Kur’ân’da Geçen Peygamber Kıssalarının İbret Verici Yönleri

Kur’ân-ı Kerîm insanlara gönderilmiş olan peygamberlerin bir kısmından bahseder. Kur’ân’da geçen bu peygamber kıssalarının ibret verici yönleri nelerdir?

Kur’ân-ı Kerîm insanlara gönderilmiş olan peygamberlerin bir kısmından bahseder. Onların faziletlerini, kendilerine verilen bu yüksek vazifeyi nasıl başardıklarını ve bu uğurda yaptıkları fedâkârlıkları anlatır. Geçmiş ümetlere âit en ibretli hâdiseleri ve târihî vâkıâları özlü bir şekilde naklederek insanları bunlardan ibret almaya dâvet eder. Bunun yanında inkârcıların korkunç âkıbetlerini bildirerek insanları inkâr ve isyândan sakındırır.

KUR’ÂN’DA GEÇEN PEYGAMBER KISSALARININ İBRET VERİCİ YÖNLERİ

Kur’ân’da genişçe yer verilen peygamber kıssalarının ibret verici yönlerini kısaca nakletmek istiyoruz:

13.1. Hz. Âdem (a.s)

Yüce Rabbimiz meleklere, “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” buyurmuştu. Onlar, “Biz seni övgü ile tenzih ederken ve senin kutsallığını dile getirip dururken orada fesat çıkaracak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın?” dediler. Allah “Şüphe yok ki, ben sizin bilmediklerinizi bilirim” buyurdu.

Cenâb-ı Hak, Hz. Âdem’i topraktan yaratıp ruh üfledikten sonra ona bütün isimleri öğretti. Sonra mahlûkâtı meleklere gösterip “Sözünüzde doğru iseniz şunların isimlerini bana söyleyin” buyurdu. Onlar, “Seni tenzih ederiz! Bize öğrettiğinden başka hiçbir bilgimiz yoktur. En kâmil ilim ve hikmet sahibi şüphesiz sensin” cevabını verdiler. Allah Teâlâ, “Ey Âdem! Bunların isimlerini onlara bildir” dedi. Hz. Âdem mahlûkâtın isimlerini onlara bildirince de “Size ben göklerin ve yerin gizlisini kesinlikle bilirim; yine sizin açıkladığınızı da gizlediğinizi de bilirim demedim mi!” buyurdu.

Böylece insanın ilimle üstünlük kazandığı ve hilâfete lâyık hâle geldi gösterilmiş oldu. Allah (c.c) meleklere, “Âdem’e secde edin” diye emir buyurdu. İblîs dışındakiler derhal secde ettiler; o ise direndi, büyüklendi ve kâfirlerden oldu. Kendisinin ateşten, Hz. Âdem’in ise topraktan yaratıldığını söyleyerek kendini üstün gördü.

Daha sonra Allah Teâlâ, Hz. Âdem kendisiyle huzur bulsun diye eşi Havvâ’yı var etti. Ona, “Ey Âdem! Sen ve eşin cennette oturun, orada istediğiniz yerden rahatça yiyip için ve şu ağaca yaklaşmayın; yoksa zalimlerden olursunuz” buyurdu.[1]

İblis, bir şekilde Hz. Âdem ile Havvâ’nın yanına sokuldu. Onlara vesvese verip, “Ey Âdem! Sana sonsuzluk ağacının ve son bulmayacak bir hükümranlığın yolunu göstereyim mi?”[2] “Rabbiniz size bu ağacı sırf melek olursunuz veya ebedî yaşayanlardan olursunuz diye yasakladı” dedi. Bir de “Ben gerçekten sizin iyiliğinizi isteyenlerdenim” diye kuvvetle yemin etti. Böylece onları aldattı[3], ayaklarını kaydırdı, içinde bulundukları nimet deryasından çıkardı. Allah (c.c) onlara, “Birbirinize düşman olmak üzere inin! Bir zamana kadar sizin için yeryüzünde kalacak bir yer ve ihtiyaç maddeleri vardır” buyurdu. Onlar cennette ne açlık biliyorlardı ne çıplaklık, ne susuzluk çekiyorlardı ne de sıcaklık. Allah’a verdikleri sözü unutup O’nun emrini terkedince bu rahattan mahrum kaldılar, dünya külfet ve meşakkatine düştüler. Rızık temini için sıkıntı ve yorgunluk çekmeye başladılar.[4]

Hz. Âdem ile Havvâ, kendilerine yasak edilen ağacın meyvesini tattıklarında ayıp yerleri kendilerine göründü. Allah’tan ve birbirlerinden hayâ ederek hemen cennet yapraklarıyla üzerlerini örtmeye başladılar. Derhal hatalarını anlayıp pişman oldular, tevbe ve istiğfara sarıldılar. Rableri onlara, “Ben size o ağacı yasaklamadım mı ve şeytanın size apaçık bir düşman olduğunu söylemedim mi?” diye seslendi. Daha sonra Hz. Âdem’e Rabbinden bazı sözler ulaştı, bunlarla tevbe ettiler, büyük bir mahcûbiyet içinde:

رَبَّـنَا ظَلَمْنَٓا اَنْفُسَنَا وَاِنْ لَمْ تَغْفِرْ لَنَا وَتَرْحَمْنَا لَنَكُونَنَّ مِنَ الْخَاسِر۪ينَ

“Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz, bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz!” dediler.[5] Allah da onların tevbelerini kabul buyurdu. Şüphesiz O, tevbeleri kabul buyuran ve rahmeti sınırsız olandır. Sonunda affedildiler ama yine de dünya sıkıntısını çekmekten kurtulamadılar. Demek ki insanın edep yerlerini örtmesi, buraları açılınca hayâ etmesi fıtratında vardır. İslâm’ın belirlediği şekilde giyinip örtünmek insanlık îcâbıdır.

