Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri Kimdir?

Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri nasıl bir mânevî iklimde yetişti, hangi büyüklerin izinde yürüdü? İbrahim Hakkı Erzurumî Hazretleri’nin hayatı, ilmi ve en önemli eseri Marifetnâme ile ilgili ayrıntılar yazımızda.

Erzurumlu İbrahim Hakkı, XVIII. asırda yaşamış; âlim, ârif, hakîm, şair, edîb ve mutasavvıf bir Osmanlı fikir adamı ve müellifidir (Doğum:18 Mayıs 1703 Hasankale-Erzurum, ölüm: 22 Haziran 1780 Tillo-Siirt).

Şaheseri Marifetnâme O’nun adını ölümsüzleştirmiş, daima hayır ve dua ile yâd edilmesine vesile olmuştur. Bu eser, Osmanlı toplumunun en güvenilir ve feyizli kaynaklarından biri olmuştur. Bugün de bu özelliğini koruyan eser, bundan sonra da insanlığa feyiz ve ışık saçmaya devam edecektir.

İBRÂHİM HAKKI ERZURÛMÎ HAZRETLERİ KİMDİR?

Erzurumlu İbrahim Hakkı, XVIII. asırda yaşamış; âlim, ârif, hakîm, şair, edîb ve mutasavvıf bir Osmanlı fikir adamı ve müellifidir (Doğum:18 Mayıs 1703 Hasankale-Erzurum, ölüm: 22 Haziran 1780 Tillo-Siirt).

İbrahim Hakkı’nın Babası

İbrahim Hakkı’nın babası Derviş Osman Hüsnî Efendi, annesi ise Dede Mahmud kızı Şerife Hanife hanımdır. Peygamber soyundan geldiği için “Şerife” unvanıyla anılmaktadır. Hanife Hanım, İbrahim Hakkı 6 yaşında iken, 1709’da, vefat etmiştir.

İbrahim Hakkı’nın ‘Çelebi Efendi’ ve ‘Hakirullah’ diye andığı babası Derviş Osman Hüsnî Efendi’nin (Tillo, ö.1132/1720) babası Molla Bekir’dir.

Dursun Muhammedoğlu olarak da bilinen Molla Bekir, Marifetnâme’de (s.513) şöyle tanıtılır: Konak sahibi olup misafirlerine ikramda bulunmayı, fukara için sofra kurmayı ve dervişlere hürmet etmeyi severdi. Vezirler ve emirler meclisinde bulunur, önemli konularda fikir ve kanaatlerini beyan ederdi. Azak seferine gitmiş ve orada vefat etmiştir. (ö.1697, Kırım)

Saygın ve soylu bir zat olan Molla Bekir’in 1670’te bir oğlu dünyaya gelince çok sevinmiş ve adını Osman koymuştu. Bu doğuma sevinen Molla Bekir, kasaba halkına ziyafet vermişti. Osman 20 yaşına gelinceye kadar onu yanından ayırmadı. Karaşeyoğlu İbrahim Hakkı Efendi’nin derslerine devam etti. Arapça, fıkıh, akaid, tefsir ve hadis okudu. Doğuştan halim-selim olduğundan Derviş Efendi diye tanındı.

İbrahim Hakkı, aziz pederini, “Hak vergisi tabiatı nazik, doğuştan gelen huyu güzel idi” diye tarif eder.

Babası Molla Bekir, Osman’ı, Şeyhoğlu Dede’nin kızı Hanife Hatun’la evlendirmek istedi ama o evlenmeyi istemediğinden gerdek gecesi kaçıp minarede gizlenmişti. İbrahim Hakkı bu durumu: “Osman Efendi’nin hayası gâlib olduğundan gerdeğe girmesi gereken gece, halktan utanıp minarede gizlenmişti. Fakat sevgi kaynağı olan Hak Tealâ, eşler arasında bir muhabbet ve merhamet vücuda getirdiğinden birbirlerine ilgi duymuşlar ve birlikte nice güzellikler yaşamışlardır. İşte bu hatun, bizim şefkatli validemiz olmuştur.

Ceddim Molla Bekir doğuştan cömert ve eli açık bir kişi olduğundan misafir ağırlamaktan hoşlanırmış. Her akşam 10-15 misafir gariphânesinde bulunurmuş. Misafir olmadığı gün hüzünlenir ve aç kalırmış.

Güz mevsiminde bir akşam Derviş Zekeriya Özbekli adında bir misafir gelmiş. Hasta olmuş. O kışı orada geçirmiş. Dedem, babamı o Azize hizmetle görevlendirmiş. O da bu hizmeti ganimet bilmiş. Gece gündüz canla başla ona hizmet etmiş. Osman Efendi, keramet sahibi bu Aziz’in duasını almış. Derviş, devlet kuşunun başına konacağını müjdelemiş. Her gün on bin Kelime-i Tevhid okumasını telkin edip gitmiş babama. O da bu zikri aralıksız sürdürmüş.

