Son Nefeste Aşk

Ölüm ânı ve akabinde yaşananlar herkes için farklı farklı tecellî etse de, ölümün belki de en güzel hâlini yaşayanlardır: Allah dostları…

Üstad Necip Fâzıl şöyle der:

“O demde ki, perdeler kalkar, perdeler iner,

Azrâil’e «Hoş geldin!» diyebilmekte hüner...”

Üstad bir başka şiirinde de bu ânı şöyle ifade etmiş:

“Bu dünyada renk, nakış, lezzet, ne varsa küsüm;

Gözümde son mârifet, Azrâil’e tebessüm…”

İşte bu mısralarda anlatıldığı üzere; ölüm meleğine “Hoş geldin!” diyebilmiş, onu tebessümle karşılamış ve hayatlarının son anlarında bizlere türlü ibret ve dersler bırakmış, ömrünün en zor ânında, yani “sekerât ânı”nda Allâh’ın huzûruna varmanın, yâr ile vuslata ermenin şevk ve heyecanıyla ölüm acısını hissetmemiş, güzîde şahsiyetlerden bazıları:

DÜNYA VE AHİRET SULTANLIĞI

Sultan I. Ahmed Han, 1617 (h. 1026) senesinde hastalandı. Sırtında bir yara çıkmıştı. Mâbeynci Mustafa, Sultân’ın vefâtından bir gün önce huzurunda iken, Ahmed Hân’ın, odada görünmeyen bazı kimselere dört defa:

“-Ve aleyküm selâm!” dediğini işitti.

Sebebini sorduğunda Sultan Ahmed Han:

“-Şu anda yanıma Hazret-i Ebûbekr-i Sıddîk, Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman ve Hazret-i Ali -radıyallâhu anhüm- geldiler. Bana:

«-Sen dünya ve âhiretin sultanlığını kendinde toplamışsın. Yarın Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yanında olacaksın!..» buyurdular.” cevabını verdi.

Hakîkaten ertesi gün, bu dünya ve âhiret sultanının hayatı, her fânî gibi nihâyete erdi.

Cenâzesinin yıkanması için mürşidi Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri dâvet edildi. Ancak:

“-Sultânımı çok severdim. Dayanamam. İhtiyarlığım sebebiyle beni mâzur görün!” buyurdu.

Talebelerinden Şâban Dede’yi gönderdi. Şeyhülislâm Hocazâde Mehmed Çelebi’nin kıldırdığı cenâze namazından sonra, kendi yaptırdığı Sultanahmed Câmii yanındaki türbesine defnedildi.

Rahmetullâhi aleyh!.. (Bkz: Osman Nûri Topbaş, Âbide Şahsiyetleri ve Müesseseleriyle Osmanlı, sh: 204-206)

ALLAH AŞKIYLA CAN VERDİ

Zünnûn-i Mısrî -kuddise sirruh- için emr-i Hak vâkî olduktan sonra cenazesi taşınırken müezzin kelime-i şehâdet getirdi. Zünnûn Hazretleri de parmağını kaldırdı. Bu hâli görenler, vecde gelerek feryâd ü figân ettiler, akabinde ne kadar uğraştılarsa da parmağını bükemediler. Mübarek bedenlerini kabre koyduktan sonra, kabrin üzerinden nûr eksik olmadığı görüldü.

Vefat ettiği günün gecesinde zamanın velîlerinden yetmiş kişi mânevi âlemde aynı şeyi görmüşlerdi:

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- diğer peygamberân-ı izâm ile karşılaşmış ve:

“-Allah dostu geliyor; gelin, karşılayalım!” buyurmuştu.

Zünnûn Hazretleri’ni gördüklerinde mübarek alınlarında yeşil yazı ile:

“Hâzâ habîbullah ve katîlullah” yani “Allah Teâlâ’nın dostu ve Allah aşkıyla can veren” yazılıydı. (Bkz. Ferîdüddîn Attâr, Tezkiretü’l Evliyâ, Erkam, sh: 60-61)

RUHUNU ORACIKTA TESLİM ETTİ

Sa’lebe bin Abdurrahman -radıyallahu anh- Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hizmetiyle meşgul olur, ihtiyaçlarını görürdü. Medîneli genç (ensâr) müminlerdendi. Hicretten sonraydı. Bir defasında Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onu bir ihtiyacı için gönderdi.

Ensardan bir kişinin evinin yanından geçerken, içeride yıkanmakta olan bir hanım gördü. Birkaç kez bakmış bulundu. Ancak yaptığından çok pişman oldu. Yaptıkları hakkında Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bir âyetin indirileceğinden korktu. Bu yüzden Medîne’den uzaklaştı. Mekke ve Medîne arasında bulunan bir dağa sığındı.

Kırk gün Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den uzak kaldı. O zaman halk kendisine:

“-Aklını kaçırdı!” demeye başladı. Bir müddet geçti. Cebrâil -aleyhisselâm-, Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gelerek şöyle buyurdu:

“-Ey Muhammed! Rabb’in Sana selâm söylüyor. «Ümmetinden bir kaçak, şu dağda cehennem ateşinden Bana sığınıyor.» buyuruyor.

Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“-Ey Ömer, ey Selman! Gidin bana Sa’lebe bin Abdurrahman’ı getirin.” dedi.