Rivayete göre Allah Teâlâ, Hz. Âdem’e:

“–Sana, cennette bol bol ihsanda bulunduğum ve kendisinden istediğin gibi istifade ettiğin bunca nimet yetmedi mi ki haram kıldığım şeyden tattın?” buyurmuş. Âdem (a.s) da:

“–Evet, nimetlerin yeterliydi Rabbim, fakat izzetine yemin ederim ki ben bir kimsenin yalan yere senin ismine yemin edebileceğini hiç sanmıyordum” demiş.[6] Hz. Âdem, Allah adına yalan yere yemin etmenin, yalan söze Allah’ı şâhit tutmanın ne büyük bir cür’et olacağını biliyor ve hiçbir akıllı varlığın bunu düşünebileceğine ihtimal vermiyordu. Ama böyle bir şeyi yapabilecek boyutta bir cehâlet ve dalâlet içinde kimselerin olabileceğini ilk defa acı bir şekilde tecrübe etmiş oldu. Bu tecrübeyi hiçbir zaman unutmamak gerekir.

Yeryüzüne inerken Allah Teâlâ onlara şöyle buyurmuştu: “Oradan hepiniz inin! Benden size muhakkak bir rehber gelecektir. Kim benim gönderdiğim rehbere uyarsa artık onlara ne korku vardır ne de üzüleceklerdir. İnkâr eden ve âyetlerimizi yalan sayanlara gelince onlar cehennemliklerdir ve orada devamlı kalıcıdırlar.”[7]

“Size benden bir hidayet geldiğinde bilesiniz ki hidayetime uyan artık ne sapar ne de bedbaht olur. Kim de beni anmaktan yüz çevirirse mutlaka sıkıntılı bir hayatı olacaktır ve onu kıyamet günü kör olarak haşrederiz. O, «Ey Rabbim! Beni niçin kör olarak haşrettin? Hâlbuki daha önce gören biriydim» der. Allah (c.c), «İşte böyle! Sana âyetlerimiz geldiğinde onları unutmuştun, bu gün de aynı şekilde sen unutuluyorsun!» buyurur. Haktan sapan ve Rabbinin âyetlerine inanmayanları işte böyle cezalandırırız. Hiç şüphesiz âhiretteki ceza daha şiddetli ve daha kalıcıdır.”[8]

Yeryüzüne indirilmiş olan insana düşen artık Allah’tan kendisine gönderilen hidayete uyarak tekrar aslî vatanına dönebilmek için bütün gücüyle çalışmaktır.

13.2. Hz. İdris (a.s)

Hz. Âdem ve Şîs (Şît)’ten sonra yoldan sapan, günahlara dalan ve putlara tapmaya başlayan insanoğlunu uyarmak üzere İdris (a.s) peygamber olarak vazifelendirildi. Allah Teâlâ onun hakkında şöyle buyurur:

“Kitâb’da İdrîs’i de zikret! Çünkü O, çok sâdık bir peygamberdi. Biz onu yüksek bir mekâna kaldırdık!” (Meryem 19/56-57)

Onun yüce mekâna kaldırılmasıyla ilgili muhtelif rivayetler vardır:

- İsa (a.s) gibi semâya kaldırılmış ve ölmemiştir.

- Dördüncü kat semâya kaldırılmıştır.

- Altıncı kat semâya kaldırılmış ve orada vefat etmiştir.

- Cennete kaldırılmıştır.[9]

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

(Ey Habîbim!) İsmâîl, İdrîs ve Zülkifl hakkında anlattığımızı da hatırla! Onların her biri sabredenlerdendi. Onları rahmetimize dâhil ettik! Çünkü onlar, sâlih kimselerdendi.” (el-Enbiyâ 21/85-86)

İbn Abbas’tan gelen bir rivayete göre İdris (a.s) terzi idi. İğneği her batırışında “sübhânallah” diye zikrederdi. Akşam olduğunda yeryüzünde ondan daha fazla amel-i sâlih işlemiş kimse bulunmazdı.[10]

İdris (a.s) kavmini kötülüklerden uzaklaştırıp Allah’a itaat ve ibadete dâvet etmek için büyük bir mücâdele vermiştir.

13.3. Hz. Nûh (a.s)

İnsanların çoğu imanını koruyamıyor, kolayca tevhidden uzaklaşıp putlara tapmaya meylediyordu. Bir müddet sonra zâlim, fâsık ve azgın bir kavim hâline geliyor, kötülüklere dalıveriyorlardı. Hz. İdris’ten sonra da böyle olmuş ve insanların vicdanları körelmişti.[11] Allah Teâlâ Hz. Nûh’u “Kendilerine can yakıcı bir azâb gelmezden önce onları uyar!” diye kavmine peygamber olarak gönderdi.[12] Nûh (a.s) onlara: “Ben sizin için apaçık bir uyarıcıyım. Allah’tan başkasına tapmayın! Ben size gelecek elem verici bir günün azâbından korkuyorum!” dedi.[13] “Bu tebliğime karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ecrimi verecek olan, ancak âlemlerin Rabbidir. Onun için, Allah’a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin!” diye ilave etti. Kavmi, “Senin peşinden gidenler sıradan ve basit kimseler iken biz hiç sana inanır mıyız!” dediler. Fakirleri yanından uzaklaştırmasını istediler. Nûh (a.s);

“–Siz istiyorsunuz diye ben iman edenleri kovacak değilim; onlar imanları sayesinde Rablerine kavuşacaklardır. Fakat ben sizi bilgisizliğe gömülmüş bir topluluk olarak görüyorum. Ey kavmim! Onları kovarsam, beni Allah’a karşı kim koruyabilir? Düşünmüyor musunuz?” dedi.[14] Onlara şöyle nasihat etti:

“Size ne oluyor ki, Allah’a büyüklüğü yakıştıramıyorsunuz?! Oysa, sizi türlü merhâlelerden geçirerek o yaratmıştır! Görmediniz mi, Allah yedi kat göğü birbiriyle âhenktâr olarak nasıl yarat­mış! Onların içinde Ay’ı bir nûr kılmış, Güneş’i de bir çerağ yapmıştır! Allah, sizi de yerden ot (bitirir) gibi bitirmiştir. Sonra sizi yine oraya döndürecek ve sizi yeniden çıkaracaktır. Allah, onda geniş yollar edinip dolaşabilesiniz diye, yeryüzünü sizin için bir sergi yapmıştır.”[15]

“Ey kavmim, eğer benim aranızda duruşum ve Allah’ın âyetleriyle öğüt verişim size ağır geliyorsa, şunu bilin ki, ben yalnızca Allah’a tevekkül etmişimdir, artık siz ve ortaklarınız her ne yapacaksanız toplanıp bütün gücünüzle karar veriniz. Sonra bu işiniz size dert olmasın. Sonra bana ne yapacaksanız yapın, mühlet de vermeyin.”[16]