Dedem Molla Bekir, Azak Seferine gitmiş, vadesi yetmiş, orada vefat etmiş.” (Ö. 1697- Kırım)

Babasını kaybeden ve ailesinin geçimini üslenen Derviş Osman Hüsnî Efendi’nin huzuru kaçmış, huzur bulmak için bir mürşid-i kâmil aramaya başlamış. Tevhid kelimesinin nuru ile şiddetli elem ateşi arasında kıvranan pederimin bu sırada yaşı otuzdur. Öfke, kızma ve sinirlenme bilmeyen Osman Efendi, her şeyden sinirlenir hâle gelmiş. Her sene bir oğlu olur ve beşikte boğmacadan ölürmüş.

Derviş Osman Efendi, dertli ve şaşkın bir hâldeyken işinin yoluna girmesi için sıdk ile istihare etmiş, rüyasında dünyayı terk edip Mevlâ’sına yönelmesi gerektiği emredilmiş. Uyanınca seyahate çıkıp kâmil bir mürşid bulmak arzusu içini kaplamış. Bu sırada Cuma sabahı güneş doğarken bir oğlu dünyaya gelmiş. Adını İbrahim (Hakkı) koymuş, gönlü de, bedeni de aşk ve şevkle dolmuş. Hakk’ın inayetiyle ruhî ve bedenî, maddi ve manevi sıkıntılardan ve bunalımlardan kurtulmuş.

Derviş Osman, bir mürşid bulmak arzusunda olduğundan, 19 Ekim 1705’te kimseye haber vermeden Hasankale’den ayrılıp Erzurum’a geldi. Habib Efendi’den tasavvufa dair es-Seyru ve’s-Sülûk ilâ Meliki’l-Mülük kitabını okudu. Mehdi mahallesinde Habib Efendi tarafından yaptırılan camiye imam oldu, fakat mürşid bulma arzusu da devam etti.

Osman Efendi, yukarıda adı geçen Derviş Zekeriya Özbekli’ye mürid olmak arzusunda olduğunu ifade etmiş, Özbekli vaiz bu teklife olumlu cevap vermiş, ancak o günün gecesinde murakabe hâlinde iken Derviş Osman’ın başka bir mürşide mürid olacağı kendisine malum olmuş, Özbekli vaiz ona demiş ki:

- Ey mümin kardeşim! Biz seni kabul eder ve sohbetimize alırdık ama bizden önce bir sultanımız sana tâlip olmuştur. Sana müjdeler olsun! Senin büyük bir sahibin var, kibrit-i ahmer mesabesinde olan o kâmil mürşid, altı senedir sana özlem duymaktadır. İki sene içinde onunla buluşman nasib olacak. O zamana kadar içindeki mürşid bulma ateşine tahammül et, bu müjdeyi ganimet bil. Mevlâ’ya tevekkül eyle, bunun sonu selamettir.” (Marifetnâme, İstanbul, 1310, s. 513)

Verilen müjdeden ve manevi haberden pek memnun olan Derviş Osman, ârif-i billah bir zat olan Eyyûp Efendi’yi yoldaş ve sırdaş edinir. Üzüntülerini ve sevinçlerini bu zatla paylaşır. Tam bu sırada eşi Hanife Hatun (İbrahim Hakkı’nın annesi) vefat eder. Bunun üzerine dünyadan el etek çeker, altı yaşındaki biricik oğlunu iki kardeşine emanet edip sefer hazırlığı yapar ve yola düşer.

Derviş Efendi, 1710’da arkadaşı Eyyûp Efendi’yle yola çıktı. Siirt’e geldi. Hacca gitmek üzere bir kervana katıldı. Yolda, Tillo (Aydınlı) köyünde şeyh İsmail isminde bir azizin bulunduğunu haber alınca Eyyûp Efendi’yle onu ziyarete gitti. Şeyh İsmail, Derviş Efendi’nin yanında kalmasını isteyince Eyyûp Efendi Erzurum’a döndü.

Derviş Osman, aradığı mürşidin İsmail Tillovi olduğu kanaatine vardı. Şeyhe bağlandı ve sohbetlerine devam etti. Sülûk kitabını ondan okudu. Bütün manevi sıkıntılardan ve dertlerden kurtulup huzurlu bir hayata kavuştu. Tekkede baş hâdim oldu.

