda mutlaka onlara umûmî bir azap gönderir.»” (Ebû Dâvûd, Melâhim, 17/4338; Tirmizî, Fiten, 8; Tefsîr, 5/17; İbn-i Mâce, Fiten, 20; Ahmed, I, 2, 7, 9)

7. Ebû Saîd radıyallahu anh der ki: Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

“Hiç kimse kendisini alçaltıp hakîr duruma düşürmesin!” buyurmuştu. Ashâb-ı Kirâm:

“–Ey Allah’ın Resûlü! Kendimizi nasıl alçaltıp küçük düşürürüz?” diye sordular. Allah Resûlü şöyle buyurdu:

“–Bir durumla karşılaşır ve onun hakkında Allah için bir şeyler söylemesi gerekir, ancak söylemez. Allah Teâlâ kıyâmet günü ona:

«–Şu şu hâdise karşısında ses çıkarmaktan seni alıkoyan ne idi?» diye sorar. O:

«–İnsanların korkusu!» diye cevap verir. Cenâb-ı Hak da:

«–Asıl benden korkman gerekmez miydi?» buyurur.” (İbni Mâce, Fiten, 20; Ahmed, III, 30, 91)

Hadislerin Açıklaması

Cenâb-ı Hak Müslümanları, din kardeşlerinden, yaşadıkları toplumdan ve bütün dünyanın gidişâtından mes’ûl tutmuştur. Resûlullah, her birimizin sürünün başındaki bir çoban gibi sorumlu olduğunu, dolayısıyla idâre ettiği kişilerden, vazife alanından ve yaptığı işten sorumlu olduğunu bildirmiştir.  Yani devlet başkanından en sade insana varıncaya kadar herkes, emrindeki insanları, yaptığı vazifeyi ve çevresini maddî mânevî zararlardan muhâfaza etmek mecbûriyetindedir.

Öyleyse bir Müslüman, sadece kendisini düşünmeyip diğer insanların da hayra yönelmesi ve yanlışlara düşmekten korunması için gayret göstermelidir. Yani Müslüman, önce kendisini, sonra da bütün insanlığı kurtarma azmi ve gayreti içinde olmalıdır.

Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Mü’min erkekler ve kadınlar, birbirlerinin velîleridir. İyiliği emreder, kötülükten menederler…” (Tevbe 9/71)

“Siz, insanlığın (iyiliği) için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten sakındırırsınız…” (Âl-i İmrân 3/110)

TEBLİĞ NEDİR?

Dolayısıyla emir bi’l-ma’rûf ve nehiy ani’l-münker, yani iyilikleri tavsiye edip kötülüklerin yanlışlığını anlatmak ve onlara mânî olmaya çalışmak, velîsi olduğumuz insanlara karşı mühim bir dînî vazifedir. Zira Allah Teâlâ âyet-i kerimede mü’minleri birbirlerinin velisi kılmıştır. “Tebliğ” ve “dâvet” diye de bilinen bu mesuliyet, İslâm’ın en büyük farzlarından biri ve dinin temelidir. İslâm nizamı onun sâyesinde kemâle erer ve Allah’ın ismi, daha çok bu yolla yüceltilir. Bu mesuliyet, imkânı nisbetinde her bir ferdi ilgilendirmekle birlikte Müslüman idâreciler ve âlimler üzerine daha çok sorumluluk düşmektedir.

Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Onlar, öyle kimselerdir ki, kendilerine yeryüzünde iktidar verdiğimiz takdirde, namazı kılar, zekâtı verir, iyiliği emreder ve kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar…” (Hac 22/41)

Başta idâreciler olmak üzere toplumun vazifesi, iyilik ve hayrı insanlara öğretecek âlimler yetiştirmektir. Çünkü herkesin bildiği basit konular olduğu gibi, normal insanların bilemeyeceği, ilim tahsîlini gerektiren mevzular da vardır. Bu tür meseleleri, bilgisi olmayan insanların düzeltmeye kalkışması doğru değildir. Onları ehline bırakmak gerekir. Bu sebeple Yüce Rabbimiz şöyle emretmiştir:

“Sizden, hayra dâvet eden ve iyiliği emredip kötülükten nehyeden bir topluluk bulunsun. İşte onlar felâha erenlerdir.” (Âl-i İmrân 3/104)

Âyet-i kerimeden, hayra dâvet vazifesini yerine getirecek bir grup teşekkül ettirmenin farz-ı kifâye olduğu anlaşılmaktadır. İslâm ümmeti, bu vazifeyi yerine getirecek bir cemaat yetiştirmek mecburiyetindedir. Bu vazife yerine getirilmediği takdirde, bütün ümmet vebal altında kalır.

