Peygamberlerin Sıdk Sıfatı
Bütün peygamberlerde müşterek bâzı vasıflar mevcuttur. Bunlar sıdk, emânet, fetânet, ismet ve teblîğdir. Peygamberlere îman, bu husûsiyetler çerçevesinde tamamlanır:
Peygamberlerin, ilâhî hükümleri, emir ve yasakları insanlara teblîğde ve verdikleri her türlü haberde doğru sözlü, sâdık olmalarıdır. Onlar söz ve fiillerinde dâimâ doğruluk üzeredirler. Söz ve fiilleri birbirlerinin aynası durumundadır. Onların yalan söylemeleri mümkün değildir. Allâh -celle celâlühû-, peygamberlerini sadâkatleri sebebiyle medhetmiştir:
وَاذْكُرْ فِى الْكِتَابِ اِبْرَهِيمَ اِنَّهُ كَانَ صِدِّيقًا نَبِيًّا
“Kitap’ta İbrâhîm’e dâir anlattıklarımızı da hatırla! Şüphesiz ki O, sıddîk (özü, sözü dosdoğru) bir peygamberdi.” (Meryem, 41)
Allâh Teâlâ, peygamberlerin bir an bile sıdktan ayrılmalarının mümkün olmadığını şu şekilde bildirmektedir:
وَلَوْ تَقَوَّلَ عَلَيْنَا بَعْضَ اْلاَقَاوِيلِ. لاَخَذْنَا مِنْهُ بِالْيَمِينِ. ثُمَّ لَقَطَعْناَ مِنْهُ الْوَتِينَ
“Eğer (Peygamber) Biz’e atfen bâzı sözler uydurmuş olsaydı, elbette Biz O’nu kuvvetle yakalardık. Sonra da hiç şüphesiz O’nun şah damarını koparırdık.” (el-Hâkka, 44-46)
Onların doğrulukları kendilerine îmân etmeyenler tarafından dahî tasdîk edilmiş bir ulvîliktedir. İşte bunun sayısız misâllerinden birkaçı:
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, dâvetini ilk açıkladığı günlerde Safâ Tepesi’nde yüksek bir kayanın üzerinden Kureyşlilere şöyle seslendi:
“–Ey Kureyş cemâati! Ben size, şu dağın eteğinde veya şu vâdide düşman atlıları var; hemen size saldıracak, mallarınızı gasbedecek dersem, bana inanır mısınız?”
Onlar da hiç düşünmeden:
“–Evet inanırız! Çünkü şimdiye kadar Sen’i hep doğru olarak bulduk. Sen’in yalan söylediğini hiç işitmedik!” dediler. (Buhârî, Tefsîr, 26)
Bizans İmparatoru Herakliyus, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz hakkında mâlûmat edinmek için, henüz îmân etmemiş olan Ebû Süfyân’a yönelttiği suâllerden birinde:
“–Hiç sözünde durmadığı oldu mu?” diye sormuştu.
O sıralar Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e muhâlif olmasına rağmen Ebû Süfyân’ın verdiği cevap:
“–Hayır! O, verdiği her sözü mutlakâ tutar!” ifâdesinden ibâret oldu. (Buhârî, Bed’ü’l-Vahy, 1, 5-6; Müslim, Cihâd, 74)
Mekke müşriklerinden Übey bin Halef de, İslâm’ın en azılı düşmanlarındandı. Hicretten evvel Âlemlerin Efendisi’ne:
“–Bir at besliyorum; ona en iyi şeyleri yediriyorum. Birgün ona binerek Sen’i öldüreceğim!” derdi.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de bir defâsında ona:
“–İnşâallâh ben seni öldüreceğim!” şeklinde mukâbele etti.
Uhud Harbi günü bu ahmak müşrik, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i arıyor ve şöyle diyordu:
“–Eğer bugün O kurtulursa, benim işim bitik demektir!”
Bu düşünceyle Peygamber Efendimiz’e saldırmak için yakınına kadar geldi. Sahâbe-i kirâm da, henüz uzaktayken onun başını uçurmak istediler. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Bırakın gelsin!” buyurdu.
Übey bin Halef yaklaşınca Fahr-i Kâinât Efendimiz, sahâbeden birisinin elinden mızrağını aldı. Bu sefer Übey geri kaçmaya başladı. Ancak Peygamberler Sultânı:
“–Nereye kaçıyorsun ey yalancı?” diyerek mızrağı fırlattı. Mızrak Ubey’in boynunu hafifçe sıyırdı. Fakat o, bu kadarcıkla bile atından düştü; birkaç kere takla attı ve canhıraş bir şekilde koşarak kendi tarafına kaçtı. Bir yandan koşuyor, bir yandan da gözleri yuvalarından fırlamış bir hâlde bağırıyordu:
“–Yemin ederim ki, Muhammed beni öldürdü!..”
Yanına gelip yarasına bakan müşrikler:
“–Bu basit bir sıyrık!” dediler.
Fakat o tatmin olmadı ve şöyle dedi:
“–Muhammed bana Mekke’de iken: «Ben seni kesinlikle öldüreceğim!» demişti. Yemin ederim ki, eğer O bana bir tükrük de atsa, ben yine ölürüm!..”
Ardından bağırmasına devâm etti. Sesi, sanki bir öküzün böğürmesi gibi çıkıyordu.
