Molla Fenari Hazretleri Kimdir?

Osmanlı’nın ilk şeyhülislâmı Molla Fenârî Hazretleri kimdir? İşte Horasan’dan Bursa’ya uzanan ilim ve irfan dolu hayatı…

Molla Fenari Hazretleri’nin hayatı vefatından tam bir asır sonra yazılmış olması sebebiyle karışıktır.

MOLLA FENARİ HAZRETLERİ KİMDİR?

Asıl adı Şemseddin Hamza olan ve ismi sonradan Osmanlı Devleti’nin ilk şeyhülislâmı olarak tarihe geçen Molla Fenârî Hazretleri, 1350 yılında Mâverâünnehir bölgesinde doğmuş, ailesi sonradan Bursa’ya hicret etmişti. İlk tahsilini yaptığı babası Molla Hamza Efendi, Horasan meşâyihindendi, oğluna Sadreddin Konevî’nin Miftâhü’l-Gayb’ını okumuştu. Küçük Şemseddin, henüz on yedi yaşlarında iken İznik’e geçmiş, orada Orhan Gazi dönemi âlimlerinden Orhaniye Medresesi müderrisi Alâeddin Esved’in (Kara Hoca) rahle-i tedrîsine oturmuştu. Kara Hoca’dan iki yıl ders alan Fenârî, aralarında geçen küçük bir tartışmanın ardından, Amasya’da bulunan devrin büyük âlimlerinden Cemâleddin Aksarâyî’ye başvurup ona talebe oldu.

Yedi yıllık çalışmanın ardından hocası Aksarâyî’den icâzet alan Molla Fenârî, ilmini derinleştirmek üzere, yakın arkadaşı Seyyid Şerif Cürcânî ile birlikte Mısır’a gitti. Kahire’de başta Ekmeleddin Bâbertî olmak üzere çeşitli âlimlerden şer‘î ilimler tahsil etti. 5-6 yıl kadar Mısır’da kaldıktan sonra hocası Bâbertî’den icâzet aldı ve yeniden Bursa’nın yolunu tuttu.

Pazartesi Günleri Tatil!

7-8 yıl civarında Bursa’da ipekçilikle uğraşan Molla Fenârî, Yıldırım Bâyezîd’in (1389-1402) tahta geçmesinin üçüncü yılında Bursa Manastır Medresesi müderrisliğine getirilmişti. Bir yıl kadar bu hizmeti îfâ eden Fenârî, ertesi yıl Bursa kadılığına tayin edildi. 43 yaşında aldığı bu görev, Ankara Savaşı’na kadar aralıksız on yıl sürecekti.

Molla Fenârî, müderrisliği sırasında, talebelerinin tahsille ilgili problemlerini çözerek, onların tatil günlerini artırmıştı. O yıllarda öğrenim görenlerin hafta içi tatilleri Cuma ve Salı günleriydi. Dönemin şartlarında bu iki tatil günü, yazma eser metinlerinin talebeler tarafından bizzat elde yazılarak çoğaltıldığından kâfî gelmiyor, yazmak okumaktan daha çok vakit alıyordu. Okumak için ise, eserlerin elde yazılı bulunması şarttı. Bu durumu bilen ve öğrencinin bu sıkıntısını halletmek isteyen Molla Fenârî, talebelerin eserleri daha kolay çoğaltabilmeleri amacıyla Pazartesi gününü de tatil günlerine ekleyerek, gençlere eser istinsahı için daha çok zaman tanımış oldu.

Hazret-i Peygamber’in (s.a.v.) Dünürü!

