Peygamberimizin Safa Tepesi’ndeki Konuşması

Peygamber (s.a.v.) Efendimiz Safâ Tepesi’nde halkı İslam dinine nasıl davet etmiştir? Peygamberimizin (s.a.v.) Safâ Tepesi’nde Kureyşlileri İslam’a daveti.

İbn-i Abbâs (r.a) Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in Safâ Tepesi’ndeki İslam’a dâvetini şöyle anlatır:

PEYGAMBERİMİZİN SAFA TEPESİ’NDEKİ KONUŞMASI VE KUREYŞLİLERİ İSLAM’A DAVETİ

«Yakın akrabalarını uyar!»[1] âyet-i kerimesi nâzil olduğu zaman Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) Safa Tepesi’ne çıkıp:

«–Ey Fihr Oğulları! Ey Adiyy oğulları!» diye Kureyş’in bütün kollarına nidâ etmeye başladılar. Nihayet hepsi de toplandılar. Onlardan biri eğer oraya çıkmayacak durumda ise ne olduğunu öğrenmesi için yerine bir elçi gönderdi. Kureyş’le birlikte Ebû Leheb de geldi. Allah Rasûlü (s.a.v) onlara:

«–Ne dersiniz, size şu vâdîde birtakım düşman süvarilerinin olduğunu ve üzerinize baskın yapmak istediklerini haber versem, beni tasdik eder misiniz?» buyurdular. Onlar da:

«–Evet, inanırız, zira senin her zaman doğrudan başka bir şey söylemediğini gördük!» dediler. Bunun üzerine Rasûlullah Efendimiz (s.a.v):

«–Öyleyse ben, şiddetli bir azabın öncesinde size gönderilen bir uyarıcıyım!» buyurdular. Ebû Leheb hemen:

«–Yazıklar olsun sana gün boyunca! Bizi bunun için mi topladın?» dedi. Bunun üzerine Leheb sûresi nâzil oldu:

«Ebû Leheb’in iki eli kurusun! Kurudu da zâten! Malı ve kazandıkları ona fayda vermedi. O, alevli bir ateşte yanacak. Odun taşıyıcı olarak ve boynunda hurma lifinden bükülmüş bir ip olduğu halde karısı da (ateşe girecek)».” (Buhârî, Tefsîr, 26/2, 34/2, 111/1-2; Müslim, İman, 355)

“Yakın Akrabalarını Uyar!” Ayeti

Ebû Hüreyre (r.a) şöyle nakleder:

“Allah Teâlâ: «Yakın akrabalarını uyar!»[2] âyet-i kerimesini inzâl buyurduğunda Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) ayağa kalktılar ve şöyle buyurdular:

«–Ey Kureyş topluluğu! (Veya buna benzer bir kelime söylediler.) Kendinizi (Allah’tan) satın alarak (Cehennem’den kurtarınız)! Ben Allah’tan gelen hiçbir şeyi sizden uzaklaştıramam!

Ey Abdi Menâf Oğulları! Sizden de Allah’ın azabından hiçbir şeyi def edemem!

Ey Abbâs ibn-i Abdilmuttalib! Senden de Allah’ın azabından hiçbir şeyi uzaklaştıramam!

Ey Allah Rasûlü’nün halası Safiyye! Sen­den de Allah’ın azabından hiçbir şeyi def edemem!

Ey Muhammed (s.a.v)’in kızı Fâtıma! Malımdan dilediğini iste! Ama Allah’ın azabından hiçbir şeyi senden uzaklaştıramam!».” (Buhârî, Tefsîr, 26/2; Müslim, İman, 348-351. Bkz. Tirmizî, Tefsîr, 27/2; Nesâî, Vesâyâ 6)

Yani bana yakınlığınıza güvenerek tembel davranmayınız! Siz iman etmez ve sâlih ameller işlemezseniz bu yakınlığın size bir faydası olmaz! Tebbet sûresi zımnen, ırk ve nesep yakınlığının mutlak mânâda bir kıymetinin olmadığını ifâde etmektedir. Mühim olan, rûhî yakınlık ve takvâdır. Tebbet sûresinin nâzil olduğunu işiten Ümmü Cemîl, eline büyükçe bir taş alarak velveleyle Peygamber Efendimiz’i aramaya çıktı.

“Müzemmem (yerilmiş insan), biz ona direndik, dininden uzaklaştık ve emrine isyân ettik!” diyerek gidiyordu. Allâh Rasûlü (s.a.v), o esnâda Hz. Ebûbekir ile birlikte Mescid’de oturuyorlardı. Sonra Kur’ân okumaya başladılar. Ebûbekir (r.a), onun geldiğini görünce Allah Rasûlü (s.a.v) Efendimiz’e:

“−Yâ Rasûlallâh! Geliyor, Siz’i görmesinden korkuyorum!” dedi. Fahr-i Kâinât Efendimiz (s.a.v):

“−O beni göremez!” buyurdular ve Kur’ân okumaya devam ettiler. Tıpkı, “Kur’ân okuduğun zaman Biz, Sen’inle âhirete inanmayanların arasına görünmez bir perde çekeriz.”[3] âyet-i kerimesinde buyrulduğu gibi oldu. Kadın gelip Ebûbekir’in karşısında durdu, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’i göremedi.

