Peygamberimizin Hayatından Cömertlik Örnekleri

Allah Resûlü’nde ilim, mal ve can cömertliği en kâmil sûrette mevcut idi. O, Allah’ın dinini açıklamak, câhillere öğüt vermek, açları doyurmak, ihtiyâcı olanların hâcetini gidermek ve insanların sıkıntılarına tahammül etmek gibi her nevî cömertliği tatbik ederek öğretirdi.

Abdullah bin Abbâs (r.a.), Habîb-i Ekrem Efendimiz’in cömertliğini şöyle anlatır:

“Allâh’ın Resûlü insanların en cömerdi idi. Ramazan ayında ise cömertliği daha da artardı. Çünkü Cebrâil (a.s.), her sene Ramazan’da gelir ayın sonuna kadar beraber olur, Efendimiz ona Kur’an’ı arzederdi. İşte Allah Resûlü bu günlerde, esen rüzgârlardan daha cömert olurdu.” (Müslim, Fezâil, 50)

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri, Allah Resûlü’nün cömertliği hakkında şu tesbitte bulunur:

“O ne güzel bir cömerttir ki onun cömertlik fışkıran varlığı yüzünden denizden inci, sert taştan yâkut ve dikenden gül çıkar. Eğer bahçede onun güzel ahlâkından bahsedilirse, sevinçten ağzını açıp gülmeyen yani açılmayan bir gonca göremezsin.” (Dîvân, s. 65-66)

PEYGAMBERİMİZİN CÖMERTLİĞİ

Resûl-i Ekrem Efendimiz fazladan bir malı elinde bulundurmayı istemez, ihtiyâcından fazlasını hemen tasadduk ederdi. Nitekim bunu bize bildiren Hz. Ömer, birgün oğlunun yanına girmiş ve sofrasına oturmuştu. Yemeğe, etin yağına ilâveten farklı bir yağ daha katıldığını hissedince; “Bu iki şey, Resûlullah’ın sofrasında asla bir araya gelmezdi. Efendimiz birini yerse diğerini tasadduk ederdi.” demiş ve yemeği yememiştir. (İbn-i Mâce, Et’ime, 57)

Resûlullah’tan bir şey istendiği zaman asla “yok” demezdi. (Buhârî, Edeb, 39) Hassân bin Sâbit -radıyallâhu anh- Âlemler’in Efendisi’ni methettiği bir şiirinde:

“Teşehhüdü hâriç aslâ «لا» yani «Hayır» dememiştir. Şâyet teşehhüd olmasaydı ondan hiç «hayır» kelimesi işitilmezdi.” (Bağdâdî, IX, 210) diyerek Allah Resûlü’nün bu yönünü anlatmaya çalışmıştır.

Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’den bir şey istendiğinde, şâyet yanında yoksa, borçlanır ve ihtiyaç sâhibini memnûn ederek gönderirdi. Bir gün böyle biri Peygamberimiz’e gelerek bir şeyler istedi. Allah Resûlü; “Yanımda sana vereceğim bir şey yok, git benim nâmıma satın al, mal geldiğinde öderim.” dedi. Efendimiz’in sıkıntıya girmesine gönlü râzı olmayan Hz. Ömer:

– Yâ Resûlallâh! Yanında varsa verirsin, yoksa Allah seni gücünün yetmeyeceği şeyle mükellef kılmamıştır, dedi. Allah Resûlü’nün Hz. Ömer’in bu sözlerinden hoşnut olmadığı yüzünden belli oldu. Bunun üzerine Ensâr’dan biri:

– Anam babam sana fedâ olsun yâ Resûlallâh! Ver! Arşın sâhibi azaltır diye korkma! dedi. Bu sahâbînin sözleri Efendimiz’in çok hoşuna gitti, tebessüm etti ve:

“– Ben de bununla emrolundum.” buyurdu. (Heysemî, X, 242)

Sevgili Peygamberimiz’in cömertliği bundan da ileridir. Hayası sebebiyle istemekten çekinen, ancak fakirliği hâlinden belli olan kimseleri gördüğünde, Efendimiz yine borçlanma pahasına, elinden gelen yardımı yapardı. Allah Resûlü’nün bu hasletini Bilâl (r.a.) şöyle anlatır:

“Huzûruna gelen bir Müslüman fakir ve ihtiyaç sâhibi ise bana emir verir, ben de gider borç alır ve o kimseye yiyecek giyecek bir şeyler alırdım.” (Ebû Dâvûd, Harâc, 33, 35)

CÖMERTLİK VE İSARIN ZİRVESİ

Şâir Allah Resûlü’nün cömertlik ve îsârın zirvesinde olduğunu ne güzel ifâde etmektedir:

“Eğer elinde avucunda canından başka bir şeyi olmasa, isteyene onu da verir. Bu sebeple O’ndan isteyen kimse Allah’tan korksun!”