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, iyiliği emretme vazifesine o kadar ehemmiyet vermiştir ki ashâbından bey’at alırken onlara, bütün Müslümanlara nasihat etme, samîmî ve gönülden davranma şartını koşmuştur. Cerîr bin Abdullah radıyallahu anh şöyle der:

“Peygamber Efendimiz’e namazı tam olarak kılmak, zekâtı hakkıyla vermek ve her Müslümana nasihat etmek üzere bey’at ettim.” (Buhârî, Îmân, 42; Mevâkît, 3; Zekât, 2; Müslim, Îmân, 97-98; Nesâi, Bey’at, 6, 17)

Ubâde bin Sâmit radıyallahu anh de şöyle demiştir:

“Biz Resûlullah Efendimiz’e zorlukta ve kolaylıkta, sevinçli ve kederli anlarda, başkaları bize tercih edildiği zamanlarda, kendisini dinleyip itaat etmeye, açıkça küfür sayılan bir şey yapmadıkları sürece idârecilerin işlerine karışmamaya, nerede olursak olalım hakkı söyleyeceğimize ve Allah hakkı için hiçbir kınayıcının kınamasından korkmayacağımıza dâir bey’at ettik.” (Buhârî, Ahkâm, 42; Müslim, İmâre, 41; Nesâî, Bey’at, 1, 2, 3; İbni Mâce, Cihâd, 41)

Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem, iş îcâbı yolların kenarında oturmak mecbûriyetinde kaldıklarını söyleyen kimselere, yolun hakkı olarak iyiliği emretme ve kötülükten sakındırma vazifesi vermiştir. (Bkz. Buhârî, Mezâlim, 22; İsti’zân, 2; Müslim, Libâs, 114; Ebû Dâvûd, Edeb, 12)

Bütün bunlar, tebliğ, dâvet, emir bi’l-ma’rûf ve nehiy ani’l-münker vazifelerinin ehemmiyetini göstermektedir.

TEBLİĞ FARZ MIDIR?

Birinci hadisimiz, tebliğ vazifesini bütün Müslümanların mutlaka yapması gerektiğine ve herkesin bir âyet, bir hadis bile olsa, bilmeyen insanlara İslâmî bir bilgi ulaştırabileceğine delâlet etmektedir. Her Müslümanın bildiği bazı bilgiler vardır ki İslâm’dan uzak olan bir kısım insanlar onları bilmeyebilir. Öyleyse Müslüman, az veya çok bildiği dînî hakikatleri diğer insanlara ulaştırmalıdır.

TEBLİĞ VAZİFESİ

İkinci hadisimizde Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem, Müslümanların gâlip geleceğini, pek çok ganimetler elde ederek zenginleşeceklerini ve topraklarını genişleterek güç kuvvet sahibi olacaklarını müjdelemektedir. Ancak Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in burada bir endişesi vardır. O da şudur: İnsanlar maddî refâha ve kuvvete nâil olduklarında, dünyaya meyilleri artar ve dînî duyguları zayıflamaya başlayabilir. Böyle olduğunda ise tebliğ vazifesini ihmal ederler.

Nitekim Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem diğer bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur:

“Sizde iki sarhoşluk ortaya çıkmadıkça, Allah tarafından gelen hak din üzere devam edersiniz: Cehâlet sarhoşluğu ve dünyaya aşırı düşkünlük. Siz iyiliği emreder, kötülüğe mânî olur ve Allah yolunda cihad ederken, içinizde dünya sevgisi zuhûr edince; iyiliği emretmez, kötülüğe mânî olmaz hâle gelir ve Allah yolunda cihadı terk edersiniz. O gün Kitap ve Sünnet’ten bahseden, onları anlatmaya çalışanlar, Ensâr ve Muhâcirlerden İslâm’a ilk giren kimseler gibidir.” (Heysemî, VII, 271; Ebû Nuaym, Hilye, VIII, 49)

