Osmanlı’da Mahalle Kültürü

Minarelerin gölgesinde kurulan Osmanlı mahalleleri, mescidi merkez alan yapısıyla yalnızca birer yerleşim alanı değil; toplumsal dayanışmanın, güvenin ve birlikte yaşama ahlakının vücut bulduğu huzur adalarıydı.

İslâm medeniyetinde bir şehrin nasıl olması gerektiğine dair ilk örnek hiç şüphesiz Medine-i Münevvere’dir. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hicret-i seniyyelerinin akabinde bu mübarek beldede yaptığı ilk işin bir mescid inşa etmek olduğu herkesçe malumdur. Bu adım, bir İslâm şehrinin merkezinde ne olması gerektiğini fiilen ortaya koymuştur.

Bu örneklik Emevi ve Abbasi dönemlerinde gelişmiş; ardından Selçuklu şehirlerinde de mimari ve sosyal dokusuyla olgunlaşarak Osmanlı’ya taşınmıştır. Osmanlı ise bu mirası hem korumuş hem de kendi gelenekleriyle harmanlayarak daha ileri bir seviyeye taşımıştır. Böylece, Osmanlı’ya özgü, güçlü bir mahalle kimliği oluşmuştur.

OSMANLI’DA MAHALLE KÜLTÜRÜ NASILDI?

Osmanlı’da mahalle; “aynı mescidde ibadet eden cemaatin, aileleriyle birlikte yaşadığı şehir kesimi” olarak tarif edilmiştir. Bu tariften de anlaşıldığı üzere mahalleler genellikle bir mescidin etrafında şekillenir, bu mescid de mahallenin en önemli ortak kullanım alanı olurdu. Günde beş vakit kılınan namazlara özellikle ergenlik çağına gelmiş erkeklerin tamamının katılması beklenirdi. Cemaate devam etmeyen, bundan sürekli kaçınan kişiler hoş karşılanmaz, hatta mahalleden çıkarılmaları bile gündeme gelebilirdi.

Osmanlı’da mahalleler sadece evlerin yan yana dizildiği, insanların birlikte yaşadığı alanlar değil; aynı zamanda toplumu bir arada tutan, birlik ve beraberlik duygusunu güçlendiren önemli sosyal alanlardı. Bununla da kalmayıp, şehrin düzenlenmesi, yönetilmesi ve kontrol edilmesi açısından da idari sistemin merkezindeydi.

Merkezinde mescidin/caminin bulunduğu tipik Osmanlı mahalleleri mektebi, medresesi, meydanı, çeşmesi, kahvehanesi, pazarı, şifahanesi, aşevi ve hamamıyla tam anlamıyla sosyal bir bütün oluşturuyordu. Hem fiziki yapısıyla hem de insanların kurduğu ilişkilerle yaşayan, nefes alan bir yapıydı.

Medreselerde eğitim-öğretim faaliyetiyle meşgul olan ilim adamları ile öğrenciler namaz kılmak için geldikleri camilerde mahalle ve şehir halkıyla buluşur, namaz öncesi veya sonrasında yaptıkları sohbet ve derslerle halkın dini konularda bilgilenmesini sağlarlardı. Bunun yanında camiler aynı zamanda devlet adamlarıyla halkın buluştuğu ve sorunların konuşularak çözüme kavuşturulduğu mekânlardı.

Osmanlı mahalleleri, insanlar arasında sınıf ya da statü farkı gözetilmeden kurulurdu. Yani kimin zengin, kimin fakir, kimin bey kimin efendi olduğuna bakılmaksızın herkes aynı mahallede bir arada yaşardı. Mesela bir paşanın köşkünün tam karşısında sıradan bir evkaf katibinin küçük evi olabiliyordu veya bir ilmiye mensubunun büyükçe konağının hemen yanında, bir hamalın kulübesi yer alabiliyordu.

Bu fiziksel yakınlık sayesinde insanlar her gün birbirleriyle karşılaşıyor, konuşuyor; sınıf farkı olmadan birbirleriyle ilişki kuruyorlardı. Yani mahalleler hem sosyal kaynaşmanın hem de farklı statülerin iç içe yaşayabildiği ortak hayat alanlarıydı.

Osmanlı mahallelerinde belirli iç yapılaşma kuralları vardı ve bu kurallar, mahalle düzeyinde kanun ve ahlâk dışı olayların yaşanmasını önlüyordu.

Bu meyandan olmak üzere Osmanlı’da mahalleye dışarıdan birinin gelip yerleşmesi izne bağlıydı. Yani kimse “Boş bir ev buldum, kiraladım/satın aldım, taşınıyorum.” diyemezdi. Mahalleye yerleşmek isteyen birinin önce mahalle imamından izin alması gerekiyordu. Ayrıca o kişiye mahallede tanınan birinin ya da imamın bizzat kefil olması gerekirdi. Bu kefalet sistemi ile aslında herkes birbirine dolaylı yoldan güvence veriyordu. Böylece insanlar arasındaki bağ sağlamlaşıyor; mahalleye kimin geldiği, nasıl biri olduğu kontrol altında tutulduğu için mahalledeki güven ortamı da korunuyordu.

