Kurân’ın Gönüllere Tesiri

Kur’ân-ı Kerîm gerek lafzındaki âhenk ve mûsıkî, gerekse manasındaki ulviyet ve kuvvet sebebiyle son derece tesirli bir kitaptır. Müslüman olsun, olmasın, Arap olsun olmasın her insana tesir eder. Onu dinleyen gönüller huzur duyar, kalpler ferahlar.

Kur’ân-ı Kerîm gerek lafzındaki âhenk ve mûsıkî, gerekse manasındaki ulviyet ve kuvvet sebebiyle son derece tesirli bir kitaptır. Müslüman olsun, olmasın, Arap olsun olmasın her insana tesir eder. Onu dinleyen gönüller huzur duyar, kalpler ferahlar. İnsan onun hazzını tattığında derinden sarsılır, içini huşû kaplar, tüyleri diken diken olur ve kalbi heyecanla çarpmaya başlar. Kur’ân, onun nefsi ile içinde gizlediği köklü inançları arasına girer. Nitekim Allah Rasûlü’nün nice düşmanı vardır ki, onu öldürme niyetiyle gelmiş, Kur’ân’ı işitince hiç vakit geçirmeden ilk düşüncesinden vazgeçmiş, İslâm’a girmiş ve düşmanlığı dostluğa, küfrü îmâna dönüşmüştür.[1]

Yüce Rabbimiz, hakkıyla okunan Kur’ân âyetlerinin, mü’minlerin gönül âlemlerinde meydana getireceği mânevî tesiri şöyle beyan buyurur:

“...(Allah’ın) âyetleri (mü’minlere) okunduğunda (bu), onların îmanlarını artırıp güçlendirir…” (el-Enfâl 8/2)

“Eğer müşriklerden biri senden aman dilerse, onu himâye et! Tâ ki Allah’ın kelâmını işitebilsin, (düşünüp taşınsın, hakîkatlere muttalî olsun). Sonra onu emîn olduğu yere ulaştır…” (et-Tevbe 9/6)

“…Rablerinden korkanların, bu Kitab’ın tesirinden tüyleri ürperir, derken hem bedenleri, hem de gönülleri Allah’ın zikrine ısınıp yumuşar…” (ez-Zümer 39/23)

Yüce Rabbimiz Kur’ân’ın ne kadar tesirli ve azametli olduğunu şu çarpıcı misallerle anlatır:

“Kendisiyle dağların yürütüleceği veya yeryüzünün parçalanacağı, ya da ölülerin konuşturulacağı bir Kur’ân olacak olsaydı (o yine bu kitap olurdu)…” (er-Ra‘d 13/31)

“Eğer biz bu Kur’ân’ı bir dağın tepesine indirseydik onun, Allah’a tâzimi sebebiyle başını eğip parçalandığını görürdün!” (el-Haşr 59/21)

Onda ilâhî kudretin öyle hayranlık verici eserleri, gizli ve açık öyle azamet tecellîleri vardır ki eğer o bir dağın tepesine indirilmiş olsa idi o dağın, Allah korkusundan başını eğdiği, çatlayıp hurdahaş olduğu görülürdü. İşte Kur’ân, aslında böylesine büyük bir ilâhî kitaptır. Fakat onun indirilişinin asıl hikmeti bunlardan ziyâde, okunup anlaşılması ve üzerinde derinden derine düşünülüp îmân edilmesi, mûcibince amel edilmesidir.[2] Dolayısıyla Allah’ın büyüklüğü ve peygamberinin hak oluşu hususundaki delilleri; dağların yürütülmesi, ölülerin diriltilip konuşturulması gibi hârikulâde zâhirî hâdiselerden ziyâde Kur’ân’ın ifâdelerindeki fesâhat ve belâğatta, mânâsındaki derinlik ve azamette aramak daha doğrudur. Şüphesiz Kur’ân-ı Kerîm; tabiatıyla, son derece tesirli olan dâvet ve ifâde yöntemiyle, ele aldığı mevzuları ve bunları takdim tarzıyla, kendisini hisseden ve ona göre şekillenen ruhlarda, dağların yerinden sökülmesinden, yerin yarılmasından ve ölülerin konuşturulmasından daha büyük, daha köklü değişiklikler meydana getirmiştir. Tesiri altına aldığı bu yüce ruhlar sâyesinde, hayatın boyutlarını, hatta tüm yeryüzünün görünümünü aşan harikulade hâdiseler gerçekleştirmiş, târihin akışını değiştirmiştir. Taştan ve çelikten daha sert, daha katı olan düşünce ve geleneklerin donukluğunu parçalamıştır. Ölülerden daha hissiz, daha sessiz olan insanları canlandırmış, harekete geçirmiştir.[3] Bunu da üslup ve mânâsındaki kuvvet ve azametle yapmıştır.[4]

Rasûlullah (s.a.v) Kur’ân’ın tesiri sebebiyle ümmetinin diğerlerine göre çok fazla olacağını şöyle ifade buyurmuşlardır:

“Her peygambere, insanların hidâyetine vesile olacak mûcizeler muhakkak verilmiştir. Bana verilen de Allah’ın bana gönderdiği vahiydir. Bu sebeple kıyamet günü peygamberler içinde ümmeti en fazla olan peygamber olacağımı ümit ediyorum!”[5]

Zira Kur’ân’ın mucizeliği devamlıdır. O hem nüzulüne şâhit olanlara hem daha sonra işitenlere, hem o devirde yaşayanlara hem de daha sonra kıyamete kadar gelecek olan bütün kullara tesir etmiştir. Hepsini âciz bıraktığı gibi her birine faydalı olmuş, rahmetinden bütün insanlar ve cinler istifade etmişlerdir.

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) kâmil bir insanın Kur’ân’dan müteessir olacağına işaret ederek şöyle buyurmuşlardır:

“Kur’ân’ı ses olarak en güzel okuyan kimselerden biri, kıraatini işittiğinizde Allah’tan haşyet duyduğunu (korktuğunu) hissettiğiniz kişidir.”[6]

Evet, gafletten kurtularak Kur’ân’ı şuurlu bir şekilde okuyan kimse mutlaka onun tesiri altına girer.

Kur’ân’a tâbî olanlar onun feyziyle ilim ve irfan ufuklarına kanat açar, imanları daha da kuvvet kazanırken[7], kalplerinde hastalık bulunanlar ise nefislerine yenik düşerek ondan uzaklaşırlar. Menfaatlerini koruma gayretleri ve hasetleri sebebiyle Kur’ân’a baktıkça küfürde ve hüsranda daha da ileri gider, kirlerine kir katarlar.[8]

4.1. Allah Rasûlü’ne Tesiri

Rasûlullah (s.a.v) Kur’ân-ı Kerim’i çok sever, ondan fevkalade mütessir olur, onu okurken ve dinlerken derin bir hissiyât içinde duygulanıp gözyaşı dökerlerdi. Zîrâ seven, gönlünü ve kulağını sevilenin sözüne yöneltir ve ona, sevdiğinin sözünden daha tatlı gelen hiçbir şey olmaz. Çok kere seven, sevdiğinin sözünü tekrarlarken, kendisini onun yanındaymış gibi hisseder. Bazen de mahbûbuna karşı mes’ûliyetini hatırlayarak korkuya kapılır. Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in, Kur’ân-ı Kerim’i hem okurken hem de dinlerken, tazim ve hürmet hisleri içinde ağlayıp gözyaşı dökmesinin örnekleri pek çoktur. Bunların birkaçını misal kabîlinden zikredelim:

Bir gün İbn-i Mesud (r.a), Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in arzusu üzerine, en-Nisâ sûresini okumaya başlamıştı. (Ey Rasûl!) Her ümmete bir şâhit ve seni de bunlara şâhit getirdiğimiz vakit, durumları nasıl olacak?” mealindeki 41. âyete geldiğinde, Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) bu âyetten son derece müteessir olarak, “Şimdilik yeter!” buyurdular. O esnada gözlerinden yaşlar boşanıyordu.[9]

Atâ (r.a) şöyle anlatıyor: Hz. Âişe vâlidemize:

“–Allah Rasûlü’nde gördüğün en şaşırtıcı hâli bana haber verir misin?” dedim. Âişe (r.a):

“–Onun hangi hâli şaşırtıcı değildi ki!” dedi ve şöyle devam etti; “Bir gece yanıma geldi, yatağa girdi, sonra:

«–Müsâade edersen kalkıp Rabbime ibadet edeyim» buyurdu. Ben:

