Şâh-ı Nakşibend Hazretleri’nin Sohbeti

Bahâeddin Şâh-ı Nakşibend (k.s.) nasıl sohbet ederdi? Nakşibendiyye tarikatının kurucusu, Şâh-ı Nakşibend Hazretleri’nin sohbetini istifadenize sunuyoruz.

Şâh-ı Nakşibend -rahmetullâhi aleyh- şöyle sohbet etmiştir:

DERÛNÎ ÂŞİNA OL, ZÂHİREN BÎGÂNE SANSINLAR

Tevbe etmek nasîb olduğu zaman Rivertun köyünde ikâmet ediyordum. Namazlarımı mescidde cemaatle kılmaya îtinâ gösterirdim. Tesâdüfen bir vakit namazı cemaatle kılamamıştım. O mescidin, takvâ sahibi, âlim bir imamı vardı. Bana: “Ben seni meydanda saf tutan, yani cemaate devam eden bir yiğit olarak tasavvur ederdim, meğer sen safı ihmâl edenlerdenmişsin!” dedi. Ben: “Efendim siz bizi, meydanda saf tutan olarak tasavvur buyurmuşsunuz ama hakîkatte biz kalpleri perdeli olanlardanız.” dedim. Allah rahmet eylesin, o büyük zâtın dilinden şu (mânâya gelen bir) beyit sâdır oldu: “Aşk pazarında, yüzü kirli kalbi satın almazlar. Hâlis bir kalp gerekir ki ateşten temiz olarak çıkabilsin!” Bu söz, içime dert oldu. Onun ateşi gönlümde her an yanıp durdu ve o kararsızlık hâli bende artarak devam etti.

Abdülhâlık Gucdüvânî Hazretleri’nin emrettiği şekilde Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz’in hadîs-i şerîflerini ve ashâb-ı kirâmın haberlerini araştırmaya gayret ettim. Âlimlerin meclisine devam edip hadîs-i şerîf dersleri aldım, sahâbe-i kirâmın haber ve rivâyetlerini öğrendim. Bunların her biriyle amel edip, Allâh’ın inâyetiyle neticelerini üzerimde müşâhede ettim.

Dîggerânî (Kışlâkî) Hazretleri’nden tefsir ve hadis dersleri alıyordum. O günlerde yolum Nesef’e düşmüştü. Hocam orada bağ bakımı yapmaktaydı. Bahçede ılgın ağacı çok olduğundan bir baltaya ihtiyaç duyulmuş. Hocam: “Bizim baltamız Buhâra’da Hüsâmeddin Efendi’nin yanında asılı kaldı” buyurdu. Derhâl onun hatırından geçen mânâyı anladım. Haberleri olmadan hemen Nesef’ten Buhâra’ya giderek istedikleri baltayı ertesi gün kendilerine getirdim.

Bu yüce tarîkate sülûk edenlerin en kârlısı; tam bir niyaz, tevâzû ve tazarrû hâlinde yaşayıp yüksek himmet sahibi olanlardır. Bizi bu kapıdan geçirdiler. Ne bulduysam, niyaz, mahviyet, hiçlik ve yoklukta buldum. Bu yolda hiçliğe bürünmek, varlığı terk edip yokluk izhâr etmek ve mütevâzı olmak, büyük bir kârdır. Bunlar, büyük bir devlete nâil olmanın ipuçlarıdır.

Gençliğimde Buhâra’da bulunan bütün medreselerin helâlarını temizlerdim. Üstâdım bana; “Kalplere dikkat et! Düşkünleri, zayıfları ve gönlü kırıkları gözeterek onlara hizmet et! Halkın küçük gördüğü ve iltifat etmediği kişilere sen iltifat et ve onlara karşı tevâzû ve mahviyet göster!” tavsiyesinde bulundu. Ben de üstâdımın işaret ettiği üzere bir müddet bu hizmetlerle meşgul oldum.

