Peygamber Efendimizin Vefatı Nasıl Olmuştur? (refik-i A'lâ'ya Yolculuğu)

Nebîler silsilesinin ilk ve son halkası, Seyyidü’l-Kevneyn, Rasûlü’s-Sekaleyn, İmâmü’l-Harameyn, Varlık Nûru, Âlemlere Rahmet Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Vedâ Haccı’ndan sonra ateşli bir hastalığa tutuldular. Bu hastalık, O’nu ümmetinden ayıracak, ömrü boyunca arzu ettiği Refîk-ı A’lâ’sına kavuşturacak olan vefât hastalığı idi. Zâten “Nasr Sûresi”nin nüzûlü ile ecelinin yaklaştığını öğrenmiş bulunan Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, artık son yolculuğa hazırlanıyorlardı. Ölülerle de dirilerle de îmâlı bir şekilde vedâlaşmaktaydılar. Nitekim hastalanmadan bir gün önce Medîne’nin Cennetü’l-Bakî‘ denilen mezarlığına gitmişler, ölüler için:

“–Ey büyük Allâh’ım! Burada yatanlardan mağfiretini esirgeme!” diyerek duâ buyurmuşlardı. (Ahmed, III, 489)

Kabristan’dan döndükten sonra minbere çıkarak ashâbına da âdeta vedâ mâhiyetinde şu hutbeyi îrâd ettiler:

“Ben sizin Kevser Havuzu’na ilk erişeniniz olacak ve sizi orada karşılayacağım! Sizinle buluşma yerimiz Havuz’dur. Ben şu an onu görüyorum! Ben sizin hakkınızda şehâdet edeceğim! Şu an bana yerin hazîneleri ve onların anahtarları verildi. Vallâhi, sizin için benden sonra, müşrikliğe dönersiniz diye korkmam! Fakat ben, sizin için dünyâ ihtirâsına kapılır ve onun üzerinde birbirinizi kıskanırsınız, birbirinizi öldürürsünüz ve sizden öncekilerin yok olup gittikleri gibi siz de yok olur gidersiniz diye korkarım!..” (Buhârî, Cenâiz, 73; Müslim, Fedâil, 31)

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, minberden indikden sonra bîtâb bir hâlde Hâne-i Saâdetleri’ne çekildiler. Gün geçtikçe hastalıkları daha da şiddetlendi. İyice ağırlaştıklarında da nezâket timsâli Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ezvâc-ı tâhirâtından izin alarak Hazret-i Âişe’nin odasında kalmaya karar verdiler. (Buhârî, Tıb, 22; Ahmed, VI, 34, 38; Belâzurî, I, 545)

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, o âna kadar böyle ağır bir hastalık geçirmemişti. Esâsen O’nun yaşadığı nezih ve temiz hayâtı, kendisine hastalığı yaklaştırmayan emsâlsiz bir hayattı. Ancak yirmi üç yıl süren ve beşer tâkatinin üzerinde olan en ulvî ve sıkletli bir nübüvvet vazîfesi, O’nu bir hayli yormuş, bu arada başlangıçtan beri çeşitli düşmanların bin bir kötülükleri de mübârek bedenlerini yıpratmıştı. Bütün bunlar da, kendilerine hastalık isâbet etmesini mümkün kılmıştı.

Diğer taraftan da bu hastalık, kendisi için büyük bir makâma ve yüksek derecelere nâiliyet olacaktı. Bunda Hayber’deki zehirleme hâdisesinin tesiri de büyük olmuştur. Nitekim Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hastalığının ağırlaştığı bir vakitte Hazret-i Âişe vâlidemize:

“–Ey Âişe! Hayber’de tatmış olduğum zehirli etin elemini devamlı hissedip durdum. Şu anda kalbimin damarının koptuğunu duymaktayım.” buyurmuşlardır. (Buhârî, Meğâzî, 83)

Nitekim Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh- da:

“–Rasûlullâh’ın küçük dili üzerinde bu zehrin izini ve tesirini görür dururdum!..” demiştir. (Müslim, Selâm, 45)

Varlık Nûru -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bu zehir sebebiyle şehîd olarak vefât etmiş, kendisini peygamberlikle şereflendiren Allâh Teâlâ, O’nu bir de şehîdlikle müşerref kılmıştır. (İbn-i Hişâm, III, 390; Vâkıdî, II, 678-679; Heysemî, VI, 153)

***

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, tutulduğu hummânın harâretinden sanki asılı bir kırbadan üzerine su damlıyor gibiydi. Ziyâretine gelen Ebû Saîd el-Hudrî:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Hummânız ne kadar da şiddetli!” demekten kendisini alamamıştı. Ebû Saîd -radıyallâhu anh- sözlerine şöyle devâm ediyor:

“Elimi üzerine koydum; harâretini, örtünün üstünden hissediyordum.

«–Ey Allâh’ın Rasûlü, harâretiniz çok fazla!» dedim.

