
Tasavvufta Halvet Nedir, Cemiyet İçinde Manevi Terakki Mümkün mü?
Tasavvufta halvet ve uzlet, bireysel manevi gelişimin önemli unsurları arasında yer alırken, bu süreçlerin cemiyet içindeki yeri ve toplumsal sorumluluklarla nasıl birleştirilebileceği tartışma konusu olmaya devam ediyor. Peki, topluma hizmet ederken manevi terakki nasıl sağlanabilir?
İnziva, uzlet, halvet, cemaat ve cemiyet kavramları, Müslümanın topluma dönük mesuliyetini ve toplumsal kimliğini ifade eden kavramlardır. Yalnızlıktan ve insanlardan kopmamayı, cemaatle ve kalabalıkla bütünleşerek fert olabilmeyi ifade eder. Bu sebeple Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem Medine’ye hicret ettiği esnada Kuba’da ve hicret sonrası Medine’de inşa ettiği ilk yapı, mescid olmuştur.
İSLAM’DA İNZİVA VE UZLET NE ANLAMA GELİR, MÜMİN TOPLUMDAN UZAK DURABİLİR Mİ?
İctimâî hayat, ferdi ibadetlerin topluma mâl edilebilmesi ve yansıtılmasıyla başlar. Bu sebeple mescid, sadece namazların değil, Müslümanların gündeminde olması gereken hangi türden olursa olsun bilumum bildiri ve haberlerin kamuoyuna açık şekilde paylaşıldığı, bir anlamda “açık hava basın toplantılarının” yapıldığı merkezler olmuştur. İlk dönemlerden bugüne değin mescid, cemiyetleşmenin ve ferdi ibadet ile toplumu inşa edebilmenin kurumsal yönünü temsil etmiştir. Hz. Peygamber’in (s.a.v.) cemaatle kılınan namazın münferit kılınan namaza göre yirmi yedi derece daha üstün olduğunu[1] beyan ettiği hadisinde de bu hikmete dikkat çekilmektedir.
İslam’da inziva, kendi köşesine çekilerek her şeyden el-etek çekmek demek değildir. Bir Müslüman yapısı ve mizacı gereği uzleti tercih edecek olsa dahi bu konuda belirli hassasiyetleri göstermek, uzletin de âdâbına riayet etmekle mükelleftir. Bu konuda İmam Gazzâlî (r. aleyh) insanlar için uzletin dînî ve dünyevî olarak bazı durumlarda maslahat ifade edebildiği gibi mefsedet de ifade edebileceğini, bunu belirleyecek olanın ise insanın kendi meşrep, mizaç, maksat ve yönelişlerinin olduğunu söylemektedir.[2]
İslam’da manevi terakki ve tekâmül için inziva, uzlet ve diğer seyr u sülûk süreçleri elzemdir. Ancak inzivaya girmek, hayattan tecerrüt ederek inzivada kalmayı gerektirmemektedir. Uzlet insanlardan ilişkiyi ve irtibatı külliyen kesmeyi, muhabbet, uhuvvet ve tesanütü ihmal etmeyi meşrulaştırmamaktadır. Müslüman seyr u sülûk ile manevi kazanımlar elde edip irfânî bir kalp tahsili yaparken diğer yandan mesuliyet ve yükümlülüklerini askıya almayı mutadı haline getirmemelidir. Bu sebeple inziva, inziva halindeyken riyadan uzak elde edilen manevi birikim, terakki ve füyuzâtın ictimâî hayata intikal ve teşmil edilmesidir. Yani aklını, zihnini ve kalbini birer ahlak polisi gibi görevlendirerek varlık ve yaratılış sebebine muhalif olan hareket, niyet ve davranışlara mâni olabilmeli, inziva sürecini “çilehaneden hayatın merkezine”, uzleti “dağ başındaki ücra köşeden şehrin göbeğine” indirebilmelidir.
Seyr u sülûkun mevcut hayat içinde devam ettirilebilmesi şeklinde tasavvur edilen “halvet der encümen” düsturu da “halk içinde Hak’la beraberlik hissi ve kavrayışını” bu maksatla sistemleştirmiş, Nakşî yolunda tasavvufi merhalenin önemli bir sacayağı olarak kurumsallaştırılmıştır.