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, herkesin dünya sarhoşu olduğu zamanlarda takvânın çok büyük bir ehemmiyet kazandığına işaret ederek, Müslümanları Allah’tan korkmaya ve netîcede İslâm’ı, insanlara söz ve davranışlarla daha fazla anlatmaya dâvet etmektedir. Öyle bir devirde iyilikleri terviç ve teşvik edip kötülüklere engel olmaya çalışmak, mü’minler için en başta gelen vazifelerdendir. Buna muvaffak olmanın zorluğu ise âşikârdır. Ancak güçlüğü nisbetinde mükâfâtının da fazla olacağı muhakkaktır. Nitekim Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, zor zamanlarda İslâm’ı anlatan ve insanları hayra çağıran kişilerin, ilk İslâm’a giren Ensâr ve Muhâcirler gibi sevap ve fazilet kazanacağını müjdelemektedir.

Ancak tebliğ vazifesini yapan mü’minler, birtakım şartları hâiz olmalı ve çok dikkatli davranmalıdır. Dîni bilmeyen kimselerin hamâsî tavırlarla yalan yanlış şeyler söylemesi ve karışıklığa sebep olacak davranışlara girmesi hiç de doğru değildir. Din adına konuşan kişi, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem adına yalan yanlış şeyler söylememelidir. Kim Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem’in söylemediği ve yapmadığı şeyleri ona izâfe ederse, kendisini cehenneme atmış olur. Nitekim hadisimizde; “Cehennemdeki yerine hazırlansın” diye şiddetli bir tehdîd vârid olmuştur. Bu ifade aynı zamanda, Allah Resûlü hakkında yalan söyleyenler aleyhine bir beddua ve kendi kendini ateşe atan bu ahmak insanlarla alay etme mânâsı taşır.

Buradan, marufu emir ve münkerden nehiy vazifesini, dîni bilen kişilerin yapması gerektiği anlaşılmaktadır. Ancak, herkesin bildiği bir mesele söz konusu ise bütün Müslümanlar usûlünce müdâhale edebilir. Şayet emirler ve nehiyler, içtihâdî konularla ilgiliyse, o zaman bu vazifeyi sadece âlimler yapmalıdır. Onlar da üzerinde ittifak edilen mevzulara dâir emir ve nehiylerde bulunabilir, ancak ihtilaflı konulara girmezler.

İSLAM’IN TEBLİĞ METODU

İyiliği emir ve kötülükten nehiy vazifesi yapan kişiler, İslâm’ın tebliğ metodunu iyi bilmelidir. Zira nezâket, güzel muamele, yumuşak bir lisâna sahip olma, insanlara merhametle yaklaşmak gibi umûmî esaslara riâyet etmek, çok büyük bir ehemmiyet arzeder.

HAKSIZLIK KARŞISINDA SUSMAMALI

Üçüncü hadisimizde, Müslümanların herhangi bir kötülüğe kesinlikle göz yummaması gerektiğine işaret edilmektedir. Müslüman bir yanlış veya günah gördüğünde onu eliyle değiştirebiliyorsa eliyle, buna gücü yetmiyorsa diliyle, hiçbirine güç yetiremiyorsa en azından kalbiyle değiştirmeye çalışmalıdır. Kötülük ve günahlar karşısında bir şey yapamayan kişi, hiç değilse kalbine sahip çıkmalı, kalbinden buğzederek günahı zamanla normal görmeye başlamaktan kendisini korumalıdır. Diğer taraftan, kalbiyle Allah’a dua ederek kötülükleri bertaraf etmeye gayret etmelidir. Bu durum, imanın en zayıf hâlidir. Bunu da yapmayan kimse, kendi imanını tehlikeye atmış olur. Kalbi, günahkârların kalbine benzemeye başlar.