«–Biz (peygamberler) böyleyiz. Belâlar bize kat kat gelir, buna mukâbil mükâfâtları da kat kat verilir.» buyurdu.

«–Ey Allâh’ın Rasûlü! İnsanların en çok belâya mâruz kalanları kimlerdir?» diye sordum.

«–Peygamberler!» buyurdu.

«–Sonra kimler?» dedim.

«–Sonra sâlihler!” buyurdu ve şu açıklamayı yaptı:

«Onlardan biri fakirliğe öylesine mübtelâ olur ki, kendini örten bir abâdan başka bir şey bulamaz. Onlar, sizin bolluğa sevindiğiniz gibi belâya sevinirler.»(İbn-i Mâce, Fiten, 23)

Son günlerinde hastalıkları, cemaate çıkmaya müsâade etmedi. Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ı, cemaate kendi yerine imâmlık yapması için tâyin buyurdular. Bir ara kendilerini biraz iyi hissederek mescide çıkmışlardı. Ashâb-ı kirâma nasîhatlerde bulundular ve:

“Şânı yüce olan Allâh, bir kulunu, dünyâ ve onun zîneti ile kendi katındaki nîmetler arasında muhayyer bıraktı. O kul da Allâh katındakileri tercîh etti!..” buyurdular.

Bu sözler üzerine hassas ve rakîk kalpli Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kendilerine bir vedâ hitâbında bulunduğunu hissetti. Büyük bir hüzne kapıldı. Yüreği mahzunlaştı; gözlerinden yaşlar dökülmeye başladı. Hıçkıra hıçkıra:

“–Anam, babam Sana fedâ olsun yâ Rasûlallâh! Sana babalarımızı, analarımızı, canlarımızı, mallarımızı ve evlâtlarımızı fedâ ederiz!..” dedi. (Ahmed, III, 91)

Cemaat içinde O’ndan başka hiç kimse, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in derin hissiyâtını kavrayamamış, bu inceliği hissedememişti. Çünkü âyet-i kerîmede bahsedilen Sevr’deki “ikinin ikincisi” yalnız Ebû Bekir -radıyallâhu anh- idi.

Rivâyete göre Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, O’nun hakkında:

“Kalbimde ne varsa, Ebû Bekr’e ilkâ ettim!” buyurmuştu.

Sahâbî, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu azîz arkadaşının ağladığını görünce, büyük bir hayretle birbirlerine:

“–Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Rabbine kavuşmayı tercîh eden sâlih kişiden bahsederken, şu ihtiyarın ağlamasına şaşmaz mısınız?!.” dediler. (Buhârî, Salât, 80)

Oysa Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın hassas ve rakîk kalbi, büyük vedâyı sezmiş ve ayrılıklardan şikâyet eden bir ney gibi feryâda başlamıştı. Ancak Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hastalığı ciddî bir hâl alınca, diğer ashâb da yaklaşan büyük firkat ve vuslatı sezerek gözyaşı dökmeye başladılar. Muhâcir ve Ensâr meclisleri mâteme büründü. Etrâfındakiler:

“–Yâ Rasûlallâh! Şifâ için Allâh’a duâ etsen!” dediklerinde, her zaman sıhhat için duâ eden Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bu defâ duâ etmediler.

Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- şöyle anlatır:

“Rasûlullâh -aleyhissalâtü vesselâm- hastalandığı zaman, Muavvizeteyn (Felâk ve Nâs) sûrelerini okuyup ellerine üfler ve vücûdunu meshederdi. Hastalığının şiddetlendiği sırada ben de aynı şekilde bu sûreleri okuyup ellerime üfledim ve O’nun mübârek vücûdunu meshetmeye başladım. Cebrâîl’in, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e daha evvelki bir hastalığında okumuş olduğu istiâze duâsını da:

«–Ey insanların Rabbi! Şu hastalığı gider! Şifâ ancak Sen’in elindedir. Sen’den başka şifâ verici yoktur. Öyle bir şifâ ver ki, hiçbir hastalık kalmasın!» diyerek okudum. Fakat bunun üzerine Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, (mübârek başlarını bana çevirerek):

«–Üzerimden elini kaldır! Bu okuman (artık) bana bir fayda sağlamaz! Ben, müddetimi bekliyorum...» buyurdular.” (Ahmed, VI, 260-261; İbn-i Sa’d, II, 210)

Hazret-i Âişe vâlidemiz devamla şöyle buyurur:

“Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, muhtereme kızı, derin ve ince rûhlu Fâtıma’yı çağırttı. O gelince, «Merhabâ kızım!» buyurduktan ve onu, yanına oturttuktan sonra kendisine gizlice bir şey söyledi. Fâtıma ağladı. Sonra ona yine gizlice bir şey söyledi. Bu defâ da Fâtıma sevinerek tebessüm etti.