Kavmi; “Ey Nûh! Bizimle mücâdele ettin ve bize karşı mücâdelede çok ileri gittin. Eğer doğrulardan isen, kendisiyle tehdîd ettiğin (azâbı) bize getir!” dediler. Nûh (a.s) ise “Onu size, ancak dilerse Allah getirir. Ve siz Allah’ı âciz bırakacak değilsiniz! Eğer Allah sizi azdırmak istiyorsa, ben size öğüt vermek istesem de öğüdüm size fayda vermez. Çünkü O sizin Rabbinizdir ve nihâyet O’na döndürülecek­siniz.”[17]

Allah Teâlâ, nasihat ile akıllanmayan kavmi işledikleri günahlardan vaz geçirmek için kuraklık, kıtlık gibi müsibetler gönderdi. Nûh (a.s) onlara: “Rabbinizden mağfiret dileyin; çünkü O çok bağışlayıcıdır. Mağfiret dileyin ki üzerinize gökten bol bol yağmur indirsin; mallarınızı ve oğullarınızı çoğaltsın; size bahçeler ihsân etsin; sizin için ır­maklar akıtsın!” diye yol gösterdi.[18]

Allah Teâlâ, kavminin taşkınlıkları sebebiyle Hz. Nûh’u, “Kavminden şu ana kadar îmân etmiş olanlardan başkası artık aslâ inanmayacak. Öyle ise onların işlemekte oldukları günahlardan dolayı üzülme!” diye tesellî etti.[19]

Öğütlerin fayda vermemesi üzerine Nûh (a.s) şöyle dua etti: “Rabbim! Doğrusu bunlar bana karşı geldiler de, malı ve çocuğu kendi ziyânını artırmaktan başka işe yarama­yan kimseye uydular. Büyük hîleler, büyük desîseler kurdular! Rabbim! Onlar birbirlerine: «Sakın ilâhlarınızı bırakmayın; hele Vedd’den, Süvâ’dan, Yeğûs’tan, Yeûk’dan ve Nesr’den aslâ vazgeçmeyin!» dediler. Böylece onlar, gerçekten birçoklarını saptırdılar. Rabbim! Sen de bu zâ­limlerin ancak şaşkınlıklarını artır!” “Rabbim! Yeryüzünde hiçbir inkârcı bırakma! Şâyet Sen onları bırakacak olursan, kullarını saptırırlar; ahlâksız ve inkârcıdan başkasını doğu­rup yetiştirmezler. Beni, anamı, babamı, inanmış olarak evime gireni ve bütün mü’min erkek ve kadınları bağışla! Zâlimlerin ise yalnızca helâklerini artır!”[20] “Yâ Rabbî, mağlûb oldum; artık bana yardım et!”[21]

Cenâb-ı Hak; “Gözlerimizin önünde ve vahyimiz uyarınca gemiyi yap, fakat zâlimlerin kurtuluşu için bana yalvarma! Onlar mutlakâ boğulacaklar!” diye emretti. Nûh (a.s) gemiyi yapıyor, kavminden ileri gelenler ise, yanına her uğradıkça onunla alay ediyorlardı. Nûh (a.s) onlara, “Eğer bizimle alay ediyorsanız, iyi bilin ki siz nasıl alay ediyorsanız, biz de sizinle öyle alay edeceğiz! Kendisini rezil edecek azâbın kime geleceğini ve sürekli bir azâbın kimin ba­şına ineceğini yakında bileceksiniz!” diyordu. Nihâyet Allah’ın emri gelip de fırın kaynadığı, iş kızışıp sular kabarmaya başladığı zaman Allah Teâlâ, Hz. Nûh’a; “Her şeyden iki çifti, aleyhlerinde hüküm verdiklerimiz hâriç, âileni ve îmân edenleri gemiye bindir!” diye emir buyurdu. Zâten, onunla beraber îmân eden pek azdı.[22]

Bundan sonra Allah (c.c) sağanak hâlinde boşalan bir su ile gök kapılarını açtı. Yeri de kaynaklar hâlinde fışkırttı. Derken o sular takdîr edilmiş bir iş (tûfan âfeti) için birleşiverdi. Gemi dağlar gibi dalgalar arasında mü’minleri götürüyordu. Nûh (a.s), gemiden uzakta bulunan oğluna: “Yavrucuğum! Sen de bizimle beraber bin; kâfirlerle beraber olma!” diye nidâ etti. Oğlu: “Beni sudan koruyacak bir dağa sığınacağım!” dedi. Nûh (a.s): “Bugün Allah’ın emrinden (azâbından), merhamet sâhibi Allah’tan başka koruyacak kimse yoktur!” dedi. Sonra “Ey Rabbim! Şüphesiz oğlum da âilemdendir. Senin va‘din ise elbette haktır. Sen hâkimler hâkimisin!” diye yalvardı. Allah Teâlâ: “Ey Nûh! O aslâ senin âilenden değildir. Çünkü onun yaptığı, kötü bir iştir. O hâlde hakkında bilgin olmayan bir şeyi benden isteme! Ben sana câhillerden olmamanı tavsiye ederim!” buyurdu. Nûh (a.s): “Ey Rabbim! Ben senden, hakkında bilgim olmayan bir şeyi istemekten yine sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve bana merhamet etmezsen, hüsrâna uğrayanlardan olu­rum!” dedi. Aralarına dalga girdi ve oğlu boğulup gitti.[23]

Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“İnkâr edilmiş olan (Nûh’a) bir mükâfât olmak üzere gemi, bizim nezâretimizde akıp gidiyordu. And olsun ki, onu bir ibret olarak bıraktık, ibret alan yok mudur? (Ey insanlar bakın;) benim azâbım ve uyarılarım nasılmış!” (el-Kamer 54/11-16)

Yüce Rabbimizin emriyle Nûh (a.s) şöyle dua ediyordu:

الْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذ۪ي نَجّٰينَا مِنَ الْقَوْمِ الظَّالِم۪ينَ. رَبِّ اَنْزِلْن۪ي مُنْزَلاً مُبَارَكاً وَاَنْتَ خَيْرُ الْمُنْزِل۪ينَ