Yıldırım Bâyezîd’in kızı Fatma Hundi Sultan, on altı yaşına girmişti. Zamanın örf ve âdetlerine göre yetiştirilmiş, dindar, temiz ahlâklı, merhametli bir kızdı. Bir gece rüyasında Kâinatın Efendisi’ni gördü. Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kendisine;

“–Ya Hundi, oğlum Seyyid Buhârî (Emir Sultan) ile evlen!” buyurdular. Aynı rüyayı birkaç gün sonra tekrar görmesi üzerine, olayı annesi Devlet Hatun’a anlatmış, o da Bursa Kadısı Molla Fenârî’ye başvurmuştu. Gençler, ünlü âlimin kıydığı nikâhla evlendiler. Sultan Bâyezid, Rumeli taraflarında sefer hâlinde olduğundan kendisine haber verilememişti. Durumu sonradan öğrenen Yıldırım, bu duruma içerlemiş, vezirlerinden Süleyman Paşa’yı huzuruna çağırtıp:

“Yanına gerektiği kadar sipahi al, Bursa’ya git ve bana ikisinin de başını getir!” diye emir buyurmuştu. O tarihte Emir Sultan 24 yaşlarındaydı.

Gençlerin imdadına Bursa Kadısı Fenârî Hazretleri yetişmiş, padişaha yazdığı ikna edici mektubuyla ikisinin de bağışlanması sağlamıştı. Molla Fenârî, mektubuna özetle şunları yazmıştı:

“Yüce Sultanım!

Öldürülmesini emrettiğiniz Emir Sultan, Peygamberimiz’in soyundan gelen saygıdeğer bir velîdir. Şimdiye kadar onun kadar temiz gönüllü biri, Anadolu topraklarına ayak basmamıştır. Sizler, bu zât gibi mübârek bir kimseyi elleri hediyelerle dolu davetçiler göndererek Buhârâ’dan Bursa’mıza getirmeye çalışsaydınız, bu gayretiniz size içte ve dışta övünmeye lâyık ebedî bir şeref olurdu. Böyle bir teşebbüste bulunmadığınız hâlde, mânevî bir işaret alarak memleketimize gelen bu aziz insan vasıtasıyla Hazret-i Peygamber’e dünür oldunuz; böylece dünya ve âhiret saâdeti kazandınız. İnsanlığın seyyidlerden gördüğü feyiz, Hazret-i Peygamber’den sonra hiç kimsede görülmemiştir. Şayet bu hatadan dönmezseniz, sonumuzun felâket olacağına şüphe yoktur… Ancak son söz yüce padişahımındır…”

Somuncu Baba’nın Vedâsı!

Molla Fenârî’nin komşusu olan Somuncu Baba, merkebiyle dağdan indirdiği odunlarla, evindeki iki gözlü fırında pişirdiği ekmekleri, Ulu Cami’ye kadar sırtında getirir, Bursa ahâlîsi de lezzetine doyamadıkları bu ekmeklerden bir tane olsun alabilmek için kendisini sabırla beklerdi. Ekmekleri âdeta kapışılırdı. Yıldırım Bâyezid’in Niğbolu Zaferi sonrasında (1396) yaptırdığı Ulu Cami’nin inşaatında çalışan işçilerin ekmek ihtiyacını karşılayan Somuncu Baba, Emir Sultan’ın ısrarıyla caminin açılış günü Cuma hutbesini okumak mecburiyetinde kalmıştı.

Somuncu Baba’nın merakla beklenen hutbesi, bütün cemaat gibi Molla Fenârî’yi de âdeta büyülemişti. O, Kur’ân’ın ilk sûresi olan Fâtiha’nın değişik yönlerle derin bir tefsirini yapmış, herkes onun mânevî büyüklüğünü daha iyi anlamıştı. Fakat Somuncu Baba, gördüğü aşırı ilgi ve «sırrının ifşâ olması»ndan duyduğu rahatsızlık sebebiyle şehirden ayrılmaya karar verdi. Bu büyük velînin, Bursa’yı terk etmekte olduğunu haber alan Molla Fenârî, arkasından koşarak, bir çınarın yanında kendisine yetişti ve şehirden ayrılmaması için çok ısrar edip yalvardı; fakat onu gitmekten vazgeçiremedi. Bunun üzerine kendisinden Bursa ahalisi için duâ etmesini istedi. Somuncu Baba, Bursa’ya dönerek bu çınarın altında duâ etti, güzel temennilerde bulundu.