“–Ey Ebûbekir, duydum ki arkadaşın beni hicvetmiş!” dedi. O da:

“–Hayır, şu Beyt’in Rabbi’ne yemin olsun ki O seni hicvetmedi!” dedi. Ümmü Cemil de:

“Kureyş bilir ki ben onların efendilerinin kızıyım” diyerek dönüp gitti.[4] Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:

“Cenâb-ı Hakk’ın, Kureyş’in hakaret ve lânetlerini benden nasıl uzaklaştırdığına şaşmıyor musunuz?! Onlar bana müzemmem/yerilmiş diye hakaret ve lânet ediyorlar, hâlbuki ben Muhammed’in, yerde ve gökte medhedilmişim! (Cenâb-ı Hak beni böyle isimlendiriyor.)” (Buhârî, Menâkıb, 17)

Ebû Zerr el-Ğıfârî’nin (r.a.) Müslüman Olması

Gizli dâvet dönemi bitip açık dâvet başladıktan sonra Ebû Zerr el-Ğıfârî (r.a) Mekke-i Mükerreme’ye gelip Müslüman oldu. O, Kâbe’nin yanında Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’i arayışını şöyle anlatır:

“Ben Ğıfâr kabîlesinden bir kimseydim. «Mekke’de bir zât zuhûr etmiş, kendisinin peygamber olduğunu söylüyormuş» diye bir haber alınca, Allah Teâlâ daha o zaman gönlüme İslâm’ın muhabbetini düşürdü. Kardeşim Üneys’i bilgi almak üzere Mekke’ye gönderdim. Üneys Efendimiz’in sözlerini dinleyip geldi ve:

“–Onu, güzel ahlâkı emrederken gördüm ve şiir olmayan bir sözü söylerken işittim” dedi. Bu sözlerden tatmin olmadım. Hemen azığımı ve su tulumumu yüklenerek yola çıktım. Mekke’ye geldim. Peygamber Efendimiz’i tanımıyor, başkasına sormaktan da çekiniyordum. Mescid-i Harâm’da bekliyor, zemzem içerek açlık ve susuzluğumu gideriyordum. O esnâda yanıma Hz. Ali (r.a) geldi ve:

“−Herhâlde siz buraların yabancısısınız?” dedi. Ona:

“−Evet!” dedim.

“−Öyleyse bize misâfir olun!” dedi. Ali (r.a) ile birlikte gittim. Müşriklerin zorbalıkları ve estirdiği terör havası sebebiyle geliş sebebimi dahî soramadı. Sabah olunca Peygamber Efendimiz’i bulmak için tekrar Mescid-i Harâm’a gittim. Akşama kadar beklememe rağmen bir haber alamadım. Hz. Ali bana tekrar uğradı ve:

“−Siz hâlâ gideceğiniz yeri öğrenemediniz mi?” dedi. Ben:

“−Hayır” dedim. Ali (r.a):

“−Öyleyse gelin yine bize misâfir olun!” dedi. Evlerine vardığımızda:

“−Senin hâlin nedir? Buraya niçin geldin?” diye sordu. Gizli tutacağına ve bana yol göstereceğine dâir söz aldıktan sonra:

“−Bize ulaşan habere göre burada bir zât çıkmış, kendisinin peygamber olduğunu söylüyormuş. O’nunla buluşup konuşmak üzere geldim” dedim.

“−Gelmekle çok iyi etmişsin! Bu zât Allah’ın Rasûlü’dür, hak peygamberdir. Sabahleyin beni takip et, girdiğim eve sen de gir! Ben senin için tehlikeli bir şey görürsem, ayakkabımı düzeltiyormuş gibi duvara dönerim, sen de geçer gidersin” dedi. Nihâyet Peygamber Efendimiz’in huzûruna vardık… Bana İslâm’ı anlatınca hemen müslüman oldum. Rasûlullah (s.a.v) Müslüman olmama çok sevindi ve mesrûr bir çehreyle tebessüm etti. Bir müddet Peygamber Efendimiz’in yanında kaldım. Daha sonra:

“−Ey Allah’ın Rasûlü! Bana ne yapmamı emredersin?” dedim. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v):

“−Sana emrim gelince İslâm’ı kavmine teblîğ et! Ortaya çıktığımızı haber alınca yanıma gel!” buyurdular. O:

“–Canımı elinde tutan zâta yemin olsun ki bu hakikati müşriklerin ortasında haykıracağım!” dedi. Oradan çıkıp Mescid’e geldi. En yüksek sesiyle “Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve enne Muhammeden Rasûlullah!” dedi. Müşrikler hemen başına çullanıp onu dövmeye başladılar. Yere düştü. O esnâda Abbâs (r.a) geldi, ticaret yollarının Gıfâr kabilesinden geçtiğini hatırlatarak onları durdurdu ve Ebû Zer (r.a)’ı ellerinden kurtardı.

