Nebevi Ahlakın Sahabedeki Tezahürleri
Sahabenin ahlâkı nasıldı? Nebevî ahlâkın sahâbedeki tezâhürlerine örnekler...
Ashâb-ı kirâmın, Kâinâtın Fahr-i Ebedîsi’ni örnek alarak ulaştıkları ahlâkî seviyeyi aksettiren sayısız hâdiseler mevcuttur.
NEBEVÎ AHLÂKIN SAHÂBEDEKİ TEZÂHÜRLERİ
Ashâbın Hazret-i Peygamber’e duydukları engin aşk ve muhabbet ile sahip oldukları mânevî seviyeyi, duygu derinliğini ve davranış mükemmelliklerini kelimelerin mahdut imkânlarıyla îzah mümkün değildir. Ancak onların davranış mükemmelliklerini yansıtan sayısız misâllerden birkaçını takdîm ediyoruz:
Kardeşini Nefsine Tercih
Ashâbın, mü’min kardeşini kendi nefsine tercih edişini gösteren şu kıssa ne güzel bir İslâm ahlâkı sergilemektedir:
Bir gün Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Benî Nadîr’den alınan ganimetleri Muhâcirler’e taksim etmiş, Ensâr’dan da ihtiyacı olan üç kişiden başkasına vermemişti. Daha sonra Ensâr’a hitap ederek:
“–Dilerseniz daha önce Muhâcirler’e verdikleriniz onlarda kalır, siz de bu ganimetten pay alırsınız. Dilerseniz verdiklerinizi geri talep eder, bu ganimetin tamamını onlara bırakırsınız.” buyurdu.
Bunun üzerine Ensâr -radıyallâhu anhum- büyük bir diğergâmlıkla, mü’min kardeşlerini kendilerine tercih ederek şu güzel cevâbı verdiler:
“–Yâ Rasûlâllah! Muhâcir kardeşlerimize hem mallarımızdan ve evlerimizden hisse veririz, hem de ganimetin tamamını onlara bırakırız.”
Bunun üzerine, samimî bir fedakârlıkla yapılan infakların kulu kurtuluşa erdireceğini müjdeleyen şu âyet-i kerîme nâzil oldu:
“Muhâcirlerden önce (Medîne’yi) yurt edinen ve îmâna sarılan Ensâr, kendilerine hicret edenleri severler. Onlara verilen şeylerden ötürü gönüllerinde bir sıkıntı ve rahatsızlık duymazlar. İhtiyaç içinde kıvransalar dahî, mü’min kardeşlerini kendi nefslerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, gerçekten felâha erenler işte onlardır.” (el-Haşr, 9)[1]
Câbir -radıyallâhu anh- da Ensâr’ın Muhâcir kardeşlerine olan îsâr ve diğergâmlığını şöyle anlatır:
“Ensâr, hurmalarını devşirdiklerinde bunları ikiye ayırır, bir tarafa çok, diğer tarafa da az hurma koyarlardı. Daha sonra, az olan tarafa hurma dallarını koyar(ak o tarafı çok gösterir), Muhâcirler’e; «–Hangisini tercih ederseniz alın.» derlerdi. Onlar da (çok görünen yığın Ensâr kardeşlerimizin olsun diye az görünen yığını alırlar) ve böylece hurmanın çoğu Muhâcirler’e gelirdi. Ensâr da bu yolla az olan kısmı kendilerine bırakmış olurlardı...” (Heysemî, X, 40)
Yine bir gün Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Bahreyn arâzisini ashâbına taksim etmek üzere önce Ensâr’ı dâvet buyurmuştu. Ensâr kâ‘bına erişilmez bir fedakârlık ve ferâgat göstererek:
“−Yâ Rasûlâllah! Muhâcir kardeşlerimize bunun bir mislini fazlasıyla taksim buyurmadıkça bize bir şey vermeyiniz!” demişlerdi.
Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“−Ey Ensâr! Mâdem ki (mü’min kardeşlerinizi nefsinize tercih ederek) almak istemiyorsunuz; şu hâlde Kevser Havuzu’nda bana kavuşuncaya kadar (dünyanın iptilâlarına) sabrediniz! Çünkü benden sonra yakında size başkalarının tercih edileceği bir zaman gelecektir.” buyurdu. (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 8)
Çünkü Ensâr, içinde yaşadıkları toplumun maddî ve mânevî sıkıntı ve problemlerinden kendilerini mes’ûl hisseden zirveleşmiş bir ruh ve hassas bir vicdâna sahiptiler. Muhâcirler de mâruz bulundukları fakr u zarûrete rağmen mümkün olduğunca müstağnî bir hayat yaşayıp kimseye yük olmamaya, bilâkis yardımcı olmaya çalışıyorlardı. Zira onlar dünya nîmetlerini nefislerine tahsis etmek yerine Allah yolunda seferber ederek îmânın vecd, lezzet ve halâvetini tercih ediyorlardı.
Selman-ı Farisi’nin (ra.) Tevazusu
Ashâb-ı kirâm, Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine emânet ettiği dünyevî makam ve mevkîleri de hiçbir zaman gurur ve kibir gibi nefsânî bir üstünlük vehmine âlet etmemiş, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in her hâlükârdaki mütevâzı yaşayışını kendilerine hayat düstûru edinmişlerdir.
Nitekim Selman -radıyallâhu anh- Medâin vâlisi iken, Şam’dan Teymoğulları kabilesine mensup bir zât gelmişti. Yanında bir yük de incir getirmişti. Selman’ın sırtında bir elbise, bir de aba vardı. Şamlı, Selman’ı tanımıyordu. Onu bu hâlde görünce de:
“−Gel şunu taşı!” dedi.
Selman -radıyallâhu anh- gitti, yükü sırtlandı. Halk kendisini görünce tanıdı. Adama:
“−Yükünü taşıyan bu adam vâlidir!” dediler. Şamlı:
“−Özür dilerim, seni tanıyamadım.” dediyse de Selman -radıyallâhu anh-:
“−Zararı yok, yükü evine götürene kadar sırtımdan indirmeyeceğim.” karşılığını verdi.[2]
Selman -radıyallâhu anh-’ın bu hâli, hangi makam ve mevkîde olursa olsun, bir mü’mini her hâlükârda tevâzu ehli olmaya teşvîk eden:
“O Rahmân’ın kulları ki yeryüzünde tevâzu ile dolaşırlar…” (el-Furkân, 63) âyet-i kerîmesinin fiilî bir misâliydi.
Sahabenin Yardımlaşma ve Dayanışmasına Örnek Bir Hadise
Ashâb-ı kirâmın toplumdaki yetimleri koruyup sahiplenme hususundaki hassâsiyetini ifâde eden şu hâdise de İslâm’daki ictimâî yardımlaşma rûhunun ve tek bir yürek hâline gelişin ne güzel bir misâlini sergilemektedir:
Berâ bin Âzib -radıyallâhu anhumâ- Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Mekke Fethi’nden bir yıl önce yaptığı kazâ umresindeki bir vak’ayı şöyle anlatıyor:
Allâh’ın Elçisi umresini tamamlayıp Mekke’den çıktı. İşte o sırada, Uhud’da şehîd edilmiş olan Hazret-i Hamza’nın kızı Umâme, “Amcacığım! Amcacığım!” diye bağırarak arkalarından gelmeye başladı.
Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- küçük kızı kucaklayıp, devenin üzerinde bulunan zevcesi Fâtıma’ya:
“–Amcanın kızını al!” diye uzattı.
Medîne’ye varınca, bu çocuğun kimde kalacağı hususunda Hazret-i Ali, ağabeyi Câfer ve Zeyd bin Hârise arasında anlaşmazlık çıktı.
Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-:
“–O benim amcamın kızıdır. Onun terbiyesini ve bakımını üstlenmek herkesten çok benim hakkımdır.” dedi.
Câfer-i Tayyâr -radıyallâhu anh-:
“–O benim de amcamın kızıdır; üstelik zevcem onun teyzesidir.” dedi.
Zeyd bin Hârise -radıyallâhu anh- da:
“–Onun babasıyla beni Rasûl-i Ekrem kardeş yaptı. O benim kardeşimin kızıdır.” dedi.