Ben, gülmenin ağlamaya, sevinmenin üzülmeye bu derece yakın olduğunu o günkü gibi hiç görmemiştim. Fâtıma’ya bu ağlama ve gülmesinin sebebini sorduğumda:

«–Tutulduğu hastalık netîcesinde vefât edeceğini haber verdi. Buna ağladım. Sonra da ev halkından kendisine ilk kavuşanın ben olacağımı haber verdi. Buna da sevindim.» dedi.” (Buhârî, Meğâzî, 83)

Hastalığı esnâsında Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hafiflediği zamanlar cemaate birkaç vakit namaz kıldırabildi. Bunların birinde, gönüllerini peygamberlerinin irtihâl edeceği hissiyle büyük bir hüzün burukluğu kaplayan ashâb-ı kirâma şöyle buyurdu:

“Ey insanlar!

Duydum ki sizler, peygamberinizin vefât edeceğinden korkuyormuşsunuz! Benden evvel gönderilip de ümmeti içinde dâimî olarak kalmış bir peygamber var mıdır ki ben de sizin içinizde sürekli kalayım? İyi biliniz ki ben Rabbime kavuşacağım! O’na siz de kavuşacaksınız! Muhakkak ki bütün işler, yüce Allâh’ın izni ile cereyân eder.

İyi biliniz ki ben sizden önce gidecek ve sizi bekleyeceğim! Dikkat ediniz; (yarın âhirette) sizinle buluşma yerimiz Kevser Havuzu’nun başıdır. Yarın benimle buluşmak isteyen elini ve dilini günâhtan çeksin! Ey insanlar! Günah, nîmetlerin değiştirilmesine sebep olur. Halk iyi olduğunda idârecileri de iyi olur. Halk kötü olduğu zaman ise idârecileri de kötü olur. Varlığım kudret elinde bulunan Allâh’a yemin ederim ki ben, şu saatte Havuz’umun üzerinde duruyor, şu bulunduğum yerden Havuz’uma bakıyorum...”

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, sözlerinin burasında hıçkırarak ağlayan Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’a baktı ve:

“–Ey Ebû Bekir! Ağlama!..” buyurarak devâm etti:

“Ey insanlar! İnsanlardan canında, malında, dostluğunda, bana karşı Ebû Bekir’den daha fedâkâr ve cömert davranan kimse yoktur! Eğer Rabbimden başka, insanlardan bir dost edinmiş olsaydım, muhakkak ki Ebû Bekr’i dost edinirdim...

Mescide açılan şu kapıları kapayınız! Yalnız Ebû Bekr’in kapısı açık kalsın! Ben Ebû Bekr’in kapısının üzerinde bir nûr görüyorum.” (Buhârî, Salât, 80; İbn-i Sa’d, II, 227)

“Ashâbım!

Nihâyet ben de bir insanım. Aranızda bâzı kimselerin hakları geçmiş olabilir. Ben hangi kişinin tenine dokunmuş isem, işte tenim! Gelsin, o da dokunsun, hakkını alsın! Kimin sırtına vurmuşsam, işte sırtım! Gelsin, vursun! Kimin malından sehven almışsam, işte malım! O da gelsin alsın!

Ey Allâh’ım! Ben, ancak bir beşerim. Müslümanlardan hangi kişiye ağır bir söz söylemiş veya vurmuş, ya da lânet etmiş isem, Sen bunu, onun hakkında bir temizlik, ecir ve rahmet vesîlesi kıl!” (Ahmed, III, 400)

“Allâh’ım! Hangi mü’mine ağır bir söz söylemişsem, Sen o sözümü, kıyâmet gününde o mü’min için Sana yakınlığa vesîle kıl!” (Buhârî, Deavât, 34; Dârimî, Mukaddime, 14; İbn-i Sa’d, II, 255; Taberî, Târîh, III, 191; Halebî, 463-464)

Böylece Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, âdeta bir “hakk-ı ibâd” helâlleşmesi yapıyordu. Bu ifâdelerden sonra yorgun bir şekilde tekrar odalarına döndüler. Bir daha namaza çıkamadılar. Yalnız bir defâsında kendilerinde biraz hafiflik hissederek Hazret-i Ebû Bekr’in ardında namaz kıldılar.

Nihâyet son olarak 12 Rabîulevvel Pazartesi sabahı, yine kendilerinde bir hafiflik hissetmişlerdi. Ancak bedenî tâkatleri cemaate çıkmaya yetmedi. Bunun üzerine oda kapısının perdesini kaldırdılar ve o esnâda Hazret-i Ebû Bekr’in imamlığında sabah namazı kılan sevgili ashâbını son kez seyrettiler. Onları yan yana saf tutmuş, cemaatle namaz hâlinde görmekten memnun kalarak sürûr içinde tebessüm buyurdular. Bir taraftan şiddetli hastalığın acısını çekerken diğer taraftan da geride sâlihlerden oluşan bir cemaat bırakmanın ve Allâh tarafından verilen vazîfeyi îfâ etmenin sürûrunu yaşıyorlardı. (Buhârî, Meğâzî 83, Ezân 46, 94; Müslim, Salât 98; Nesâî, Cenâiz 7)