Ebû Zer (r.a) kabilesine döndü. Gıfâr’ın yarısı hemen, diğer yarısı da hicretten sonra Müslüman oldu.[5]

Dımâd bin Salebe’nin (r.a.) Müslüman Olması

Açık dâvetin başladığı günlerde Ezd-i Şenûe kabîlesinden Dımâd bin Sa’lebe, umre yapmak için Mekke’ye gelmişti. Dımâd, hekimliğe özenen, akıl hastalarına okuyup üfleyen ve ilim elde etmeye çalışan bir kimseydi. Müşriklerin “Muhammed mecnundur!” dediklerini duyunca kendi kendine:

“−Ben gidip şu zâtı bir göreyim. Belki Allâh O’na benim vesîlemle şifâ verir.” diyerek müşriklerin meclislerinden kalktı. Peygamber Efendimiz’e varıp:

“–Yâ Muhammed! Ben deliliği tedâvi ederim. İstersen Sen’i de tedâvi edeyim. Belki Allâh Sana şifâ verir!” dedi. Allâh Rasûlü (s.a.v) Dımâd’a şöyle mukâbelede bulundu:

“–Hamd, Allâh’a mahsustur. Biz O’na hamd eder, yardımı ve affı da O’ndan dileriz. Nefislerimizin şerrinden Allâh’a sığınırız. Allâh’ın hidâyete erdirdiğini saptıracak yoktur. Dalâlete düşürdüğünü de hidâyete erdirecek yoktur. Ben şehâdet ederim ki Allâh’tan başka hiçbir ilâh yoktur. O birdir, tektir. O’nun eşi ve ortağı yoktur. Yine şehâdet ederim ki Muhammed O’nun kulu ve Rasûlü’dür.” Rasûl-i Ekrem (s.a.v)’in sözleri Dımâd’ın çok hoşuna gitti ve:

“–Ben hiçbir zaman, bundan daha güzel bir kelâm işitmedim! Sen şu sözlerini bir daha tekrarlar mısın?” dedi. Fahr-i Kâinât Efendimiz sözlerini tekrarladı. Dımâd bu inci gibi güzel sözleri iki kere daha tekrar ettirdikten sonra:

“–Vallâhi ben kâhinlerin, sihirbazların, şâirlerin, her türlü insanın sözünü dinledim. Fakat Sen’in şu söylediklerin gibi hiçbir söz işitmedim. Bunlar belâgat ve fesâhat deryâsının en kıymetli incileridir. Elini ver de sana bey’at edeyim!” dedi ve Müslüman oldu. Rasûlullâh (s.a.v):

“–Kavminin adına da bey’at eder misin?” diye sordu. Dımâd:

“–Kavmim adına da bey’at ediyorum!” dedi.[6]

Tufeyl bin Amr’ın (r.a.) Müslüman Olması

Devs kabilesinin ileri gelenlerinden olan meşhur şâir Tufeyl bin Amr (r.a) şöyle der:

“Rasûlullah bana İslâm’ı anlattı, Kur’ân okudu. Vallahi ben hiçbir zaman Kur’ân’dan daha güzel bir söz, İslâm’dan daha güzel bir dîn işitmemiştim! Hemen müslüman olup Allah’tan başka hiçbir ilâh bulunmadığına şehâdet ettim.” (İbn-i Hişâm, I, 407-408; İbn-i Sa’d, IV, 237-238) Tufeyl bin Amr ed-Devsî (r.a) Peygamber (s.a.v)’e gelerek:

“‒Yâ Rasûlallah! Muhkem bir kaleye ve muhâfaza edileceğin bir beldeye gitmek ister misin?” dedi. Câhiliye devrinde Devs kabilesinin sağlam bir kalesi vardı. Peygamber (s.a.v) kabul etmedi, zira Allah Teâlâ bu şerefli hizmeti Ensâr’a lûtfetmek istiyor, onlara saklıyordu.

Allah Rasûlü (s.a.v) Medine’ye hicret edince Tufeyl bin Amr da onun yanına hicret etti. Onunla birlikte kavminden bir zât da hicret etmişti. Fakat Medine’de sıkıntı çektiler. Tufeyl (r.a) ile birlikte hicret eden zât hastalandı, sabırsızlık ederek oklarını alıp parmak eklemlerini kesti ve kan kaybından öldü. Bir müddet sonra Tufeyl bin Amr (r.a) onu rüyâsında gördü. Kılık kıyafeti güzeldi ama elleri sarılı idi. Tufeyl (r.a) ona:

“‒Rabbin sana ne yaptı?” diye sordu. O da:

“‒Peygamberinin yanına hicret et­tiğim için beni affetti!” dedi. Tufeyl (r.a):

“‒Ellerin neden sarılı?” deyince:

“‒Bana, «Senin bozduğun şeyi biz düzelt­meyiz» dediler.” cevabını verdi. Tufeyl (r.a) bu rüyâyı Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e anlattı. Allah Rasûlü (s.a.v):

“‒Allah’ım onun ellerini de affeyle!” diye dua etti. (Müslim, İman, 184; Ahmed, III, 370) Tufeyl bin Amr (r.a), Müslüman olduğu ilk günlerde kabilesini İslâm’a davet eder, ancak onlar kabul etmezlerdi. Bunun üzerine, Rasûlullah’ın yanına varıp:

“–Ey Allah’ın Peygamberi! Devs kabilesi bana gâlip geldi, İslâm’dan uzak durup âsi oldular. Onlar aleyhinde Allah’a dua et!” diye talepte bulundu. Rasûlullah (s.a.v) ise:

“Allah’ım! Devs’e hidayet et!” diyerek dua etti ve Tufeyl’e:

“–Kavminin yanına dön! Onları İslâm’a davete devam et ve kendilerine yumuşak davran!” buyurdu. Tufeyl kavminin yanına döndü. Rasûlullah Medine’ye hicret edinceye kadar, onları İslâm’a davet etti.[7] İbn-i Kesîr, Tufeyl (r.a) kavmine beddua etmesini istediği zaman Allah Rasûlü (s.a.v) Efendimiz’in Medîne-i Münevvere’de olduğu söyler.[8]

MÜŞRİKLERİN PEYGAMBERİMİZE YAPTIĞI EZİYETLER

Açık dâvet başlayınca müşrikler, Allah Rasûlü (s.a.v) Efendimiz’e ve Müslümanlara muhtelif eziyetler etmeye başladılar: Alenî sövme ve hakâret etme, maddî zarar verme… İslâm’ın yayılmasıyla, Kâʻbe’ye ve etrafındaki putlara hürmet eden insanlardan elde ettikleri menfaatlerin kesilmesinden korkuyorlardı. Abdullah bin Mesut (r.a) şöyle anlatır:

“Nebiyy-i Ekrem Efendimiz bir defâsında Beyt-i Muazzam’ın yanında namaz kılıyordu. Ebû Cehil ile bâzı arkadaşları da oturuyorlardı. Derken biri, diğerlerine:

«‒Falancalarda (yeni boğazlanan) devenin döl eşini hanginiz (muhteviyâtiyle beraber) getirip secdeye vardığında Muhammed’in sırtına kor?» dedi. Oradakilerin en şakîsi seğirtip getirdi. Bekledi, Nebiyy-i Muhterem secdeye varınca iki omuzu arasına mübârek sırtının üzerine koydu. Ben ise hiçbir şey yapamıyor, sadece bakıyordum. (Ah, ne olurdu o zaman) elimde kuvvet olaydı. Herifler gülmeye ve (eğlenmek için bu işi) birbirine isnâd etmeye başladılar. Rasûlullah Efendimiz ise secdeden başını kaldırmıyordu. Nihâyet Fâtıma gelip onu sırtından attı. Rasûlullah Efendimiz başını kaldırdı. (Namazı tamamladıktan) sonra üç kere:

«‒İlâhî, Kureyşi sana havâle ederim!» diye duâ buyurdu. Rasûlullah Efendimiz’in aleyhlerinde böyle duâ buyurması onlara pek girân geldi. Zîrâ o makamda duânın müstecâb olduğuna inanıyorlardı. Ondan sonra Rasûlullah Efendimiz birer birer isim sayarak:

«‒İlâhî, Ebû Cehl’i sana havâle ederim, Utbe bin Rebîa’yı, Şeybe bin Rebîa’yı, Velîd bin Utbe’yi, Ümeyye bin Halef’i, Ukbe bin Ebî Muayt’ı sana havâle ederim!» buyurdu.” Yedinciyi de saydıysa da ismini râvî unutmuştur. İbn-i Mesut (r.a) şöyle buyurur:

“Nefsim, kabza-i kudretinde olan Allâh’a kasem ederim ki Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in bu saydıklar(ının ekser)ını Kalîb’de yâni Bedir çukurunda serilmiş gördüm.” (Buhârî, Vudû’, 69)

***

Ebû Cehl bir gün:

“‒Muhammed sizin aranızda hâlâ yüzünü toprağa sürüyor mu?” dedi. Kendisine:

“‒Evet!” cevabı verildi. Bunun üzerine:

“‒Lât ve Uzza’ya yemin ederim ki O’nu, bunu yaparken görürsem mutlaka boynuna basarım. Yahut mutlaka yüzünü toprağa gömerim!” dedi. Az sonra Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) namaz kılarken O’nun ya­nına vardı. Boynuna basmak niyetinde idi, fakat birdenbire O’nu bırakıp geri döndüğünü ve elleriyle korunduğunu gördüler. Kendisine:

“‒Sana ne oldu?” denildi.

“‒Gerçekten O’nunla benim aramda ateşten bir hendek, korkunç bir şey ve bir takım kanatlar var!” dedi. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) de:

“‒Bana yaklaşmış olsaydı melekler onun uzuvlarını birer birer koparırdı!” buyurdular. Râvi demiş ki:

“Bunun üzerine Allah -azze ve celle-:

«Gerçek şu ki, insan kendini kendine yeterli görerek azar. Şüphesiz dönüş Rabb’inedir. Namaz kılarken bir kulu (Peygamber Efendimiz’i namazdan) men edeni gördün mü? Ne dersin, o (Peygamber) doğru yolda ise yahut takvâyı emrediyorsa? Ne dersin o (men eden, Peygamber’i) yalanlıyor ve doğru yoldan yüz çeviriyorsa? (Bu adam) Allah’ın, (yaptıklarını) gördüğünü bilmez mi! Hayır, hayır! Eğer vazgeçmezse, derhal onu alnından (perçeminden), o yalancı, günahkâr perçemden yakalarız (cehenneme atarız). O vakit hemen gidip meclisini (kendi taraftarlarını) çağırsın. Biz de zebânîleri çağıracağız. Hayır! Ona itaat etme…»[9] âyetlerini indirdi. Bu son kısım Ebû Hüreyre’nin hadisinden midir, yoksa ona ulaşan bir bilgi midir bilmiyoruz.” (Müslim, Münâfıkîn, 38; Ahmed, II, 370. Krş. Buhârî, Tefsîr, 96/4)