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Teyze anne sayılır.” diyerek çocuğu Câfer-i Tayyâr’ın zevcesine verdi. Sonra çocuğu himayesine almak isteyenlerin ayrı ayrı gönlünü aldı:
Hazret-i Ali’ye:
“–Sen bendensin ben de senden.” buyurdu.
Câfer-i Tayyâr’a:
“–Senin hem görünüşün, hem de huyun bana benzer.” dedi.
Zeyd bin Hârise’ye de:
“–Sen bizim kardeşimiz, dostumuzsun.” buyurdu. (Buhârî, Sulh 6, Megâzî 44; Müslim, Cihâd, 90; Ebû Dâvud, Talâk, 35)
Hadîs-i şerîfte buyrulur:
“Kendi yetimini veya başkasına âit bir yetimi himâye eden kimseyle ben, cennette şöyle yan yana bulunacağız.”
Hadîsin râvisi Mâlik bin Enes, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yaptığı gibi, işaret parmağıyla orta parmağını gösterdi. (Müslim, Zühd, 42)
Sahabenin Kur’an ve Sünnet Hassasiyeti
Ashâb-ı kirâmın, bunun gibi fazîlet dolu hâlleri, hiç şüphesiz onların Allah ve Rasûl’üne büyük bir muhabbetle teslîmiyet içinde bulunmalarının ve bu sâyede de dünya ve âhirete âit kâr ve zararı lâyıkıyla takdir edebilmelerinin bir neticesiydi. Zira Allah -celle celâlühû-, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Sünnet’ine tâbî olarak O’nu örnek almayı, rızâsını ve muhabbetini kazanmaya vesîle kılmıştır. Bundan dolayıdır ki, İslâm dîninde en esaslı iki mercî; “Allâh’ın Kitâbı ve Rasûlullâh’ın Sünneti”dir.
Bir insan, Kur’ân-ı Kerîm’e ve Sünnet-i Seniyye’ye tâbî olmadan, Rasûlullâh’ın örnek hayatıyla istikâmetlenmeden kâmil bir mü’min olamaz, ebedî kurtuluşa kavuşamaz. Ashâbın Kur’ân ve Sünnet muhtevâsında yaşama hassâsiyetini ifâde eden şu misâl de bizlere ne güzîde bir saâdet yolu sergilemektedir:
Kadı Şurayh Hazretleri, Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’a mektup yazarak dâvâlarda nasıl hüküm vermesi gerektiği hakkında sordu. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, ona bu husustaki takvâ metodunu şöyle ifâde buyurdu:
“Halka, Allâh’ın Kitâbı’nda olanlarla hükmet. Eğer onda bulamazsan Allah Rasûlü’nün Sünnet’i ile hükmet. Allâh’ın Kitâbı ve Rasûl’ünün Sünnet’inde de bulamazsan sâlihlerin verdiği hükümlerle hükmet. Sâlihlerin verdiği hükümler arasında da yoksa, istersen devam et, hükmünü ver, istersen geri dur. Geri durup hüküm vermemenin, senin için daha hayırlı olduğu kanaatindeyim, vesselâm.” (Nesâî, Kudât, 11/3)
Sahabenin Kur’an’a Bağlılığına Örnekler
Ashâb-ı kirâm, her hususta olduğu gibi Kur’ân’a bağlılık ve onun muhtevâsını gönül âlemlerinde hazmederek canlı bir Kur’ân hayatı yaşama hususunda da Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in izinde yürümekteydiler.
Kinâne el-Adevî anlatıyor:
Ömer bin Hattâb -radıyallâhu anh- ordu komutanlarına:
“Kur’ân’ı ezberlemiş zevâtı tespit edip bana bildirin, onlara şeref bahşedip ihsanlarda bulunayım ve etrafa göndereyim ki insanlara Kur’ân’ı öğretsinler.” diye yazmıştı.