İbrahim Hakkı dokuz yaşında iken amcası Şeyh Ali onu alıp Tillo’ya babasının yanına götürdü. İbrahim Hakkı, Tillo’ya gelişini şu cümlelerle anlatır:

- İlk defa Şeyh Efendi’yi babamla ikindi namazını birlikte kıldıkları esnada gördüm. Allah’ın hikmeti, ilk görüşümde o azizin çehresi pederimden daha bildik ve tanıdık geldi. Çehresindeki câzibe gönlümü aldı; güzelliğine, ifadesine, ahlakına ve kemaline hayran oldum.

İbrahim Hakkı, hilm ve haya kaynağı dediği babasını Şeyh İsmail Fakirullah’ın baş hizmetçisi, daha doğrusu kerem sahibi evladı olarak tanıtır. Ayrıca şeyhinden Fakirullah (Allah’a muhtaç) şeklinde bahsederken, babasından “Hakirullah” (Allah’ın miskin kulu) diye bahseder. Kendisini de yetim ve garip olarak niteler.

İbrahim Hakkı, Şeyh İsmail Fakirullah’ın Tillo’da babası için yaptırdığı hücrede sekiz sene onunla birlikte kaldı, pederinin hücredaşı oldu, şeyhten ve babasından ilim ve edep öğrendi.

Şeyh İsmail Fakirullah

Şeyh İsmail Fakirullah b. Kasım, dindarlığıyla tanınan bir ailenin evladı olarak 1656’da Siirt’in Tillo/Aydınlı beldesinde dünyaya geldi. Babası, dedesi ve büyük atası; âbid, zâhid ve dindar kişilerdi. Molla ve şeyh olarak bilinirlerdi. Aslen Arap olan aile, 1601’de el-Cezire’den gelip buraya yerleşmişti.

Şeyh İsmail Fakirullah’ın ataları Kasım, Cemal ve Ali; Tillo’da imam, hatip, vaiz ve müderris olarak görev yapmışlar, bölge halkının saygısını kazanmışlardı. Nakşî idiler ama Molla olarak anılmaktaydılar.

24 yaşında iken Molla Kasım vefat edince oğlu İsmail Fakirullah onun yerine geçti. Yaptığı evlilikten Abdülkadir, Abdullah, Salih isminde üç oğlu, Hafsa isminde bir kızı oldu.

Hem İbrahim Hakkı’nın hem de babası Derviş Osman Efendi’nin şeyhi olan İsmail Fakirullah, 1735’te Tillo’da vefat etti. Üçünün de kabri aynı yerdedir. İbrahim Hakkı ‘Baha-yı âlem’ ve ‘Hâkim-i ilahî’ olarak nitelendirdiği şeyhi İsmail Fakirullah’ın faziletleri, menkıbeleri, kerametleri, ilmi ve irfanı hakkında geniş bilgi verir. Şeyh, İsmail Hakkı’ya, “Molla İbrahim, bildiğim ilimleri öğretmeme babam izin (icazet) verdi. Ona da babası izin vermişti. Ben de sana izin veriyorum” demişti. İbrahim Hakkı, bu zâtın hem talebesi hem de dervişi ve halifesiydi ama şeyhlik yapmamıştı.

İbrahim Hakkı, Fakirullah’ın tanınan mübarek bir zât olduğunu, devlet adamlarının kendisine mektuplar ve hediyeler gönderip dua talebinde bulunduklarını anlattıktan sonra Osmanlı Padişahı Sultan Mahmud ile Mekke şerifi Mesud’un ona gönderdikleri mektupları Marifetname’ye kaydeder.

İbrahim Hakkı, Şeyhi’nin son hâlini şöyle anlatır: “Vakta ki o azizin yaşı sekseni geçmişti, tarih 1147 idi. Bu senenin Şevval ayında kendinden geçti, sonra kendine geldi. Çocuklarını ve torunlarını yanına çağırdı. İyi insan olmaya gayret etmelerini ve ilme önem vermelerini vasiyet etti. Hepsine hakkını helal edip türbesi vakfına büyük oğlu Abdülkadir’i mütevelli tayin etti. Yasin-i Şerif okunmaya başladı. Bulunduğu zaviye misk gibi koku salmaya başlamıştı. Evladı ve torunları hüzünlü ve elemliydi. Ama o gece onun için düğün ve bayramdı. Cuma gecesi vücudunu terk eden ruhu Hakk’a vasıl oldu. Cenazesi, oğlu Abdülkadir tarafından kıldırıldı. Cenaze namazına çok sayıda kişi katılmıştı. Derviş Osman Efendi ile Molla Muhammed-i Surhani’nin kabirlerinin ön tarafına defnedildi. Mezarında 40 gün Kur’an okundu. Daha sonra kabri üzerine muazzam bir türbe yapıldı. Kabri üzerindeki sanduka yeşil bir örtü ile örtüldü. Nurlu istirahatgâhı ziyaret ve teberrük edilmektedir. (Marifetnâme, s. 528)