Sonra, tekrar o aziz dost bana buyurdu ki: “Hayvanların bakımını da tevâzû ve îtinâ ile yerine getir. Zîra hayvanlar da Allah Teâlâ’nın mahlûkudur. (Onlardaki tecellîleri müşâhede et! Onlara Hâlık’ın şefkat nazarıyla bakmaya gayret et!) Hasta ve yaralı olanların tedâvisiyle meşgul ol!” Bu emir üzerine hayvanların hizmetlerini görmeyi kendime vazife edindim. Bir müddet bu şekilde devam ettim. Şâyet yolda önüme bir hayvan çıksa durur, o hayvan geçip gidene kadar öylece kalır, önüne geçmezdim. Yedi sene bu minvâl üzere günlerim geçti.

Tekrar o aziz dost bana şöyle buyurdu: “Bu mübârek dergâhın köpekleri ile de samimiyetle meşgul ol ve aralarından sana saâdet ufuklarının açılmasına vesîle olacak birini ara!” Ben üstâdımın işaretleriyle bu hizmeti de ganimet bildim ve ona sıkıca sarıldım. Bir gece bir köpeğe rastladım. Beni çok farklı bir hâl kapladı. Onun yanında Allâh’a niyaz ve tazarrûda bulundum. Hüngür hüngür ağlamaya başladım. Ben bu hâldeyken o hayvancağız, arkasını yere koyarak yüzünü semâya doğru çevirdi, ön ayaklarını yukarı kaldırdı ve hazin hazin inlemeye başladı. Ben de ellerimi kaldırdım, kırık bir kalp ile niyâz edip “Âmîn!” diyordum. Bu vaziyet, onun susup normal hâline dönmesine kadar devam etti…

Yine aziz üstâdım bana: “Yol ve geçitlerin bakımı ile meşgul ol! Eğer yol üzerinde insanların hoşlanmayacağı bir şey görürsen onu kaldırıp temizle ki oradan geçenlere bir zarar gelmesin!” dedi. Bundan sonra o hizmetle meşgul olmaya başladım. Öyle ki, bahsettiğim bu yedi sene zarfında üstüm başım hep toz toprak içinde olurdu. O Allah dostunun bana emrettiği her ameli, büyük bir sadâkatle yerine getirdim. O amellerden her birinin kendi ahvâlim üzerindeki neticelerini de müşâhede ettim.

Hak dostları, halkın yükünü ve zahmetini, onların ahlâkını güzelleştirmek için çekerler. Hakk’ın nazarının bulunmadığı hiçbir kalp yoktur. O kalbin sahibi bunu ister bilsin, ister bilmesin! İşte ehlullah, bu sebeple halkın yükünü çekerler ki, gönül almaya muvaffak olsunlar da o kalpteki nazar-ı ilâhîden kendilerine de feyz gelsin!

Gönül ehlinin yolu; yaptığı sâlih ameli az görmek, tevâzû, hiçlik, yokluk ve acz hâlinde bulunmak, amellerini kusurlu, hâllerini noksan bilmektir. Nefsin enâniyetinin kırılması hususunda, kendini kusurlu görmek kadar faydalı başka bir şey yoktur. Peygamberlerin bile zelle, yani küçük hatâlara düşmelerinin hikmetlerinden biri de budur.

Tevbenin hakîkati; günahların aslı olan kibir, gurur ve benlik duygusundan vazgeçerek acziyeti idrâk etmektir. Bu da, nefsin hodgâmlığını tanıyıp onun mâneviyâta verdiği zararı fark ettikten sonra gerçekleşir. Kişi bu elem ve acziyet içindeyken gönlünden Hak Teâlâ’ya yalvarır ve inler. İşte tevbenin hakîkati budur. 

Ehlullah’ta bir kusurun meydana gelmesi, onların nefsânî hâllerini ve benliğini yok etme hikmetine binâendir. Nitekim Mûsâ aleyhisselâm’ın, şerîate bağlılık duygusuyla Hızır aleyhisselâm’ın yaptığı itirazların hikmetlerinden biri de budur. Mûsâ aleyhisselâm, îtirazlarında hatâlı olduğunu anladı ve benliği yok oldu.