***

İbn-i Abbâs (r.a) şöyle anlatır:

Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) namaz kılıyorlardı. Ebû Cehil geldi ve:

“–Seni bundan men etmemiş miydim? Seni bundan men etmemiş miydim? Seni bundan men etmemiş miydim?” dedi. Nebiyyullah Efendimiz (s.a.v) namazlarını bitirdiler ve onu azarladılar. Bunun üzerine Ebû Cehil:

“–Sen gayet iyi bilirsin ki Mekke’de benden daha kalabalık meclisi olan biri yoktur.” dedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ şu âyet-i kerîmeleri inzâl buyurdu:

“O, hemen gidip meclisini (kendi taraftarlarını) çağırsın. Biz de zebânîleri çağıracağız.” (el-Alâk, 17-18) İbn Abbâs (r.a) der ki:

“Vallâhi eğer o meclisini çağırsaydı Allah’ın zebânîleri onu mutlaka yakalardı.” (Tirmizî, Tefsîr, 96/3349)

***

Urve bin Zübeyr (r.a) anlatıyor:

Abdullah bin Amr bin Âs’a:

“–Müşriklerin Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e yaptığı eziyetlerin en şiddetlisini bana haber verebilir misin?” diye sordum. Şunları anlattı:

“–Rasûlullah (s.a.v) Kâʻbe’nin avlusunda namaz kılarken, Ukbe bin Ebî Muayt geldi, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in omzundan tutarak elbisesini boynuna dolayıp şiddetle sıkarak Allah Rasûlü’nü boğmaya çalıştı. O esnâda Ebûbekir (r.a) gelerek omzundan tutup onu Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in başından defetti ve:

«–Bir kişiyi, “Rabbim Allah’tır” dediği için öldürecek misiniz? Hâlbuki O, Rabbinizden size apaçık mûcizeler ve deliller getirmiştir!» (Mü’min, 28) dedi.” (Buhârî, Tefsir, 40/1; Ashâbu’n-Nebî, 5; Menâkıbu’l-Ensâr, 29)

***

Kureyş’in Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e karşı cür’etinin şiddetlendiği bir vakitte Hz. Hamza (r.a) Müslüman oldu.

***

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) namazlarını ısrarla Mescid-i Harâm’da kılıyorlardı. Bunun sebebi, İslâm’ın namaz, Kâbe gibi şiarlarını ortaya koymak, Kâbe’ye hürmet göstermek ve insanlarla karşılaşarak onları İslâm’a dâvet etmek olabilir.

Müşrikler ile İlgili Ayetler

Cenâb-ı Hak müşriklerin o günlerdeki işkence ve niyetlerini şöyle hatırlatır:

“Hatırla ki, kâfirler Sen’i tutup bağlamaları veya öldürmeleri yahut Sen’i (yurdundan) çıkarmaları için Sana tuzak kuruyorlardı. Onlar (sana) tuzak kurarlarken Allah da (onlara) tuzak kuruyordu. Çünkü Allah tuzak kuranların en hayırlısıdır. Onlara âyetlerimiz okunduğu zaman dediler ki: «(Evet) işittik, istesek biz de bunun benzerini elbette söyleyebiliriz. Bu öncekilerin masallarından başka bir şey değildir.» Hani (o kâfirler) bir zaman da: «Ey Allah’ım! Eğer bu Kitap senin katından gelmiş bir gerçekse üzerimize gökten taş yağdır yahut bize elem verici bir azap getir!» demişlerdi.” (el-Enfâl, 30-32)

***

Ebû Cehil:

“Allah’ım, eğer bu (Kitap) Sen’in katından gelen bir hak ise bizim üzerimize semâdan taş yağdır veya başımıza elîm bir azap getir!” demişti. Bunun üzerine şu âyet-i kerimeler nâzil oldu:

“Hâlbuki sen onların içinde iken Allah, onlara azap edecek değildir. Ve onlar mağfiret dilerlerken de Allah onlara azap edici değildir. Onlar Mescid-i Haram’ın mütevellîleri olmadıkları halde (mü’minleri) oradan geri çevirirlerken Allah onlara ne diye azap etmeyecek? Oranın mütevellîleri (hizmetine ehil olanlar), takvâ sahiplerinden başkaları değildir. Fakat onların çoğu bunu bilmez. Onların Beytullah yanındaki duaları da ıslık çalmak ve el çırpmaktan başka bir şey değildir. (Ey kâfirler!) İnkâr etmekte olduğunuz şeylerden ötürü şimdi azabı tadın!” (el-Enfâl, 33-35) (Buhârî, Tefsîr, 8/3-4)

***

İbn-i Abbâs (r.a)’nın rivâyetine göre, Kureyş’in ileri gelenleri Kâbe’nin Hıcr kısmında toplanarak, Peygamber Efendimiz’i görür görmez hep birden saldırıp öldüreceklerine dâir, Lât, Menât, Uzzâ, Nâile ve İsâf adlı putları üzerine yemin ettiler. Herkes kendi payına düşen kan bedelini ödeyeceğini de taahhüd etti. Bunu haber alan kerîmesi Fâtıma (r.anhâ), ağlayarak Rasûlullâh (s.a.v)’in yanına geldi. Kavminin yapmış oldukları menfur antlaşmayı babasına haber verdi.