Nitekim bu hâdiseyi anlatan Hazret-i Âişe vâlidemiz diyor ki:

“Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbının namaz kılışını tebessüm ederek izliyordu. Allâh Rasûlü’nü hiçbir vakit böylesine sevinçli bir hâlde görmemiştim.” (İbn-i Hişâm, IV, 331)

Allâh Teâlâ, daha önceki peygamberlerine vermediği büyük bir nîmeti Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e verdi. Allâh Rasûlü, vefâtından önce teblîğ vazîfesinin muvaffakıyyetini gördü. Arap Yarımadası’nı şirkten temizledi. Putlar, bizzat onlara tapanlar tarafından kırıldı ve yok edildi. Kızlarını diri diri toprağa gömen insanlar, merhamette zirve hâline geldiler. Çünkü Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- insan eğitimini zirveleştiren ve insanı bir yaratılış hârikası hâline getiren en büyük terbiyeci idi.

O sabah Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, daha evvel hazırladığı, ancak rahatsızlığı dolayısıyla hareketi geciken ordunun yola çıkmasını emir buyurdu. Tâyin ettiği genç kumandan Üsâme bin Zeyd’e:

“Allâh’ın bereketi üzere kuşluk vakti yola çıkınız!” tembihinde bulundu. (Vâkıdî, III, 1120)

O gün Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Âişe -radıyallâhu anhâ-’nın yanında bulunan altı-yedi dinarı fakirlere dağıtmasını emrettiler. Bir müddet sonra da dinarların ne olduğunu sordular. Hazret-i Âişe’nin hastalık telâşıyla onları dağıtmayı unutmuş olduğunu öğrenince, dinarları isteyip avuçlarına aldılar. Sonra:

“Allâh’ın Peygamberi Muhammed, bunları fakirlere dağıtmadığı, yanında bulundurduğu hâlde Rabbine kavuşmayı uygun görecek değildir!..” ifâdelerinin ardından, onların hepsini Ensâr’ın fakirlerinden beş ev halkına dağıttılar da:

“İşte şimdi rahatladım!..” buyurarak hafif bir uykuya daldılar. (Ahmed, VI, 104; İbn-i Sa’d, II, 237-238)

İşte ardı arkası kesilmeyen bir infak...

O gün Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Ehl-i Beyt’ine şöyle seslendi:

“Ey insanlar! Ateş alevlendi. (Dikkat edin), karanlık gece kıt’aları gibi fitneler geliyor!.. (Sanki istikbaldeki hâdiseleri, gözler önüne seriyordu.) Ben, ancak Allâh’ın Kitâbı olan Kur’ân’ın helâl kıldığını helâl; onun haram kıldığını haram kıldım!

Ey Rasûlullâh Muhammed’in kızı Fâtıma! Ey Safiyye! Allâh katında makbûl ameller işleyiniz! (Sâlih amelleriniz yoksa, bana güvenmeyiniz.) Çünkü ben (kulluk yapmadığınız takdirde) sizi Allâh’ın azâbından kurtaramam!” (İbn-i Sa’d, II, 256; Buhârî, Menâkıb, 13-14; Müslim, Îman, 348-353)

O gün Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Aman! Namaza! Namaza devâm ediniz! Aman! Ellerinizin altındaki insanlara iyi davranınız! Onlar hakkında Allâh’tan korkunuz! (Onların giyimlerini ihmâl etmeyiniz! Karınlarını doyurunuz! Onlara yumuşak söz söyleyiniz!)” buyurdu. (Ebû Dâvûd, Edeb, 123-124/5156; İbn-i Mâce, Vasâyâ, 1)

O gün Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, iştiyakla misvak kullandı.

Hazret-i Âişe vâlidemiz buyurur ki:

“Rasûlullâh dişlerini misvaklarken, O’nun daha önce bu kadar güzel misvak kullandığını görmemiş gibiydim!” (Buhârî, Meğâzî, 83; İbn-i Sa’d, II, 261)

Bir de Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanında ufak bir su kabı vardı. Fahr-i Kâinât Efendimiz zaman zaman ellerini bu kabın içine batırıp yüzünü sıvazlıyor ve:

“Lâ ilâhe illâllâh, şüphesiz ölümün sekerâtı (aklı gideren şiddetleri ve sadmeleri) vardır!” buyuruyordu. (Buhârî, Meğâzî, 83)

O gün Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Cenâb-ı Hakk’a şöyle niyâz etti:

“Ey Allâh’ım! Beni merhametinle ihâta et! Beni, Refîk-ı A’lâ’ya kavuştur! Ey Allâh’ım! Beni merhametinle ihâta et! Bana, rahmetini ihsân et! Beni Refîk-ı A’lâ’ya kavuştur!” (Buhârî, Meğâzî, 83; Ahmed, VI, 126)