Hassân bin Sâbit, Resûlullah’ı bir kasîdesinde; “cömertçe davranmayı engelleyecek zor zamanlarda bile o, -ister mîrâs olsun ister kazanç- elindekini cömertçe sarfedendi.” diye tavsif etmektedir. Diğer bir şâirin:

“Bir gün biri, seni cömertlikte bulutlara benzetirse medhinde hata etmiş olur. Çünkü bulutlar verir ağlar fakat sen, verir gülersin.” mısrâları da her halde en fazla Resûlullah Efendimiz’i anlatmaktadır.

Onun bu cömertliğini öğrenince, Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân-ı Kerîm’de kendisine, “raûf ve rahîm” sıfatlarını vermesindeki hikmeti daha iyi anlayabiliyoruz. (et-Tevbe 9/128) Bütün insanlık için yüreğinde bir merhamet ummânı taşıyan Efendimiz, çevresindekileri dâimâ gözetler, zor durumda olanlara kendilerini rencide etmeden büyük bir nezâketle yardım ederdi.

Peygamberimiz’in engin cömertlik ve keremine dair örneklerden birini, Hz. Câbir’le aralarında geçen alış verişte görmekteyiz. Zâtürrikâ Gazvesi’nden dönerken Efendimiz Hz. Câbir’le sohbet ediyordu. Yeni evlendiğini, bu sebeple pek çok borcu olduğunu öğrenince, elinde mal olarak ne bulunduğunu sordu. O da yalnız bir devesinin olduğunu söyledi. Bunun üzerine Efendimiz, onu borçtan kurtarmak için devesini kendisine satmasını istedi. Hz. Câbir Medine’ye varıncaya kadar binmek şartıyla sattı. Medine’ye ulaşınca deveyi teslim etmek için Resûlullah’ın yanına vardı. O sırada kendisini çok sevindiren ve diğer insanları da şaşırtan bir davranışla karşılaştı. Efendimiz devenin ücretini ödediği gibi deveyi de ona hediye etti. (Buhârî, Cihad, 49; Büyû‘ 34; Müslim, Müsâkât, 109)

DEVE GECESİ

Câbir (r.a.) şöyle der:

“Allah Resûlü devemin ücretini verdiği ve kendisini de bağışladığı zaman tanıdık bir Yahudiye rastladım. Bu hâdiseyi ona anlattım. Hayretler içinde kaldı ve; «Demek devenin parasını verdi; sonra da onu sana hibe etti ha?!» sözünü tekrar etti durdu. Ben de; «Evet» dedim.” (İbn-i Hanbel, III, 303)

Bu alış verişte Efendimiz, Hz. Câbir’in durumunu düzeltmeyi hedeflemiş, onunla alış veriş yapıyormuş gibi davranmıştır. Ücretini verirken de fazlasıyla vermiştir. Ka’bına varılmaz bu yüce zarâfet ve ahlâk, Müslümanları o derece duygulandırmıştı ki hâdisenin vukû bulduğu bu gece «Leyletü’l-baîr» (deve gecesi) ismiyle hatırlarda kalmıştır.

Allah Resûlü’nün cömertliğindeki nihâyetsizliği en güzel şekilde ortaya koyan bir hâdise daha vardır ki o da oldukça ibretlidir. Kureyş müşriklerinin ileri gelenlerinden Safvân bin Ümeyye, Mekke’nin fethinden sonra Müslüman olmadığı halde, Huneyn ve Tâif savaşlarında Efendimiz’in yanından ayrılmamıştı. Allah Resûlü Cîrâne’de toplanan ganîmet malları arasında dolaştığı ve onlara göz gezdirdiği sırada Safvan da Allah Resûlü’nün yanında bulunuyor, develer, davarlar ve çobanlarla dolu vâdiye hayran hayran bakıyordu. Sevgili Peygamberimiz onun bu hâlini göz ucuyla tâkip ediyordu. Ona hitâben:

“– Ebû Vehb! Vâdi pek mi hoşuna gitti?” diye sordu. Safvân:

– Evet, dedi. Resûl-i Ekrem Efendimiz:

“– O vâdî de içindekiler de senin olsun!” buyurdu. Bunun üzerine Safvân kendini tutamadı:

“Peygamberden başka hiçbir kimsenin kalbi bu derece cömert olamaz.” dedi ve şehâdet getirerek Müslüman oldu. (Vâkıdî, II, 854-855)

Daha sonra Kureyş’in yanına döndü ve onlara:

– Ey kavmim! Müslüman olunuz. Vallâhi Muhammed öyle ihsanda bulunuyor ki yokluktan ve yoksulluktan hiç korkmuyor, dedi. (Müslim, Fedâil, 57-58)

Bu hâdiseden dünyâ ve nimetlerinin Efendimiz’in gözünde ne kadar bir değere sâhip olduğu anlaşılmaktadır. Elinde bulunan malı, ister burada görüldüğü gibi bir vâdi dolusu olsun ister Hz. Bilâl’in anlattığı gibi iki dirhem olsun, hiçbir zaman yanında bekletmez (Ebû Dâvûd, Harâc, 33, 35), onları infâk etmeden de rahat edemezdi. Hatta Hz. Bilâl’in naklettiği rivâyette Efendimiz, kalan iki dirhemi dağıtmadıkça evine gitmeyip mescidde kalacağını söylemiş ve kabul edecek muhtaç bulunamadığı için iki gün mescidde gecelemiştir. (İbn-i Hibbân, XIV, 262-264)

CÖMERTLİĞE TEŞVİK

İnfâk ve cömertliğin zirvesinde bulunan Allah Resûlü, ashâbın cömertlik duygularında bir zayıflık sezdiği zaman onları uyarır ve cömertliğe teşvik ederdi. Bir gün Amr bin Avf oğulları yurduna gitmişti:

“– Ey Ensâr cemaati!” diye seslendi.

– Buyur yâ Resûlallâh, emrine âmâdeyiz, dediler.

“– Sizler câhiliye döneminde Allah’a ibâdet etmezken bile ağır mükellefiyetler altına girer, mallarınızdan muhtaçlara verir, yolda kalanlara yardım ederdiniz. Allah size İslâm’ı ve Peygamberi’ni lutfedince mallarınızı kale içine alıp korumaya mı başladınız? Âdemoğluna, vahşî hayvanların veya kuşların yediğinden dolayı ecir vardır.” buyurdu.

Bunun üzerine Avf oğulları hemen kalkıp hurmalıklarına gittiler ve her biri bahçesinin çevresinde bulunan duvardan otuz kapı açtı. (Hâkim, IV, 148) Çünkü Cenâb-ı Hak; “Siz Allah için ne verirseniz, Allah onun yerine hemen yenisini verir. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.” buyurmaktaydı. (Sebe’ 34/39)

SAHABEDEN CÖMERTLİK ÖRNEKLERİ

Bizlere ittibâ edilmesi gereken yıldızlar olarak takdim edilen ashâb-ı güzîn de cömertlik husûsunda ibret alınacak hârikulâde örnekler sergilemişlerdir. Ukbe bin Amr (r.a.) şöyle der:

“Sadaka ayeti inince, sırtımızda yük taşıyarak kazancımızdan infâk etmeye başladık. Derken bir adam geldi ve çokça sadaka verdi. Münâfıklar; «Gösteriş yapıyor.» dediler. Bir başkası geldi, bir ölçek hurma tasadduk etti. Yine münâfıklar; «Allâh’ın bunun bir ölçek hurmasına ihtiyâcı yoktur.» dediler. Bunun üzerine; «Sadakalar husûsunda gönülden veren mü’minleri ve güçlerinin yettiğinden başkasını bulamayanları çekiştiren ve onlarla alay edenler yok mu, Allah onları maskaraya çevirmiştir. Onlar için acı bir azap vardır.» (et-Tevbe 9/79) ayet-i kerîmesi nâzil oldu.” (Buhârî, Zekât, 10; Müslim, Zekât, 72)

Hadîsin değişik rivâyetlerinden anlaşıldığına göre, çokça para getiren Abdurrahman bin Avf -radıyallâhu anh-’dır. Servetinin yarısı olan dört bin dirhemi tasadduk etmiştir. Bir ölçek hurma getiren de Ebû Akîl el-Ensârî’dir. O da iki ölçek hurma karşılığında bütün gece sırtıyla su çekmiş, bir ölçeğini evinin ihtiyâcı için alıkoyup diğerini de Allah’ın rızâsını kazanmak için Resûlullah’a getirmişti. Aslında münâfıkların çekemedikleri, ashâb-ı kirâmın zenginiyle fakiriyle mal veya kazançlarının yarısını seve seve tasadduk etmeleriydi. Bu iki örnekte sadaka olarak verilen miktar değişse de, verenlerin fedakârlık nispetleri değişmemektedir.