Ebû Süfyân:
“–Şu küçücük sıyrığa bu kadar bağırılır mı?” diye onu ayıpladığında Übey, ona da şöyle dedi:
“–Sen biliyor musun, bu sıyrığı kim yaptı? Bu, Muhammed’in açtığı bir yaradır. Lât ve Uzzâ’ya yemin ederim ki, bu yaradan duyduğum acıyı bütün Hicaz halkına dağıtsalar, hepsi de yok olur. Muhammed bana Mekke’de: «Ben seni kesinlikle öldüreceğim!» demişti. Ben tâ o zaman O’nun eliyle öldürüleceğimi ve O’ndan kurtulamayacağımı anlamıştım.”
Azılı bir Peygamber düşmanı olan Übey, nihâyet Mekke’ye ulaşmadan bir gün önce yolda öldü. (İbn-i İshâk, s. 89; İbn-i Sa’d, II, 46; Hâkim, II, 357)
Bu hâdise de gösteriyor ki, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i yakînen tanıyan azılı bir müşrik bile, O’nun sözünün ne kadar kuvvetli ve doğru olduğuna inanmaktaydı.
Ebû Meysere der ki:
“Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- birgün Ebû Cehil ve arkadaşlarının yanına uğramıştı. Onlar Hazret-i Peygamber’i görünce:
«−Ey Muhammed! Vallâhi biz Sen’i yalanlamıyoruz; Sen bizim katımızda sâdık ve doğru bir kişisin. Lâkin biz, Sen’in getirmiş olduğun şeyi yalanlıyoruz.» dediler. Bunun üzerine âyet-i kerîme nâzil oldu:
قَدْ نَعْلَمُ اِنَّهُ لَيَحْزُنُكَ الَّذِى يَقُولُونَ فَاِنَّهُمْ لاَ يُكَذِّبُونَكَ وَلَكِنَّ الظَّالِمِينَ بِاَيَاتِ اللهِ يَجْحَدُونَ
«Onların söylediklerinin Sen’i üzeceğini elbette biliyoruz; doğrusu onlar Sen’i yalancı saymıyorlar, fakat zâlimler, Allâh’ın âyetlerini bile bile inkâr ediyorlar.» (el-En’âm, 33)” (Vâhidî, s. 219)
Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in harfsiz ve sözsüz bir şekilde sâdece sîmâsı bile sadâkatin mücessem bir ifâdesiydi. Öyle ki, yahûdîlerin seçkin ulemâsından Abdullâh bin Selâm, O’nun gül yüzünü gördüğünde:
“–Bu yüz yalancı yüzü olamaz!” diyerek îmân etmişti. (Tirmizî, Kıyâme, 42; Ahmed, V, 451)
Kendisine peygamberlik verilmeden önceki hayâtında bile, insanlara şaka niyetiyle de olsa yalan söylemeyen bir insanın, Allâh hakkında yalan söylemesi imkânsızdır. Zîrâ Peygamber Efendimiz yalan söylemeyi nifak alâmeti saymış ve ümmetini yalandan şiddetle menetmiştir.(Buhârî, Îman, 24; Müslim, Îman, 107.)
Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Kul yalan söylemeye ve yalan söyleme niyetini taşımaya devâm ettikçe, kalbine siyah bir nokta vurulur. Sonra bu nokta büyür ve kalbin tamâmı simsiyah kesilir. Bu kimse nihâyet Allâh katında «yalancılar» arasına kaydedilir.” (Muvatta’, Kelâm, 18)
Nüfey bin Hâris -radıyallâhu anh- şöyle naklediyor:
Birgün Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“−Büyük günahların en ağırını size haber vereyim mi?” diye üç defâ sordu. Biz de:
“–Evet yâ Rasûlallâh!” dedik.
Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“−Allâh’a şirk koşmak, ana babaya itaatsizlik etmek.” buyurduktan sonra, yaslandığı yerden doğrulup oturdu ve:
“–İyi dinleyin, bir de yalan söylemek ve yalancı şâhitlik yapmak!” buyurdu. Bu sözü o kadar tekrarladı ki, daha fazla yorulup üzülmemesi için sükût buyurmalarını arzu ettik. (Buhârî, Edeb, 6; Müslim, Îman, 143)
Kur’ân-ı Kerîm’de de sadâkatin ehemmiyeti şu şekilde beyân edilmektedir:
قَالَ اللهُ هذَا يَوْمُ يَنْفَعُ الصَّادِقِينَ صِدْقُهُمْ لَهُمْ جَنَّاتٌ تَجْرِى مِنْ تَحْتِهَا اْلاَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا اَبَدًا رَضِىَ اللهُ عَنْهُمْ وَرَضُوا عَنْهُ ذَلِكَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ
“Allâh Teâlâ şöyle buyuracaktır: Bu, sâdıklara, sadâkatlerinin fayda vereceği gündür. Onlara, içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler vardır. Allâh onlardan râzı olmuştur, onlar da O’ndan râzı olmuşlardır. İşte büyük kurtuluş ve kazanç budur.” (el-Mâide, 119)
KAYNAK: Osman Nuri TOPBAŞ, Hazret-i Muhammed Mustafa-1, Erkam Yayınları, İstanbul
YORUMLAR