Allâh Rasûlü (s.a.v) su isteyerek abdest aldı. Sonra doğruca Mescid-i Harâm’a gitti. Müşrikler, Peygamber Efendimiz’i gördüklerinde heyecanla:

“−İşte bu o!” dediler. Fakat Âlemlerin Efendisini olanca heybetiyle karşılarında görünce, aldıkları karara rağmen bir anda bakışlarını yere indirdiler ve başlarını önlerine eğdiler. Hiçbiri yerinden kalkmaya cesâret edemedi. Gözlerini kaldırıp Rasûlullâh (s.a.v)’in yüzüne dahî bakamadılar. Efendimiz yanlarına gelip önlerinde durdu. Sonra yerden bir avuç toprak alıp:

“−Yüzünüz kara olsun!” buyurarak onlara doğru saçtı. O gün kendisine toprak tânesi isâbet eden müşriklerden her biri, Bedir Harbi günü kâfir olarak öldürülüp cehennem çukuru misâli bir kuyuya dolduruldu. (Ahmed, I, 303, 368; Hâkim, III, 170-171/4742)

***

Rasûlullâh Efendimiz (s.a.v) şöyle buyururlar:

“Allah yolunda hiç kimsenin korkutulmadığı kadar korkutuldum, Allah yolunda hiç kimsenin görmediği eziyetlere mâruz kaldım. Otuz gün geçerdi de Ben ve Bilâl için bir canlının yiyebileceği yemeğimiz ancak Bilâl’in koltuğundaki bir parça gıda olurdu.” (Tirmizî, Kıyâmet, 34/2472) Cenâb-ı Hak niçin müşriklerin Efendimiz (s.a.v)’e cefâ çektirmelerine müsâade etmiştir?

Cevap: İnsanın dünyadaki ilk sıfatı mükellef olmasıdır. Yani Allah Teâlâ ondan, külfet ve meşakkat taşıyan bazı işler talep etmektedir. Tebliğ ve cihâd ise en mühim tekliflerdendir. Teklif ise kulluğun en mühim gereklerindendir. İnsana herhangi mükellefiyet yüklenmezse, onun Allah’a kulluğunun bir mânâsı kalmaz. Kulluğumuzu idrak edip gereğini yapmazsak O’na îmânın bir mânâsı olmaz.

O hâlde kulluk, mükellefiyeti; mükellefiyet de bazı meşakkatlere katlanmayı, nefis ve hevâ ile mücâhedeyi gerekli kılıyor. Mü’min, İslâm yolunu ve nizâmını önce kendi nefsinde, sonra da toplumunda gerçekleştirmelidir. Allah yolunda gayret ve fedâkârlık her müslümanın vazifesidir. Zira Cenâb-ı Hak, mü’minlerin canlarını ve mallarını Cennet karşılığında satın almıştır. Diğer taraftan, mü’min ile münâfığın da birbirinden ayrılması gerekmektedir.

Allah yolunda karşılaşılan meşakkatler, ulaşmamız istenen gâyenin önündeki engeller şeklinde görülmemelidir. Mü’minler ne kadar meşakkatle karşılaşır ve ne kadar şehit verirse, hedefe o kadar yaklaşmış olur. Bunun en açık delili şu âyet-i kerimedir:

“Yoksa siz kendinizden evvel geçenlerin mesel olmuş halleri hiç başınıza gelmeksizin Cennete girivereceksiniz mi sandınız? Onlara öyle ezici mihnetler, kımıldatmaz zaruretler dokundu ve öyle sarsıldılar ki hattâ Peygamber ve maiyetinde iman edenler «ne zaman Allah’ın nusratı?» diyeceklerdi. Bak işte Allah’ın nursatı yakın!” (el-Bakara, 214) Allah yolunda çekilen ezâ ve azâbı, zaferden uzaklığın alâmeti zannedenlere ilâhî cevap açık:

“Haberiniz olsun ki Allah’ın nusratı yakındır!”[10]

Müslümanlara Yapılan Zulümler

Müslümanlar da tek tek amansız eziyetlere mâruz kalırlardı. Müşrikler onları yakalar, demir zırhlar giydirerek güneşin altında âdeta eritirlerdi.

