Osmanlı'nın Cihan Hakimiyetinin Arkasındaki Güç!

Osmanlı mülkü, kadri yüce Allah dostlarıyla teminat altındaydı. Öyle ki geleceğin sultanları olarak yetiştirilen şehzâdeler de, her kesimden, liyâkatli kimseler tarafından yetiştirilir, bilhassa mânevî terbiyeleri velî bir üstâda tevdî edilirdi.

Âşık Paşazâde der ki:

“Bu Âl-i Osman bir sâdık soydur. Onlardan meşrû olmayan bir hareket sâdır olmamıştır. Onlar, ulemânın günah dediği hareket ve amellerden son derece kaçınmışlardır.”

BEŞ VAKİT CEMAATE DEVAM EDEN SULTAN

Nitekim onların bu sû­ret­te davranışları sebebiyledir ki, Molla Fe­nâ­rî, cemâate devam etmemesi sebebiyle Yıldırım Bâyezîd’in şâhitliğini kabûl etmeme cesaretini rahatlıkla göstermiş ve sebebini hayretle soran Sultân’a da açık bir şekilde:

“–Sultânım! Sizi cemâatte göremiyorum. Hâlbuki sizler, bu milletin rehberleri olarak ilk safta yer almalısınız. Yani sizin amel-i sâlih sahibi olmanız gerekir... Şâyet cemâate iştirâk etmezseniz, halka kötü örnek olursunuz ki, bu da şâhitliğinizin kabûlüne engeldir...” cevabını vermişti.

Dinle

Bu hâdise üzerine, diğer bir rivâyete göre de Niğbolu muvaffakıye­ti­nin bir şükrânesi olarak Yıldırım Bâyezîd, Bursa’daki meş­hur Ulu­ Câ­mî’yi yaptırdı ve beş vakit cemâate devam etti.

Pâdişah, bu câmi-i şerîfin açılışında başta Emîr Buhârî (Emîr Sultan) olmak üzere bütün meşâyıh ve ulemâyı dâvet etmişti.

Bir cuma sabahıydı. Herkes yapılacak merasim için toplanmıştı. Bir müddet sonra Sultan Yıldırım Bâyezîd teşrîf etti ve damadı olan Emîr Buhârî Hazretleri’ne:

“–Ey Emîr! Buyur, câmi-i şerîfin kapılarını sen açıp namazı da sen kıldır! Bu şeref, ümmetin büyüğü olarak sana âittir.” dedi.

Ancak Emîr Buhârî, büyük bir tevâzû ile itiraz etti:

“–Hayır sultânım! Benden çok daha büyük kimseler var. Bu şerefi, Şeyh Ebû Hamîdüddîn-i Aksarayî’ye vermelisiniz!” dedi.

O vakte kadar bu isimde bir şahsı duymamış bulunan Bâyezîd Han sordu:

“–Bu zât da kim ola ki?”

Emîr Buhârî cevap verdi:

“–Sul­tâ­nım! Belki duymuşsunuzdur; Somuncu Baba nâmıyla mâruf bir ekmekçidir. Ulu Câmî işçilerine de bol bol ekmek infâk eylemiştir. İşte o kişi, evliyâullâhın büyüklerinden Ebû Hamîdüddîn-i Aksarayî’dir.”

Bunun üzerine Sultan, teklifi tasdîk etti. Emîr Buhârî de, ayağa kalkarak cemâate Somuncu Baba’yı tanıttı ve onu minbere dâvet etti. Somuncu Baba, mahcup bir şekilde:

“–Emîrim! Ne ettin? Bizi ifşâ ettin!..” diyerek son derece mahviyet içerisinde minbere yürüdü.

O gün minberde Somuncu Baba, Fâtiha’nın yedi ayrı işârî tefsîrini yaptı. Ancak sırrının zarûreten ifşâsı dolayısıyla daha sonra talebesi Hacı Bayrâm-ı Velî’yi de yanına alarak Bursa’yı terk etti.

İşte Osmanlı mülkü, böyle kadri yüce Allah dostlarıyla teminat altındaydı. Öyle ki geleceğin sultanları olarak yetiştirilen şehzâdeler de, her kesimden, liyâkatli kimseler tarafından yetiştirilir, bilhassa mânevî terbiyeleri velî bir üstâda tevdî edilirdi. Daha sonra Fâtih’in yetiştirilmesinde de aynen tahakkuk edecek olan şu hâdise câlib-i dikkattir:

ŞEHZADENİN HOCASINDAN TARİHİ CEVAP

Yıldırım Bâyezîd Hân’ın oğullarından Şehzâde Süleyman, derslerine karşı alâkasızlığı sebebiyle hocası tarafından hafifçe cezâlandırılmıştı. Şehzâde buna hiddetlenerek doğruca saraya gitti ve durumu babasına şikâyetle anlattı. Yıldırım Han da, der­hâl hocaefendiyi çağırtıp sordu:

“–Süleyman’ı niçin cezâlandırdın a hocam?”

Hocaefendi, gâyet sâkin ve vakur bir şekilde şu tâ­rihî cevabı verdi:

“–Pâdişâhım! Şehzâdeniz yarın bu devletin idâresine tâlip olacaktır. Ümmet ona emânet edilecektir. Onun câhil kalması, milletine zarar verir. Evet o şimdi bir şehzâdedir, ancak henüz ilim ve hâl erbâbı olamamıştır. Dolayısıyla ben onu yetiştirmeye me’mur ve îcâb ettiği şekilde de kendisini terbiyeye mecbûrum...” dedi.

Yıldırım Bâyezîd, hürmetle gözlerini yere çevirdi ve:

“–Haklısınız hocam! Siz, gerekirse, beni de cezâlandırırsınız! Sizin gibi hocaefendiler başımızda olduğu müddetçe, biz cihâna hükmederiz.” dedi.

İnce ruhlu Pâdişâh’ın cevabındaki bu nâzik nükteyi kavrayan hoca, ertesi gün, derse gelip de kendisine oğlunu niçin cezâlandırdığını sormak isteyen Yıldırım Hân’a mahsustan iltifat etmedi.

Böylece hocasının mânevî mertebesini babasının üzerinde gören şeh­zâ­de de, hatâsını anladı ve o günden sonra derslerine son derece gayret gösteren bir talebe oldu.

Kaynak: Osmanlı, Osman Nuri Topbaş, Erkam Yayınları, 2013

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.