O gün Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kızı Hazret-i Fâtıma’yı tesellî etti:

“–Ey kızım! Sakın ağlama! Ben öldüğüm zaman: اِنَّا ِللهِ وَاِنَّا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ de!” (İbn-i Sa’d, II, 312)

O gün Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Uhud’un en sıkıntılı zamanlarında “Rasûlullâh öldü” feverânı üzerine dağılmaya yüz tutan ashâba ihtar sadedinde kendisi hakkında nâzil olan şu âyet-i kerîmeyi okudu:

وَمَا مُحَمَّدٌ اِلاَّ رَسُولٌ قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِهِ الرُّسُلُ اَفاَئِنْ مَاتَ اَوْ قُتِلَ انْقَلَبْتُمْ عَلَى اَعْقَابِكُمْ وَمَنْ يَنْقَلِبْ عَلَى عَقِبَيْهِ فَلَنْ يَضُرَّ اللهَ شَيْئًا وَسَيَجْزِى اللهُ الشَّاكِرِينَ

“Muhammed, bir Rasûl’dür. O’ndan önce de rasûller gelip geçmiştir. Şimdi O, ölür veya öldürülürse, ökçenizin üzerinde gerisin geriye dönecek misiniz? Kim, böyle iki ökçesi üzerinde ardına dönerse, elbette ki Allâh’a hiçbir şeyle zarar vermiş olmaz. Allâh, şükür ve sebât edenlere mükâfat verecektir.” (Âl-i İmrân, 144)

O gün Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e, vahiy meleği Cebrâîl -aleyhisselâm- gelerek:

“Sana selâm olsun ey Allâh’ın Rasûlü! Bu, Sen’in için yeryüzüne ayak basışımın sonuncusudur!” dedi. (İbn-i Sa’d, II, 259)

O gün Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, daha evvel buyurduğu:

“Hiçbir peygamberin rûhu, cennetteki durağını görmedikçe alınmaz! Sonra durağına gitmesi, arzusuna bırakılır!” sözlerinin tecellîsini yaşadı. (Buhârî, Meğâzî, 83, 84; Ahmed, VI, 89)

O gün Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e Azrâîl -aleyhisselâm- geldi ve yanına girmek için izin istedi. Müsâade aldıktan sonra Âlemlerin Efendisi’nin önünde durarak:

“–Yâ Rasûlallâh! Ey Ahmed! Yüce Allâh beni Sana gönderdi. Sen’in her emrine itaat etmemi de emir buyurdu. Eğer Sen arzu edersen rûhunu alacağım! Arzu etmezsen rûhunu Sen’de bırakacağım!” dedi.

O sırada yanlarında bulunan Cebrâîl -aleyhisselâm- da:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Yüce Allâh Sen’i özlemektedir!” dedi.

O gün Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kendisinden müsâade isteyen ölüm meleğine:

“–(Ey Azrâîl!) Allâh katında olan daha hayırlı ve daha devamlıdır! Ey ölüm meleği! Haydi, emrolunduğun şeyi yerine getir; rûhumu al!” buyurdu. (İbn-i Sa’d, II, 259; Heysemî, IX, 34-35; Belâzûrî, I, 565)

Ardından mübârek ellerini yanındaki su kabına batırıp ıslatarak yüzlerine sürdü ve ilâhî hasretle dolu hayâtının vuslat kapısından geçerken kelime-i tevhîdi terennüm ederek:

“Ey Allâh’ım! Refîk-ı A’lâ, Refîk-ı A’lâ” diye diye mübârek rûh-i şerîflerini teslîm eyledi. Yüzlerini ıslattıkları mübârek eli, yanındaki su kabının içine düştü!.. (Buhârî, Meğâzî, 83)

Yıllar önce inzâl buyrulan:

اِنَّكَ مَيِّتٌ وَاِنَّهُمْ مَيِّتُونَ

(Ey Rasûlüm!) Sen de öleceksin, onlar da ölecekler!” (ez-Zümer, 30) âyet-i kerîmesi tecellî etti.

Ey Allâh’ım! Efendimiz Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve selem-’e, âline ve ashâbına salât eyle; (hepsini) mübârek kıl ve (onlara) selâm eyle!.. Ve bu, dâimî bir salât ü selâm olsun!..

***

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in rûh-i şerîfini teslîm etmesinden sonra hâne halkı gözyaşı seline gark oldu. Bu sırada hiçbir kimseyi görüp sezmedikleri hâlde, kendilerini tâziye ve tesellî eden bir ses duydular:

“Allâh’ın selâmı, rahmet ve bereketleri üzerinize olsun!”