Her ikisi de yola koyuldular. Yolda kendilerini Medîne çobanlarından biri, Züfâfe karşıladı. Ömer bin Hattâb -radıyallâhu anh- ona şöyle dedi:

“-Ey Züfâfe! Şu dağdaki gençten haberin var mı?” diye sordu. Züfâfe:

“-Sen, cehennem azâbından Rabbine sığınan genci kastediyorsun, herhalde!..” dedi. Ömer -radıyallâhu anh-:

“-Onun cehennem azâbından Rabbine sığındığını nereden biliyorsun?” diye sordu. Züfâfe:

“-Nasıl bilmem? Gece yarısı oldu mu ortaya çıkar, başını elleri arasına alır ve «Yâ Rabbi! Rûhum alınsaydı, bedenim parçalara bölünseydi de bu günahı keşke işlemeseydim, el-amân, el-amân yâ Rabbi!» diye yalvarır yakarır.”

Derken Züfâfe yanlarından ayrıldı. Bir süre sonra Sa’lebe bin Abdurrahman ile birlikte geriye geldi. Sa’lebe bin Abdurrahman -radıyallâhu anh-:

“-Ey Ömer! Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- benim ne günah işlediğimi biliyor mu?” dedi. Ömer -radıyallâhu anh-:

“-Bilmiyorum, ancak dün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- seni andı. Durumuna çok üzüldü ve ağladı. Bugün de Selman ile birlikte bizi O gönderdi. Seni çağırıyor.” dedi. Sa’lebe bin Abdurrahman -radıyallahu anh-:

“-Ey Ömer! Ne olur, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- namaza durmuş, Bilâl de kamet getirmişken yanına gidelim. Ben O’nun nûr yüzüne bakamam.” dedi.

Ömer -radıyallahu anh-:

“-Peki, olur.” dedi.

Böylece üçü birlikte Medîne’ye doğru ilerlediler. Mescide geldiklerinde Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- akşam namazını kılıyordu. Ömer ile Selman -radıyallahu anhümâ- safa geçtiler, namaza durdular. Ancak Sa’lebe bin Abdurrahman -radıyallâhu anh-, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in kıraatini işitince kendinden geçti, bayılıp düştü. Namazı bitirince Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“-Ey Ömer, ey Selman! Sa’lebe bin Abdurrahman’a ne oldu?” buyurdu. Her ikisi de:

“-Bilmiyoruz, ey Allâh’ın Rasûlü!” dediler.

Rasûlullah Efendimiz yerinden doğruldu. Onun yanına kadar geldi ve şöyle seslendi:

“-Ey Sa’lebe!”

“-Buyur, ey Allâh’ın Rasûlü” dedi, Sa’lebe -radıyallahu anh-…

“-Neden benden uzaklaştın?”

“-Yâ Rasûlallah! Günahlarım!” dedi, Sa’lebe…

“-Peki, sana günahlarını, hatalarını silip yok edecek bir duâ öğreteyim mi?” buyurdu Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; «Ey Rabbimiz! Bize dünyada iyilik ver, âhirette iyilik nasip eyle ve bizi cehennem ateşinden koru.» (el-Bakara, 201) âyet-i kerîmesini okudu.

Sa’lebe bin Abdurrahman:

“-Ey Allâh’ın Rasûlü! Benim günahım çok büyük!” dedi.

Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“-Ey Sa’lebe! Allâh’ın kelâmı daha büyük, daha yücedir!..” buyurdu.

Ve sonra sahâbe-i kirâm efendilerimizden onu evine götürmelerini istedi. Sekiz gün hasta yattı, Sa’lebe -radıyallâhu anh-…

Bir süre sonra Selman -radıyallâhu anh-, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yanına geldi ve:

“-Ey Allâh’ın Rasûlü! Sa’lebe hakkında yapabileceğin bir şey var mı, çok rahatsız…» dedi. Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yanındakilere:

“-Haydi, yanına gidelim.” buyurdu.

Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- evine gelince, Sa’lebe’yi hasta yatağında buldu. Başını kucağına koydu. Ancak O, başını Rasûlullah Efendimiz’in kucağına sürmedi. Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“-Neden böyle yapıyorsun?” diye sordu. Sa’lebe -radıyallahu anh-:

“-Günahlarım, o Senin pâk dizini kirletmesin.” dedi.

“-Peki, ne hissediyorsun?”

“-Bütün bedenimin ve kemiklerimin sızladığını hissediyorum ey Allâh’ın Rasûlü!”

“-Ne talep ediyorsun?”

“-Rabbimin affını talep ediyorum, ey Allâh’ın Rasûlü!”

Kısa bir süre geçti. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e Cebrâil -aleyhisselâm- geldi.

“-Rabb’in Sana selâm söylüyor. Eğer kulum, yeryüzü dolusu kadar günahı da olsa Bana bir karış yaklaşırsa, Ben onu mağfiretimle karşılarım buyuruyor.” dedi.

Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“-Bunu kendisine bildireyim mi?” diye sordu. Cebrâil -aleyhisselâm- da:

“-Evet, bildir.” dedi.

Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, durumu Sa’lebe bin Abdurrahman -radıyallahu anh-’a söyleyince o, öylesine bağırdı (cezbelendi) ki, rûhunu oracıkta teslim etti.

Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- defin ve kefenlenmesi için gerekli işlemlerin başlatılmasını istedi. Sonra cenâze namazını kıldırdı. Namazdan sonra parmaklarının ucuna basarak yürüyordu. Sahâbe-i kirâm sordu:

“-Ey Allâh’ın Rasûlü! Hiç bu şekilde yürüdüğünü görmedik?”

“-Beni Hak ile gönderen Allâh’a yemin olsun, onu taşıyan melekler o kadar çok ki, kanatlarına basmamak için bu şekilde parmaklarımın ucuna basarak yürüyorum.” buyurdu. (Ebû Nuaym, Hilye, 3/277-278; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, 1/278’den naklen Mehmet Ildırar, Tasavvuf ve Tövbe, Semerkand, sh: 363-366)

Kaynak: Merve Güleç, Şebnem Dergisi, 142. Sayı

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.