«–Vallâhi seninle beraber olmayı çok severim, ancak seni sevindiren şeyi daha çok severim» dedim. Bunun üzerine kalktı, abdest aldı, sonra namaza durdu ve ağladı. O kadar ağladı ki gözyaşları göğsüne aktı. Sonra rükûya vardı, yine ağladı, sonra secdeye vardı, secdede iken de ağladı, sonra secdeden başını kaldırdı yine ağladı. Bu durum ta Bilâl gelip sabah ezanını okuyuncaya kadar devam etti. Bilâl (r.a), Habîb-i Ekrem’in ağladığını görünce:

«–Ey Allah’ın Rasûlü, geçmiş ve gelecek bütün günâhların affedildiği hâlde seni ağlatan nedir?» diye sordu. Efendimiz:

«–Allah’a çok şükreden bir kul olmayayım mı? Vallâhi bu gece bana öyle bir âyet indirildi ki onu okuyup da üzerinde tefekkür etmeyenlere yazıklar olsun!» buyurdu ve şu âyet-i kerîmeleri okudu:

«Şüphesiz ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, akl-ı selîm sâhipleri için (Allah’ın birliğini gösteren) kesin deliller vardır. Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her ân) Allah’ı zikrederler, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin tefekkür ederler ve “Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz, bizi cehennem azabından koru!” (derler)». (Âl-i İmrân 3/190-191)[10]

Ebû Zerr (r.a), Allah Rasûlü’nün bir hâlini şöyle anlatır: “Peygamber Efendimiz bir gece kıyamda sabaha kadar:

«Eğer kendilerine azâb edersen, şüphe yok ki onlar Sen’in kullarındır. Şayet onları bağışlarsan, kudreti ile her şeye üstün gelen Azîz, hikmetiyle her yaptığını yerli yerince yapan Hakîm sensin!»[11] âyetini tekrarladı durdu.”[12]

İbn-i Abbâs (r.a) şöyle der: Rasûlullah (s.a.v) bir kişinin:

“Hiç şüphesiz bizim nezdimizde (onlar için demirden hazırlanmış) ağır bağlar, prangalar ve yakıcı bir ateş vardır; boğaza duran bir yiyecek ve elem verici bir azap vardır!”[13] âyetlerini okuduğunu işitince, düşüp bayıldı.[14]

Yine bir gün Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) güzel sesiyle Kur’ân okuyan Ebû Mûsâ el-Eş’arî’yi dinlemiş, bundan çok hoşlanmış ve ona:

“Dün gece senin okuyuşunu dinlerken beni bir görmeliydin! Şüphesiz Dâvûd (a.s)’a verilen güzel seslerden bir nağme de sana verilmiştir” buyurmuşlardır.[15]

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) Kur’ân’ı okumaktan doyumsuz bir zevk alırlardı. Bu esnada okudukları rahmet ve azap âyetlerinden müteessir olarak dualar ederler, Allah’a sığınırlardı. Avf ibn-i Mâlik el-Eşcaî (r.a) şöyle anlatır:

“Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’le birlikte bir gece namaz kıldım. Kalktılar (birinci rekâtta) Bakara Sû­resi’ni okudular. Her rahmet âyetine geldikçe durdular (ve Allah’dan rah­met) istediler. Azâb âyetine geldikçe de durdular (ve azaptan Allah’a) sığındılar. Sonra rukûa vardılar. Kıyâmda durdukları kadar rükûda durdular. Bu esnâda:

سُبْحَانَ ذِي الْجَبَرُوتِ وَالْمَلَكُوتِ وَالْكِبْرِيَاءِ وَالْعَظَمَةِ

«Kahr ve kudret sa­hibi, izzet ve saltanat sahibi, ululuk ve azamet sahibi olan Rabbimi tesbih ve tenzih ederim» diyorlardı. Sonra secdeye vardılar, kıyâmları kadar da secdede kaldılar. Secdelerinde de bu şekilde tesbih ediyorlardı. Sonra (ikinci rekâta) kalktılar ve Âl-i İmrân Sûresi’ni okudular. Sonra bu şekilde her rekâtta bir sûre okudular.”[16]

Abdullah bin Ömer (r.a) şöyle anlatır: “Bir gün Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’i Minber’in üzerinde şöyle buyururlarken gördüm:

“Allah -azze ve celle- semâları ve yerleri dürüp toplayarak iki eline alacak ve:

«‒Allah benim! Melik benim! (Nerede yeryüzü melikleri? Nerede cebbârlar, nerede mütekebbirler?!)» buyuracak!”

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) bunları söylerken mübarek parmaklarını yumup açıyorlardı. O esnâda Minber’e baktım, kökünden sallanıyordu. Öyle ki kendi kendime: «Minber devrilerek Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’i düşürür mü?!» diye endişeleniyordum.”[17]

Rasûlullah (s.a.v) bu esnada ashabına; “O dehşet günü gökleri yazılı kâğıt tomarlarını dürer gibi düreriz. Yaratmaya başlamadan önceki hâle döndürürüz. Sözümüz sözdür; biz bunu mutlaka yaparız”[18] âyetini açıklıyor ve ondan son derece müteessir oluyorlardı.

4.2. Ashâb-ı Kirâma Tesiri

Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz gibi ashâb-ı kiram da Kur’ân-ı Kerîm’i büyük bir duygu derinliği içinde okur ve onun engin mânâ deryasında kalpleri ürperip yumuşar, derileri diken diken olurdu. Hz. Ebû Bekir (r.a) Kur’ân-ı Kerîm’i dinlediğinde nasıl müteessir olduğunu gösteren bir hâlini şöyle anlatmıştır:

“Bir gün Rasûlullah (s.a.v)’in yanında bulunurken:

مَنْ يَعْمَلْ سُٓوءًا يُجْزَ بِه۪ۙ وَلَا يَجِدْ لَهُ مِنْ دُونِ اللّٰهِ وَلِيًّا وَلَا نَص۪يرًا ﴿123﴾

 «Gerçek şudur ki; kim bir kötülük yaparsa onun cezasını görecek ve Allah’tan başka da ne bir dost ne de bir yardımcı bulamayacaktır»[19] âyeti nâzil oldu. Efendimiz:

«–Ebû Bekir, bana indirilen bu âyeti sana okutayım mı?» buyurdular. Ben:

«–Tabiî ki ya Rasûlallah» dedim. Bana bu âyeti okuttular. Sanki belimin kırılıp ayrıldığını hissettim ve öylece kasılıp kaldım. Rasûlullah (s.a.v):

«–Neyin var, ne oldu?» diye sordular. Ben:

«–Anam babam size fedâ olsun ya Rasûlallah, hangimiz günah işlemez ki! Şimdi biz işlediklerimiz yüzünden mutlaka cezalandırılacak mıyız?» diye üzüntümü ifade ettim. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.v) şu açıklamayı yaptılar:

«–Ey Ebû Bekir! Sen ve diğer mü’minler hatalarınız sebebiyle dünyada bazı sıkıntı ve meşakkatlere uğratılarak cezalandırılırsınız. Öyle ki Allah’a günahsız olarak kavuşursunuz. Diğerlerine gelince onların yaptıkları biriktirilir ve cezaları kıyamet gününe bırakılır».”[20]

Hz. Ömer (r.a) hayatı boyunca devamlı Kur’ân’dan müteessir olmuş bir insandır. Başından geçen birkaç hâdiseyi misal kabîlinden zikredelim: Bir gün bir evin önünden geçerken, hâne sâhibinin, evin dışına taşacak kadar yüksek bir sesle Tûr sûresini okuduğunu işitmişti. Adam:

اِنَّ عَذَابَ رَبِّكَ لَوَاقِعٌۙ ﴿7﴾ مَا لَهُ مِنْ دَافِعٍۙ ﴿8﴾

“Rabbinin azabı mutlaka vuku bulacaktır! Onu önleyebilecek hiçbir güç yoktur”[21] âyet-i kerîmesine gelince, Hz. Ömer (r.a) bineğinden indi, bir müddet duvara yaslanarak dinledi. Sonra bu âyetin îkâzındaki şiddetin tesiriyle evinde bir müddet hasta yattı.[22]

Yine Hz. Ömer (r.a) günlük virdini okurken rastladığı bir âyet sebebiyle boğazı düğümlendi, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı ve yere düştü. Bir iki gün evinden çıkamadı. Öyle ki insanlar onun hastalandığını zannederek ziyaretine gelmeye başladılar.[23]

Yine bir gün Ömer (r.a) Tekvîr sûresini okumaya başladı:

“Güneş katlanıp dürüldüğünde, Yıldızlar (kararıp) döküldüğünde, Dağlar yürütüldüğünde…”

Onuncu âyet-i kerimeye geldi: “Amel defterleri açıldığında…” dedi ve daha fazla dayanamayıp baygın yere düştü.[24]

Bir gün Mü’minlerin Annesi Âişe (r.a) namazda:

“Allah bize lütfetti de bizi vücudun içine işleyen yakıcı azaptan korudu”[25] âyetini okuyunca ağladı ve:

“Allah’ım, bana lütfet de vücuda işleyen o yakıcı azaptan koru. Sen, iyiliklerin sâhibisin ve merhamet edensin!” diye niyâzda bulundu.[26]

Abdullah bin Ebî Müleyke anlatıyor:

İbn-i Abbas (r.a) ile Mekke’den Medine’ye ve Medine’den de Mekke’ye kadar yol arkadaşlığı yaptım. O namazlarını iki rekât kılıyordu. Konakladığımızda gece yarısı kalkıyor ve Kur’ân’ı harf harf, tertil üzere okuyordu. Bu esnâda hıçkıra hıçkıra, feryâd ederek ağlıyor ve:

“Ölüm sarhoşluğu gerçekten gelir de «İşte (ey insan) bu, senin öteden beri kaçtığın şeydir» denir”[27] âyetini okuyordu.[28]

Nâfiʻ (r.a) anlatıyor: İbn-i Ömer (r.a) gece namaz kılardı. Cennetten bahseden bir âyet okuduğunda durur, Allah’tan cenneti ister, dua eder, bazen de ağlardı. Cehennemden bahseden bir âyet okuyunca yine durur, cehennemden Allah’a sığınır, dua eder ve bazen de ağlardı. Bir defasında:

“İman edenlerin, Allah’ın zikri ve O’ndan inen Kur’ân sebebiyle kalplerinin ürpermesi zamanı daha gelmedi mi?”[29] âyetine gelince ağladı ve:

“Evet, geldi ya Rabbî; evet, geldi ya Rabbî” dedi.

Bir gün de Mutaffifîn suresini okuyordu.

“Öyle bir gün ki, insanlar o günde âlemlerin Rabbinin huzurunda divan duracaklardır”[30] âyetine gelince o kadar ağladı ki kendinden geçti.[31]

Lebîd bin Rebîa Arapların en büyük şairlerinden biriydi. Kur’ân-ı Kerim nâzil olmadan evvel panayırlarda şiir yarışmaları yapılır, bunlar içinden seçilen ilk yedi şiir Muallakât-ı Sebʻa ismiyle Ka‘be’nin duvarına asılırdı. Bu şiirlerden biri de Lebîd’e âitti. Onun şiiri yıllarca Ka‘be duvarında asılı kalmıştı. Rasûlullah (s.a.v) onun bir mısrâı hakkında:

“–Şairlerin söylediği en doğru söz, Lebîd’in;

أَلَا كُلُّ شَيْءٍ مَا خَلَا اللهَ بَاطِلٌ

«Elbette Allah’tan başka her şey bâtıldır, boştur!» sözüdür” buyurmuşlardı.[32]

Müslüman olmak üzere Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e gelen Benî Kilâb heyeti içinde Lebîd de vardı. Bu tâlihli şâir İslâm nûru ile aydınlandıktan sonra Allah’ın kelâmını ezberledi. Ona olan tazim ve hürmetinden dolayı, bir daha şiir söylemedi ve son mısraları da Müslüman olduğu zaman söylediği şu beyit oldu:

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ اِذْ لَمْ يَأْتِنِي أَجَلِي       حَتَّى لَبِسْتُ مِنَ الْاِسْلَامِ سِرْبَالَا

Allah’a hamdolsun ki gelip çatmadan ecelim,

İslâm’ın o nurlu elbisesini ben de giydim![33]

Bir gün Hz. Ömer (r.a) ona:

Ey Ebû Akîl! Şiirlerinden bana bir şeyler okuyabilir misin?” diye ricada bulunmuştu. Lebîd:

“–Allah bana Bakara ve Âl-i İmrân sûrelerini öğrettikten sonra asla şiir söylemem!” diyerek bu talebi nazikçe geri çevirdi.[34]

Abdullah bin Mesʻûd (r.a) talebeleriyle birlikte Fırat kenarında yürüyordu. Bu talebelerinden biri de tâbiînin büyüklerinden Rebîʻ bin Huseym (r.a) idi. İbn Mesʻûd (r.a) Rebîʻi çok severdi. Yanına geldiğinde ona, “Vallahi Rasûlullah (s.a.v) seni görseydi mutlaka severdi. Seni gördüğümde ben muhbitleri yani huşû ehlini hatırlıyorum” derdi. Onu gördüğü zaman bazen de “Allah’a ihlâsla teslim olan huşû sâhibi kimseleri (muhbitîn) müjdele!”[35] âyetini okurdu. Bu yürüyüşleri esnasında bir demirci dükkânının yanına gelmişlerdi. Abdullah (r.a) durup ateşin içindeki demire bakmaya başladı. Rebîʻ de ateşe bakınca yere düşecek gibi oldu. Sonra oradan ayrılıp bir fırının önüne geldiler. Abdullah (r.a) fırının içindeki ateşin alev alev yandığını görünce:

“Cehennem ateşi uzak bir mesafeden onları görünce, onun öfkelenişini (müthiş kaynamasını) ve uğultusunu işitirler. Elleri boyunlarına bağlı olarak cehennemin daracık bir yerine atıldıkları zaman, oracıkta yok oluvermeyi isterler”[36] âyet-i kerîmelerini okudu. Bunun üzerine Rebîʻ bayıldı. Onu taşıyarak âilesine götürdüler. Öğle namazı olunca Abdullah (r.a) “Ey Rebîʻ, ey Rebîʻ!” diye seslendi ancak o cevap vermedi. Abdullah (r.a) gidip öğle namazını kıldırdı. Bu şekilde ikindi, akşam ve yatsı namazları için de onu çağırdı ancak Rebîʻ seher vaktinin serinliği üzerine vuruncaya kadar ayılamadı.[37]

Tâbiîn devrinde yaşamış olan Behz bin Hakîm (r.a) anlatıyor: “Tâbiînden Basra’nın kadısı ve imamı olan Zurâre bin Evfâ, Ulu Câmi’de sabah namazı kıldırıyordu.

فَإِذَا نُقِرَ فِي النَّاقُورِ. فَذلِكَ يَوْمَئِذٍ يَوْمٌ عَسِيرٌ. عَلَى الْكَافِرِينَ غَيْرُ يَسِيرٍ

“O Sûr’a üfürüldüğü zaman var ya, işte o gün zorlu bir gündür. Kâfirler için (hiç de) kolay değildir”[38] âyet-i kerîmelerini okuyunca yere düşüp vefât etti. Onun cenâzesini taşıyanlar arasında ben de vardım.[39]

Kur’ân’ın hak dostlarına tesiri ile ilgili rivayetler de pek çoktur. Bunlardan birini Muhaddis Yahyâ bin Eyyûb şöyle anlatır:

Muhaddis Zâfir bin Süleyman ile birlikte Fudayl bin İyâz’ın yanına gittik. Yanında yaşlı biri vardı. Zâfir içeri girdi beni de kapının yanına oturttu. Zâfir diyor ki: Fudayl bana bakmaya başladı, sonra şöyle dedi:

“–Bu muhaddisler kısa olup Allah Rasûlü’ne yakın olan isnâdı severler. Dikkat et, sana hiç şek ve şüphe olmayan bir isnatla haber vereceğim: Rasûlullah (s.a.v) Cibril’den, o da Allah Teâlâ’dan şöyle haber veriyor: «…Öyle bir ateş ki yakıtı insanlar ve taşlardır. Onun başında acımasız, güçlü, melekler vardır…»[40] Ben ve sen ey Ebû Süleyman insanlardanız.”

Sonra Fudayl ve yanındaki yaşlı zât bayıldılar. Zâfir onlara bakıyordu. Bir müddet sonra Fudayl kendine geldi ve dışarı çıktı, biz de kalktık, yaşlı zât ise hâlâ baygın idi.[41]

Bu şekilde Kur’ân’ın nazmından, belâğatinden, manasından ve haberlerinden müteessir olarak iman ve itaate yönelen insanların haddi hesâbı yoktur. O ilâhî kitap, gönlünü kendisine açan samimî insanlara tesir eder, onları yönlendirir ve en doğru yola ulaştırır.

