Muhammed Bakī Billah Hazretlerinin Faziletleri

Muhammed Bâkì Billâh Hazretleri, İslâm’ın emir ve yasaklarına son derece bağlı bir zât idi. Sık sık takvâ sahibi fakihlere mürâcaat ederdi. Helâl gıdâya çok ehemmiyet verir, hattâ yemek pişiren kişinin bile ihsân hâlinde olmasını, yani huzûr-i ilâhîde olduğunun şuuruyla hizmet etmesini, gâfil olmamasını isterdi.

Gösterişten kaçınır, kerâmetlerini gizlemek için büyük bir gayret gösterirdi. Kendisine bir hasta getirilince onu Allâh’ın izniyle mânen tedâvi etse bile, kerâmeti belli olmasın diye eline bir tıp kitabı alıp sanki ona bakarak tedâvi ediyormuş gibi yapardı.[1]

Muhammed Bâkì Billâh Hazretleri insanlara ve hayvanlara karşı çok merhametliydi. Lahor’da kıtlık olduğu bir devirde kendisine yemek getirenlere:

“–İnsanlar açlıktan can verirken bizim yemek yememiz münâsip değildir.” diyerek gelen yiyecekleri fakirlere göndermişti.[2]

Talebelerinin mânen mesâfeler katetmesi için çok gayret sarf ederdi. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri bu hususta şöyle buyurur:

“…Üstâdımızın bir sohbetinde tâliplere o kadar faydalar hâsıl olurdu ki, bunlar zor riyâzat ve mücâhedelerle bile elde edilemez…”[3]

TEVÂZUU

Hâce Bâkì Billâh Hazretleri, son derece mütevâzı ve yumuşak huylu bir Hak dostu idi. Yüksek hâl ve makâmını insanlardan gizlemeye çalışır ve kendini irşad makâmına lâyık görmezdi. Kendisinden mânen feyz almaya gelen talebelerine çeşit çeşit özürler beyân ederek:

“–Bu fakir sizin zannettiğiniz gibi değildir. O bakımdan siz başka yere gidiniz! Eğer hakîkî bir rehber, mutlak bir yol gösterici bulursanız, bu fakire de haber verin ki hemen huzûruna gidip ona hizmet edeyim! Belki kalbimin derdine bir derman bulurum.” buyururdu.

Yani o, mürşidlik iddiâsından uzak bir şekilde, sadece gelenlere hizmet etmek ve kalpleri kaynaştırmakla meşgul olurdu. Umûmiyetle sükûtu ve az konuşmayı tercih ederdi. Sadece mecbur kaldıkça veya ince bir meseleyi îzah etmek gerektiğinde konuşur ve muhâtabını aydınlatmak için meseleyi bütün açıklığıyla îzah ederdi.[4]

Lahor’dan Delhi’ye giderken çok defa bir iki kilometre gitmeden yolda yürüyen bir zavallıyı görür, hemen bineğinden inip onu bindirir ve kendisi yaya yürürdü. Tanıyan biri kendisini görüp de yaptığı bu îsârı fark etmesin diye de sarığıyla yüzünü kapatırdı. Şehre yaklaşınca hâlini gizlemek için tekrar hayvanına binerdi.[5]

Kendisini sadece arkadaşlarından değil, avâmdan bile üstün görmezdi. Nitekim evinin bitişiğinde oturan bir genç, içki içer ve her türlü kötülüğü yapardı. Bir gün mürîdi Hüsâmeddîn Dehlevî, o genci devlet memurlarına şikâyet etti. Memurlar da o genci yakalayıp hapsettiler. Bâkì Billâh Hazretleri bunu öğrendiğinde mürîdini çağırıp bu hareketine kırıldığını ifâde etti. Mürîdi:

“–Efendim, o öyle fâsık, öyle hayırsız biri ki kötülükleri saymakla bitmez. Etrâfındakilere de hep zarar veriyor!” deyince Bâkì Billâh Hazretleri derin bir âh çekti ve:

“–Biz hiçbir zaman kendimizi ondan üstün görmüyoruz ki onu ayıplayalım!” buyurdu. Sonra idarecilere ricâ ederek o genci serbest bıraktırdı. Genç de tevbe edip sâlihlerden oldu.