İbrahim Hakkı’yı yetiştiren bu zât hakkında eğer Marifetname’de bilgi verilmemiş olsaydı, biz ona ait bir şey bilmemiş olacaktık. Sufî tabakat ve teracim kitapları ona dair fazla bir şey yazmamaktadır. Osmanlı Müellifleri’nin Meşayih bölümünde İbrahim Hakkı’dan bahsederken “Meşayih-i Kadiriyye ve Nakşiye’den arif-i billah Şeyh İsmail-i Fakirullah’a intisab ederek hilafet mertebesine nail olmuştur” denilmektedir. Böyle nice ulu velîler vardır ki ne ismi, ne cismi malumdur.

Derviş Osman Efendi’nin Vefatı

İbrahim Hakkı babasını şöyle anlatıyor: Aziz pederim Hasankale’de dünyaya geldi. Otuz sene okudu, yazdı, çelebi efendi oldu. Aziz pederim 52 yaşında iken 1720’de Tillo’da hasta oldu, beş gün beş gece bir şey yemedi, konuşmadı. Ateşi yükselmiş, kendinden geçmişti.

İbrahim Hakkı sözüne devam ediyor:

“O yâr-ı gârım, babam-annem, dert ortağım, hücredaşım ve gurbette yoldaşım idi. Cuma gecesi sabaha karşı dünyadan göçtü.”

Böylece genç İbrahim 6 yaşında annesini, 17 yaşında babasını kaybetti. İbrahim Hakkı, babasının vefatından bahsederken diyor ki, Hak Tealâ pederimi rahmetine gark eylesin, beni ne hayatında üzdü ne de vefatında mahzun etti. Merhum peder efendinin yüzüne açıp baktım. Tebessüm eder gibi bir hâli vardı, bedeni nurlu ve yumuşaktı, hayatta değildi ama uyuyor gibi idi. Cenaze namazını Şeyh Efendi kıldırdı. Cenaze namazındaki cemaat kalabalıktı ayrıca beşyüz kadar gayrimüslim de cenazede hazır bulundu. Ben hariç herkes hüzünlü idi. Mahzun değildim. Babama gösterilen sevgi sebebiyle ben de halkın sevgisine mazhar olmuştum. Şeyh İsmail Fakirullah babam hakkında: “Molla Osman, hayatında kemale ermiş, yüksek mertebedeki evliya derecesine ulaşmıştır.” demişti.

Şeyhin, İbrahim Hakkı’yı teselli etmesi hüzün ve kederinin gitmesine, yerini neşe ve sevincin almasına sebep olmuştu.

Şöyle diyor: “Babamdan sonra Şeyh’e hizmet bize miras kaldı.”

Derviş Osman Efendi on sene mürşidinden feyz almış, nice nice marifet, irfan ve ilhamlara mazhar olmuş, yüksek mertebedeki evliya derecesine ulaşmış. Bir gün Molla Ziyad ismindeki bir dostu Derviş Efendi’ye: “Sen bu Aziz’in yanında evladından daha kıymetli iken on senedir hâlâ meramına eremedin mi?” demiş. Ve o da bu soruya: “Henüz en yüce muradıma eremedim, gel seninle sözleşelim. Nihai maksadıma ulaşınca sana haber vereyim, yatakta olsan bile seni kaldırayım.” demişti.

Bundan sonrasını, o sırada 17 yaşında olan İbrahim Hakkı’dan dinleyelim: Bahis konusu sözleşmeden sonra on gün geçti. Sonra aziz pederim hasta oldu, yatağa düştü. Yukarıda adı geçen imam Molla Ziyad geldi. Beş gün beş gece babamın yanında kalıp hizmet etti. Bu müddet içinde pederim bir şey yemez, içmez ve konuşmaz olmuştu. Ateşi yükselmiş, kendinden geçmişti. Yaşı elli ikiyi bulmuştu. Cuma gecesi idi. Bu yetim, o gece misafirlere ayrılmış başka bir odada yatmıştı. Sabah kalkıp hasta pederi görmek murad ettikçe onu bekleyenler: “Sen var, iptida namaz kıl, sonra gel, zira hasta şimdi rahat etmiştir.” dediler. Ben bu sözü tasdik edip camiye gittim. Gördüm ki cemaatin cümlesi burunlarını tutmuş, silmekteler. Buna bir mana veremeyip galiba bu insanlar nezle oldular, diye düşündüm. Namazımızı kılıp hücremize gelince gördüm ki peder efendi gitmiş! Artık ben ne yapabilirim? İşim bitmiş, gönül evim karanlık gam bulutlarıyla dolmuştu. Rahmetliden ayrı düşme hasreti beni viranelerdeki baykuşa döndürmüştü. Zehirlenmiş biri gibi öyle feryat ve figan edecek  idim ki çığlığım ve ahım hücrenin tavanını kaldırıp semaya uçuracaktı.