4.3. Gayr-i Müslim Araplara Tesiri

Kur’ân’ın hârikulâde üslûbu, her seviyedeki insana tesir etmiş ve kendisine hayran bırakmıştır. Ona iman eden de inanmayan da onun câzibesine kapılmıştır. Nefsâniyet sebebiyle onun muhtevasını kabul etmeyen insanlar mucizevî lafzının tesirinden de kurtulamamışlardır. İnanmadığı halde kendisini Kur’ân’ı dinlemekten alıkoyamayan müşriklerin garip hâlleri siyer kitaplarımızda şöyle yer almaktadır:

Halkı Kur’ân’ı dinlemekten alıkoyan azılı müşriklerden Ebû Süfyan, Ebû Cehil ve Ahnes bin Şerik, birbirlerinden habersiz olarak ve gizlice, geceleyin evinde namaz kılarken Kur’ân okuyan Rasûlullah (s.a.v)’i dinlemeye geliyor, birbirleriyle tesâdüfen karşılaşınca da kendilerini ayıplıyor, bir daha böyle bir şey yapmamak içi birbirlerine söz veriyorlardı. Bu hâdise üç gece böyle tekerrür etti. Sonunda birbirlerine:

“Aman kimse fark etmesin! Halk bizim bu hâlimizden haberdâr olursa, vallâhi rezîl oluruz. Bundan sonra da hiç kimseye bu hususta söz geçiremeyiz!..” diyerek yaptıklarını kınadıktan sonra bir daha böyle bir şey yapmayacaklarına dâir ahitleştiler.[42]

Hz. Ebû Bekir (r.a), yufka yürekli, yumuşak huylu, halim selim bir insandı. Müşriklerin baskılarından dolayı avlusunun bir köşesini mescid edinerek ibadet ve taatle meşgul oluyordu. Hassas bir gönle sâhip olan Hz. Ebû Bekir’in, Kur’ân okurken haşyetle sesi titrer, gözlerinden yaşlar boşanırdı. Evinin önünden geçerken onun bu içli Kur’ân okuyuşunu duyanlar durup dinler ve büyük bir tesir altında kalırlardı. Komşularından ve yoldan gelip geçenlerden bazen kapısında kalabalıklar oluştuğu görülürdü. Kureyşliler bu manzara karşısında dehşete kapıldılar. Hz. Ebû Bekir’in okuduğu Kur’ân’ın çocuklarına ve kölelerine tesir edeceğinden korktular. Hz. Ebû Bekir’i himâyesine almış olan İbnü’d-Değıne’ye şikâyet ettiler.

İbnü’d-Değıne:

“–Ey Ebû Bekir, ya evinde oturup sesini çıkarma ya da benim himâyemden çıktığını îlan et” dedi. Bunun üzerine Hz. Sıddîk şu teslimiyet dolu cevabı verdi:

“–Himâyeni sana iâde ediyorum. Bana Allah’ın himâyesi yeter.”[43]

Hz. Osman’nın anlattığı şu hâdise, onun Kur’ân-ı Kerim kıraatinin tesiriyle Müslüman olduğunu haber vermektedir:

Teyzem Ervâ’yı ziyarete gitmiştim. Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz de geldiler. Kendisini seyretmeye başladım, hâlimde o gün bir değişiklik vardı. Bana yönelerek:

“–Osman neyin var?” diye sordular. Ben:

“–Senin durumuna ve aleyhinde söylenenlere üzülüyorum” dedim.

O esnada Rasûlullah (s.a.v) “Lâ ilâhe illallâh” deyince Allah biliyor ya tüylerim ürperdi. Ardından Allah Rasûlü (s.a.v) Zâriyât sûresinin şu âyetlerini okudular:

“Rızkınız ve size va‘dolunan şeyler göktedir. Göğün ve yerin Rabbine andolsun ki (va‘d olunduğunuz) şeyler, tıpkı sizin konuştuğunuz gibi kesin bir hakîkattir.” (ez-Zâriyât 51/22-23)

Sonra kalkıp gittiler. Ben de arkalarından çıktım, kendisine yetişip hemen Müslüman oldum.[44]

Diğer bir rivayete göre Hz. Ebu Bekir’in teşvik ve delaletiyle Hz. Osman, Zübeyr bin Avvam, Abdurrahman bin Avf, Sa‘d bin Ebî Vakkas, Talha bin Ubeydullah (r.a), Peygamber Efendimiz’in yanına geldiler. Rasûlullah (s.a.v) onlara İslâm’ı arz ve teklif etti, Kur’ân-ı Kerîm okudu, İslâm hukukunu (şeriatlarını) anlattı. Yüce Allah’ın müslümanlara va‘d ettiği izzet ve ikramları haber verdi. Bunun üzerine hepsi de müslüman oldular.[45]

Kur’ân-ı Kerîm’in kalblere nüfûz eden hârikulâde edâ ve tesir keyfiyetinin en açık misallerinden biri de Hz. Ömer’in Müslüman olması hâdisesinde görülür. Ömer (r.a), Müslüman olmadan önce Rasûlullah (s.a.v)’e ve Müslümanlara karşı, insanların en katı davrananı idi. Efendimiz (s.a.v) Dâru’l-Erkâm’da bir gün:

“Ey Allahım! İslâm’ı Amr bin Hişâm veya Ömer bin Hattab’dan, sana sevgili olanı ile güçlendir!” diyerek dua etmişlerdi.[46]

Hz. Ömer bundan sonrasını şöyle anlatır:

Müslüman olmadan evvel Rasûlullah’a eziyet etmek için evden çıktım. O, benden önce Mescid-i Haram’a gelmişti. Ben de varıp arkasında durdum. Rasûlullah (s.a.v) Hâkka sûresini okumaya başladılar. Dinlediğim kelâmın belâgat ve fesâhatına hayran oldum. Kendi kendime, “Vallâhi bu, Kureyşlilerin dediği gibi bir şâir galiba” dedim. O sırada, Rasûlullah sûrenin:

“Gördüğünüz ve görmediğiniz şeylere yemin olsun ki hiç şüphesiz o, çok şerefli bir Rasûlün (Allah’tan aldığı) sözüdür! O, bir şâir sözü değildir. Siz ne de az inanıyorsunuz!”[47] âyetlerini okudular.

Bu duruma çok şaşırdım ve “Gâliba bu bir kâhindir! İçimden geçirdiklerimi anladı” diye düşünmeye başladım. Bu kez:

“O, bir kâhin sözü de değildir. Siz ne de az düşünüyorsunuz! O, âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir”[48] âyetlerini okudular.

Rasûlullah (s.a.v) sûreyi böylece okuyup bitirdiği zaman gönlüm yumuşadı ve kalbim İslâm’a meyletti.[49]

Nihâyetinde Hz. Ömer (r.a), kızkardeşi Fâtımâ’nın evinde okuduğu Kur’ân âyetleriyle kendinden geçti:

“Bu sözler ne kadar güzel! Ne kadar değerli!” diyerek Rasûl-i Ekrem Efendimiz’e gelip Müslüman oldu.[50]

Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’den ve verdiği bilgilerden “Nebe-i Azîm: Büyük Haber” diye bahseder.[51] Bu büyük haber, dönemin gündemini şekillendiriyor, inen âyetler herkese derinden tesir ediyordu. Müşrikler bu dâvete karşı mücâdeleye giriştiğinde, Kur’ân onların sorularını cevaplıyor, inançlarının ve düşüncelerinin yanlış olduğunu ortaya koyuyordu. Yine bunun gibi kibirlerinden dolayı dâvete karşı çıkan küfrün ileri gelenlerine hitap ederek, kalplerine endişe veren tablolarla onların cehennemdeki hallerini tasvir ediyor ve onları acı bir âkıbetle inzâr ediyordu.