“Bizi bu zalimler topluluğundan kurtaran Allah’a hamdolsun! Rabbim! Beni bereketli bir yere indir; en uygun şekilde indirip yerleştiren sensin.”[24]

 Tûfân’ın altı ay kadar devam ettiği rivayet edilir.[25] Sonra Allah Teâlâ, “Ey yer suyunu yut! Ey gök sen de tut!..” diye emretti. Su çekildi; hüküm yerini buldu; gemi Cûdî dağının üzerine oturdu; “Zalimlerin topunun canı cehenneme!” denildi. Cenâb-ı Hak, “Ey Nûh! Sana ve seninle berâber olan ümmetlere bizden selâm ve bereket­lerle gemiden in! Kendilerini dünyâda faydalandıracağımız, sonra da bizden kendilerine elem verici bir azâbın dokunacağı ümmetler de olacaktır” buyurdu.[26]

Hz. Nûh’un kavmi günahları yüzünden suda boğuldular, ateşe sokuldular ve kendilerine Allah’tan başka yardımcı bulamadılar. Tûfân, inkârcıların sonunun nasıl olduğunu gösteren ibretlik bir hâdise oldu.[27]

Cenâb-ı Hak Hz. Nûh’u “çok şükreden bir kul idi” diye medhetmiştir.[28] Onun bin yıla yakın süren tebliğ azmi ve gayreti bizler için en güzel örnektir.

13.4. Hz. Hûd (a.s)

İnsanlar Tûfân’dan bir müddet sonra yine azgınlaşmışlardı. Bunlardan Âd kavmi birçok nimete ve kuvvete nâil olmuş, muhteşem binâlar yapmışlardı. Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayarak: “Bizden daha kuvvetli kim var?” diyorlardı. Kendilerini yaratan Allah’ın, onlardan daha kuvvetli olduğunu görmüyor, O’nun âyetlerini inkâr ediyorlardı.[29] Hûd (a.s), onlara peygamber olarak gönderildi. “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin; sizin O’ndan başka ilâhınız yoktur. Hâlâ sakınmayacak mısı­nız?” “Rabbinizden mağfiret dileyin! Sonra da O’na tevbe edin ki, üzerinize bol bol yağmur göndersin ve kuvvetinize kuvvet katsın! Günah işleyerek Allah’tan yüz çevirmeyin!” diye hakka dâvet etti. Kavminden ileri gelen kâfirler: “Biz seni açık bir sapıklık, kesinlikle bir beyinsizlik içinde görüyoruz ve gerçekten seni yalancılardan sanıyoruz!” dediler Hûd (a.s): “Ey kavmim! Ben beyinsiz değilim; fakat ben âlemlerin Rabbinin gönderdiği bir elçiyim!” dedi. Onlar: “Sen, tek Allah’a kulluk edelim ve atalarımızın taptıklarını bırakalım diye mi bize geldin?” dediler. “Ey Hûd! Sen bize açık bir mûcize getirmedin; biz, senin sö­zünle tanrılarımızı bırakacak değiliz ve biz sana îmân edecek de değiliz! Biz, «Tanrılarımızdan biri seni fenâ çarpmış!» demekten başka bir söz söy­lemeyiz!” diye direttiler.[30]

Âhireti yalanlayan ve dünyada refah içinde yaşayan eşraf takımı; “Bu da sizin gibi bir insandan başka birşey değildir. Sizin yediğinizden yiyor, içtiğinizden içiyor. Eğer sizin gibi bir beşere itaat ederseniz o takdirde siz, mutlaka ziyâna uğrayanlardan olursunuz” diyerek insanları doğru yola yaklaştırmıyorlardı. “Hayat bizim yaşadığımız şu dünya hayatımızdan başka bir şey değildir. Ölür ve yaşarız; bir daha da diriltilecek değiliz” diye inkâr ediyorlardı.[31]

Hz. Hûd’a, “Sen bizi tanrılarımızdan çevirmek için mi geldin? Haydi, doğru söy­leyenlerden isen, bizi tehdîd ettiğin azâbı başımıza getir!” dediler.[32] Hûd (a.s): “Ben Allah’ı şâhid tutuyorum; siz de şâhid olun ki, ben sizin ortak koştuklarınızdan uzağım! O’ndan başka taptıklarınızın hepsinden uzağım. Haydi, hepiniz bana tuzak kurun; sonra da bana mühlet vermeyin! Ben, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a tevekkül ettim. Çünkü hiçbir canlı yoktur ki, Allah, onun perçeminden tutmuş olmasın. Şüphesiz Rabbim, mülkünde hak ve adâlet yolunu tutmuştur. Eğer yüz çevirirseniz, tebliğ etmek için gönderildiğim şeyleri size bildirdim. Rabbim dilerse, başka bir kavmi sizin yerinize getirir de O’na hiçbir zarar vere­mezsiniz! Çünkü benim Rabbim, her şeyi hakkıyla gözetendir.”[33]

Allah Teâlâ onlara dünyâ hayâtında rezillik azâbını tattırmak için o uğursuz gün­lerde üzerlerine dondurucu ve kasıp kavuran bir rüzgâr gönderdi. Uğursuz mu uğursuz bir günde üzerlerine uğultulu bir kasırga sal­dı. Üzerinden geçtiği şeyi sağlam bırakmıyor, her şeyi kül ediyordu. İnsanları sanki köklerinden sökülmüş hurma kütükleri gibi koparıp deviriyordu. Allah o fırtınayı, ardarda yedi gece, sekiz gün onların üzerine musallat etti. O kavmi, içi boş hurma kütükleri gibi oracıkta yere seriverdi. Onlardan geriye hiçbir şey kalmadı, kökleri kesildi. Âhiretteki azâbları ise, daha da perişân edici olacaktır ve onlara aslâ yardım edilmeyecektir.[34]

Allah Teâlâ, Hz. Hûd’u ve onunla berâber îmân edenleri, rahmetiyle kurtardı. Onları, ağır bir azâbdan kurtuluşa erdirdi. Âd kavmi ise Rablerini ve O’nun âyetlerini inkâr ettikleri, O’nun peygamberine âsî oldukları ve inatçı zorbaların emrine uydukları için hem bu dünyâda, hem de kıyâmet gününde lânete uğradılar ve Allah’ın rahmetinden uzak kılındılar.[35]