Bilâl (r.a) Allah yolunda canını feda etmeye hazırdı. Küfür sözü söylemektense ölmeyi tercih ediyordu. Onu bağlayıp çocukların eline verirler, onlar da Mekke’nin vâdîlerinde sürüklerlerdi. Bilâl (r.a) bu esnâda hep: “Ehad, Ehad!” derdi.[11] Şirkin en koyu olduğu yerde, en azılı müşriklerin ortasında en mânidâr zikre devam ederdi: Ehad, Ehad, Ehad… En koyu karanlıkların ortasında en parlar nûr… Sözü yerinde söylemek… Fesâhat ve belâğatın zirvesi… Nehdiyye, Zinnîre, Yâsir âilesi, Habbâb ibn-i Eret… nice eziyet ve işkencelere mâruz kaldılar. Allah hepsinden râzı olsun!

***

Ebûbekir (r.a), müslüman olup da işkencelere mâruz kalan köleleri büyük meblağlar ödeyerek satın alır ve hürriyetlerine kavuştururdu. Servetini bu şekilde harcamasından memnun kalmayan babası Ebû Kuhâfe ona:

“–Oğlum, sen hep zayıf ve güçsüz köleleri satın alıp âzâd ediyorsun. Madem köle âzâd edeceksin şöyle güçlü kuvvetli köleler satın al da önünde durup başına gelebilecek tehlike ve kötülüklere karşı seni korusunlar!” dedi. Ebûbekir (r.a):

“–Babacığım, benim böyle davranmakta yegâne maksadım Allah’ın rızâsıdır. Ben onları âzâd etmekle ancak Allah katındaki mükâfâtı istiyorum” dedi. Hz. Ebûbekir’in bu ve benzeri cömertliklerini medhetmek üzere şu âyet-i kerîmeler nâzil oldu:

“Malını Allah yolunda harcayıp O’na saygı duyarak haramdan sakınan, o en güzel kelimeyi (kelime-i tevhidi) tasdik eden kimseyi Biz de en kolay yola muvaffak kılarız.” (el-Leyl, 5-7)[12]

***

Habbâb bin Eret (r.a) çektiği çilelerden birini şöyle anlatır:

“Bir gün alacağımı istemek üzere Âs bin Vâil’e gitmiştim:

«−Muhammed’i inkâr etmediğin müddetçe paranı vermeyeceğim.» dedi. Ben de:

«−Sen ölünceye, hattâ yeniden dirilinceye kadar Muhammed’i aslâ inkâr etmeyeceğim.» dedim.

«−Yâni ben şimdi öleceğim, sonra tekrar diriltileceğim öyle mi?» dedi. Ben:

«–Evet.» cevâbını verdim. Âs bin Vâil:

«−O hâlde yeniden diriltildiğimde mallarım olur, o zaman ben de sana borcumu öderim.» dedi. Bunun üzerine şu âyetler nâzil oldu:

«Âyetlerimizi inkâr edeni ve “Bana elbette mal ve evlât verilecektir.” diyeni gördün mü? O (kâfir), gaybı mı bildi? Yoksa Rahmân (olan Allâh) katından bir söz mü aldı? Hayır, aslâ öyle değil! Biz onun söylediklerini yazacağız ve azâbını artırdıkça artıracağız! Bahsettiği (malı ve evlâdı)nı alacağız da o Biz’e tek olarak gelecektir!» (Meryem, 77-80)” (Buhârî, Tefsîr, 19/3; Müslim, Münâfikîn, 35-36; Tirmizî, Tefsîr, 19/3162)

Hz. Ömer (r.a), hilâfeti devrinde Habbâb bin Eret (r.a) ile sohbet ederken:

“–Ey Habbâb! Allah yolunda çektiğin işkenceleri biraz anlatır mısın?” demişti. Bunun üzerine Hz. Habbâb:

“–Ey Mü’minlerin Emîri, sırtıma bak!” dedi. Hz. Ömer onun sırtına bakınca hayretler içinde kaldı:

“–Ömrümde böylesine harap edilmiş bir insan sırtı hiç görmedim.” dedi. Habbâb (r.a) sözlerine şöyle devam etti:

“–Kâfirler ateş yakarlar ve beni elbisesiz olarak korların üzerine yatırırlardı. Ateş, ancak sırtımdan eriyen yağlarla sönerdi.” (İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, II, 115)

Habbâb bin Eret (r.a) şöyle anlatır:

Hırkasını başının altına yastık yapmış Kâbe’nin gölgesinde dinlenirken Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e (müşriklerden gördüğümüz işkencelerden) şikâyette bulunduk ve:

“–Bizim için yardım dilemeyecek, Allah’a bizim için dua etmeyecek misiniz?” dedik. Rasûlullah (s.a.v) şöyle cevap verdiler:

“–Önceki ümmetler içinde bir mü’min tutuklanır, kazılan bir çukura konulurdu. Sonra da bir testere ile başından aşağı ikiye biçilir, eti-kemiği demir tırmıklarla taranırdı. Fakat bütün bu yapılanlar onu dininden döndüremezdi. Yemin ederim ki Allah mutlaka bu dini hâkim kılacaktır. Öylesine ki, yalnız başına bir atlı, Allah’tan ve sürüsüne kurt saldırmasından başka hiç bir şeyden endişe etmeksizin San’a’dan Hadramut’a kadar emniyetle gidecektir. Ancak siz acele ediyorsunuz.”

