
Mahlûkatın Zikri: Dağlar, Taşlar ve Kuşlar Allah’ı Nasıl Zikrediyor?
Âyetler bize söylüyor: Gökler, yer, dağlar ve hayvanlar Allah’ı zikrediyor. Dağlar, taşlar ve kuşlar Allah’ı zikrederken; insanoğlu neden gaflet içinde kalıyor?
Cenâb-ı Hak, yarattığı canlı-cansız bütün mahlûkâtına kendini tanıtmış ve onları dâimî bir sûrette zikirle vazifelendirmiştir. Bu sebeple mahlûkâtın hepsi, bizim idrâkimiz dışında, kendi dillerince ve husûsiyetleri mûcibince, tabiî ve periyodik bir zikir hâlindedir. Yani Allâh’ı tanıyıp itaat etme keyfiyeti, sadece insana has bir durum değildir. Hattâ diğer varlıkların, gayr-i irâdî de olsa, bu hususta nice insanlardan daha yüksek bir seviyede bulunduğu ifâde edilmiştir.
DAĞLAR, TAŞLAR VE KUŞLAR ALLAH’I NASIL ZİKREDİYOR?
Âyet-i kerîmede buyrulur:
“...Kuşları ve tesbih eden dağları da Dâvud’a boyun eğdirdik. (Bunları) Biz yapmaktayız.” (el-Enbiyâ, 79)
Rabbimizin; dağların, taşların, kuşların zikrini haber vermesi ve buna benzer bütün beyanları, zikir hususunda cemâdat ve hayvanattan daha gâfil kalmaması için, mahlûkâtın en şereflisi kılınan insanoğluna açık bir îkaz mâhiyetindedir.
Şu misal de, bu hususta ne kadar mânidardır:
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, yolda giderken bir grup insana rastladı. Binek hayvanlarının üzerinde durmuş (sohbet ediyorlardı). Onlara şöyle buyurdu:
“Hayvanlarınıza, onları yormadan güzelce binin ve (kullanmadığınız zaman da) güzel bir şekilde bırakın, dinlendirin. Onları yollardaki ve sokaklardaki konuşmalarınız için kürsü edinmeyin. Nice binilen hayvan vardır ki sırtına binenden daha hayırlıdır ve Allah Teâlâ’yı ondan daha çok zikretmektedir.” (Ahmed, III, 439)
İşte bu hassâsiyet sebebiyledir ki ârif mü’minler, Allâh’ı zikrettikleri için zerreden kürreye kadar bütün varlıklara ulvî bir nazarla bakarlar. Sarı çiçekle içli içli hasbihâl eden Yûnus Emre’nin; “Benim bir karıncaya, ulu nazarım vardır…” buyurması da bu hikmetin veciz bir ifâdesidir.
Âyet-i kerîmelerde buyrulur:
“Görmez misin ki; göklerde ve yerde olanlar; Güneş, Ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların birçoğu Allâh’a secde ediyor. Birçoğunun üzerine de (gafletleri sebebiyle) azap hak olmuştur...” (el-Hacc, 18)
“Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan herkes O’nu tesbih eder. O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz, onların tesbîhini anlamazsınız...” (el-İsrâ, 44)
Kâinattaki bu ilâhî zikir programından yalnız cinlerin ve insanların gâfilleri mahrum hâldedir. Zira cinler ve insanlar, imtihana tâbî ve irâde sahibi varlıklar olmaları sebebiyle hayra da şerre de istîdatlı kılınmışlardır. Bu sebeple Allâh’a kulluktan kaçınıp, emrine muhâlefet etmek bedbahtlığı, mahlûkat içinde yalnızca bu iki zümrenin şaşkın gâfillerine has bir durumdur.
Rabbimizin, âyet-i kerîmelerde mahlûkâtın dahî kendisini zikir hâlinde olduğunu beyân etmesi, Allâh’ı unutup dünyaya dalan gâfillere âdeta; “Görmüyor musunuz, uğruna Ben’i terk ettiğiniz dünya bile aslında Ben’i zikrediyor ve Ben’im ilâhî hükümranlığıma tam bir teslîmiyetle boyun eğiyor.” mesajını vermektedir.
Dolayısıyla kâinâtı dolduran varlıklardaki bu muhteşem zikir, tesbih ve ibadet programı karşısında, Allah tarafından mükerrem kılınmış olan insanoğlunun bir hisse alamaması, alık ve abus bir hâlde zikirden uzak kalması, ne hazin bir aldanıştır!..
Fakat âyet-i kerîmede de buyrulduğu üzere, insanoğlunun idrâki -yine ilâhî imtihan sırrına binâen- mahlûkâtın kendine has bir dille zikretmesi gerçeğine karşı perdeli bir hâldedir. Mahlûkâtın zikrini işitebilmek; ancak zikir ve tesbihin rûhâniyeti altında, takvâ üzere yaşanan hâlis bir kulluk hayâtıyla gönlün saf hâle gelip hakîkat âlemine vâkıf olması durumunda ve Rabbimizin lûtfettiği ölçüde mümkün olabilir. Tıpkı Hüdâyî Hazretleri’nin misâlinde olduğu gibi, Cenâb-ı Hak’ta fânî olup zikrin hakîkatine ermiş bulunan bâzı Hak dostları -Allah dilerse- bu umûmî gaflet perdesini bir nebze aralamaya muvaffak olabilirler.
Nitekim nebevî terbiye altında yetişen güzîde sahâbîlerden Abdullah ibn-i Mes’ûd -radıyallâhu anh-’ın; “Biz boğazımızdan geçen lokmaların tesbihlerini duyar hâle gelmiştik!” buyurması da bu hakîkatin açık bir misâlidir. (Bkz. Buhârî, Menâkıb, 25)
Hilyetü’l-Evliyâ adlı eserde bildirildiğine göre; Muğîre bin Hakîm es-San’ânî, herkes gözlerini yumup uykuya daldığında denize iner ve oradaki canlılarla birlikte Allâh’ı zikre başlardı. (Ebû Nuaym, Hilye, 10/141)
Yine Hak dostlarından Şâh-ı Nakşibend Hazretleri de, hastalara, kimsesizlere, hattâ hayvanâta hizmet etmiş ve gönlü Allâh’ın zikriyle öylesine rakik bir hâle gelmişti ki, hayvanâtın inilti sûretinde hazin hazin sesler çıkarıp Hakk’a ilticâ etmelerini hissetmeye başlamıştı.
Velhâsıl gönül gözü açık bir insan, bütün âlemin ilâhî tecellîlerden ibâret olduğunu idrâk eder, her şeyde ilâhî sanatı seyreder. Kâinattaki her zerre, ona ilâhî bir neşveden haber verir. Minicik kuşların bir damlacık yüreklerinden dökülen feryat nağmeleri bile, Hakk’a teşne gönüller için en duygulu tesbihlerdir…
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hak Dostlarının Örnek Ahlakından 2, Erkam Yayınları
YORUMLAR