O zamanki Arap toplumu, edebiyata düşkün olduğu için belâgatli bir cümleden son derece müteessir olur ve ona büyük alaka gösterirdi. Öyle ki bazen bir beyit, bazılarını göklere çıkarmaya kâfî geldiği gibi diğerlerini de yerin dibine geçirmeye yetiyordu. Kâfirler, bu tesirin Kur’ân’da daha güçlü olduğunu çok iyi bildikleri için kendileri onu duymamak için hususî bir gayret sarfettikleri gibi başkalarının dinlemesine de engel olmaya çalışıyor:

“Şu Kur’ân’ı dinlemeyin ve gürültü yapın. Belki ancak bu şekilde üstün gelebilirsiniz” diyorlardı.[52]

 Zira Kur’ân’ın nağmesi kulağa eriştiğinde kalp bütün sâfiyetiyle ona yönelir, ondan büyük bir haz ve lezzet duyar. Biraz ilerleyince ise mehâbet ve haşyete gark olur. Bâzı âyetler kulaklara ulaştığı anda insana sevinç ve haz verir, kalbi yumuşatır, gönlü ferahlatır ve îmânı artırır. Bâzı âyetler de korku ve dehşetle ürpertir, kalpleri titretir. Verdiğimiz örneklerde görüldüğü üzere bunu müslümanların yanında inkârcı ve inançsız pek çok insan da îtirafa mecbur kalmıştır.[53]

Kur’ân-ı Kerîm’in hârikulâde bir fesahat ve belâğata sahip olan emsalsiz uslûbu, bilhassa Arap şâir ve dâhîlerini büyük bir tesir altında bırakıyordu. Bunu, Velid bin Muğire’yle ilgili şu haber çarpıcı bir şekilde gözler önüne sermektedir:

Velid bin Mugîre bir gün Peygamber Efendimiz’e gelip:

“–Bana Kur’ân oku” diye talepte bulunmuştu. Allah Rasûlü (s.a.v) de:

اِنَّ اللّٰهَ يَأْمُرُ بِالْعَدْلِ وَالْاِحْسَانِ وَا۪يتَٓائِ ذِي الْقُرْبٰى وَيَنْهٰى عَنِ الْفَحْشَٓاءِ وَالْمُنْكَرِ وَالْبَغْيِۚ يَعِظُكُمْ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ

“Muhakkak Allah size adâleti, ihsânı, akrabaya vermeyi emreder; fuhşiyattan, fenalıklardan ve zulüm yapmaktan sizi nehyeder. Dinleyip tutasınız diye size öğüt verir”[54] âyetini okudular.

Velid:

“–Bunu bana bir daha oku” dedi.

Rasûlullah (s.a.v) âyeti tekrar okuyunca, Velid:

“–Vallâhi, bu sözde öyle tatlılık, öyle güzellik ve parlaklık var ki, tepesi bol yemişli, kökü sulak, yemyeşil bir ağaca benziyor. Bunu beşer söyleyemez. Hiç kuşkusuz bu söz her şeye üstün gelir. Ona ise hiçbir şey üstün gelemez, muhaliflerini mutlaka mağlûb eder” demekten kendini alamadı.

Beyninden vurulmuşa dönen Velid, kalkıp Hz. Ebû Bekir’in evine gitti. Kur’ân-ı Kerîm hakkında birtakım sorular sordu ve cevaplarını aldı. Sonra Kureyşlilerin yanına vararak:

“–İbn-i Ebî Kebşe’nin (Muhammed’in) söylediği şeyler, doğrusu hayrete şâyândır! Vallâhi o ne şiir ne sihir ne de bir deli saçmasıdır! Onun söylediği hiç kuşkusuz Allah kelamıdır” dedi. Velid’in bu sözünü işiten bazı müşrikler bir araya gelerek onun Müslüman olmasını engellemek için planlar kurdular ve Velid’i İslâm’dan uzaklaştırdılar.[55]

Rasûlullah (s.a.v) birgün Minâ’da İslâm’ı tebliğ için Şeybân bin Sa‘lebe Oğulları’nın yanına varmışlardı. Kendisinin Allah’ın rasûlü olduğunu bildirince kabîlenin ileri gelenlerinden Mefrûk bin Amr:

“−Ey Kureyşli kardeş! Sen insanları nelere dâvet ediyorsun?” diye sordu. Rasûlullah (s.a.v) gelip yanlarına oturdular. Hz. Ebû Bekir de ayakta elbisesiyle ona gölgelik yapıyordu. Allah Rasûlü (s.a.v), Mefrûk’a:

“−Ben sizi Allah’tan başka hiçbir ilâh olmadığına, O’nun ortaksız ve bir tek olduğuna, benim de Allah’ın elçisi olduğuma şehâdet etmeye, Allah tarafından bana emrolunan şeyleri yerine getirinceye kadar beni muhâfaza etmeye ve bana yardımcı olmaya dâvet ediyorum. Çünkü Kureyş, Allah’ın emrine karşı geldi, Allah’ın Rasûlü’nü yalanladı, bâtılı tutup haktan yüz çevirdi. Allah her şeyden müstağnî ve her türlü hamde lâyıktır!” buyurdular. Mefrûk:

“−Ey Kureyşli kardeş! Sen başka nelere dâvet ediyorsun?” diye sordu. Allah Rasûlü (s.a.v) ona şu âyetleri tilavet ettiler:

“De ki: Gelin Rabbinizin size neleri harâm kıldığını okuyayım: O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın, ana-babaya iyilik edin, fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin! Zîrâ sizin de onların da rızkını biz veririz. Kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayın ve Allah’ın muhterem (dokunulmaz) kıldığı cana haksız yere kıymayın! İşte bunlar Allah’ın size emrettikleridir. Umulur ki düşünüp anlarsınız.

Rüşd çağına erişinceye kadar, yetimin malına en güzel şekilde yaklaşın. Ölçü ve tartıyı adâletle yapın. Biz herkese ancak gücünün yettiği kadarını yükleriz.

Söz söylediğiniz zaman, (leh ve aleyhinde söyleyeceğiniz kimse) akrabânız dahî olsa adâletli olun ve Allah’a verdiğiniz sözü tutun. İşte Allah size, iyice düşünesiniz diye bunları emretti. Şüphesiz bu, Ben’im dosdoğru yolumdur. Buna uyun, (başka) yollara uymayın. Zîrâ o yollar sizi Allah’ın yolundan ayırır. İşte Allah, sakınıp takvâ sâhibi olasınız diye size bunları emretti.” (el-En‘âm 6/151-153)

Mefrûk:

“−Ey Kureyşli kardeş! Sen daha nelere dâvet ediyorsun? Vallâhi bunlar beşer kelâmı değildir! Eğer insanların kelâmından olsaydı biz onu çok iyi tanırdık” dedi. Bu defâ Rasûlullah Efendimiz (s.a.v):

“Muhakkak ki Allah, adâleti, ihsânı, akrabâya yardım etmeyi emreder, çirkin işleri, fenâlık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor”[56] âyetini okudu. Mefrûk:

“−Ey Kureyşli kardeş! Vallâhi Sen beni en üstün ahlâka ve en güzel amellere dâvet ettin! Sana yalancı diyen kavim iftirâ etmiştir!” dedi.

Kabîlenin ileri gelenlerinden Hâni ve Müsennâ da aynı şekilde cevap verdiler. Ancak kavimleriyle görüşüp konuşmadan bu teklifi kabûl edemeyeceklerini bildirdiler. Ayrıca Kisrâ ve Farslarla antlaşma yaptıklarını, onların bu işten memnun olmayacağını söylediler. Nihâyetinde, hak olduğunu gördükleri bu dâveti dünya korkuları sebebiyle kabul etmediler.[57]

Kur’ân-ı Kerîm’in mucizevî üslûbunun tesiriyle Müslüman olanlardan biri de şâir Tufeyl bin Amr ed-Devsî’dir. O Mekke’ye gelince, Kureyşin ileri gelenlerinden bazıları yanına varıp:

“–Ey Tufeyl! Sen şâirsin ve kavmin arasında mûteber bir kişisin. Memleketimize geldin ama aramızda çıkan şu gence dikkat et! Onun durumu bizi sıkıntıya düşürdü. Topluluğumuzu ve işimizi darmadağın etti. Sözü sihir gibi tesirli olup insanın babasıyla, kardeşiyle ve hanımıyla arasını açıyor. Başımıza gelen bu hâlin, seninle kavminin başına gelmesinden korkarız. Onunla aslâ konuşma ve kendisinden hiçbir şey dinleme” telkininde bulundular.

Bu telkinlerin tesiriyle Tufeyl kendi kendine, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’den bir şey dinlememeye ve onunla hiç konuşmamaya karar verdi. Hatta Mescid-i Haram’a vardığı zaman, onun sözlerini işitmemek için kulaklarına pamuk tıkadı. Daha sonra kendi kendine:

“–Yazıklar olsun bana! Ben akıllı ve şâir bir kimseyim. Sözün güzelini de çirkinini de iyi bilirim. O halde şu zâtın söylediği şeyleri dinlememde ne sakınca olabilir? Güzel ise kabul eder, çirkinse reddederim” dedi ve orada bekledi. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) ayrılıp evine gittiğinde o da arkasından giderek:

“–Yâ Muhammed! Kavmin bana senin hakkında şöyle şöyle dedi. Beni o kadar korkuttular ki sözünü işitmeyeyim diye kulaklarıma pamuk bile tıkadım. Sonra Allah’ın yardımıyla sözünü dinlemeye muvaffak oldum. Sen şu dâvânı bana bir anlatır mısın!” dedi.