Hadis-i şerifte şöyle buyrulur:

“Benden önce Allah’ın gönderdiği her peygamberin, mutlaka ümmetinden havârîleri ve arkadaşları olmuştur. Bunlar onun sünnetiyle amel ederler, emirlerini de yerine getirirlerdi. Onlardan sonra öyle nesiller gelmiştir ki, yapmadıklarını söyleyip, kendilerine emredilmeyeni de yapmışlardır. Kim bu gürûha karşı eliyle mücâhede ederse mü’mindir. Kim onlarla diliyle mücâhede ederse o da mü’mindir. Kim de onlarla kalbiyle mücâhede ederse o da mü’mindir. Bunun gerisinde artık hardal tanesi kadar iman yoktur.” (Müslim, Îmân, 80)

Kötülük karşısında kalbin durumu çok önemlidir. Bunu göstermek için Resûlullah şöyle buyurur:

“Yeryüzünde bir kötülük işlendiği vakit, ona şahit olan kişi (elinden bir şey gelmediği takdirde) diliyle ve kalbiyle bunu çirkin görürse, o kötülüğü görmemiş gibi zararından kurtulur. O kötülüğe şahit olmadığı hâlde, işittiği zaman memnun kalan kimse de, sanki şahit olmuş gibi mânen zarar görür.” (Ebû Dâvûd, Melâhim, 17/4345)

Dördüncü hadisimizde, tebliğ vazifesinin ehemmiyeti ve ihmal edildiği takdirde bütün toplumun zarar göreceği güzel bir misâl ile anlatılmaktadır.

Kötü insanların yaptığı yanlışlar ve işlediği günahlar sebebiyle karada ve denizde fesâd zuhûr eder.  Cenâb-ı Hak kötüler üzerine belâ ve musibetler gönderir. Bunun netîceleri ise, insanların birlikte yaşadığı bir gemi mesâbesinde olan dünya hayatına zarar verir. Şayet mü’minler bu kötülüklere mânî olmazlarsa, dünya üzerinde yaşayan bütün insanlar zarar görür. Ancak Müslümanlar çıkıp da iyilikleri yaygınlaştırır ve kötülükleri ortadan kaldırırlarsa, hem kendilerini hem de diğer insanları helâktan kurtarmış olurlar.

Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“…Biz fenâlıktan menedenleri kurtardık; zâlimleri de Allah’a karşı gelmekten ötürü şiddetli azâba uğrattık.” (A’râf 7/165)

Yani kötülüklere engel olma gayreti içinde bulunmak, insanları kurtuluşa götürür. Tebliğ vazifesini terk etmek ise, zâlimlerin cezasından hisse almaya sebep olur.

KÖTÜLÜĞÜ GÖRMEZDEN GELMENİN SONUÇLARI

Beşinci hadisimiz, kötülükleri görmezden gelmenin sebep olacağı acı netîceleri haber vermektedir. Günahların artması karşısında gazaplanan Cenâb-ı Hak, kullarını akıllandırmak için, yaptıklarına karşılık ahirette vereceği cezanın bir kısmını bu dünyada tattırır. Böylece kullarının hatalarını anlayarak doğru yola gelmelerini murâd eder. Bu da iyi kötü bütün insanlara zarar verir. Kötülüklerden sakındırmayan iyi insanlar da böylece cezalarını çekmiş olurlar. Başlarına belâ geldikten sonra Allah’a dua ederler, ancak iş işten geçtiği için duaları kabul edilmez.

Kıtlık, kuraklık, tabiî âfetler, zâlim ve kötü kimselerin toplumların başına musallat olması, Müslümanlar arasında tefrikanın ortaya çıkması ve benzer musibetler, insanların başına gelen umûmî belâlardır. Bunlar da helâke, çöküş ve yok oluşa sebeb olurlar. İyiliği emir ve kötülükten nehiy vazifesini ihmal eden veya terk eden toplumlar, bu belâları hak etmiş demektir.

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, ilâhî cezayı hak eden bir toplumdaki bozulmanın, tebliğ ve dâvet vazifesini terk etmekle başladığını, İsrâiloğulları’ndan bir misâlle şöyle anlatmıştır:

“İsrâîloğulları’ndaki ilk bozulma şöyle başlamıştır. Bir kişi, kötülük yapan birini görünce:

«Bak arkadaş! Allah’tan kork ve bu yaptığından vazgeç! Çünkü bunu yapmak sana helâl değil!» diye uyarırdı. Ertesi gün o adamı aynı vaziyette gördüğünde onunla birlikte yiyip içmek ve yanında oturabilmek için bir daha îkaz etmezdi. İşte o zaman Allah Teâlâ onların kalplerini birbirine benzetti.”