Ehl-i Beyt de aynı şekilde mukâbelede bulunduktan sonra o ses, tekrar duyuldu:

كُلُّ نَفْسٍ ذَائِقَةُ الْمَوْتِ وَاِنَّمَا تُوَفَّوْنَ اُجُورَكُمْ يَوْمَ الْقِيَمَةِ فَمَنْ زُحْزِحَ عَنِ النَّارِ وَاُدْخِلَ الْجَنَّةَ فَقَدْ فَازَ وَمَا الْحَيَوةُ الدُّنْيَا اِلاَّ مَتَاعُ الْغُرُورِ

“Her can, ölümü tadacaktır. Kıyâmet günü, ecirleriniz eksiksiz size verilecektir. Kim, ateşten uzaklaştırılıp cennete sokuldu ise artık o, muhakkak murâdına ermiştir. Dünyâ hayâtı, aldatma metâından başka bir şey değildir.” (Âl-i İmrân, 185)

“İyi biliniz ki her musîbetin, Allâh katında bir tesellîsi, her ölenin bir halefi (yerine geçeni) ve her vefât edenin de bir bedeli vardır! Allâh’a sarılınız ve umacağınızı O’ndan umunuz! Asıl musîbete uğrayan, sevaptan mahrum kalandır. Allâh’ın selâmı, rahmet ve bereketleri üzerinize olsun!” (İbn-i Sa’d, II, 259)

İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ-:

“Bu sözleri, Ehl-i Beyt’in hepsi, Mescid-i Nebevî’de bulunanlar ve yoldakiler işittiler.” demiştir. (Belâzûrî, I, 564)

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- da bu sesin sâhibinin Hızır olduğunu bildirmiştir. (İbn-i Sa’d, II, 260)

Cennet hanımlarının efendisi Fâtımâ annemiz, mübârek babaları Rahmet Peygamberi’nin fânî ayrılığından o kadar mahzûn oldular ki:

“Fahr-i Kâinât’ın ukbâ âlemini teşrîfleri ile benim üzerime öyle musîbetler döküldü ki, şâyet bu musîbetler gündüzlerin üzerine dökülseydi o nurlu gündüzler kapkara gece kesilirdi.” buyurdular. (Diyârbekrî, II, 173)

Fâtıma annemizin, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den sonra yaşadıkları altı ay zarfında bir defâ olsun güldükleri görülmedi. (Kâmil Mîras, Tecrîd Tercemesi, XI, 25-26)

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, Medîne’ye dönüşlerinden sonra on üç gün kadar süren çetin hastalıkları netîcesinde 632 Milâdî yılının 8 Haziran’ı, Hicrî 11. yılın 12 Rabîulevvel Pazartesi günü artık kendilerine cemâl ufukları açılmış, O yüce Habîb, Refîk-ı A’lâ’sına, yâni en yüce dost olan Allâh Teâlâ’ya kavuşmuşlardı.

Ashâb-ı kirâm şunu hissediyorlardı ki, doğup batan güneşin hiç değişmeyen ışığında gizli bir şey soluyordu. Öyle ki, o günden sonra Peygamber müezzini Bilâl-i Habeşî -radıyallâhu anh-, o semâları kaplayan güzel sesiyle bir daha ezân okuyamadı. Ne zaman ashâb, kendisine çok ısrâr edip de Hazret-i Bilâl, ezân okumaya niyet ettiyse, mihrâbda Allâh Rasûlü’nü göremeyince hıçkırıklarla boğazı tıkandı, sesi kısıldı, yine ezân okuyamadı. İçini kavuran aşk ateşini söndürebilmek için Medîne’den uzaklaştı, Şam’a gitti. Birgün rüyâsında Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i gördü. Peygamber Efendimiz:

“−Nedir bu ayrılık yâ Bilâl! Beni ziyâret etme vaktin hâlâ gelmedi mi?” diye sitem etti. Bunun üzerine Bilâl -radıyallâhu anh- hüzünlenerek uyandı ve hemen yola çıktı. Âlemler’in Efendisi’nin Kabr-i Şerîf’ini ziyâret için Medîne’ye geldi. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzûrunda ağlayıp yüzünü gözünü kabrine sürdüğü esnâda Hazret-i Hasan ile Hazret-i Hüseyin geldiler. Bilâl -radıyallâhu anh- onları bağrına basıp öpmeye başladı. Onların:

“–Ey Bilâl! Ezânını dinlemeyi çok istiyoruz!” diye ısrarları üzerine ezân okumaya başladı. O anda Medîne sarsıldı. “Eşhedü enne Muhammede’r-Rasûlullâh” dediğinde kadın-erkek bütün insanlar, Allâh Rasûlü dirildi zannederek Mescid-i Nebevî’nin yollarına döküldüler. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in vefâtından sonra Medîne’de insanların bu kadar çok ağladığı bir gün görülmemişti. (İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, I, 244-245; Zehebî, Siyer, I, 357-358)

Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh- şöyle der:

“Ben hiçbir zaman Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile Ebû Bekr’in Medîne’ye geldikleri günden daha nurlu ve daha güzel bir gün görmedim! Rasûlullâh -aleyhissalâtü vesselâm-’ın vefât ettiği günü de gördüm! O günden de daha karanlık, daha hayırsız, daha sevimsiz bir gün görmedim! Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Medîne’ye girdiği gün Medîne’nin her şeyi aydınlanmış, vefât ettiği gün de Medîne’nin her şeyi kapkaranlık olmuştu! O’nun muazzez vücûdunu, vefâtına inanamayarak, istemeye istemeye defnettik.” (Ahmed, III, 221, 268, 287; Tirmizî, Menâkıb, 1/3618; Dârimî, Mukaddime, 14)

Bundan sonraki musîbet ve belâlar müslümanlar için artık bir hiç mesâbesindedir. Nitekim Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Herhangi bir musîbete uğrayan müslümanlar, benim vefâtım sebebiyle başlarına gelen musîbeti düşünerek tesellî bulsunlar ve sabretsinler.” buyurmuştur. (Muvatta, Cenâiz, 41; Dârimî, Mukaddime, 14)

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:

“Sağlığım sizin için hayırlıdır: Siz benimle konuşursunuz; ben de sizinle konuşurum! Vefâtım da sizin için hayırlıdır: Amelleriniz bana arzolunur, hayırlı amellerinizi gördüğümde, ondan dolayı Allâh’a hamd ederim; kötü amellerinizi gördüğümde ise sizin için Allâh’tan mağfiret dilerim.” buyurmuştur. (Heysemî, IX, 24)

***

Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-’nın naklettiğine göre, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in son ânı, yalnız tesbîh, tenzîh, tevbe ve hamd hâlinde idi. Sık sık:

“Sübhânallâhi ve bi-hamdihî, estağfirullâhe ve etûbü ileyh: Ben Allâh’ı ulûhiyet makâmına yakışmayan sıfatlardan tenzîh eder ve O’na hamd ederim. Allâh’tan beni bağışlamasını diler ve günahlarıma tevbe ederim.” demekteydi. (Buhârî, Ezân, 123, 139; Müslim, Salât, 218-220; Ahmed, I, 392; İbn-i Sa’d, II, 192)

O’nun iki kürek kemiği arasında nübüvvetine âit ilâhî bir nişan vardı. Birçok sahâbî, onu öpebilmenin aşkı ve hasreti içinde yaşardı. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, ebedî âleme göç ettikleri zaman, mübârek yüzlerinde hiçbir değişiklik görülmediği için, ashâb-ı kirâm, O’nun âhirete intikâlinden şüpheye düştüler. Bunun üzerine Efendimiz’in yakınlarından Esmâ bint-i Ümeys -radıyallâhu anhâ-, arkalarındaki mübârek Nübüvvet Mührü’nü aradı. Kaybolduğunu görünce, ukbâ âlemini şereflendirdikleri kat’î olarak öğrenilmiş oldu.

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- vefâtından sonra ne dinar ne dirhem ne de bir köle bıraktı. Sâdece binmekte olduğu beyaz katırı, silâhı ve yolcular için vakfettiği (Fedek ve Hayber’deki) arâzisi kaldı.

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- pazartesi günü vefât etti ve salı günü de defnedildi. İnsanlar namazını (cemaat hâlinde değil) ferd ferd kıldı, hiç kimse imamlık yapmadı. Bir kısmı; “Minberin yanına defnedilsin.” dedi. Bâzıları da; “Bakî’ mezarlığına defnedilsin.” dedi. Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- geldi ve:

“Rasûlullâh -aleyhissalâtü vesselâm-’ın:

«Her peygamber öldüğü yere defnedilir.» buyurduğunu işitmiştim.” dedi. Bunun üzerine, orada mezar kazıldı.

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i yıkayacakları vakit, gömleğini çıkarmak istediler. Derken; “Gömleği çıkarmayın!” diye bir ses işittiler. Bunun üzerine gömleği üzerinde olduğu hâlde yıkadılar.

Abdullâh bin Mes’ûd -radıyallâhu anh- şöyle der:

“Peygamberimiz ve Sevgilimiz, bir ay önce bize vefâtını haber verdi.

«–Yâ Rasûlallâh! Sen’in üzerine cenâze namazını kim kılsın?» diye sorduk ve ağladık. Kendisi de ağladı ve:

«–Yavaş olun, Allâh size rahmet etsin! Sizi Peygamberiniz’den dolayı hayırla mükâfatlandırsın! Siz, beni yıkadığınız ve kefenlediğiniz zaman şu serîrimin üzerine ve şu evimin içindeki kabrimin kenarına koyunuz! Sonra, bir müddet benim yanımdan çıkınız! Çünkü, benim üzerime, ilk önce iki dostum, Cebrâîl ve Mîkâîl, sonra İsrâfîl, sonra da yanında melek ordularıyla birlikte ölüm meleği namaz kılacaktır! Bundan sonra, kısım kısım giriniz, üzerime namaz kılınız ve salât ü selâm getiriniz! Fakat, överek, bağırıp çağırarak beni rahatsız etmeyiniz!