VAKIF MEDENİYETİ

Cömertliği, misâfirperverliği ve hayırhâhlığı ile tanınan ecdadımızın öncülük ettiği medeniyete “Vakıf Medeniyeti” adı verilmiştir. Onlar ölümlerinden sonra geriye köşk, saray ve servet bırakmaktan çok han, hamam, câmi, çeşme, medrese ve tekke gibi içtimâî müesseseler bırakmışlar, yaşadıkları topraklara İslâm’ın mührünü vurmuşlardır. Varlıklarını insanlığın saâdeti için cömertçe harcamışlar, halka hizmeti Hakk’a kulluk telâkkî etmişlerdir. Cömertlik duyguları o kadar gelişmiştir ki gelen misafirleri ağırlamak için birbirleri ile yarışmışlardır. 14. yüzyılda İslâm dünyasını baştanbaşa gezen meşhur Tunuslu Seyyah İbn-i Batûta’nın yaşadığı dikkat çekici bir olay bunun çok güzel bir örneğidir. İbn-i Batûta ve arkadaşları Anadolu’yu gezerken o dönemde Lâdik ismiyle anılan Denizli’ye uğrarlar:

“Şehre girdiğimiz sırada, çarşıdan geçerken dükkânlardan çıkan birtakım insanların hayvanlarımızı çevirerek yularlarına asıldıklarını gördük. Bir başka grup da gelerek bunları durdurdu ve çekişmeye başladı. Aralarındaki çekişme uzayıp kızışınca bazıları hançerlerini çekip ötekilere saldırmaya kalkıştılar. Konuştuklarını anlayamadığımızdan korkmaya başladık. Bunların yol kesen Germiyanlar olduğu kuşkusuyla, bu şehrin onlara âit bulunduğu, malımıza, canımıza kastettikleri kaygısına düştük. Sonra Allah Teâlâ bize Arapça bilen, hacca gitmiş bir adam gönderdi. Ona bunların ne istediklerini sordum. Bunların ahîler olduğunu söyledi. Bizimle ilk karşılaşanlar Ahî Sinan’ın, sonradan gelenler ise Ahî Duman’ın dervişleri imiş. Her iki taraf da bizim kendi zâviyelerinde misafir olmamızı istedikleri için çekişirlermiş. Onların göstermekte oldukları yüksek misafirperverliğe hayran olmamak elde değildi.

Nihâyet işi kur’a çekmek sûretiyle halletmeyi kabul edip sulh oldular. Kim kazanırsa önce o tarafın tekkesine misafir olmamız kararlaştırıldı. Kur’a Ahî Sinan’ın tarafına düştü. O bunu haber alınca yanında dervişlerinden bir grupla gelip bizi karşıladı ve onun tekkesine misafir olduk. Bize çeşitli yemekler ikrâm ettiler. Biraz dinlendikten sonra Ahî Sinan hepimizi hamama götürdü ve benim hizmetimi bizzat kendisi gördü. Öteki dervişlerden üçü dördü ise bir arkadaşımın hizmetini üzerine almış bulunuyordu. Hamamdan çıkınca tekrar büyük bir sofra kurdular. Yemekten sonra güzel sesli hafızlardan Kur’ân-ı Kerim dinledik, zikirler yaptık. Ertesi gün Ahî Duman ve müridlerinin bizi götürmek için beklediklerini gördük. Orada da pek çok cömertlikle karşılaştık.” (İbn-i Batûta, s. 305-306)

Hanım şâirlerimizden Hâlide Nusret Zorlutuna’nın 1956 yılında İslâm Mecmuası’nda (sayı: 7, s. 21) yayımlanan bir yazısında, Resûlullah’ın güzel ahlâkını kendisine rehber edinen ecdâdımızın yakın zamanlara kadar gelen cömertlik anlayışını anlatan şu satırlar ne kadar ibretlidir:

“Eskiden -pek o kadar eskiden de sayılmaz, kırk sene evveline kadar- bizde muhteşem konakların yanı başında küçük, mütevâzi, tertemiz evceğizler vardı. Bunlarda az gelirli âileler, mütekâit (emekli) ihtiyarlar, dul nineler, yetim, öksüz torunlar sükûn ve refah içinde yaşarlardı. Evet, refah içinde! Zira büyük konaklara arabalarla taşınan kışlık ve ramazanlık erzaktan bu küçük evlerin hisseleri gizlice ayrılır, gizlice gönderilirdi. Yardım alanın izzet-i nefsini korumak bâbında bu gizliliğe bilhassa dikkat edilirdi. Ninelerimiz, «Sağ elin verdiğinden, sol elin haberi olmamalı.» derlerdi. Şimdi olduğu gibi, giydirilen çocukların fotoğraflarını gazetelere basıp dünya âleme ilan etmezlerdi.