Sonra Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şu âyet-i kerimeleri tilâvet buyurdu:

“İsrâiloğulları’ndan kâfir olanlar, Dâvud ve Meryem oğlu İsa diliyle lânetlenmişlerdir. Bunun sebebi, söz dinlememeleri ve sınırı aşmalarıdır. Onlar, işledikleri kötülükten birbirlerini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Andolsun yaptıkları ne kötüdür! Onlardan çoğunun, inkâr edenlerle dostluk ettiklerini görürsün. Kendileri için (âhirete) hazırladıkları şey ne kötüdür: Allah onlara gazâb etmiştir ve onlar azap içinde devamlı kalıcıdırlar! Eğer onlar Allah’a, Peygamber’e ve ona indirilene iman etmiş olsalardı kâfirleri dost edinmezlerdi; fakat onların çoğu yoldan çıkmış kimselerdir.” (Mâide 5/78-81)

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bundan sonra sözlerini şöyle tamamladı:

“Ya siz de birbirinize iyi şeyleri tavsiye eder, kötülüklerden sakındırır, zâlimin zulmüne mânî olursunuz, yahut da Allah Teâlâ kalplerinizi birbirine benzetir, İsrâiloğulları’na lânet ettiği gibi size de lânet eder.” (Bkz. Ebû Dâvûd, Melâhim 17/4336; Tirmizî, Tefsir 5/6, 7; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, X, 93)

Altıncı hadisimizde, bu tehlikeyi anlamak istemeyen kimselerin yanlış tefsir ettikleri bir âyet-i kerimeye temas edilmektedir:

“Siz kendinize bakın, siz doğru yolda olduğunuz müddetçe sapıtan kimseler size zarar veremez.” (Mâide 5/105)

Bazı insanların “Siz kendinizi düzeltin, başkaları sizi ilgilendirmez” şeklinde yanlış anladığı bu âyet-i kerime, aslında Müslümanları her türlü vazifelerini eksiksiz yapmaya dâvet etmektedir. Bunların içinde tebliğ vazifesi de yer almaktadır. Müslümanlar üzerlerine düşeni yapınca mesuliyetten kurtulur ve başkalarının yanlışlarından dolayı hesâba çekilmezler. Çünkü kimse kimsenin günahını çekmez. Ancak tebliğ vazifesini ihmal ederlerse, işte o zaman Hz. Ebûbekir radıyallahu anh’ın naklettiği hadisin tehdîdiyle karşı karşıya kalırlar. Aralarında günahlar işlenip dururken, güçleri yettiği hâlde buna mânî olmazlarsa, Allah Teâlâ yakın bir zamanda onlara mutlaka umûmî bir ceza gönderir.

ASHAB-I SEBT (CUMARTESİ HALKI) NEDEN HELAK OLDU?

Ashâb-ı Sebt’in (Cumartesi halkı) hâli, bunun en güzel misâllerinden biridir:

İsrâiloğulları’ndan olan Ashâb-ı Sebt, Kızıldeniz kenarında Eyle Kasabası’nda yaşıyorlardı. Cumartesi günü bütün işleri tatil edip ibadet etmeleri gerektiği hâlde, balık avlıyorlardı. Çünkü cumartesi günü balıklar onlara açıktan açığa sürüler hâlinde gelirdi. Balıklar, o gün kendilerine dokunulmadığını gördükleri için böyle yapıyor, diğer günlerde ise fazla gelmiyordu. Allah’ın emirlerini hiçe sayan bu halk, cumartesi günleri balıkların akın akın gelmesine imrendiler, hırslarını yenemediler ve balıkları avlamaya başladılar.

Bir müddet sonra halk ikiye ayrıldı:

  • Yasakları çiğneyen günahkâr kimseler.
  • Dindar ve hayırsever insanlar. Fakat dinine bağlı insanlar azınlıkta kalmış ve âsilere söz geçiremez, onları önleyemez olmuşlardı.