*
Ebû Mûsâ el-Eş’arî, Hazret-i Ömer’e idaresi altında 300 küsur Kur’ân hâfızı bulunduğunu haber verdi. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın o hâfızlara[3] hitâben yazdığı mektupta yer alan nasihatlerin bir kısmı şöyledir:
“Biliniz ki Kur’ân, sizler için bir sevap ve şeref hazinesidir. O’na tâbî olunuz. O’nu kendinize uydurmayınız. Kim Kur’ân’ı kendisine uydurursa Kur’ân o kimseyi tepe üstü düşürür, tâ Cehennem’e atıverir. Her kim de Kur’ân’a tâbî olursa, Kur’ân onu Firdevs Cennetleri’ne ulaştırır. Gücünüz yeterse Kur’ân’ın sizlere şefâatçi olmasını, hasmınız olmamasını temine çalışınız. Zira Kur’ân’ın şefâat ettiği kimse Cennet’e, dâvâcı olduğu şahıs da Cehennem’e gider. Biliniz ki bu Kur’ân, hidâyet menbaı ve ilimlerin en parlağıdır. O, Rahmân’dan gelen ve kendisiyle kör gözlerin, sağır kulakların ve kilitli kalplerin açıldığı en son kitaptır…”[4]
*
Nitekim bir rivâyette de şöyle buyrulur:
“Ashâb-ı kirâm, Kur’ân-ı Kerîm’i çokça okur; onu okumadıkları ve sayfalarına bakmadıkları bir günün geçmesini istemezlerdi. Günlerine Kur’ân’la başlarlar, göz rahatsızlığı olanlara da Mushaf-ı Şerîf’e bakmayı tavsiye ederlerdi.”[5]
*
Yermük Harbi’nde kendisi de susuz olduğu hâlde diğer mü’min kardeşlerini nefsine tercih ederek suyu önce onlara götürün deyip, ardından bir yudum suya hasret kalarak şehâdet şerbetini içen İkrime -radıyallâhu anh-, mushafı alır, yüzüne gözüne sürer ve “Rabbimin kelâmı! Rabbimin kitâbı!” diyerek ağlardı.[6]
İşte nebevî ahlâka bürünen ashâb-ı kirâm, Kur’ân’ı böylesine bir muhabbetle baş tâcı ettikleri için Hak katında müstesnâ bir şerefe nâil oldular. Kıyâmete kadar gelecek mü’minlerin gönül iklîminde taht kurdular.
Hak dostlarından Hasan-ı Basrî -rahmetullâhi aleyh-’in şu îkâzı ne kadar ibretlidir:
“Sahâbî ve ondan sonrakiler Kur’ân’ı Allâh’ın bir emri ve fermânı bilir, öyle davranırlardı. Gece-gündüz onun üzerinde titizlik gösterir, onu gözetir, göz önünde bulundurur ve ona göre amel ederlerdi. Şimdi siz Kur’ân’ın harflerine ve harekelerine dikkat ediyorsunuz ama içindeki ilâhî tâlimatlara hiç dikkat etmiyorsunuz. Hattâ onu anlamıyorsunuz bile.” (Kandehlevî, Fedâil)
İşte bizler de, ashâbın Kur’ân hususundaki hassâsiyetini örnek alarak kendimizle bir iç hesaplaşmaya girmek mecbûriyetindeyiz. Zira bütün bu numûne-i imtisâl davranış manzûmeleri, kitapların satırlarında kalsın diye değil, ümmetin gönül iklîminde hayat bulsun diye günümüze kadar intikâl etmiştir.
Ümmetin İlkleri mi, Sondakileri mi Daha Hayırlıdır?
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i, O’na îman etmiş olarak görme şerefine nâil olan ve bu sûretle ruh ve irâdelerini ahlâkî bakımdan mükemmelliğe ulaştıran sahâbe-i kirâmın kâ‘bına varılmaz davranış güzelliklerinden birkaç misâl zikrettik. Onlar, bu ahlâkî fazîlet zirvelerinde iken O Yüce Peygamber:
“Ümmetim bir yağmura benzer, önü mü sonu mu hayırlıdır bilinmez.” buyurmuştur. (Tirmizî, Edeb, 81)
Bu hadîs-i şerîf, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i görme bahtiyarlığından mahrum bulunan bizler gibi mü’minler için büyük bir tesellî ve ümit kapısıdır.