Başka bir ifadeyle gündüz cemiyette insanlarla birlikteyken insandan sadır olan davranış, hal ve hareketler, insanın yalnızken yaptığı ibadetlerin manevi kıvamına, feyiz ve bereketin çokluk veya yokluğuna, inkıbâz (kabz) ve inbisâd (bast) haline doğrudan tesir eden önemli faktörlerdir. İbrâhim b. Edhem’e (r. aleyh) gelerek “gece ibadetine kalkamadığından şikâyet eden” kimsenin teheccüde nasıl kalkacağına dair tavsiye talebinde bulunması üzerine İbrâhim b. Edhem’in (r. aleyh) “Gündüzleri Allah Teâlâ'ya isyan etme, günah işleme ki gece karanlığından Allah Teâlâ seni huzuruna kabul etsin.” yönündeki ifadesi de cemiyet ve fert bağlantısını ortaya koymakta, halvet ve uzletin birbirini tamamlayan iki unsur olduğunu göstermektedir.
Bu sebeple İslam “ictimâî hayatı” değil, “ictimaîliğin bizatihi kendisini” önemser. Yani yalnızken de kardeşlerinin halini aklında ve kalbinde hissedebilmek, yokluk ve mahrumiyetle karşı karşıya iken de muhtaçların hizmetine koşabilecek hamiyet, hizmet ve hassasiyete sahip olabilmek İslam'ın her durum ve şartta ictimâîyyâta verdiği önemi ifade eder. Dolayısıyla esas mes'ele ortak bir ufka ve derde sahip olmadığı düzinelerce insanla bir arada olmak değil, kardeşlerine, ailesine ve topluma karşı sorumluluğunu İslâmî hassasiyetle yerine getirirken iki kişi dahi kalsa ümmetin derdini üzerinde hisseden cemiyet ve ictimâîyyât insanı olabilmektir. Bu durum, Kur'ân-ı kerimin Hz. İbrâhim (a.s.) ile alakalı ifade edilen “Tek başına bir ümmet idi.” (Nahl/16-120) mana ve muhtevasının tecelli etmesi demektir. Yani tüm ümmetin hak, sorumluluk ve hassasiyetini, tek başına temsil ve tatbik eden Hz. İbrâhim’den (a.s.) bahsederken Allah Teâlâ kemiyete dayalı bir ümmetten bahsetmemektedir. Hakeza Allah Rasûlü Aleyhisselâm “Allah Teâlâ dinini, tek bir facirle bile olsa izzet günlerine eriştirecektir, dinini aziz kılacaktır.”[3] hadisindeki mana da etrafımızda toplanan kalabalıklarla değil, tüm kalabalıkların sorumluluk ve azmini tek başına da olsa birkaç kimsenin kendine vazife edinmesini ihtiva etmektedir.
Hülasa, İslam’da “çile ve erbaîn”, ictimâî hayattan uzak kalarak, toplumu ifsat merkezlerinin eline terk ederek münzevi bir hayat sürmek değildir. Nitekim Hz. Peygamber'in (s.a.v.) hayat-ı saadetlerinde de toplumdan kopuk ve uzak bir ibadet anlayışı olmamıştır. Ayrıca tüm mürşitler, esas dervişliğin ve tasavvufi hayatın, seyr u sülûk sonrası hayata tatbik edilen “şehir dervişliği” olduğunu ifade etmektedirler. Bununla birlikte günah ve mahremiyetlerle, nefsini dizginleyecek ve şeytana diş geçirecek imtihanları görmezden gelerek fildişi kulesinde yapılan bir dervişlik, dervişlik edebiyatı yapılan bir tasavvuf anlayışından ve hamasetinden ibarettir.
Bu sebeple Müslüman, “çilesini çekerken ve erbaîn tamamlarken” elde ettiği kazanımları, hakîkî bir derviş hamiyet ve liyakatiyle halk içinde yerine getirebilmeli, irfânî sorumluluğunu kendiyle birlikte diğer insanların iflahına vesile olacak bir ameliye ortaya koyabilmelidir. Müslüman, her tavrı ile Müslüman olmayanlara muhalefet edebilmeli, gayr-i müslimlere benzememelidir. Hayattan kopuk bir inanç anlayışı İslam'da olmadığına göre ruhban tavrıyla İslam'ı yaşamak iddiası ne kendi mevcudiyetini sağlayabilen ne de etrafına faydası olan ateş üzerinde eriyen mumdan farklı değildir.
Dipnotlar:
[1] Buhârî, Ezân 30; Müslim, Mesâcid 249. [2] Ebû Hamid Muhammed el-Gazzâlî, İhyâ-u ulûmi’d-Dîn (Dımaşk: Dâru’l-Feyhâ, 2011), 3/169-171. [3] Buhârî Cihad, 182; Müslim İman, 178.
Kaynak: Mehmet Büyükmutu, Altınoluk Dergisi, Sayı: 471
YORUMLAR