Ben bu hâlde iken gördüm ki halk kenara çekilmektedir, zira o merhamet kaynağı (Şeyh Fakirullah) gelmiştir. Benden hüzün ve elemi almıştır. Ayağa kalkıp kendi kendime dedim ki: Şimdi feryat etmek ayıptır, sabrederim. Aziz Efendimiz gittikten sonra çığlıklar atacağım. O Hazretin ne yapacağını biliyordum. O gelince hepsine selam verip garip oğlunun başı ucunda oturdu. Aşk şehidinin ruhu için Fatiha okudu, murakabeye daldı. Bu sırada bu miskin o Aziz’in karşısında Merhum’un ayakucunda durmaktadır. Meğerse Hakk’ın inayetinin erişeceği vakit gelmişti. Derhal onu gördüm ki mübarek başını kaldırıp kimya tesiri yapan nazarıyla bakıp tebessüm ediyor ve “Molla İbrahim” “Molla Osman” ifadesiyle bu yetimi taziye ediyordu. Bu sırada onun mübarek göğsünden parlayan ve ışıldayan şimşek gibi bir nur ortaya çıkmıştı. O anda sinemin içinde yüreğim süratle titremiş, hüzün ve elemim gitmiş, yerini sevinç ve neşe almıştı.

O Baha-yı âlem bu yetimi yeniden hayata kavuşturduktan sonra yerine gitmişti. Gönlüm o zevk ile öyle dolmuştu ki duyu organlarımdan bile taşıp dökülmüş, o matem günü bu yetime büyük bir bayram olmuştu. Beni bu hâlde gören ahbaplarım taaccüp ettiler.

Hak Tealâ o pederi rahmetine gark eylesin, bu oğlu ondan ne hayatta iken ne de vefat ettiğinde mahzun olmadı, üzülmedi. Merhum Peder Efendi’nin yüzünü açıp baktım. Güler gibi bir hâlde idi. Derisi nurlu, bedeni sıcak, organları ve mafsalları yumuşaktı. Sanki uyuyordu! Cenazesini Şeyh Efendi kendi kıldırdı. Cenaze namazına üç köyden ve Siirt halkından kalabalık bir cemaat, ayrıca beş yüz kadar da gayrimüslim katılmıştı. Merhumun oğlu hariç cemaatin hepsi ağlaşıyordu, hepsi hüzünlü idi.

Mahzun değildim. Çünkü Şeyh Efendi’in muhabbeti sebebiyle dervişoğlu gönüllerin sevgilisi olmuştu. Cenaze defnedildikten sonra yorgun düşen imam Molla Ziyad evine gidip yatmış, uykuya dalmışken birden sıçrayıp ayağa kalkmış, ne oldu diye soranlara demiş ki: “On beş gün önce Osman Efendi ile sözleşmiştik, meramına nail olunca bu durumu bana haber verecek, uyur hâlde olsam bile beni kaldırıp öyle gidecekti. O, sözünü tutmuş olmak için sevinerek geldi, kuşağımdan tutup: ‘Ne yatıyorsun! Kalk, ben muradıma erdim,’ dedi ve beni sevindirdi.”

İmam abdest alıp Şeyh Efendi’ye gelmiş, durumu anlatmış. Şeyh şöyle buyurmuş: “Molla Ziyad! Molla Osman halim, selim ve hâlini saklı tutan biri idi. Hayatta iken seçkin velîler arasına girmişti ama himmeti yüce olduğundan gözü daha yükseklerde idi. İnşallah çok özel evliyalar zümresine katılmıştır.”

İbrahim Hakkı’nın bu konudaki son sözü: “Peder efendi merhumun ruhu için el-Fâtiha!”

***

Annesinden sonra 17 yaşında iken babasını da kaybeden İbrahim diyor ki: Baba-yı âlem efendimiz bu yetime şefkatle iltifat eylediğinden merhum peder efendiden sonra onun hizmetleri bize miras kaldı. O hâkim-ilahî bu huy hastasını nice hikmet şerbetleriyle terbiye eyledi. Gönül hastalığından sıhhat bulunca mahabbetiyle onu içeri aldı, o kalb tabibi bu kulunu hikmet şerbetleriyle terbiye eyledi. (Marifetnâme, 531-533)

İbrahim Hakkı’nın Erzurum’a Dönüşü

İbrahim Hakkı, babasının vefatından sonra Erzurum’a döndü. Amcası Molla Muhammed’in himayesinde sekiz sene buradaki medreselerde ilim tahsil etti. Hazık Mehmed Efendi’den Farsça dersleri aldı. 1728’de tekrar Tillo’ya, şeyhinin yanına gitti; babasından kalan hücreye yerleşti. Yedi sene şeyhinden ilim ve irfan tahsil etti. Bu sürede tekkede başhâdim oldu. Babasının bu görevi ona miras kaldı. Mürşidi 1735’te vefat edince 33 yaşında olan İbrahim Hakkı tekrar Erzurum’a döndü ama Tillo ile de irtibatını sürdürdü.