13.5. Hz. Sâlih (a.s)

Âd kavminden sonra Şam ile Hicaz arasındaki Hicr bölgesinde Semûd kavmi ortaya çıktı. Dağları deldiler, kayaları oydular, gayet sağlam evler yaptılar. Bu kuvvet ve imkânlar onları itaatten uzaklaştırarak azgınlaştırdı. Allah Teâlâ onlara Hz. Sâlih’i peygamber olarak gönderdi. O, “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin O’ndan başka ilâhınız yoktur. O sizi yerden yarattı ve sizi orada yaşattı. Öyleyse O’ndan mağfiret isteyin; sonra da O’na tevbe edin! Çünkü Rabbim kullarına çok yakındır, duâlarını kabûl eder” dedi.[36]

Hz. Sâlih’in uzun süre gayret ve mücâdele etmesine rağmen kavmi kendisini yalanladı, hidâyete gelmedi ve “babalarımızın taptığı şeylere tapmaktan bizi engelliyor musun? Doğrusu, bizi kendisine kulluğa çağırdığın şeyden ciddî bir şüphe içindeyiz” dediler.[37] Sâlih (a.s), “Ey kavmim! Siz burada bahçelerin, pınarların içinde; ekinlerin salkımların, sarkmış hurmalıkların arasında güven içinde bırakılacağınızı mı sanıyorsunuz? Böyle sanıp dağlardan ustaca evler yontuyorsunuz. Artık Allah’tan korkun ve bana itaat edin! O haddi aşan kâfirlerin emrine uymayın. Onlar ki yeryüzünde fesat çıkarırlar ve gerek kendilerini gerekse çevrelerinde bulunanları ıslâha gayret göstermezler” dedi.[38]

Kavmi, “Sen de ancak bizim gibi bir insansın. Eğer doğru söyleyenlerden isen, haydi bize bir mûcize getir!” dediler.[39] Allah Teâlâ onları imtihan etmek için kayanın içinden büyük bir deve ile yavrusunu çıkardı. Sâlih (a.s) “Onu bırakın. Allah’ın arzında yesin içsin. Su içme hakkı bir gün onundur; belli bir gün de sizindir. Ona herhangi bir kötülükte bulunmayın; sonra sizi yakın bir azâb yaka­lar” diye tembihte bulundu. Ancak şehirdeki devamlı bozgunculuk peşinde koşan fesatçılar, deveyi ayaklarını kesip yere düşürerek öldürdüler ve Rablerinin emrin­den dışarı çıktılar. “Ey Sâlih! Eğer sen gerçekten peygamberlerden isen, bizi tehdîd ettiğin azâbı getir” diye[40] arsızlık yaptılar.

Fesatçılar Allah’a yemin ederek birbirleriyle anlaştılar: “Gece ona ve âilesine baskın yapalım hepsini öldürelim; sonra da ona sâhip çıkan yakınlarına: «Biz Sâlih âilesinin yok edilişi sıra­sında orada değildik, inanın ki doğru söylüyoruz» diyelim” dediler. Allah onların planlarını altüst etti. Allah’ın azabı kendilerini yakalayıverdi. Şiddetli bir sarsıntı ve korkunç bir ses geldi. Yurtlarında diz üstü çökekaldılar, sonra yüz üstü düşüp sel süprüntüsüne döndüler. Allah, Sâlih (a.s) ile mü’minleri rahmetiyle kurtardı.[41]

“İşte haksızlıkları yüzünden çökmüş evleri! Anlayan bir kavim için elbette bunda bir ibret vardır.” (en-Neml 27/52)

13.6. Hz. İbrahim, Hz. İsmail ve Hz. İshak (a.s)

Hz. Nûh’un oğlu Hâm’ın neslinden Nemrûd isminde biri birçok kabileyi toplayarak şimdiki Musul şehrinin bulunduğu yerlerde Bâbil devletini kurmuştu. Bunlar arasında Sâbie denilen bâtıl bir din türedi. Güneşe, aya, yıldızlara, putlara ve hükümdarlarına taparlardı. Allah Teâlâ onlara Hz. İbrahim’i peygamber olarak gönderdi. İbrahim (a.s) onlara, bir müddet semada durup sonra batan yıldız ve gezegenlerin, hiçbir fayda ve zarar veremeyen cansız putların ve kral da olsa âciz insanoğlunun ilâh olamayacağını anlatmak için çok uğraştı. Bir gün puthâneye girip bütün putları kırdı, ancak en büyüğüne dokunmadı. Kendisine gelen kavmine putları bu büyüğün kırmış olabileceğini, isterlerse kendisine sorabileceklerini söyleyerek onları düşünmeye zorladı. Onlar da ne kadar yanlış bir yolda olduklarını anlayıp başlarını bir müddet öne eğdilerse de câhiliye hamiyetini yenemeyerek iddialarına yine devam ettiler. İbrahim (a.s) için, “Onu yakarak tanrılarınıza yardım edin” dediler. Büyük bir ateş yakarak Hz. İbrahim’i içine attılar. Allah Teâlâ “Ey ateş! İbrâhîm’e serin ve selâmet ol!” buyurdu.[42] Bu mucizeyi gören bazı insanlar iman ettiler.

İbrâhîm (a.s) kavmine şöyle dedi:

“Siz, sırf aranızdaki dünyâ hayâtına has muhabbet uğruna Allah’ı bırakıp birtakım putlar edindiniz. Sonra kıyâmet günü (gelip çattığında ise) birbiri­nizi tanımamazlıktan gelecek ve birbirinize lânet okuyacaksınız. Varacağınız yer cehen­nemdir ve hiç yardımcınız da yoktur.” (el-Ankebût 29/25)

İbrahim (a.s) âilesini ve mü’minleri alarak Şam diyarına hicret etti.