Buhârî’nin bir başka rivayetinde ifade, “Nebî (s.a.v) hırkasına bürünmüştü. Bizler müşriklerden çok işkence görüyorduk” şeklindedir. (Buhârî, Menâkıb 25; İkrâh 1, Menâkıbu’l-Ensâr 29, Ebû Dâvûd, Cihâd, 97)

Zayıf insanların hem bedenlerine zulmedildi, hem de malları gasbedildi. Bu durum, Kureyş’in, İslâm’dan önce iki defâ akdetmiş olduğu Hılfu’l-Fudûl’ü nakzettiğini de gösterir.

***

Bütün zayıflıklarına rağmen Müslümanlar, bilhassa da gençler, kendilerini müdâfaa etmek istiyorlardı. Nitekim Abdurrahmân bin Avf (r.a), bir kısım arkadaşlarıyla Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’e gelip:

“‒Yâ Nebiyyallâh! Biz müşrik iken bile izzet ve şeref içinde yaşardık. Ama îmân edince zelil duruma düştük?” dediler. Efendimiz (s.a.v):

“‒Ben af ile emrolundum, sakın kimseyle savaşmayın!” buyurdular. Bunun üzerine onlar da kendilerini çektiler, müşriklerle mücâdele etmekten geri durdular. Cenâb-ı Hak, daha sonra Medîne devrinde, bu hâdiseye işâret eden şu âyet-i kerîmeyi inzâl buyurdu:

“Bakmaz mısın o, kendilerine ellerinizi çekin ve namaz kılın, zekât verin denilmiş olan kimselere? Şimdi üzerlerine kıtâl/savaş yazılınca içlerinden bir kısmı, insanlardan, Allah’tan korkarcasına veya daha ziyade korkuyorlar ve şöyle dediler: «Ey bizim Rabbımız! Niçin üzerimize bu kıtali yazdın! Ne olurdu bizi yakın bir ecele tehir edeydin? De ki: Dünya zevki ne olsa azdır, Âhiret ise Allah’tan korkanlar için sırf hayırdır. Hem kıl kadar hakkınız yenmez.” (en-Nisâ, 77) (Hâkim, II, 336/3200)

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) ashâbına kendilerini tutmalarını, sabra sarılmalarını ve kuvvete karşı kuvvetle mukâbele etmemelerini emrettiler. Zira müşriklerin hayatta kalmalarını istiyorlardı. Onlar Müslüman cemaatinin hammaddesini oluşturuyorlardı. Bir de Efendimiz (s.a.v), yeni doğmuş olan bir dinin, daha büyümeden şer tarafından toprağa gömülmesine fırsat vermek istemiyorlardı.

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) ashâb-ı kirâmını, gözünün önünde büyük bir îtinâ ile terbiye ediyorlardı. Onları ibadetlerle Allah’a yaklaşmaya ve Cenâb-ı Hak ile aralarındaki bağı kuvvetlendirmeye yöneltiyorlardı. Müzzemmil Sûresi’ndeki gece ibadetiyle alâkalı emirlerin bu günlerde indirilmiş olması muhtemeldir. Böylece onlar sıcak yataktan ayrılarak uykuya ve nefislerinin alıştığı rahatlıklara mukâvemet ediyor, mücâhede ile terbiye oluyor ve nefsin hevâ ve hevesinin esaretinden kurtuluyorlardı. Zira çok büyük bir vazifeye hazırlanıyorlardı. Risâleti sonraki çağlara taşıma ve bütün insanlığı tehlikeli yollardan kurtarma vazifesini yükleneceklerdi. Bu işin kumandanlığını yapacaklardı. Bu sebeple de yüksek bir rûhî hazırlığa ihtiyaçları vardı.

Dipnotlar:

[1] eş-Şuarâ, 214. [2] eş-Şuarâ, 214. [3] el-İsrâ, 45. [4] Bkz. Humeydî, Müsned, I, 323, no: 325; İbn-i Hişâm, I, 378-379; Kurtubî, XX, 234. [5] Bkz. Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr 33, Menâkıb 10; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 133; Ahmed, V, 174; Hâkim, III, 382-385; İbn-i Sa’d, IV, 220-225. [6] Bkz. Müslim, Cum’a, 46; Ahmed, I, 302; İbn-i Sa’d, IV, 241. [7] Bkz. Buhârî, Megâzî, 75; Ahmed, II, 243; İbn-i Sa’d, IV, 239. [8] İbn-i Kesîr, es-Sîratü’n-Nebeviyye, II, 76. [9] el-Alâk, 6-19. [10] el-Bûtî, Fıkhu’s-Sîre, s. 78-79. [11] Bkz. İbn-i Mâce, Mukaddime, 11/150; Ahmed, I, 404. [12] Bkz. İbn-i Hişâm, I, 341; Taberî, XXX, 279, [el-Leyl, 5-7]; Hâkim, II, 572-573/3942; Suyûtî, Lübâbu’n-Nukûl, II, 198.

Kaynak: Dr. Murat Kaya, Siyer-i Nebi.

İslam ve İhsan

SAFA VE MERVE NE DEMEK?

Safa ve Merve Ne Demek?

HZ. MUHAMMED (S.A.V.) KİMDİR?

Hz. Muhammed (s.a.v.) Kimdir?

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.