İbrahim Hakkı, vaktiyle babasının görev yaptığı Habib Efendi Camii’nde imam-hatip olarak göreve başlar ve ilk evliliğini Firdevs Hatunla yapar. Bu evlilikten İsmail Fehim ve Ahmed Naimi isminde iki oğlu dünyaya gelir. Marifetnâme isimli başyapıtını sevgili, aziz oğlu Ahmed Naimi’ye ithaf eder.

İbrahim Hakkı’nın diğer çocukları: Osman, Nedim, Gülsüm, Mehmed Şakir ve Hanife’dir.

1737’de ilk haccını yapan İbrahim Hakkı, 1747’de İstanbul’a geldi. Dönemin Şeyhülislamı hemşerisi Murtaza Efendi tarafından Sultan I. Murad’a takdim edildi ve ondan ilgi gördü. Erzurum’daki Şigveler dağındaki Abdurrahman Gazi Vakfı Zaviyedarlığı görevi kendisine verildi. Saray kütüphanesinde araştırmalar yaptı. Astronomi ve diğer ilimlerle ilgilendi.

İbrahim Hakkı İstanbul’dan eşi Firdevs Hatun’a mahabbet, özlem ve bağlılığını bildiren iltifat ve övgü dolu bir mektup gönderdi:

“Firdevs Hatun huzuruna; İzzetli, hürmetli, hakikatli, insaniyetli, gönüllü, asıllı, usullü, akıllı, iz’anlı, hünerli, marifetli, üsluplu, yakışıklı, güzel huylu, tatlı dilli, uzun boylu, ince belli, kıl-ayıpsız hatunum, helalim.

Firdevs Hatun’un huzuruna; Bütün samimiyetimle can u gönülden selamlar ve dualar edip o mübarek ve nâzik hatırını sual ederiz, seni Huda’nın birliğine emanet ederiz.

Benim nazlı yarim, dert ortağım, benim şenliğim, keyfim! Benim canım Firdevsim! Neylersin? Nişlersin? Ne keyiftesin? Ne fikirdesin? Ne hâldesin? Ne demdesin? Benim güzelim! Garip gönlünü neyle eylersin? Okur musun, nakış mı işlersin? Oynar mısın, güler misin? Benim gönlüm senin hayalinle eğlenir. Sen nicesin? Keşke sizi yanımsıra getirebilseydim ve memleketi seyrettirseydim! Zira sensiz canım rahat olmuyor.

Benim güzel keyfim! Senden ayrılmak ne kadar çetin bir hâl imiş, bilemezsin! Hak Tealâ gönül hoşluğuyla bir dahi dünya gözüyle görüşmek nasip eylesin. Âmin.

Sakın benden küsmeyesin ki gönlüm sıkılmasın. Kusurlarımı affet, ahiret hakkını helâl eyle.

Bu uçkuru bana hatıra olsun diye mi verdin? Hatıraya ne hacet. Hiç hatırımdan çıkmıyorsun ki, hep gözüm önünde duruyorsun. Böylece âyan-beyan gönlümdesin. Allah’a emanet olasın.

Bin tabaka kağıt yazsam sana söyleyeceklerim bitmez. Hele yavaş, inşallahu Tealâ geceleri sabahlara değin sana çok çok gördüğüm, işittiğim hikâyeleri söylerim.

Her gördüğüm ve işittiğim pak şeyleri ve esvapları size layık görürüm. Eğer fırsatım olursa alırım, yoksa siz sağ olunuz. Bir hamaylı getiririm. Şimdilik mektubumun boş olmaması için bir pak bürüncük gömlek gönderiyorum, mazur görünüz.

Gönlünüz her ne zaman meyve isterse şehirden getirtiniz. Meyvesiz kalmayasınız. Haftada iki defa çaylara ve bahçelere çıkasınız, hapsolmayasınız, rahat olasınız. Allah’ın birliğine emanet olasınız. Ömrün uzun olsun. Âmin, yâ Muin!”