Somuncu Baba’nın bu duâyı yaptığı ve Bursa kadısı Fenârî ile vedâlaştığı yerdeki ağaç, günümüzde «Duâ Çınarı» olarak bilinen yerdeydi. Ama maalesef bu çınardan günümüze hiçbir iz kalmamıştır.

Bursa, Baştanbaşa Yakılıp Yıkıldı!

Yıl 1402 idi… Asya’nın kudretli hükümdarı Timur, Anadolu’nun verimli ve bereketli topraklarını ele geçirmek niyetindeydi. Çeşitli bahaneler icat ederek Osmanlı topraklarına yöneldi. Sivas şehrini hile ile zaptedip halkın büyük bir kısmını kılıçtan geçirdi. Sonra da Kayseri ve Kırşehir üzerinden Ankara’ya geldi ve şehri kuşatmaya başladı.

Sultan Bâyezid, derhâl bir harp meclisi topladı. Mecliste, bir meydan muharebesinin kaçınılmaz olduğu kanaatine varılınca, yüz bin kişiye yaklaşan ordusunu toplayıp Çubuk Ovası’nda savaş düzeni aldı. Timur ordusunun mevcudu, Osmanlı kuvvetlerinin 3-4 katıydı… 28 Temmuz Cuma günü sabahın ilk saatlerinde başlayan savaş, önceleri Yıldırım’ın lehineydi. Ancak, Kara Tatarlar’ın Osmanlı’ya ihânet etmesi ve düşman tarafına geçmesi üzerine savaşın seyri Bâyezîd’in aleyhine dönmüştü.

Osmanlı ordusunun yenilerek Sultan Bâyezîd’in esir edilmesi üzerine, Timur kuvvetleri ülkenin merkezi Bursa’yı işgal edip şehri baştanbaşa yaktı, yıktı; binlerce masum insanı katletti.

Osmanlı’nın İlk Şeyhülislâmı!

Molla Fenârî ve Emir Sultan’la birlikte pek çok âlim ve meşâyih esir edilerek Timur’un Kütahya’daki karargâhına götürüldüler. Kısa süren sorgulamaların ardından serbest bırakılan Molla Fenârî, Bursa zindanında Yıldırım’ın esiri bulunan ve savaşın ardından esâretten kurtulan Karamanoğlu Mehmed Bey’le birlikte Karaman’a gidip oraya yerleşti. Böylece Karaman’da Mehmed Bey’in kızı Gül Hatun’la evlenen Fenârî’nin on yıl sürecek Karaman gurbeti başlamış oldu.

Molla Fenârî, Çelebi Mehmed’in; birliği sağlayarak Anadolu’ya yeniden hâkim olması ve Karaman’ı ele geçirmesi üzerine Bursa’ya döndü. Sultan Mehmed tarafından ikinci defa Bursa kadılığı görevine getirilen Fenârî, 1425 yılında Çelebi Mehmed’in oğlu Sultan II. Murad tarafından müftülük makamına tayin edilecek ve Osmanlı’nın ilk şeyhülislâmı olarak tarihe geçecekti.

1431 yılında 81 yaşında iken Bursa’da vefat eden Molla Fenârî, Pınarbaşı semtinde kendi yaptırdığı caminin hazîresine defnedildi.

Kaynak: Can Alpgüvenç, Yüzakı Dergisi, 3 Şubat 2012

İslam ve İhsan

ORTAÇAĞ’A DAMGA VURMUŞ MÜSLÜMAN BİLİM ADAMLARI

Ortaçağ’a Damga Vurmuş Müslüman Bilim Adamları

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.