Kişi, insanlarla beraber olup onlara hizmet edince, halvete çekildiği zamanlardan daha fazla gönül huzûru elde eder. (Yani kesrette vahdeti yakalar, kalabalıklar içindeyken Cenâb-ı Hak ile beraber olabilirse, gönlü daha fazla huzûra kavuşur.) Bizim yolumuzda gönül âlemi ancak bu şekilde inkişâf eder. Bizim yolumuz sohbet yoludur. Halvette şöhret, şöhrette ise âfet vardır. Hayır ve bereket, birlik ve beraberliktedir. Birlikte olmak, sohbetle mümkündür. Ancak bu hâlin gerçekleşmesi, sohbetin faydalı olması şartına bağlıdır. Bir kişinin başkasıyla sohbeti ise benliği terk edip hiçliğe bürünmekle hâsıl olur.

Bizim sohbetimize gelenlerin bir kısmının kalbinde muhabbet tohumu varsa da, dünyaya olan alâkaları ve bunun oluşturduğu pislik sebebiyle bu tohum filiz verip büyüyemez. Bize düşen vazife, onların kalbini bu nefsânî arzulardan temizleyerek muhabbet tohumunu filizlendirmektir. Bâzılarının kalbinde ise muhabbet tohumundan eser yoktur. Biz onların kalbinde muhabbet oluşması için himmet ederiz.

Öfke, gaflet, gönülsüzlük ve zorla yapılan bir işte hayır ve bereket yoktur. Zîra o işe nefsin hevâsı ve şeytan karışmıştır. Sâlih ameller ve güzel davranışlar, helâl lokma ile mümkün olur. Helâl lokma da gafletle değil, kalp huzûru ile uyanık olarak yenmelidir. Bütün vakitlerde vukûf-i kalbîye riâyet etmeye ve uyanık olmaya gayret etmek, kişi için mânevî bir temrin (alıştırma) olacağından, nihâyetinde bu durum, namazda kalp huzûruna vesîle olur.

Namazın erkânı ve ezkârıyla meşgul olup ona tam olarak yönelmek lâzımdır. Bu, mübtedîlerin/daha işin başında olanların durumuna göre değişir. Vudû (abdest) namazında birçok ecirler olduğunu da unutma!

Yemek pişirirken ve su ısıtırken gönlü hazır eylemek ve lisânı mâlâyânîden muhâfaza etmek gerekir. Bu durumda o su ile abdest alan ve o yemekten yiyenin gönlünde huzur ve uyanıklık meydana gelir. Gafletle ısıtılan sudan abdest alan ve gafletle pişirilen yemekten yiyen kişinin gönlünde ise zulmet ve gaflet meydana gelir.

Hârikulâde fiillerin ve kerâmetlerin zuhûruna fazla meyletmemek îcâb eder. Esas mârifet, istikâmet üzere olmaktır. Hârikulâde hâl ve kerâmetlere, amelde istikâmet üzere olmak ve Sünnet’e bağlılık şartıyla îtimâd edilebilir. Sünnet’e bağlılık olmazsa bu tür zuhûrâta îtimâd edilmez.

Eğer velî, bir bahçeye girse ve ağaçların her bir yaprağı ona “Ey Allâh’ın velîsi!” diye nidâ etse, onun, zâhiren ve bâtınen o sese iltifat etmemesi lâzımdır. Bilâkis her an kulluk, takvâ ve tazarrû hâlini daha fazla artırmaya gayret ve titizlik göstermelidir. Bu makamda kemâl mertebesi, Hazret-i Muhammed Mustafâ sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz’e mahsustur. Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem her ne kadar pek çok ilâhî nîmet ve ikrama nâil olsalar da, yine kulluk, ilticâ ve tazarrû hâllerini artırır ve bu hususta; “Şükreden bir kul olmayayım mı?” buyururlardı. (Buhârî, Teheccüd, 16)

İstikâmeti taleb et, kerâmeti taleb etme! Rabbin senden istikâmet istiyor, nefsin ise kerâmet istiyor. Bizim kerâmetimiz ortadadır. Zîra bu kadar günah yükümüz varken hâlâ yeryüzünde yürüyebiliyoruz. Herkes koşmakla avı yakalayamaz. Avı, devamlı takip eden kişi yakalayabilir. Bunun için, devamlı ve istikâmet üzere çalışmak îcâb eder. 