***

Erzurum’a dönen İbrahim Hakkı, bir süre Habib Efendi Mescidindeki görevine devam etti. 1750’de tecvid ile ilk Türkçe manzum eseri Tertibu’l-Ulûm’u kaleme aldı. İlk defa bu eserde Hakkî takma adını kullandı. Sonra mesciddeki görevini oğlu İsmail Fehim’e bırakarak tekrar İstanbul’a gitmeye niyetlendi.

İbrahim Hakkı, 1755’de Erzurum gümrükçüsü Mehmed Sunullah Ağa ile tekrar İstanbul’a gitmek üzere yola çıktı. Bu ziyaretten istifade ederek muhtemelen kütüphanelerde çalıştı, notlar aldı. Erzurum’a döndükten kısa süre sonra Marifetnâme’yi yazma işini bitirdi. (Ağustos 1757)

1763 senesine kadar vaktini öğrencilere ders verme ve eser telif etmekle geçirdi. Mezkur senede Tillo’ya gitti, pederinin ve mürşidinin kabirlerini ziyaret etti. Şeyhinin torunu Fatma Azize Hanım’la evlendi. Kışı Tillo’da geçirdikten sonra kayınbiraderleri Hamza Gayretullah ve Mustafa Fâni ile birlikte 1764’te tekrar hacca gitti. Bu arada Haleb, Şam ve Kudüs gibi şehirleri ziyaret etti. Hac dönüşü Tillo’ya geldi.

Tillo’dan Erzurum’a gelen İbrahim Hakkı, Erzurum Müftüsü Şeyh Mustafa ile 1768’de üçüncü defa hacca gitti. Erzurum’a döndüğünde eşlerinden Firdevs Hanım vefat etmiş olduğundan Hasankale’deki diğer eşi Belkıs Hanım ve oğlu Mehmet Şakir’in yanına gitti. 1171’de oğlu İsmail Fehim’i yanına alarak Tillo’ya gitti. Tillo’daki eşi Fatma Azize hanım 1178’de vefat etti. İbrahim Hakkı, vefat edene kadar Tillo’da kaldı. Beş ana kitap adını verdiği kitaplardan on evlâd eseri burada ortaya koydu.

Bir süre Tillo’da İbrahim Hakkı’nın derslerine devam eden Derviş Halil Erzurum’a dönünce, İbrahim Hakkı’nın astronomi ve daha başka konulardaki yeni fikirlerini eleştirdi, birtakım dedikoduların  yayılmasına sebep oldu.

‘Avnikli Kezzâb’ diye nitelendirdiği Derviş Halil’in, hakkında çıkardığı asılsız iddiaları çürütmek için Urvetu’l-İslam ve Hey’etü’l-İslam isminde iki eser yazıp Erzurum’daki amcasının oğluna gönderdi. Bu eserlerde İslam’a ve ehl-i sünnete bağlılığını ortaya koydu. İbrahim Hakkı, eşi Fatma Azize’nin vefatından iki sene sonra (22 Haziran 1780’de) Tillo’da Hakk’ın rahmetine kavuştu.

İbrahim Hakkı, vefat edince babasının kabrinin bulunduğu yere defnedilmesini vasiyet etmişti. Şeyhi İsmail Fakirullah’ın haziresinde gömülmenin, onun evlat ve torunlarına ait bir hak olduğunu düşünüyordu. Ama şeyhin evlatlarından Mustafa Fâni Efendi, onu kendi ailesi bireylerinden kabul edip babasının kabrinin bulunduğu türbeye defnedilmesini temin etti. Siirt’e 10 km mesafede bulunan bu türbeyi mürşidi için sağlığında İbrahim Hakkı inşa ettirmiş, Nevruz günü güneşin ilk ışıklarını mürşidinin mezar taşının baş tarafına yansıtacak şekilde ve astronomi hesaplarına göre bir düzenek de kurmuştu.

İbrahim Hakkı’nın hayatı iki kere İstanbul’a, üç kere Hicaz’a yaptığı kısa yolculuklar dışında Hasankale Tillo’da geçmiştir. Buradaki medreselere devam etmiş, hocalardan dersler almış, imamlık, vaizlik yapmış, talebe okutmuş, dersler vermiş, eserlerini buralarda yazmıştır.

Kısaca İbrahim Hakkı, bu muhitin ve sosyal iklimin ürünüdür.

İbrahim Hakkı’nın Tarikatı ve Şeyhliği Meselesi

İbrahim Hakkı’nın küçük yaştan itibaren Şeyh İsmail Fakirullah’a can u gönülden bağlı olduğu, onu mürşidi olarak kabul ettiği ve ona bağlılığını son nefesini verene kadar devam ettirdiği, Marifetnâme’de verdiği bilgilerden anlaşılmaktadır.