Yine bunun için bekârların mahallede barındırılmaması için özel bir çaba gösterilirdi. Özellikle büyük şehir olan İstanbul’da, çalışmak için gelen bekâr erkekler, merkezdeki iş alanlarına yakın bekâr hanlarında kalırdı ve adeta gözetim altında tutulurlardı. Mahalledeki her bir bekâr ise mutlaka kaydedilirdi.

Osmanlı’da padişah beratıyla tayin olunan mahalle camii imamları sadece dini vazifeleriyle değil, sosyal ve idari işlerle de ilgileniyorlardı. Muhtarlık kurumu ortaya çıkana kadar, mahalle yönetiminde en yetkili kişi onlardı ve doğrudan kadıya karşı sorumluydular. Yani mahallede olup biten her şeyden bir şekilde haberdar ve mesuldüler.

Osmanlı mahallelerinde yönetim sadece imamdan ibaret değildi. İmamın yanında ona yardımcı olarak “yiğitbaşı” ya da “kethüda” denilen kişiler bulunurdu. Bu yardımcılar mahallenin düzeninden, asayişinden sorumluydu.

Osmanlı mahallelerinin önemli bir kurumu da Avarız Akçası Vakfı’ydı. Bu nevi vakıflar başlangıçta doğrudan doğruya avârız vergisi ve örfî tekâlîfin karşılanmasına tahsis edilmekteydi. Ancak adı geçen vergilerin halktan toplanması uygulamasının eski önemini kaybetmesi üzerine, bu maksatla kurulmuş olan vakıfların gelirlerinin de köy veya mahalle heyetleri kararıyla uygun yerlere sarf edilmesi usulü getirilmişti.

Hayırseverlerin menkul ve gayrimenkul bağışlarından gelen akarlar da bu vakıfların gelirleri arasındaydı. Elde edilen gelir halkın karşılaştığı yangın, deprem, su baskını, salgın hastalık gibi âfetlerle fakir, dul ve yetimlerin ihtiyaçlarına, kimsesiz kızların evlendirilmesine, sahipsiz cenazelerin masraflarının karşılanmasına ve iş hayatına atılanların sermaye ihtiyacına sarf edildiği gibi ayrıca su yolu, kaldırım, sıbyan mektebi tamiri gibi amme hizmetleri için de kullanılmaktaydı.  Bu vakıf sayesinde imam, müezzin, öğretmen gibi vazifelilerin maaşları ödenirdi.  İhtiyacı olanlara borç verilmesi gibi uygulamalar da vardı.

Bu vakıfların mütevellisi mahallenin içinden seçilir, böylece mahalleli hem vakıf işlerine hem de mahalle yönetimine dâhil olurdu.

Böylece zamanla değişik bir mahiyet kazanan avârız vakıfları tam anlamıyla bir sosyal yardımlaşma ağıydı.

Osmanlı mahallelerinde halk, evlerinin yapısı ve üzerinde yapacakları değişiklikler sebebiyle de birbirine karşı sorumluydu. Eğer yapacakları değişiklik komşusuna zarar verecekse derhal bu değişiklikten vazgeçilmek ya da zarar vermeyecek şekilde yeniden düzenlenmek zorundaydı.

Osmanlı’da gayrimüslim mahallelerinde de benzer bir sistem vardı. Müslüman mahallelerinde nasıl imam efendi mahallenin hem dini hem sosyal işlerinden sorumluysa, azınlık mahallelerinde de bu rolü kocabaşılar ve papazlar üstlenirdi.

Fatih Sultan Mehmet döneminden itibaren bu kişiler, kendi cemaatleri üzerinde ciddi yetkilere sahipti. Her cemaat, kendi işlerini kendi liderleri ve teşkilatlarıyla yürütürdü. Yani bir anlamda herkesin kendi mahallesi, kendi düzeni vardı ama bu düzenler Osmanlı sisteminin çatısı altında bir arada uyum içinde çalışırdı.

Mahalle, Osmanlı Devleti’nde yalnızca en küçük idari birim olmanın ötesinde; toplumsal dayanışmanın, yardımlaşmanın ve birlikte yaşama kültürünün en canlı şekilde tezahür ettiği bir yapılardı.

İnsanların aynı mabette ibadet ettiği; aynı çeşmeden su içip aynı sokaklarda hayatı paylaştığı mahalleler hem bireysel yalnızlığı gideren hem de toplumsal aidiyeti güçlendiren alanlar olmuştur.

Minarelerin gölgesinde teşekkül eden bu huzur adaları, taşıdıkları ilham verici ruh ile kentleşme ve sosyal sorunların çözümünde yüzyıllar öncesinden bugünün insanına rehberlik sunmaktadır.

Kaynakça: Şahin, Musa - Işık, Esra; Osmanlı’dan Cumhuriyete Mahalle Yönetimi; Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi 30 (Haziran 2015), 221-230.; Düzbakar, Ömer, Osmanlı Döneminde Mahalle ve İşlevleri, Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, (2003), 4(5), 97-108.; İpşirli Mehmet, DİA, Avârız Vakfı Maddesi

Kaynak: Ahmet Fenercioğlu, Altınoluk Dergisi, Sayı: 471

İslam ve İhsan

OSMANLI’DA İNSANLAR NASIL YAŞARDI?

Osmanlı’da İnsanlar Nasıl Yaşardı?

OSMANLI ÖRF VE ADETLERİ

Osmanlı Örf ve Adetleri

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.