Rasûlullah Efendimiz, mevcûdâtın en kâmili ve Allâh’a en yakını olup duâları makbûl olduğu hâlde, ona şu hitap vâkî olmuştur: “…Attığın zaman sen atmadın, lâkin Allah attı...” (Enfâl, 17) O hâlde düşünmek îcâb eder ki, bizim gibi bîçâre ve âciz ümmetinin hâli nasıldır?! Dervişlerden zuhûr eden hârikulâde hâllerde kendilerinin bir hissesi yoktur. Belki o tür şeyler, tâliplerin Hak yolundaki ufuklarının açılması içindir.

Zikir telkîni, bir kimsenin eline çakmak taşı vermek gibidir. Bundan sonra iyi bir netice oluşması için amel etmek mürîde âittir. Zikirden maksat; yalnızca “Allah” ve “Lâ ilâhe illâllah” demek değildir. Belki sebepten müsebbibe (sebeplerin sebebi olan asıl fâile) gitmek ve nîmetlerin müsebbibden, yani Cenâb-ı Hak’tan geldiğini görmektir. Zikrin hakîkati, gaflet meydanından müşâhede fezâsına çıkmaktır. Zikir, gafletin giderilmesidir. Gaflet giderildiğinde, sussan bile zikir hâlinde olursun!

Âlem-i kuds fezâsında uçabilmek için iki kanat lâzımdır. Biri, çok amel-i sâlih işlemek, diğeri de kendini kusurlu görmektir. Velî olan kişiden, zelle türünden her ne hatâ zuhûr etse, bu onun tevâzûdaki kusurundan kaynaklanır. Dâimâ Allâh’ın Lâtîf sıfatına sarıl ve O’nun fazl u keremini talep et! Sakın amellerinin karşılığını bekleme! Kemâlât ve fazîlet olarak söz ve davranışlarından her ne zuhûr ederse etsin, onu hiçlik deryâsına atıp unut! Devamlı nefsinin kusurlarını gör!

“Mecaz, hakîkatin köprüsüdür” denilmiştir. Bundan kastedilen şudur: Zâhirî, bâtınî, kavlî ve fiilî olan bütün ibâdetler mecazdır. Bu tarîkate girenler; bütün ibâdetlere ihtimam gösterip bu merhalelerden geçmedikçe, (îmandan ihsâna yolculuk yapmadıkça) hakîkate vâsıl olamazlar. Seherlerde ve akşam namazından sonra bâtınî derslerle meşgul olmak ve nâfile namazlara devam etmek îcâb eder.

Allah Teâlâ, görülen, işitilen, hayâl edilen, düşünülen her şeyin dışındadır. (Kelime-i tevhîddeki) “Lâ (yoktur)” ifâdesinin hakîkati, Allah Teâlâ’yı bu tür şeylerden tenzih etmektir.

Mâsivâya, yani kulu Allah’tan uzaklaştıran dünyevî şeylere gönül bağlamak, bu yolda gidenler için en büyük gaflet perdesidir.

Her durumda hukûka riâyet etmek, Hak yoluna sülûk edenlerin edeplerindendir. Onun için maksud ve matlûba erişenler; hukuk ve âdâba riâyet etmekle erişmişlerdir.

İnsanların, Hak Teâlâ’dan uzak düşmelerinin sebebi, kendilerini uzak tutmaları ve kendi istekleriyle üzerlerine fazla dünya yükü almalarıdır. (Yani nefsânî ihtiraslarının zebûnu olmalarıdır.) Yoksa feyz-i ilâhîde kusur yoktur.

Bir mevzuda gönül ehli ve aziz insanlara danışıp istişâre etmenin faydalarından biri de şudur ki, eğer işin sonunda kararın doğru çıktığı anlaşılırsa enâniyete kapılmaktan kurtulursun. Şâyet kararın doğru olmadığı anlaşılırsa, kusur ve noksanlığını anlar, yine enâniyete düşmezsin.