Nihâyetinde iyiler de kendi aralarında iki gruba ayrıldılar:

  • Günahkârları yola getirmek için uğraşıp didinen, her yolu ve usûlü deneyerek zahmetler çeken, nasihat eden, sonunda bıkarak ümitsizliğe kapılan insanlar. Bunlar bir müddet sonra tebliğ vazifesini terk ettiler.
  • Ümitsizliğe kapılmadan, bütün zorluklara ve zahmetlere tahammül ederek söz dinlemez halka vaaz ve nasihate devam eden mü’minler. Bu fedâkar insanların sayısı çok az idi.

Ümitsizliğe kapılarak tebliğ vazifesini terk eden kişiler bunlara:

“−Ne diye kendinizi boşuna yoruyorsunuz? Niçin boş yere nasihat ediyorsunuz? Bu günahkârların laf anlayacağı yok, kaç defâ söyledik dinlemiyorlar” diyorlardı. Sayıları az olan sâlih kişiler, bu menfî telkinlere aldırış etmeyip âhiretteki hesâbı düşünerek tebliğe devam ettiler.

Âyet-i kerimede bu durum şöyle ifade edilmektedir:

“İçlerinden bir topluluk, «Allah’ın helâk edeceği ya da çetin bir azapla cezalandıracağı bir kavme ne diye nasihat edip duruyorsunuz!» dediği vakit, tebliğde bulunanlar; «Rabbinize mâzeret beyan edebilmek için, bir de belki günahlardan sakınırlar diye!» cevabını verdiler.” (A’râf 7/164)

Daha sonra, tebliğ vazifesine devam edenler, diğerlerine gelecek olan musîbet kendilerine de gelmesin diye aralarına bir duvar çektiler. Duvarın arkasındaki sesler kesilince, bir de baktılar ki, bir gecede hepsi birden maymuna dönmüşler!.. Azaptan kurtulanlar maymuna çevrilen akrabalarını tanıyamasalar da onlar akrabalarını tanıyorlardı. Cezaya dûçâr olan bedbahtlar, azaptan kurtulan akrabalarının yanında bir müddet mahzun mahzun gezdiler. Akrabaları:

“–Biz sizi îkaz ederek günahlardan sakındırmamış mı idik?” deyince, yaşlı gözlerle başlarını sallarlardı. Üç gün sonra da maymun şekline girmiş olan bu âsîlerin hepsi öldü.

Bazı müfessirler:

“Yasak günde balık avlamayan, ancak bu emre itaat etmeyenlere herhangi bir îkaz ve nehiyde bulunmayıp susanlar da onlarla birlikte maymunlar hâline geldiler” demiştir. Bu durumda âyet, münkerden nehyetmeyenler hakkında vârid olan en şiddetli îkazlardan biridir.

Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“İşte bu hâdiseyi, o zaman hazır olanlara ve sonradan gelenlere ibret verici bir ceza, muttakîler için de bir nasihat kıldık.” (Bakara 2/66)

İsrâiloğulları buzağıya taptıklarında, Hz. Mûsâ aleyhisselam, doğru yoldan ayrılmayan Müslümanların bu kötülüğe mânî olma hususunda yeterince gayret etmediklerini düşünmüş ve bu yüzden helâk edilmelerinden korkarak:

“(Allah’ım!) İçimizdeki beyinsizlerin işledikleri (günah) yüzünden bizi helâk edecek misin?” diye ilticâda bulunmuştur. (A’râf 7/155)

MÜMİN KORKUSUZDUR

Yedinci hadisimizde, insanlardan korkarak veya utanarak tebliğ vazifesinden geri durulmaması gerektiği hatırlatılmaktadır. Böyle bir davranışın, kişiyi kıyamet günü hor ve hakîr kılacağı haber verilmektedir.

Cenâb-ı Hak bu hususta peygamberlerini örnek gösterir ve şöyle buyurur:

“Onlar Allah’ın gönderdiği emirleri tebliğ ederler, Allah’tan korkarlar ve O’ndan başka kimseden korkmazlar. Hesap görücü olarak Allah (herkese) yeter.” (Ahzâb 33/39)