Tufeyl devamla şöyle der: “Rasûlullah (s.a.v) bana İslâm’ı anlattılar ve Kur’ân okudular. Vallâhi ben hiçbir zaman Kur’ân’dan daha güzel bir söz, İslâm’dan daha güzel bir din işitmemiştim. Hemen Müslüman olup Allah’tan başka hiçbir ilâh olmadığına şehadet ettim.”

Tufeyl İslâm’ın nûruyla nurlandı. Birkaç gün geçtikten sonra Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’den izin istedi ve tebliğ niyetiyle kabilesinin yanına döndü. Bu esnâda, insanlara delil olarak kullanabileceği bir kerameti olması için Rasûl-i Ekrem’den Allah’a dua etmesini istedi. Allah Rasûlü’nün duası bereketiyle önce iki gözünün arasında kandil gibi bir nûr peydâ oldu. İnsanlar bunu garipserler diye nûrun başka bir yerde zuhur etmesini isteyince nûr, değneğinin ucuna geçti ve kandil gibi parlamaya başladı. Bu şekilde kavminin yanına dönerek İslâm’ı onlar arasında neşretti.[58]

Bu şekilde Kur’ân’ın tesiriyle müslüman olan insan pek çoktur. Bunlardan biri de Cübeyr bin Mutʻim’dir. O, Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in Kur’ân okuyuşunu dinleyince kalbi çatlayacak gibi olmuştur.[59] Kendisi hâdiseyi şöyle anlatır:

“Allah Rasûlü’nü akşam namazında Tûr Sûresi’ni okurken dinlemiştim:

اَمْ خُلِقُوا مِنْ غَيْرِ شَيْءٍ اَمْ هُمُ الْخَالِقُونَ. اَمْ خَلَقُوا السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ بَلْ لَا يُوقِنُونَ. اَمْ عِنْدَهُمْ خَزَاۤئِنُ رَبِّكَ اَمْ هُمُ الْمُصَيْطِرُونَ

“Acaba onlar herhangi bir yaratıcı olmadan mı yaratıldılar? Yoksa kendileri mi yaratıcıdırlar? Yoksa gökleri ve yeri onlar mı yarattılar? Hayır! Onlar bir türlü sağlam bir şekilde îmân etmiyorlar. Yahut Rabbinin hazineleri onların yanında mıdır? Ya da her şeye hâkim olan kendileri midir?”[60] âyetine geldiklerinde kalbim heyecandan neredeyse kanatlanıp uçacaktı.”[61]

Kur’ân’ın tesirinde kalanlardan biri de Süveyd bin Sâmit idi. O, hac veya umre için Mekke’ye gelmişti. Cesareti, şiirleri, yaşlılığı, soyu ve şerefi sebebiyle kabilesi ona “Kâmil” diyordu. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v), Süveyd’in Mekke’ye geldiğini işitince, gidip kendisini Yüce Allah’a îmâna ve İslâm’a davet ettiler. Süveyd:

“–Belki de sende olan, benim yanımdakinin benzeridir!” dedi. Rasûlullah (s.a.v):

“–Senin yanındaki nedir?” diye sordular. Süveyd:

“–İçinde Lokman’ın hikmetli sözleri yazılı bir mecmua!” dedi. Allah Rasûlü (s.a.v):

“–Onu bana okuyabilir misin?” buyurdular. Süveyd okuyunca Rasûlullah (s.a.v):

“–Şüphesiz ki bu, güzel bir sözdür. Fakat Allah’ın bana indirdiği ve O’nun kelâmı olan Kur’ân-ı Kerîm bundan daha güzel ve daha üstündür. O, hidayet ve nûrdur!” buyurdular ve ona Kur’ân-ı Kerîm okuyup İslâm’a dâvet ettiler. Süveyd İslâm’ı ne kabul etti ne de ondan uzaklaştı. Kur’ân-ı Kerîm hakkında:

“–Hiç şüphesiz ki bu, son derece güzel bir sözdür!” dedi. Sonra oradan ayrılıp Medine’ye, kavminin yanına gitti. Çok geçmeden de, Hazrecîler tarafından öldürüldü. Kabilesinden bâzı kişiler:

“–Biz onun müslüman olarak öldüğünü gördük!” demişlerdir. Böyle ise, Allah ona rahmet eylesin![62]

Aynı şekilde ilk Akabe görüşmesine iştirak eden Medineli altı kişi de Efendimiz’in İbrahim sûresinin 35-52. âyetlerini okuması üzerine hidâyete kavuşmuşlardır.[63]

Kur’ân-ı Kerîm’in mucizevî üslup ve muhtevasından insanlar gibi cinler de müteessir olmuşlardır. Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in mübarek fem-i saâdetlerinden Kur’ân’ı dinleyince:

“Şüphesiz biz, hayret verici bir Kur’ân dinledik. O Kur’ân rüşde erdiriyor, biz de ona îmân ettik. Rabbimizʼe hiçbir şeyi ortak koşmayacağız” demişlerdir.[64]

Bu vasfı sebebiyle İslâm’ı tebliğin en kuvvetli vâsıtası Kur’ân olmuştur. Kur’ân’la tebliğin en can alıcı misâllerinden birini Medine’de İslâm’ın öncüsü Mus‘ab bin Umeyr’in, başta Üseyd bin Hudayr ve Saʻd bin Muaz olmak üzere insanları İslâm’a dâvetinde görürüz. Musʻab (r.a), Medine’de Kur’ân-ı Kerîm’le akılları ve kalpleri harekete geçirmiştir. Kur’ân’ın büyüleyici ve iknâ edici uslûbunu, kendisinin câzip ve müteessir tilavetiyle birleştirerek gönülleri İslâm’a kazandırmıştır. Böylece Mekke’den hicret edip gelen Muhâcirleri bağrına basacak Ensâr’ı yetiştirmiştir.[65]

Hicretin 9. senesinde Sakîf heyeti Medine’ye geldiğinde Rasûlullah (s.a.v) onları Mescid-i Nebevî’de misâfir etmişlerdi. Bu tercihleriyle onların kalplerinin yumuşamasını hedeflemişlerdir. Temsilciler, geceleyin okunan Kur’ân-ı Kerîm’i, ashâbın teheccüd namazında okuduğu sûreleri dinliyor ve müslümanların beş vakit namazda saf oluşlarını seyrediyorlardı. Nihâyet onlar da İslâm’a girdiler.[66]

Kur’ân-ı Kerim’den müteessir olan insanların bir kısmı iman ile şereflenirken, bir kısmı da nefsâniyetini yenemeyerek eski hâlinde kalmıştır.

4.4. Arap Olmayan İnsanlara Tesiri

Kur’ân-ı Kerim, Arapça bilen insanlara tesir ettiği gibi onun dilini anlamayan insanları da fesâhatı, belâğatı ve taşıdığı ilâhî feyzle tesiri altına alır. Buna dair birkaç misal verelim:

Habeşistan’a hicret eden müslümanlarla, onları geri döndürmek için gelen müşrikler Necâşî’nin huzûrunda bulunuyorlardı. Müşriklerin iftirâ ve yalanlarını dinleyen Necâşî, sözü müslümanların temsilcisi Cafer bin Ebî Tâlib’e verdi. Cafer (r.a) güzel bir konuşma yaptı. Bunu sükûnet ve dikkatle dinleyen Necâşî:

“–Peygamber olduğunu iddiâ eden o şahsın, Allah’tan aldığını söylediği şeylerden ezberinizde olan var mı?” diye sordu. Cafer (r.a), “Evet” deyince biraz okumasını istedi. Cafer (r.a) hûşû içinde Meryem Sûresi’nden okumaya başladı. Kur’ân’ı dinledikçe orada bulunan gayr-i Müslimlerin kalpleri yumuşamaya ve gözlerinden yaşlar boşanmaya başladı. Câfer (r.a) tilâvetini bitirince Necâşi başını kaldırıp:

“–Şüphesiz şu dinlediklerim ile İsâ’nın getirdiği, aynı nûr kaynağından fışkırıyor!” dedi. Sonra da Kureyş elçilerine dönerek:

“–Geldiğiniz yere geri dönün! Allah’a yemin ederim ki onları size aslâ vermem” deyip onları huzurunda çıkardı.[67]

Mânevî kıvâmı yüksek bir kalb ile okunan Kur’ân-ı Kerîm, işte ruhlara böylesine tesir eder. Herkes ilim ve irfân seviyesine göre ondan istifâde eder. Onda her türlü manevi hastalıklara şifa vardır. Her âyet-i kerîme, bir insanın veya toplumun önemli bir hastalığına devâ olacak keyfiyettedir. Bu sebeple tebliğci, hangi muhatabına hangi âyetleri veya sûreleri okuyacağını iyi bilmelidir. Allah Rasûlü (s.a.v), bu hususa büyük îtinâ gösterirlerdi. Muhatabının durumuna göre âyetler seçer ve onları okurlardı. Ashâbını da bu şekilde yetiştirmişlerdi. Hatta Rasûlullah Efendimiz (s.a.v), gönderdiği elçilere, gittikleri bölge halkının dînî ve itikadî durumlarına göre okuyacakları sûre ve âyetleri bildirirlerdi. Mesela Himyer reisine gönderdiği elçi Ayyâş bin Ebî Rebîa’ya Beyyine sûresini okumasını emretmişlerdi.[68]

Yine Habeş Necâşîsi, Hz. Cafer ile birlikte Medine’ye 70 kişi göndermişti. Onların hepsi de, kilise ve din adamlarının en iyileri idi. Rasûlullah (s.a.v) onlara Yâsîn Sûresi’ni okudular. Onlar sûreyi sonuna kadar dinlediler, ağladılar ve hakîkati idrak ederek:

“–Bu, Hz. İsa’ya indirilene çok benziyor!” deyip müslüman oldular.[69]

Gerçek âlimlerin, Kur’ân-ı Kerîm’in hak kelâm olduğunu hemen anlayarak secdeye kapandıkları ve ondan ne kadar müteessir oldukları şu âyet-i kerîmelerden anlaşılmaktadır:

(Ey Rasûlüm!) De ki: O Kur’ân’a ister îmân edin ister etmeyin. Çünkü bundan evvel ilim verilmiş olanlar, kendilerine Kur’ân okununca çeneleri üstüne (yüzü koyun) kapanarak secde ederler ve; «Rabbimizi tenzih ederiz. Rabbimizin vaʻdi gerçekten tahakkuk edecektir» derler. (Tekrar tekrar) ağlayarak çeneleri üstüne kapanırlar ve bu da onların huşûunu artırır.” (el-İsrâ’ 17/107-109)

Kur’ân-ı Kerîm’in Arapça bilmeyen gayr-i Müslimlere dahî tesir ettiğine misal olacak yaşanmış bir hâdise daha nakledelim: İstanbul Karaköy’deki Yeraltı Camii’nde imamlık ve İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’nde hocalık yapan Hâfız Ali Üsküdarlı Hocaefendi (1885-1976) bir hâtırasını şöyle anlatır:

“Romanya’da bir cami inşa edilmiş, açılışına da hem Kral ve Kraliçe hem de Osmanlı devletinden bir heyet davet edilmişti. Heyet başkanı nâzır Mahmud Es‘ad Efendi idi. Heyetle birlikte dört hâfız isteniyordu. Hâfızların seçimini benden istediler, ben de o zamanın en iyi üç hafızını seçtim.

Açılış bir Cuma günü yapıldı. Kral ve Kraliçe için cami içine kadar bir yolluk serilmiş, oturmaları için de taht’a benzer bir kürsü hazırlanmıştı. Halk ve devlet erkânı geldi. Merasim Cuma namazından önce Kur’ân tilâvetiyle başlayacak, konuşmalar olacaktı. Ezan okununca Kral ayrılacak, yolluk ve kürsü kaldırılıp Cuma namazı kılınacaktı. Cuma’dan sonra da mevlid okuyacaktık.

Merasim bu şekilde icra edildi, ezanı dört hâfız birden karşılıklı okuduk, lâhûtî bir ezan oldu.

Kraliçe, hristiyan olduğu halde benim Kur’ân tilâvetime hayran kalmış. Namazdan sonra saraya getirilmemi istemiş. Gönderdikleri husûsî bir saray arabasıyla oraya gittik. Beni Kraliçe karşıladı, kendilerine mahsus bir salona götürdü, taht gibi bir kürsüye oturmamı işaret etti, oturdum. Başka kimse yoktu. Romence bilmediğim için işaretle anlaşıyorduk. Karşıma oturdu ve camide okuduğum gibi okumamı istedi.

Okumaya başladım. Her sayfayı bitirdikçe duruyor, devam etmemi isteyip istemediğini anlamaya çalışıyordum. O ise gözyaşları içinde devam etmemi istiyordu. Tam beş sayfa Kur’ân-ı Kerîm okudum. Teşekkür etti, değerli hediyeler verip uğurladı. Ertesi gün bizi akşam yemeğine saraya davet etti. Bütün devlet erkânı gelmişti. Bizim heyet de resmî giyinmişti. Hâfızların üzerinde ise sırmalı cübbeler vardı…”[70]

Kur’ân’ın ifâdesindeki bu âhenk, mûsikî ve tesir, onun Allah’ın kelâmı oluşunun yanında sahip olduğu ses nizâmının, yani kelimelerin, harflerin, sükûn ve harekelerin, uzun ve kısa hecelerin en uygun tarzda dizilişinin bir neticesidir. Kur’ân-ı Kerîm, bitmek ve tükenmek bilmeyen bir âhenkle doludur. Ekseriyâ bir sesten diğerine geçilerek oluşan âhengiyle kalpleri tahrîk eder. Mânâsını anlamayanlar bile bu eşsiz sadâ karşısında mütelezziz olurlar.[71]

Muhammed Hamîdullah’ın anlattığı şu hâdise de, Kur’ân’ın üslûbundaki insanı tesir altına alan ses âhengine güzel bir misaldir:

Fransız mûsikîşinas Abdullah Gilles Gilbert İstanbul’a gelmiş, Kur’ân-ı Kerîm’in tilâvet edildiği bazı toplantılara katılmıştı. Kendisine bu okunan şeyin bir nazım (şiir) parçası değil de bir nesir olduğu açıklandığında büsbütün heyecanlanıp tesiri altında kalmış ve kısa bir zaman sonra da İslâm ile müşerref olmuştu. Merhûm’un bana sonradan bizzat açıkladığına göre:

“Dünyanın bütün dillerinde nazım eserlerinde ritim mevcut olmakla birlikte, bunların hiçbirinin nesir parçalarında ritim görülmemektedir. Kur’ân-ı Kerîm bunun bir istisnâsını teşkil eder. Öyle ki Kur’ân-ı Kerîm okunurken, herhangi bir âyette geçen sâdece tek bir kelime değil, tek bir harf bile atlanacak olsa, bu dinleyenin kulağını tırmalamakta ve şiir okunurken mısralardaki duraklama ve aralıklara riâyet etmeme gibi bir ses bozukluğu ortaya çıkarmaktadır.”

Onun bu îzâh ve açıklamasını tam anlamamakla birlikte, takdir edip değerlendirmiştim. Kendisi bir başka gün İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ndeki odamda beni ziyarete geldi. Pek sinirli ve rûhen üzgün bir hâldeydi:

“–Öyle zannediyorum ki İslâm ile müşerref olan atalarımız, Kur’ân-ı Kerîm’in bazı kısımlarını atlamış (kaybetmiş) bulunuyorlar” dedi.

“–Böyle bir şey nasıl olur?” diye sormam üzerine durumu şöyle açıkladı:

“–Kur’ân’ın 110. Sûresi’nin 2. âyetini okurken: « يَدْخُلُونَ ف۪ي د۪ينِ اللّٰهِ اَفْوَاجاًۙ: Akın akın Allah’ın dinine giriyorlar» deyip duruyorlar. Böyle bir okuma mûsikî açısından uygun değil!”