Daha sonra Allah’ın emri ile oğlu İsmail ile annesini Kâbe’nin yanına yerleştirerek şöyle dua etti:

“Ey Rabbimiz! Namazı dosdoğru kılmaları için ben, neslimden bir kısmını senin Beyt-i Harem’inin (Kâbe’nin) yanında ziraat yapılmayan bir vâ­diye yerleştirdim. Artık sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir ve meyvelerden bunlara rızık ver! Umulur ki, bu nîmetlere şükrederler.” (İbrâhîm 14/37)

İsmail (a.s) babasıyla birlikte yürüyüp gezecek çağa erişince İbrahim (a.s) bir rüyâ gördü ve: “Yavrucuğum, rüyâda seni kurban ettiğimi görüyorum; bir düşün, ne dersin?” dedi. O da cevâben: “Babacığım, sen emrolunduğun şeyi yap! İnşâallah beni sabredenlerden bulur­sun!” dedi. Her ikisi de teslîm olup, İbrâhîm (a.s) onu alnı üzerine yatırınca Allah Teâlâ: “Ey İbrâhîm, rüyâyı gerçekleştirdin. Biz ihsân sâhiplerini böyle mükâfatlandırırız. Bu gerçekten çok ağır bir imtihandır” diye seslendi. Oğluna bedel ona büyük bir kurban ihsân eyledi. Geriden gelecekler arasında ona iyi bir nam bıraktı ve “İbrâhîm’e selâm olsun!” buyurdu.[43]

Yaşlılık vaktinde Allah Teâlâ ona kudretini göstererek oğlu İshak’ın doğacağını müjdeledi.[44]

İsmail (a.s) büyüyünce İbrahim (a.s) Allah’ın emriyle onun yanına giderek birlikte Kâbe’yi inşâ ettiler. “Ey Rabbimiz! Bizden bunu kabûl buyur; şüphesiz sen işitensin, bilensin. Ey Rabbimiz! Bizi sana teslîm olanlardan kıl! Neslimizden de sana itaat eden bir ümmet çıkar; bize ibâdet usûllerimizi göster; tevbelerimizi kabûl et; zîrâ tevbeleri çokça kabûl eden, çok merhametli olan ancak sensin. Ey Rabbimiz! Onlara, içlerinden senin âyetlerini kendilerine okuyacak, on­lara kitâb ve hikmeti öğretecek, onların nefslerini tezkiye edecek bir peygamber gönder! Çünkü üstün gelen, her şeyi yerli yerince yapan yalnız sensin!” diye dua ettiler. Sonra da insanları hacca dâvet ettiler.[45]

Hz. İbrâhîm (a.s), yumuşak huylu, yüreği yanık, kendisini tamâmen Allah’a vermiş bir peygamberdi.[46]

İsmail (a.s) babası Hz. İbrahim’in şeriatıyla amel etmek üzere Yemen kabilelerine ve Amalika denilen eski bir kavme peygamber olarak gönderildi. Rasûlullah (s.a.v) onun neslindendir.

İshâk (a.s) babasının vefâtından sonra Şam ve Filistin halkına peygamber olarak gönderildi. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“Sâlihlerden bir peygamber olarak O’na (İbrâhîm’e) İshâk’ı müjdeledik. Kendisini ve İshâk’ı mübârek (kutlu ve bereketli) eyledik. Lâkin her ikisinin neslin­den iyi kimseler olacağı gibi, kendine açıktan açığa kötülük edenler de olacaktır.” (es-Sâffât 37/112-113)

Hz. İshak’ın neslinden pek çok peygamber gelmiştir.

Hz. İbrahim, Hz. İsmail ve Hz. İshak (a.s), diğer güzel vasıfları yanında bilhassa Allah’a tevekkül ve teslimiyetleriyle bizlere örnek olmuşlardır.

13.7. Hz. Lût (a.s)

Lût (a.s), Hz. İbrâhîm’in kardeşinin oğludur. Ona iman etmiş ve onunla birlikte Şam’a hicret etmiştir. Daha sonra Filistin’deki Sodom bölgesine peygamber olarak gönderildi. Bu bölgenin ahâlîsi dinden çıkmış ve o zamana kadar hiçbir kavmin yapmadığı günahlara cür’et eden insanlardı. Lût (a.s) onlara, “Dünyâda sizden önce hiç kimsenin yapmadığı bir hayâsızlığı mı yapıyorsunuz?[47] Rabbinizin sizler için yarattığı eşlerinizi bırakıp da, insanlar içinde erkeklere mi yaklaşıyorsunuz? Doğrusu siz, sınırı aşmış sapık bir kavimsiniz!” dedi.[48]

Kavminin cevâbı: “Lût’u ve ona inananları memleketinizden çıkarın! Çünkü onlar, fazla temizlenen insanlarmış!” demekten başka bir şey ol­madı.[49]

Onlar bu fecî günahlarda ısrar edince Allah Teâlâ beldelerinin altını üstüne getirdi ve üzerlerine balçıktan pişiri­lip istif edilmiş taşlar yağdırdı.[50]

Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Lût’a da doğru hüküm kâbiliyeti ve ilim verdik; onu çirkin işler yapmakta olan memleketten kurtardık. Gerçekten onlar fenâ işler yapan kötü bir kavimdi. O’nu rahmetimize kabûl ettik; çünkü O, sâlihlerden idi.” (el-Enbiyâ 21/74-75)

13.8. Hz. Ya‘kûb ve Hz. Yûsuf (a.s)

Ya‘kub (a.s), Hz. İshak’ın oğludur. Lakabı “İsrâîl” olduğu için neslinden gelen insanlara “Benî İsrâîl” denilmiştir. Yûsuf (a.s) da Hz. Ya‘kub’un oğludur. Bu iki peygamberin kıssası Kur’ân-ı Kerîm’de “Ahsenü’l-kasas: Kıssaların en güzeli” diye tavsif edilir.

Hz. Ya‘kûb’un on iki oğlu vardı. Onların içinde en fazla Hz. Yûsuf’u, ondan sonra da kardeşi Bünyamin’i severdi. Yûsuf (a.s) çocuk iken bir rüyâ görmüştü, on bir yıldız, güneş ve ay kendisine secde ediyordu. Babası, “Yavrucuğum! Rüyânı sakın kardeşlerine anlatma! Sonra onlar sana hasedleri sebebiyle tuzak kurarlar. Çünkü şeytan, insanın apaçık bir düşmanıdır. Rabbin seni seçecek. Sana rüyâda görülen hâdiselerin tâbirine dâir ilim verecek, daha önce iki atan İbrâhîm ve İshâk’a nîmetini tamamladığı gibi, sana ve Ya‘kûb soyuna da nîmetini tamamlayacak” dedi.[51] Gerçekten de büyük kardeşleri Yûsuf’u kıskandılar. Onu öldürerek babalarının teveccühünü kazanmak istediler. Hz. Yûsuf’u, gezip eğlenme bahanesiyle kıra götürüp bir kuyuya attılar. Babalarına da kardeşlerini kurdun yediğini söylediler. Hz. Ya‘kub bu söze inanmadı ama başka yapacak bir şeyi de yoktu. Çok üzüldü ve yıllarca gözyaşı döktü, nihayetinde gözlerini kaybetti. Kuyunun yanından geçen bir kâfile su almak isteyince Hz. Yûsuf’u buldu. Onu Mısır’a götürüp Azîz’e yani mâliye bakanına sattılar.