Yine Kur’ân-ı Kerim’de Allah’ın sevdiği ve Allah’ı seven seçkin kulların mü’minlere karşı yumuşak, mütevâzı; kâfirlere karşı onurlu, izzetli, şiddetli, cesûr ve kendilerinden emîn oldukları, Allah yolunda her şeylerini fedâ ederek çalışıp gayret gösterdikleri ve bu hususta hiçbir kınayıcının kınamasından korkmadıkları, insanların ayıplamasına aldırmadan İslâm’a hizmet ettikleri ve kulların rızâsına değil Hakk’ın rızâsına tâlip oldukları övgüyle beyan edilmektedir. (Mâide 5/54)

Cenâb-ı Hak, mü’minlere, gördükleri İslâm’a aykırı davranışları düzeltme vazifesi vermiştir. Dînin yasakladığı bir şeyin yapıldığını gören mü’min, Allah’ın üzerindeki bir hakkı olarak orada doğruyu söylemeli, yanlıştan da vazgeçirmeye çalışmalıdır. İnsanların ayıplamasından veya kendisine bir zarar vermelerinden korkarak bir şey söylemezse, kıyâmet günü Cenâb-ı Hak ona niçin iyiliği tavsiye etmediğini soracaktır. Kusurlu mü’min insanlardan korktuğunu ifade edince, Cenâb-ı Hak, bir mü’minin her şeyden evvel Allah’tan korkması gerektiğini hatırlatacaktır. Böyle bir hesapla karşı karşıya kalan Müslüman, şüphesiz kendi kendini rezil etmekten başka bir şey yapmamıştır.

Ebû Saîd el-Hudrî radıyallahu anh der ki:

Resûlullah ayağa kalktı ve insanlara hitapta bulundu. Sözleri arasında şunlar da vardı:

“Dikkat edin! İnsanlara karşı duyulan korku, hiç kimseyi bildiği hakkı söylemekten menetmesin!”

Ebû Saîd radıyallahu anh bu hadisi naklettikten sonra ağlamış ve:

“–Vallâhi hayatta bazı şeyleri gördük de korkumuzdan dolayı bir şey söyleyemedik” diye hayıflanmıştır. (Tirmizî, Fiten, 26/2191; İbni Mâce, Fiten, 20; Ahmed, III, 5)

Tebliğ vazifesini ihmal eden mü’minlerden Cenâb-ı Hak hesap soracağı gibi, günah üzere terk ettikleri kimseler de gelip onların yakasına yapışacaktır.

TEBLİĞİN ÖNEMİ

Ebû Hüreyre Hazretleri şöyle anlatır:

(Ashâb-ı Kirâm arasında şu hakikati) duyardık: Kıyâmet gününde bir kişinin yakasına, hiç tanımadığı biri gelip yapışır. Adam şaşırır ve:

“–Benden ne istiyorsun? Ben seni hiç tanımıyorumki!” der. Yakasına yapışan kişi de:

“–Dünyada iken beni hatâ ve çirkin işler üzerinde görürdün de, îkaz etmez, beni o kötülüklerden alıkoymazdın” diyerek ondan dâvâcı olur. (Münzirî, et-Terğîb ve’t-terhîb, III, 164/3506; Rudânî, Cem’u’l-fevâid, V, 384)

Şunu da ifade edelim ki, tebliğde bulunurken veya kötülüğü menederken, daha büyük bir kötülüğe sebep olunmamalıdır. Kişinin bir kötülüğü eliyle veya diliyle değiştirmesi, kendisinin veya bir başkasının öldürülmesi gibi daha şiddetli bir fitneye sebep olacaksa, kalbiyle düzeltme yolunu tercih etmelidir. Çünkü insanın, kendisini bile bile tehlikeye atması, dinimizce doğru kabul edilmemiştir.

Kaynak: Dr. Murat Kaya, Efendimiz’den Hayat Ölçüleri, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

TEBLİĞİN EHEMMİYETİ VE ÜSLUBU

Tebliğin Ehemmiyeti ve Üslubu

PEYGAMBERİMİZİN TEBLİĞİNE ÖRNEKLER

Peygamberimizin Tebliğine Örnekler

PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN YETİŞTİRDİĞİ ÖĞRETMEN VE TEBLİĞCİLER

Peygamber Efendimiz’in Yetiştirdiği Öğretmen ve Tebliğciler

İSLAM'DA DAVET VE TEBLİĞİN ÖNEMİ VE FAZİLETİ

İslam'da Davet ve Tebliğin Önemi ve Fazileti

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.