Şeyh İsmail Fakirullah aslen Arap’tır ve Şafiî mezhebindedir. Dedesi Molla Ali, babası Molla Kasım’dır. Babası aynı zamanda hocasıdır. Fakirullah, dünyadan ilgisini kesmiş ve kendini Allah’a adamış âbid, zâhid ve takva sahibi bir zâttır.

İbrahim Hakkı kimine göre Kadirî, kimine göre Nakşibendî tarikatındadır. Kimine göre Üveysîdir, kimine göre Fenâ tarikini tutmuştur. İbrahim Hakkı’nın Marifetnâme’de sadece Nakşibendiye’den bahsetmesi, onun bu tarikatta olduğunu göstermez. Kadirî olduğunu gösteren bir ifadesi de yoktur. Fazla önemli olmayan konularda bile ayrıntılı bilgi veren İbrahim Hakkı’nın bu konuda susmuş olması sebepsiz değildir. Onun, İsmail Fakirullah’ın sâdık bir müridi, samimi bir dervişi olduğu açık ve kesindir. Marifetnâme’nin sonunda kendisini vaktin kutbu ve ulu gavs Şeyh İsmail Fakirullah’ın halifesi olarak tanıtmıştır. Fakat o bir sufî, bir ârif, bir hâkim ve âlim olmakla beraber bir tarikat şeyhi değildir, müridleri de yoktur.

İmam Kuşeyrî ve Gazalî gibi tasavvufi neşveden, nasip alan ve evliyayı seven, onların yolundan gitmeye çalışan bir âriftir. İlk ve büyük sufîler gibi o da bir âriftir. Onu bir tarikata bağlamaya çabalayanlar, sonraki dönemlerde ortaya çıkan tarikat anlayışının etkisinde kalarak onu bir tarikata bağlamaya çalışmaktadırlar.

Mürşidinin olması, tarikatının olmasını gerektirmez. Onun tarikatı kendisiyle sınırlıdır.

İbrahim Hakkı’nın Eserleri

İbrahim Hakkı, en çok eser veren Osmanlı müelliflerinden biridir. Tasavvuf, ahlak, edeb, edebiyat, şiir, felsefe ve astronomi başta olmak üzere çok çeşitli konularda eser vermiştir.

İbrahim Hakkı’nın kimine göre 32, kimine göre 58 eseri vardır. Eser sayısını 39, 50 ve 54 olarak verenler de vardır. Bazı durumlarda belli bir esere birden fazla isim verilmesi, bazen bir eserin bir veya birkaç bölümünün ayrı ayrı istinsah edilmesi ve benzeri sebepler, bu hususta farklı rakamlar verilmesine yol açmıştır.

İbrahim Hakkı Mecmuatu’l-İnsâniye fi Ma’rifeti’l-Vahdaniye isimli eserinde telif ettiği kitapların bir listesini verir. Bu listede 15 eserinin adını kaydeder. Bunlardan 5 ana eser, 10’u evlâd eserdir. Ana eserleri Usul-i Hamse, evlad eserleri Furu’-i Aşere şeklinde de adlandırır. Evlâd eserler ana eserlerin özetlenmiş, kısaltılmış ve ufak tefek değişikliklere ve eklemelere de uğramış şekilleridir.

Beş Ana Eser:

  1. Marifetnâme,
  2. İlâhinâme, (Divan olarak da bilinir. İstanbul, 1263, Erzurum, 1997),
  3. İrfâniye,
  4. İnsaniye,
  5. Mecmuatu’l-Meanî On Evlâd Eser: (1. Tuhfetu’l-Kiram, 2. Nuhbetü’l-Kelam, 3. Meşariku’l-Yûh, 4. Kenzu’l-Fütuh, 5. Define-i Nuh, 6. Definetu’r-Ruh, 7. Ruhu’ş-Şuruh, 8. Ülfetü’l-Enam, 9. Urvetu’l-İslâm, 10. Hey’etü’l-İslâm.)[1] Saadetname, Nefyu’l-Vücud ve İsbâtü’l-Mevcud, Aşkname, Râznâme isimli risaleleri yayımlanmıştır. (Erzurum, 2011)

Dipnot:

[1] Geniş bilgi için bkz. Binark, İ, Sefercioğlu, M. N. Erzurumlu İbrahim Hakkı Bibliyografisi, Ankara, 1977. Revnakoğlu, C. Server, Erzurumlu İbrahim Hakkı ve Marifetnâmesi, İstanbul, 2011, s. 103-120. DİA, c. 21, s. 305-311

Kaynak: Prof. Dr. Süleyman Uludağ, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HAZRETLERİ’NİN TÜRBESİ NEREDE? - HARİTA

İslam ve İhsan

ÖLÜMSÜZ ESER "MARİFETNAME" YAYINLANDI

Ölümsüz Eser

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.