Yûsuf (a.s) çok güzel olduğu için Azîz’in hanımı ona âşık oldu. Yûsuf (a.s) teklifini reddedince de iftira atarak onu zindana attırdı. Yûsuf (a.s) oradaki insanları dine davet edip hidayetlerine vesile oldu. Bir müddet sonra Mısır Firavun’u bir rüya gördü. Ama kimse onu tabir edemedi. Firavun’un daha önce zindandan çıkan şerbetçisi bu rüyayı ancak Hz. Yûsuf’un tabir edebileceğini söyledi. Rüyaya göre yedi sene bolluk, ardından yedi sene kıtlık, ondan sonra da bir sene insanlar pek ziyade varlık göreceklerdi. Firavun, Hz. Yûsuf’u yanına getirmelerini söyledi. Ama o, mâsumiyetini tasdik ettirmeden zindan çıkmadı. Kadınlar iftira attıklarını itiraf ettiler. Firavun, Hz. Yûsuf’u kendisine husûsî danışman edindi. Yûsuf (a.s) o sıkıntılı günlerde mâlî işleri kendisinin en güzel şekilde yapabileceğini söyledi. Bunun üzerine mâliye bakanı yapıldı.

Kıtlık yıllarında erzakı biten insanlar akın akın Mısır’a geliyorlardı. Başka yerde yiyecek bir şey kalmamıştı. Hz. Yûsuf’un kardeşleri de Filistin’den Mısır’a erzak almak için geldiler. Hz. Yûsuf’u tanıyamadılar. Üçüncü gelişlerinde Yûsuf (a.s) kendisini onlara tanıttı. Kardeşleri:

“–Allah’a yemin olsun, hakikaten Allah seni bize üstün kılmış. Gerçekten biz hataya düşmüşüz” dediler. Yûsuf (a.s):

“–Bugün yaptıklarınız yüzünüze vurulmayacak, Allah sizi affetsin! O, merhametlilerin en merhametlisidir. Şu benim gömleğimi götürün de onu babamın yüzüne koyun, gözleri görecek duruma gelir; bütün ailenizi de bana getirin” buyurdu.[52]

 Gömlek Mısır’dan yola çıkınca Ya‘kûb (a.s) onun kokusunu aldı ama kimse ona inanmadı ve böyle bir şeye ihtimal vermedi. Gömleği Hz. Ya‘kûb’un yüzüne sürünce gözleri açıldı. Oğulları:

“–Ey babamız! Bizim için istiğfar ediver! Çünkü biz gerçekten hata ettik” dediler. Ya‘kûb (a.s):

“–Sizin için biraz sonra Rabbimden af dileyeceğim. Şüphesiz O çok bağışlayan, pek merhamet edendir” dedi. Yûsuf’un yanına girdiklerinde anne babasını bağrına bastı ve “Allah’ın izniyle Mısır’a emniyet içinde girin” dedi. Anne babasını makamına çıkardı. Hepsi onun huzurunda yere kapandılar; Yûsuf (a.s):

“–Babacığım! İşte daha önce gördüğüm rüyanın mânası buymuş; Rabbim onu gerçekleştirdi. Doğrusu Rabbim bana lutuflarda bulundu: Beni zindandan çıkardı, şeytan benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra sizi çölden çıkarıp buraya getirdi. Şüphesiz Rabbim dilediğine çok lutufkârdır. Şüphesiz O çok iyi bilendir, hikmet sahibidir” dedi. Sonra şöyle dua etti: “Ey Rabbim! Bana iktidar verdin ve bana rüyaların yorumunu da öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan! Dünyada da âhirette de beni yönetip himaye eden sensin. Müslüman olarak canımı al ve beni sâlih kullarının arasına kat!”[53]

Ya‘kûb (a.s) diğer güzel vasıfları yanında bilhassa sabrıyla, Yûsuf (a.s) da iffeti ve affediciliği ile örnek olmuştur.

13.9. Hz. Eyyûb (a.s)

Hz. İshak’ın neslindendir. Allah Teâlâ mallarını ve evlatlarını alarak onu büyük bir imtihana tabi tuttu. Kendisi de ağır bir şekilde hastalığa yakalandı. Eyyûb (a.s) bütün musibetlere sabretti. Allah Teâlâ bir rahmet ve akl-ı selîm sâhipleri için de bir ibret olmak üzere, ona hem âilesini, hem de onlarla beraber bir mislini kendisine bağışladı.[54]

Âyet-i kerimede şöyle burulur:

“...Gerçekten Biz Eyyûb’u sabırlı (rızâ hâlinde bir kul) bulmuştuk. O, ne iyi kuldu! Dâimâ Allah’a yönelirdi.” (Sâd 38/44)

Eyyûb (a.s) diğer güzel vasıfları yanında bilhassa sabrıyla bizlere örnek olmuştur.

13.10. Hz. Şuayb (a.s)

Medyen ve Eyke ahâlîsine peygamber olarak gönderilmiştir. Zulme ve küfre iyice dalmış olan bu insanlar, Hz. Şuayb’in bütün uyarılarına rağmen yaptıklarından vazgeçmediler. Bilhassa ölçü ve tartıda adalete riayet etmediler, doğru tartıyla tartmadılar. Hûd Sûresi 84-85. âyetlerde Hz. Şuayb’in kavmine hem ölçü ve tartıyı eksik yapmamayı, hem bunları tam yapmayı, hem de insanların mallarını eksiltip değerini düşürmeye çalışmamayı peş peşe ısrarla emrettiği görülür. Şuʻara Sûresi’nin 181-183. âyetlerinde aynı emir ve tavsiyeler tekrar edildikten sonra sağlam ve doğru terazi ile tartma emri ilave edilir. Buna riayet edilmediği takdirde yeryüzünde fesadın zuhur edeceği haber verilir.