Ben durumu idrâk edip şöyle bir îzahta bulundum:

“–Bu âyet aslında öyle değil de, « يَدْخُلُونَ ف۪ي د۪ينِ اللّٰهِ اَفْوَاجاًۙ فَسَبِّحْ » şeklinde okunmalıdır. Efvâcâ kelimesi üzerinde bir duraklama yapılmamalıdır; bilâkis devam edilip fe-sebbih kelimesine geçilmelidir…”

Gilbert büsbütün hayret ve şaşkınlık içinde kaldı:

“–Yâ!.. Hakîkaten böyle mi?! Gerçekten senin okuduğun gibi ise işte şimdi tamam oldu; şimdi îmânımı tazelemeliyim, Allah beni affetsin!..” dedi.[72]

Bu Fransız mûsikîşinas Kur’ân’ın başından sonuna kadar sâdece son kısımda bir yere takılmış, oradaki doğru okuyuşu öğrenince de Kur’ân’ın baştan sona kusursuz bir ses âhengine sâhip olduğuna şâhitlik etmiştir. Bu muhteşem âhenk, farkında olarak veya olmayarak insanları büyüleyip tesiri altına almaktadır.

Dipnotlar:

[1] Hattâbî, Beyânü i‘câzi’l-Kur’ân: 24, 64. Süyûtî, el-İtkân, 4: 14-16.

[2] Elmalılı, 4: 2989, (er-Ra‘d 13/31).

[3] Kutub, Fî Zılâl, 4: 2061, (er-Ra’d 13/31).

[4] Murat Kaya, Kur’ân-ı Kerîm’de İlâhî Azamet, s. 313-314.

[5] Buhârî, İ’tisam, 1; Fedâilu’l-Kur’ân, 1; Müslim, İman, 279.

[6] İbn Mâce, İkâme, 176.

[7] el-Enfâl 8/2; et-Tevbe 9/125; el-İsrâ 17/82.

[8] et-Tevbe 9/124-125; el-İsrâ 17/82; Fâtır 35/42.

[9] Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân, 32; Müslim, Müsâfirîn, 247.

[10] İbn Hibbân, Sahîh, 2: 386.

[11] el-Mâide 5/118.

[12] Ahmed b. Hanbel, 5: 156; Nesâî, İftitâh, 79.

[13] el-Müzzemmil 73/12-13.

[14] Beyhakî, Şuab, 1: 522/917; Ali el-Müttakî, 7: 206/18644.

[15] Müslim, Müsâfirîn, 236.

[16] Ebû Dâvûd, Salât, 146-147/873; Nesâî, Tatbîk, 73/1130; Ahmed, 6: 24.

[17] Bkz. Müslim, Münâfıkîn, 23-26.

[18] el-Enbiyâ 21/104.

[19] en-Nisâ 4/123.

[20] Tirmizî, Tefsir, 4/3039 (Tirmizî hadisin “garib” olduğunu, isnadı hakkında bazı sözler söylendiğini ifade etmiştir). Bkz. Taberî, Câmiu’l-beyân, 9: 241-243, 247; İbn Kesîr, Tefsîr, 2: 417.

[21] et-Tûr 52/7-8.

[22] İbn Recep el-Hanbeli, et-Tahvîf mine’n-nâr, Dımaşk, 1979, s. 30.

[23] İbn Ebî Şeybe, Musannef, 13: 269; Ebû Nuaym, Hilye, 1: 51; Ahmed, Zühd, s. 119; Beyhakî, Şuab, 5: 20.

[24] Gazâlî, İhyâ, 4: 184; Muhibbu’t-Taberî, er-Riyâdu’n-nadra, 2: 375.

[25] et-Tûr 52/27.

[26] İbn Ebî Şeybe, Musannef, 2: 211.

[27] Kâf 50/19.

[28] Ebu Nuaym, Hilye, 1: 327; İbn Ebî Şeybe, Musannef, 14: 61; Beyhakî, Şuab, 5: 23.

[29] el-Hadid 57/16.

[30] el-Mutaffifîn 83/6.

[31] Mervezî, Muhtasaru Kıyâmi’l-leyl, s. 61.

[32] Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 26; Müslim, Şi’r, 2.

[33] Bkz. İbn Abdilber, el-İstîâb, 3: 1335; Süheylî, (v. 581), Ravdu’l-ünf, Beyrut: Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, 1412, 1: 119.

[34] Bkz. İbn Abdilber, el-İstîâb, 3: 1337. Krş. İbn Sa’d, 1: 300; 6: 33; Beyhakî, Şuab, 6: 287/4194; İbn Esîr, Üsdü’l-ğâbe, 4: 516; İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, 7: 153.

[35] el-Hac 22/34.

[36] el-Furkân 25/12-13.

[37] Bkz. Ebû Ubeyd, Fedâilü’l-Kur’ân, s. 23; Ahmed b. Hanbel, ez-Zühd, s. 267/1930; İbn Hacer, Tehzîbü’t-Tehzîb, 12 cilt, Hind: Dâiretü’l-Meârifi’n-Nizâmiyye, 1326, 3: 242.

[38] el-Müddessir 74/8-10.

[39] İbn Saʻd, Tabakât, 7: 150; Ebu Nuaym, Hilye, 2: 258; Zehebî, Siyeru aʻlâmi’n-nübelâ, 4: 516.

[40] et-Tahrîm 66/6.

[41] Zehebî, Siyeru aʻlâmi’n-nübelâ, 8: 438-439.

[42] İbn Hişâm, 1: 337-338.

[43] Buhârî, Menâkıbü’l-Ensâr, 45; İbn Hişâm, 1: 395-396.

[44] İbn Abdilber, el-İstîâb, 4: 1779.

[45] İbn İshak, Sîret, s. 121; Beyhakî, Delâil, 2: 165; İbn Kesir, el-Bidâye, 3: 80.

[46] İbn Hişâm, 1: 367.

[47] el-Hâkka 69/38-41.

[48] el-Hâkka 69/42-44.

[49] Ahmed b. Hanbel, 1: 17; Heysemî, 9: 62.

[50] İbn Hişâm, 1: 369-371.

[51] Sâd 38/67.

[52] Fussilet 41/26; İbn Hişâm, 1: 395-396.

[53] Abdülkâdir Atâ, Azametü’l-Kur’ân, s. 87.

[54] en-Nahl 16/90.

[55] Hâkim, 2: 550; Taberî, Câmiu’l-beyân, 29: 195-196.

[56] en-Nahl 16/90.

[57] Bkz. İbn Hibbân, Sikât, 1: 80-88; Beyhakî, Delâil, 2: 422-427; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, 5: 250-251; İbn Kesîr, el-Bidâye, 3: 187-189; İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, 7: 220.

[58] İbn Hişâm, 1: 407-408; İbn Sa‘d, 4: 237-238.

[59] Ahmed, 4: 83, 85.

[60] et-Tûr, 35-37.

[61] Buhârî, Tefsîr, 52.

[62] Bkz. İbn Hişâm, 2: 34-36; Belâzurî, 1: 238; Taberî, Târih, 2: 233; Beyhakî, Delâil, 2: 419; İbnü’l-Esîr, Kâmil, 2: 94-95; Halebî, 2: 160.

[63] İbn Hişâm, 2: 38-40; İbn Sa‘d, 1: 217-219; Heysemî, 6: 42.

[64] el-Cin 72/1-2; Hattâbî, Beyân, 64-65.

[65] İbn Hişâm, 2: 43-46; İbn Sa‘d, 3: 604-605; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe, 1: 112-113.

[66] Ahmed, 4: 218; Vâkıdî, el-Meğâzî, 3: 965.

[67] İbn Hişâm, 1: 358-360; Taberî, Câmiu’l-beyân, 7: 4, (el-Mâide 5/83).

[68] İbn Sa‘d, 1: 282.

[69] Bkz. Taberî, Câmiu’l-beyân, 7: 4 (el-Mâide 5/82); Kastalânî, Mevâhib, 1: 292; Diyarbekrî, Târîhu’l-hamîs, 2: 31.

[70] Hayreddin Karaman, Bir Varmış Bir Yokmuş -Hayatım ve Hatıralar-, İstanbul: İz yayıncılık, 2008, 1: 331-332.

[71] Murat Kaya, Kur’ân-ı Kerîm’de İlâhî Azamet, s. 156-162.

[72] Hamîdullah, Kur’ân-ı Kerîm Târihi, s. 94-95.

Kaynak: Doç. Dr. Murat Kaya, Kitabımız Kur’ân Muhtevâsı ve Fazîletleri, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

KUR’ÂN-I KERÎM ALLAH KELÂMIDIR

Kur’ân-ı Kerîm Allah Kelâmıdır

KURAN'I KERİM'İN ÖZELLİKLERİ MADDELER HALİNDE

Kuran'ı Kerim'in Özellikleri Maddeler Halinde

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.