Küçük evlerde bir kız mı gelin ediliyor? Mahallenin İslâmî ve insanî duygularla beslenen göze görülmez «Yardım Teşkilâtı» derhal kendi kendine faaliyete geçerdi. Bu teşkilâtta ne başkan vardı ne başkan vekili ne de sekreter. Kimse bu unvanlara heves etmezdi. Çünkü onlar «sözde gönüllü» değil, «gerçek gönüllü» idiler. Allah rızâsı için kullara hizmet etmek, insanları sıkıntıdan kurtarmak, refâha ve saâdete ulaştırmak tek gayeleri idi. Lüzûmu ânında kendi kendine faaliyete geçen bu gizli hayırlı eller, iş biter bitmez gene sessizce sahneden çekiliverirlerdi. Mahallenin öksüz kızı bu arada, analı babalı, orta halli bir aile kızından çok daha mükemmel çeyizlenip çimenlenir; düğün dernekle gelin edilmiş olurdu.

Lohusalara, hastalara, cenâzelere hep bu teşkilât -ve daima o asil ve muhteşem sessizliği içinde- koşar, fakir âilelerin ramazan erzâkını ve kimsesiz yavruların bayramlık kıyafetlerini tam zamanında yetiştirirdi...”

MÜMİNİN EN ÖNEMLİ ÖZELLİĞİ

Görüldüğü üzere cömertlik bir mü’minin en mühim vasfıdır. Onun cömert olmamasını tasavvur etmek mümkün değildir. Zîrâ bir kalpte îmânla cimrilik bir arada aslâ bulunamaz. Hz. Enes’in naklettiği şu hâdise bu hakîkati ifâde etmektedir:

“Bir adam ölmüştü. Halktan birisi Resulullah’ın işiteceği şekilde; «Cennet ona mübarek olsun!» dedi. Bunun üzerine Allah Resûlü; “Nereden biliyorsun? Belki de o mâlayâni konuştu veya malından bir şey eksiltmeyecek kadar çok az bir kısmını infâk etmekte cimrilik gösterdi!” buyurdu. (Tirmizî, Zühd, 11)

Bir diğer hadisinde; “Zulüm yapmaktan sakının. Çünkü zulüm kıyâmet gününde zâlime zifirî karanlık olacaktır. Cimrilikten de sakının. Zira cimrilik sizden önce yaşayan insanları, birbirini öldürmeye ve dokunulmaz haklarını çiğnemeye kadar götürerek perişan etmiştir.” (Müslim, Birr, 56) buyurarak cimriliğin dünyâ ve âhiretteki acı âkıbetini bildirmiştir. Bu sebeple bir mü’min, tabiatında bulunan cimriliği terk edip cömertlik ahlâkını elde etme gayreti içinde olmalıdır. Zîrâ âhiret hayâtı için en faydalı hasletlerden biri, nefsin sehâvet üzere olmasıdır. Sehâvet, zekât ve infâkın rûhudur. Nefsin terbiyesi de ancak sehâvetle mümkündür. Bunu elde edebilmenin yolları ise ihtiyâcı olduğu halde infakta bulunmak, kendine zulmeden kimseyi affetmek, hoşa gitmeyecek şeylerle karşılaştığında âhirete olan yakîni sebebiyle sabretmek gibi davranışlardır.

Nihâyetinde cömertlik, ferdî ve içtimâî, dünyevî ve uhrevî hayatın sıhhati için elzem olan ahlâk-ı hamîdenin en mühim unsurlarından biridir. İmâm Gazâlî’nin dediği gibi; “Malı olmayan kişide hırs değil kanâat, zengin kişide de cimrilik değil cömertlik olmalıdır.”

Kaynak: Üsve-i Hasene, Erkam Yayınları

 

İslam ve İhsan

PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN HAYATI

Peygamber Efendimiz’in Hayatı

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

  • harika faydalandım çok teşekkürler

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.