Çünkü insanların ekseriyetle nefsâniyete râm olup pek çok menfî tesirin anaforunda sürüklendiği ve toplumun, aslında kendisi için huzur kaynağı ve hamle gücü olan dîn ile arasına mesâfe koyduğu günümüzde, îman ve ahlâkta, sahâbî ruh ve heyecanıyla yaşamaya çalışan mü’minlerin gösterecekleri feyizli gayretler, Hak katında fevkalâde bir değeri hâizdir.
Hislerin nefsânîleştiği bu zamanda, samimî bir gönülle gerçekleştirilebilen İslâmî gayretler, insanların hakka ve hayra teşne olduğu zamanlardaki pek çok hizmetten daha üstün ve fazîletlidir. Zira bir hayrın ecri, onun îfâsında katlanılan meşakkatler nisbetinde büyüktür. Bu bakımdan, yaşadığımız âhir zamanın bütün menfîliklerine rağmen elde edebileceğimiz az bir muvaffakıyetin bile çok büyük bir mükâfatla karşılanacağı ihtimâlini aslâ gözden uzak tutmamamız îcâb eder.
Yaşadığımız hayat, imtihân-ı ilâhî olarak zaman zaman kahır ve zaman zaman lûtuf tecellîlerinin tezâhürü hâlindedir. Asıl mârifet, nefsânî arzulardan vazgeçip iç âlemini tezkiye ve tasfiye etmek sûretiyle irâdeyi, rızâ-yı ilâhîye istikâmetlendirmek ve bunun neticesinde de bütün kahır ve lûtuf tecellîlerinden kazançlı çıkabilmektir.
Hadîs-i şerîfte buyrulur:
“Mü’minin durumu gerçekten gıpta edilmeye ve hayranlığa değer. Çünkü her hâli kendisi için bir hayır vesîlesidir. Böylesi bir haslet sadece mü’minde vardır: Mü’min, sevinecek olsa, şükreder; bu onun için hayır olur. Başına bir belâ gelecek olsa, sabreder; bu da onun için hayır olur.” (Müslim, Zühd, 64)
O hâlde zamanımızı binbir îtiraz, bahâne ve şikâyetle geçirmek yerine, kalp ve irâdemizi hakka ve hayra yönlendirmek sûretiyle önce kendimizi ihyâ ve îmâr edip içinde bulunduğumuz zaman ve zemîni buna göre değerlendirmenin gayreti içinde olmalıyız.
Günümüz şartlarında, hidâyet yolunu arayanlara, zayıflara, yetimlere ve güçsüzlere merhamet dolu bir gönülle yardım elini uzatmak, ilâhî rızâya medâr olacak en mühim hizmetlerdendir.
Ne mutlu, günümüzde Peygamber Efendimiz’in ve O’nun güzîde ashâbının muhabbet ve aşkından bir hisse alarak kalplerine îmânın lezzet ve vecdini, gönüllerine Kur’ân’ın rûhâniyetini, ruhlarına hizmetin neş’esini, vicdanlarına güzel ahlâkın berraklığını yerleştirip ebedî saâdetin bitip tükenmeyen mânevî hazzı içinde ömür süren mü’minlere…
Dipnotlar:
[1] Fahruddin Râzî, Mefâtihu’l-Ğayb (et-Tefsîru’l-Kebîr), Beyrut 1990, XXIX, 250; Kurtubî, el-Câmî li-Ahkâmi’l-Kur’ân, Beyrut 1985, XVIII, 25. [2] İbn-i Sa’d, et-Tabakātü’l-Kübrâ, Beyrut, Dâru Sâdır, IV, 88. [3] O devirlerde “Hamele-i Kur’ân: Kur’ân Hâfızı” tâbiri Kur’ân’ın lâfzına ve muhtevâsına vâkıf olan âlimler mânâsında kullanılırdı. [4] Ali el-Müttakî el-Hindî, Kenzü’l-Ummâl, Beyrut 1985, II, 285-286/4019. [5] Kettânî, Nizâmü’l-Hukûmeti’n-Nebeviyye (et-Terâtibü’l-İdâriyye), Beyrut 1996, II, 197. [6] Hâkim, el-Müstedrek ale’s-Sahîhayn, Beyrut 1990, III, 272.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Saadet Damlaları, Erkam Yayınları
YORUMLAR