Daha sonra üzerime namaz kılmaya önce ev halkımın erkekleri başlasın! Sonra, onların kadınları kılsın! Onlardan sonra da sizler kılarsınız!

Ashâbımdan burada bulunmayanlara selâm söyleyiniz! Kıyâmet gününe kadar dînim üzere bana tâbî olan kimselere de benden selâm söyleyiniz!»” (Heysemî, IX, 25; İbn-i Sa’d, II, 256-257)

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in dediği gibi yapıldı. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-:

“Hiç kimse «Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in üzerine imamsız cenâze namazı kılınabilir mi?» diye şüphelenmesin! O sağ iken de vefâtında da imamınızdır!” dedi ve Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’ın hizâsında ayakta durarak:

“Yâ Rasûlallâh! Allâh’ın selâmı, rahmet ve bereketi Sen’in üzerine olsun!

Ey Allâh’ım! Biz O’nun, kendisine indirmiş olduğun şeyleri teblîğ ettiğine ve ümmetine nasîhatte bulunduğuna, Allâh’ın dînini üstün kılıncaya ve kelimesini tamamlayıncaya kadar Allâh yolunda savaştığına şehâdet ederiz!

Ey Allâh’ım! Bizleri O’na indirdiğin şeylere tâbî olan kimselerden eyle! O’ndan sonra da bize bu yolda sebat ver! Bizi O’na kavuştur!” diyerek duâ ediyor, cemaat de “Âmîn! Âmîn!” diyordu. (İbn-i Sa’d, II, 291)

Ne saâdet o yeryüzüne ki, Âlemlerin Efendisi’ni bağrında saklamaktadır. Şâir bunu ne güzel ifâde eder:

Ol Rasûl-i müctebâ hem rahmeten li’l-âlemîn

Bende medfundur deyû eflâke fahreyler zemîn

Ravzasın edip ziyâret dedi Cibrîl-i Emîn:

Hâzihî cennâtü adnin fedhulûhâ hâlidîn!..

“Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- seçkin bir peygamber ve âlemlere rahmettir. Yeryüzü; «O’nun kabri bendedir.» diyerek göklere karşı iftihâr etmektedir. Cebrâîl -aleyhisselâm- Allâh Rasûlü’nün Ravza’sını ziyâret ederek; «Burası Adn Cennetleri’dir. Oralara ebedî kalmak üzere girin!» demiştir.”

M. Raif Bey de semânın yeryüzüne olan gıptasını şu güzel beytiyle dile getirir:

Seni ey mihr-i ân gördükçe zîb-i hâkdan, dermiş

Semâ; “Yâ leytenî küntü türâbâ” âheste âheste...

“Ey güneş yüzlü! Semâ, yeryüzünün Sen’inle zînetlenmiş olduğunu gördükçe âheste âheste, (içli içli) «Âh keşke toprak olsaydım!» (en-Nebe, 40) diye hayıflanırmış.”

Dîn kemâl bulmuş, sahâbîden teblîğin bizzat tasdîki alınmış ve Cenâb-ı Hakk’a da şehâdeti arz edilmişti. Ardından Varlık Nûru -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ebediyet âlemine çağrılmıştı. Şimdi O, mahşerde, sıratta ve Havz-ı Kevser’de ümmetini beklemektedir.

Şefaat yâ Rasûlallâh!

Meded yâ Rasûlallâh!

Dahîlek yâ Rasûlallâh!..

***

12 Rabîulevvel Pazartesi günü doğup dünyâyı şereflendirmişlerdi ve 12 Rabîulevvel Pazartesi günü Allâh tarafından kendilerine nübüvvet vazîfesi verilmişti. Ebû Katâde Hazretleri şöyle rivâyet eder:

“(Hazret-i Peygamber’e) Pazartesi gününün orucundan soruldu. O da cevâben:

«–Bu, benim doğum günüm ve peygamber olarak gönderildiğim gündür...» buyurdular.” (Müslim, Sıyâm, 197-198)

Yine bir 12 Rabîulevvel Pazartesi sabahı, Medîne’ye girerek yeni kurulan ve kıyâmete kadar devâm edecek olan İslâm devletinin temelini atmışlardı. Ve nihâyet bir 12 Rabîulevvel Pazartesi günü de âhiret âlemine intikâl ettiler. Şimdi O, ukbâda şefkatle şefaat için ümmetini beklemektedir.

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in dünyâdan saâdet âlemine irtihâli ile O’ndan mahrum kalan dünyânın vefâsızlığını, Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri şu mısrâları ile tasvîr eder:

Kim umar senden vefâyı,

Yalan dünyâ değil misin?

Muhammedü’l-Mustafâ’yı

Alan dünyâ değil misin?

KAYNAK: Osman Nuri TOPBAŞ, Hazret-i Muhammed Mustafa-1, Erkam Yayınları, İstanbul

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.