Zira tasavvufî üslûp, günaha olan nefreti günahkâra taşırmamak ve günahkârı yaralı bir kuş gibi tedâvi ve şefkate muhtaç görüp onu tatlı bir lisanla irşâd etmeyi gerektirir.

Kalp kırıklığı (inkisâr) ve kendini kusurlu görme hâli Bâkì Billâh Hazretleri’ni öylesine istilâ etmişti ki talebelerinden biri bir hatâ işlese:

“–Bunlar bizim fenâ sıfatlarımızın akisleridir. Bizdeki fenâlıklar onlara da aksediyor. Onlar ne yapabilir, ellerinden ne gelir ki!” buyurur ve hemen kendi hâlini gözden geçirerek herhangi bir ihmâlinin olup olmadığına bakardı.

Bir kişiden dînin emirlerine aykırı bir hareketin meydana geldiğini görse, doğrudan doğruya ve şiddetle îkazda bulunmaz, yumuşaklıkla, temsîlî kıssalarla, kinâyeli sözler ve îmâlarla mevzuya temas eder, kalp kırmak istemezdi. Açıkça îkaz ve nasihatte bulunmayışının sebebi, kendini diğer insanlardan ayrı ve üstün görmeyişi idi. Mübârek lisânında ve meclisinde kimse kötülenmezdi. Huzûrundakilerden birinin kalbinden bir müslümanı küçük görme duyguları geçse, Bâkì Billâh Hazretleri hemen bunu sezer ve o müslümanın güzel vasıflarını anlatarak onu medhetmeye başlardı.[6]

Bir defasında bâzı insanlar tarafından ayıplandığını öğrenince, bunu haber veren talebesine şu güzel usûlü tâlim buyurmuştu:

“…Bize bir ayıplama ve bir kötülük isnâd edilince hemen kendimize bakarız ve üzerimizde fenâ bir sıfat buluruz. Bu işareti, bir nasihat biliriz. Senin verdiğin bu haberden sonra da kendimde bir kabahat ve kusur buldum. Allah Teâlâ’nın keremine sığındım. Allâh’ın izniyle ondan da kurtulurum inşâallah!”[7]

Bir gün sâlihlerden biri, onun samimî talebelerinden birine, arzu ve istek dolu bir mektup göndermişti. Bu mektup Muhammed Bâkì Billâh Hazretleri’ne takdim edildi. O Hazret, yüksek bir tevâzû ile mektubun arkasına şunları yazdı:

“Maalesef bu âcizde iş yapacak kuvvet kalmadı. Allah Teâlâ, mâzide kalmış günlerin mâtemini tutan bu fakire birkaç gün daha ömür verirse, büyük bir gayretle maksadı arayacak, hayatını bu yola verecektir. Allah Teâlâ bu garibe, her iki cihandaki işlerini kudret-i ilâhiyyeye bırakmasını ve bütün alâkalardan kurtulmasını ihsân eylesin! Âmîn yâ Rabbe’l-Âlemîn...

O kardeşimden ricâ ederim ki, bu arzumun hâsıl olması için yüzünü yerlere sürsün ve fakirin bu arzusuna kavuşması için Cenâb-ı Hakk’a duâ etsin. Zira gıyâben yapılan duâları Allah Teâlâ hemen kabûl eder. Duâlar ederim efendim…”[8]

DİPNOTLAR

[1] Rüşdî, Melfûzât, s. 28, 31; Dehlevî, Kelimâtü’s-Sâdıkìn, s. 179; Kişmî, Zübdetü’l-Makāmât, s. 15, 24-26; Muhammed Fazlullah, Umdetü’l-Makāmât, s. 89.

[2] Kişmî, a.g.e, s. 19-21.

[3] İmâm-ı Rabbânî, Mükâşefât-ı Gaybiyye, 5. kısım.

[4] Kişmî, Berekât, s. 23, 37; Ebû’l-Hasan en-Nedvî, İmâm-ı Rabbânî, s. 143.

[5] Kişmî, Berekât, s. 29-30.

[6] Kişmî, Berekât, s. 31-32; Ebû’l-Hasan en-Nedvî, a.g.e, s. 144.

[7] Kişmî, Berekât, s. 62.

[8] Kişmî, Berekât, s. 37.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altın Silsile, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.