Bu yolun esâsı, kalbe yönelmektir. Kalp ile de Allah Teâlâ’ya yönelip O’nu çok zikretmektir. Yine bu yolun esası, farz ve sünnetleri güzelce edâ etmektir. Yeme, içme, giyme ve oturmada, işlerde ve âdetlerde îtidâl hâlinde olmaktır. Kalbi, kötü düşüncelerden ve vesveseden korumaktır. Kendisine rehber olan üstâdın sohbetini büyük bir nîmet bilmektir. Üstâdının huzûrunda da, gıyâbında da edebe riâyet etmektir. Bu yoldan maksat, “Devamlı Allah Teâlâ’nın huzûrunda olma”nın idrâki içinde bulunabilmektir. Ashâb-ı kirâm zamanında buna “ihsân” denilmişti. Bu yolda ilerlerken; nefsin arzularını yok etmek, nurlara ve hâllere garkolmak, fenâ ve bekâya ulaşmak, güzel ahlâk sahibi olmak gibi makamlar elde edilir.

Bizim yolumuzda olan sâlikin, hangi makamda olduğunu bilmemesi lâzımdır ki bu bilgisi ona perde olmasın, tevâzû ve hiçliğini devam ettirebilsin! Zîra “Makâmından râzı olan kişi, kendi ilerleyişinin önüne perde çekmiş olur.”

Helâl lokma yemedikçe (mâneviyat yolunda) maksat hâsıl olmaz!

Biz, yüce devlete vuslat yolunda bir vâsıtayız. Bizden kopup Hakîkî Maksûd’a erişmek gerekir. Yani tâlip, fenâ mertebesine erişip Hak Teâlâ’nın bekàsına ârif olduktan sonra her şeyden sıyrılmalıdır. Bu makam, kâmil ve mükemmiller makamıdır. Bu makâma vâsıl olan tâlip, faraza ebedî bir ömre nâil olsa bile, yine de mürşidinin kendi üzerindeki terbiye nîmetinin şükrünü edâ etmeye muvaffak olamaz.

Cömert birinin evinde bulunan, onun ikramlarına nâil olur. Allah dostlarına hizmet ederek onların gönüllerine girenin de hâli böyledir!

“İçten (Hakk’a) âşinâ ol, dıştan ise habersiz gibi (davran)! Böyle güzel bir usûl, cihanda az bulunur.”

Yâ Rabbî! Halk Sen’den korkar, ben ise kendimden korkarım! Zîra yâ Rabbî, Sen’den hep iyilik, kendimden ise hep kötülük gördüm.

***

Buhâra’nın âlimlerinden biri: “Namazda kalp huzuru ne ile hâsıl olur?” diye sordu. Şu cevâbı verdi: “Helâl yemek yemeli ve yerken uyanık olmalıdır. Namaz dışındaki zamanlarda, abdest alırken ve iftitah tekbirini getirirken de uyanık olunursa namazda kalp huzûru sağlanabilir.”

Bir defasında mânevî hâllerinin kaybolduğundan yakınan bir talebesine: “Yediğin lokmaların helâlden olup olmadığını iyi araştır!” buyurdu. Talebe gidip araştırdığında, yemeği pişirirken ocakta, helâl olup olmadığı şüpheli bir parça odun yaktığını tespit etti ve hemen tevbe etti.

Bir gün, Gadîvet bölgesine gitmişlerdi. Bir derviş önlerine yemek getirdi. “Bizim bu yemeği yememiz münâsip değildir. Çünkü o, öfke ile pişirilmiştir. Unu elekten geçiren, hamuru yoğuran ve pişiren kişi öfkeliymiş!” buyurdu.

Bir aziz zât, dünyadan ayrıldıktan sonra O’nu rüyasında gördü ve “Ebedî kurtuluşumuz için ne yapalım?” diye sordu. “Son nefeste neyle meşgul olmak gerekiyorsa onunla meşgul olunuz!” buyurdu.

Kaynak: Mehmet Lütfi Arslan, Marifet Meclisleri, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

NAKŞİBEND HAZRETLERİ KİMDİR?

Nakşibend Hazretleri Kimdir?

ŞÂH-I NAKŞİBEND HAZRETLERİ’NİN SÖZLERİ

Şâh-ı Nakşibend Hazretleri’nin Sözleri

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.