Peygamber Efendimiz ve Yahudiler

Yahudi kelimesinin mânâsı nedir? Yahudilerin kısa geçmişi ve son peygamberle (sellallahu aleyhi ve sellem) ilgili beklentileri...

"YAHUDİ" KELİMESİNİN NEREDEN GELİYOR?

Yahudi kelimesi, Hazret-i Mûsâ’nın şeriatına tâbî olanlar mânâsında kullanılagelmiştir. Kur’ân-ı Kerim’de Peygamber Efendimizin döneminde yaşayan, Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-’ın şeriatına bağlı olan ve İsrailoğulları’nın devamı kabul edilen Yahudileri anlatmak için “yehûd”, “hûd” ve “(ellezîne) hâdû” ifadeleri kullanılmıştır.

Müslüman âlimleri, “yehûd” ve “hûd” kelimelerini “tevbe edip hakka dönme” mânâsındaki hevd (hâde-yehûdu) fiiliyle irtibat kurmuşlardır. Onlara göre, yahudilere bu ismin verilmesinin sebebi, Hazret-i Mûsa devrinde buzağı heykeline tapan İsrailoğulları’nın daha sonra pişman olup tevbe etmeleridir. (Bkz: el-A’râf, 156) Bu konudaki diğer görüşler de Yehûd’un bir kabile ismi olması ile Hazret-i Yakub’un en büyük oğlu Yahuda’ya nisbetle bu isimle anıldıklarıdır.

Her ne şekilde olursa olsun, tarih boyunca ve günümüzde Yahudi denilince, Hazret-i Mûsâ’nın getirmiş olduğu Tevrat’ı kabul eden bir topluluk akla gelmektedir.

YAHUDİLERİN KISA GEÇMİŞİ

Yahudiler, kendilerinin “Allah tarafından seçilmiş bir millet” olduklarını kabul ederler. Kur’ân-ı Kerim’de İsrailoğullarından pek çok peygamber gönderildiği, bir zamanlar Allâh’ın yeryüzü hâkimiyetini kendilerine ihsan ettiği bildirilmiştir. Ancak onlar peygamberlerini öldürmüşler, kendilerine Allâh’ın vermiş olduğu lütuf ve nimetleri azgınlık ve taşkınlık yapmak yolunda kullanarak zulmetmişlerdir.

Hazret-i Dâvud ve Hazret-i Süleyman -aleyhimesselâm- gibi peygamberler döneminde dünya hâkimiyeti tesis etmelerine rağmen küfür, inkâr ve isyanları sebebiyle bu hâkimiyet dönemleri sona ermiş ve Allah tarafından üzerlerine zillet ve meskenet damgası vurulmuştur. Başkentleri olan Kudüs saldırıya uğramış, ellerindeki ilâhî emânetlerin bulunduğu sanduka (tabut) düşmanların eline geçmiştir.

Daha sonra çeşitli dönemlerde topraklarını istilâ eden düşmanlar tarafından horlanmış ve sürgüne mahkûm edilmişlerdir. Bilhassa Romalılar, Hıristiyanlığı kabul ettikten sonra hükmettiği topraklarda Yahudilerin yaşamasına müsaade etmemiş ve onları ölümle tehdit ederek Roma hâkimiyetinin bulunmadığı topraklara sürmüşlerdir. İşte bu dönemde Arabistan Yarımadası’na da pek çok Yahudi kabilesi gelmiştir. Bilhassa Medine ve çevresine yerleşen Yahudiler, bu topraklarda dünyaya gelecek son peygamberi beklemekteydiler.

YAHUDİLER SON PEYGAMBER'İ BEKLİYOR

Yahudiler, son peygamberin Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-’ın evlatlarından olacağını biliyorlardı. Onun da Hazret-i Yakub’dan sonraki pek çok peygamber gibi kendi ırklarından geleceğini düşünüyorlardı. Bu sebeple ihtilafa düştükleri Mekkeli putperestlere sık sık, son peygamber geldiği zaman kendilerini perişan edeceklerini söylerlerdi. Bu yüzden gerek Mekke ve gerekse Medine halkı, onların dilinden “Son Peygamber” hakkında birçok mâlumât sahibi olmuşlardı.

Ama hesapları tutmadı. Kendi ilâhî kitaplarında da haber verildiği üzere, son peygamber, Hazret-i İbrâhim’in neslinden geldi. Ancak Hazret-i İshak, Hazret-i Yakub ve onların torunları kanalıyla değil; daha önce kendisinden hiçbir peygamber gönderilmemiş olan Hazret-i İsmâil -aleyhisselâm- soyundan…

Fakat soyunu, özelliklerini “kendi evlatlarından daha iyi bildikleri” bu son peygambere hemen îman etmeleri beklenirken, Yahudiler, büyük bir kıskançlık eseri olarak bu Peygambere ve O’nun ashâbına pek çok zorluk çıkardılar, önce sorularla bunaltmak, yalancı bir peygamber olduğunu iddia etmek istediler. Fakat cevabını aldıkları bütün sorular, kendi sahih bilgileriyle uyumlu olduğu gibi, onların hatalarını düzeltecek ve daha öte yeni mâlumatlar verecek seviyedeydi.

İlmî münâzaraları bu şekilde kaybedince, bilhassa hicreti tâkiben birçok siyasi karışıklığa giriştiler. Peygamber Efendimizi sûikastlarla katletmeye çalıştılar. Müslümanlarla yapmış oldukları “Medine Sözleşmesi”ni ihlâl ederek düşmanlıkta her yolu denediler. Netice itibariyle kendileriyle yapılan savaşlarda Medine yaşayan üç kabile, Medine’den uzaklaştırıldı. Hayber ve civarında yerleşmiş olan Yahudi kabileler de Müslümanlara karşı büyük bir cephe oluşturup savaşlara sebep olunca, onların da üzerine gidildi ve Arabistan Yarımadası, Yahudilerden temizlenmiş oldu.

Kaynak: Fatma Nur Cihan, Şebnem Dergisi, 130. Sayı, Aralık 2015

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.