Ölümü Vuslat Bilenler

İnsan Allah'a (cc) layık bir kul Resulüne layık bir ümmet olma çabası ile bir ömür geçirirse, yaptığı her işte hayrı gözetip yaratılanı Yaratan'dan ötürü severse sahih bir imana erişmiş olur. Allah'ın (cc) sadık ve salih kulları ise ölümü Rabbi'ne ve Resulüne kavuşmak için bir vuslat olarak görür. Sevgiliye kavuşturan ölüm dahi olsa güzel olmaz mı? Ya Hakk'ı bilip inkar ettiysek, hor görüp zulmettiysek o vakit her yol hüsran olmaz mı? Hak dostlarından gönüllere hitap var...

Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“Bedenin ölümü, sır ehline bir armağandır; hâlis altına makastan ne zarar gelir?!”

Sâlih kula ölüm, bir vuslattır, “En Yüce Dost”a kavuşma vesîlesidir. Mevlânâ Hazretleri’nin ifadesiyle “şeb-i arûs”tur, yani bir “düğün gecesi”dir. Dolayısıyla Hak âşıkları nazarında ölüm, dünya gurbetinden sılaya dönüş sevincidir.

Hazret-i Mevlânâ, Allah ve Rasûlü’nün sâdık bir âşığı olan Hazret-i Bilâl -radıyallâhu anh-’ın vefâtını, bu hakîkatin bir misali sadedinde, Mesnevî’sinde geniş geniş tasvir eder. Zevcesi ağlayıp “âh vâh” ederken, Bilâl -radıyallâhu anh-, sevdiklerine kavuşmanın hasret ve iştiyâkıyla, huzurlu bir hâlde can emânetini sahibine teslim eder.

Allah ve Rasûl’ünün sâdık bir âşığı olan Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın son demlerindeki vuslat heyecanını Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- şöyle anlatır:

“Vefât ettiği hastalığı esnâsında babam Ebû Bekir’in yanına girdim. Bana:

«−Nebî -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hangi gün vefât etmişti?» diye sordu.

«−Pazartesi.» dedim. Yine:

«−Bugün günlerden ne?» diye sordu. Ben de:

«−Pazartesi.» cevabını verdim.

«−Benim vefâtımın da şu an ile gece arasında olmasını ümid ediyorum!» dedi.

Akabinde:

«–Eğer bu gece ölürsem beni yarına bekletmeyiniz! Zira benim için gün ve gecelerin en sevimlisi, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e en yakın olanıdır!» dedi.” (Ahmed, I, 8)

İşte hazırlığından gâfil kalanlara soğuk ürpertiler getiren ölüm; sarsılmaz bir îman, ihlâslı bir kulluk hayatı ve aşk-ı ilâhî ile yoğrulan gönüller için güzelleşir, âdeta sevdiklerine vuslat heyecanına dönüşür.

Bu ise kuru bir muhabbet iddiâsıyla olmaz. Gerçek mânâda seven biri, sevdiğine kavuşmaktan haz duyar. Sahte bir sevgi dâvâsı güdenler ise, Cenâb-ı Hakk’a vuslattan fersah fersah kaçarlar.

Kur’ân-ı Kerîm’de İsrâiloğulları’nın bu hâli şöyle bildirilmektedir:

“De ki: Ey yahudîler! Bütün insanlar değil de, yalnız kendinizin Allâh’ın dostları olduğunuzu iddia ediyorsanız, bunda da samimiyseniz, haydi ölümü temennî edin (bakalım)!

Ama onlar, önceden yaptıklarından dolayı, ölümü aslâ temennî etmezler. Allah, zâlimleri çok iyi bilir.” (el-Cum’a, 6-7)[3]

Bu bakımdan sâlih mü’minlerin değil, asıl gaflet ve bâtıl içinde ömür tüketip âhiretini mahvedenlerin ölümüne acımak gerekir. Kalbi îman nûruyla dolu olan kimseye ölümün dahî zararı yoktur. Zira herkes vâdesi dolunca zâten ölecektir. Fakat kalbi ölü kimse, zâhiren bir müddet daha hayat sürse bile, aslında yaşayan bir cenâze hükmündedir. Şu hâdise, bu hakîkati ne güzel îzah eder:

Hak dostlarından Necmeddîn-i Kübrâ Hazretleri, talebeleriyle birlikte sâlih bir zâtın cenâzesine iştirâk eder. Mevtâya telkinde bulunulduğu sırada Necmeddîn-i Kübrâ Hazretleri tebessüm eder. Talebeleri, hocalarının böyle bir anda tebessüm etmesine hayret edip bunun hikmetini sorarlar. Hazret evvelâ açıklamak istemez. Fakat ısrar edilince şöyle der:

“–Telkin veren imamın kalbi gâfil; mezara giren mevtânın kalbi ise dipdiri. Gâfil birinin, kalben diri olana telkin vermesine taaccüb ettim.”

Velhâsıl nefsini tezkiye, kalbini de tasfiye etmiş sâlih bir mü’minin ölümü, ebedî saâdete doğuştur. Mânevî terbiyeden mahrum gâfillerin tenlerinin diri olması, kalplerine bir meziyet kazandırmaz. Âhirette ise kula fayda sağlayacak olan, ancak selîm bir kalptir.

Bunun içindir ki İmâm Gazâlî Hazretleri:

“Şahsiyetini ikmâl et, fazîletlerini kemâle eriştir. Zira sen, cisminle değil, rûhunla insansın.” buyurmuştur.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altınoluk Dergisi, Şubat 371.Sayı 2017

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.