Peygamberlerine itaat etmeyen bu kavimler nihayetinde helâk edildiler. Medyen halkını dehşetli bir sayha ve sarsıntı yakalayarak yurtlarında yere seriverdi.[55] Eyke halkının üzerine de gölgesinde serinlemek istedikleri buluttan öfkeli alevler yağdı[56], yurtları, sanki orada hiç kimse yaşamamış gibi harabeye dönüverdi.[57] İbn Abbâs (r.a), bu tarihî gerçeğe işaret ederek Medîne çarşısında esnafa şöyle seslenmiştir:

“Ey acemler! Siz öyle iki şeyin başına getirildiniz ki sizden önce pek çok ümmet onlar yüzünden helâk olmuştur: Onlar ölçü ve tartıdır!”[58]

Halef b. Havşeb (ö. 140 civârı) de şöyle demiştir: “Hz. Şuayb’in kavmi arpa sebebiyle helak oldu. (Baştan bir iki arpa fazla eksik tartıyorlardı, sonra bu hile büyüyüp gitti.) Alırken ağır bir şekilde alıyor, verirken hafif veriyorlardı.”[59]

Şuayb (a.s) diğer güzel hasletleri yanında bilhassa teraziyi adaletle tutma ve kimseye en ufak bir haksızlık yapmama konusunda bizlere örnek olmuştur.

13.11. Hz. Musa ve Hz. Hârun (a.s)

Hz. Ya‘kûb’un oğulları Mısır’a gelmiş ve orada çoğalmışlardı. On iki kardeşten on iki büyük kol olmuştu. Ama zamanla Firavunlar ve Mısır’ın yerlisi olan Kıptîler İsrâiloğullarını aşağılayıp ağır işlerde çalıştırmaya başladılar. Bu durumdan bunalan İsrâiloğulları Mısır’dan çıkıp ata yurdu Ken‘an diyarına dönmek istiyor, ama Firavunlar buna izin vermiyordu. On iki kabile bir araya gelemedikleri için bu elîm esaretten kurtulamıyorlardı.

Allah Teâlâ içlerinden Hz. Musa’yı onlara peygamber olarak gönderdi. Firavun’u tevhide davet ederek işe başlayacaktı. “Rabbim! Yüreğime genişlik ver! İşimi kolaylaştır! Dilimden şu bağı çöz ki sözümü anlasınlar! Bana âilemden bir de vezîr (yardımcı) ver! Kardeşim Hârûn’u. Onunla beni kuvvetlendir! Ve onu işime ortak kıl! Böylece seni bol bol tesbîh edelim ve çok çok zikredelim! Şüphesiz sen bizi görmektesin” diye yalvardı. Allah Teâlâ, “Ey Mûsâ! İstediğin sana verildi” buyurdu.[60]

Ancak ne Firavun ne de Mısırlılar imana gelmiyorlardı. Musa (a.s) İsrailoğullarının on iki boyunu bir araya getirip binbir güçlükle Mısır’dan çıkardı. Peşlerine düşen Firavun ve ordusu Kızıldeniz sahilinde onlara yetişti. Musa (a.s) Allah’ın emriyle asâsını denize vurdu, denizde on iki yol açıldı. Müslümanlar karşıya geçti, onları takip eden Firavun ve ordusu denizde boğuldular.

Benî İsrâil’in yurtlarını Amâlika kabilelerinden bir takım zorba ve cebbâr insanlar istîlâ etmişti. Onları oradan çıkarmak gerekiyordu. İsrâîloğulları cihâdı göze alamayarak “biz onlarla savaşamayız” dediler. Bu sebeple kırk sene Tîh sahrasında dönüp durmakla cezalandırıldılar. Bir yere çıkıp gidemediler. “Keşke Mısır’dan çıkmasaydık” demeye başladılar. Allah Teâlâ onlara Kudret helvası ve Bıldırcın eti ikram ettiği hâlde bir müddet sonra “Biz sarımsak, soğan, bakla isteriz” dediler. Hz. Musa da kızarak “Haydi Mısır’a gidin, istediğiniz şeyler orada var” dedi.

Allah Teâlâ, Hz. Mûsâ’ya Tevrat’ı verdi. Zamanla eski nesil ölüp yerine yeni bir nesil geldi. Bunlar Tîh sahrasında yetişmiş, dayanıklı ve mücadeleci insanlardı. Musa (a.s) onları alarak düşmanla muhârebe etti. Şerîa nehrinin doğusuna sahip oldu. Erîha şehrinin karşısındaki dağa çıkarak İsrailoğullarına va‘d edilen Ken‘an ilini seyrettirdi. Hz. Yûsuf’un neslinden olan Hz. Yûşâ’yı yerine vekil tâyin ettikten sonra vefat etti. Hârun (a.s) ise savaştan önce vefat etmişti.

Bilâhare kendisine peygamberlik verilen Yûşâ (a.s) İsrailoğullarını çölden çıkardı, Ken‘an ilini zorbalardan aldı ve Şam diyarını fethetti.

Musa (a.s) Allah katında şerefli ve mevkî sâhibi bir kimse idi.[61] Diğer güzel hasletleri yanında bilhassa tebliğ azmi ve yumuşak bir lisanla Firavun gibi azgın bir idareciyi Hakk’a dâvet etme husûsunda bizlere örnek oldu.

13.12. Hz. Dâvûd ve Hz. Süleyman (a.s)

Dâvûd (a.s) hem peygamber hem de sultan idi. Yahûdi kabilelerini bir araya getirdi. Kendisine Zebûr verildi. Bu kitap, öğüt, dua ve münâcâtlardan ibaretti. Şer‘î hükümlerde ise Hz. Musa’nın şeriatiyle amel ediyorlardı.

Âyet-i kerimelerde şöyle buyrulur:

“Gerçekten Biz, dağları (ona) boyun eğdirdik, akşam-sabah O’nunla beraber tesbîh ederlerdi. Kuşları da toplanmış olarak (ona itaat) ettirdik. Hepsi onun (zikrine katılmak) için dönüp gelirlerdi.” (Sâd 38/18-19. Bkz. el-Enbiyâ 21/79)

“Ona demiri yumuşattık. «Geniş zırhlar îmâl et, dokumasında da ölçüyü gözet ve (ehlinle birlikte) sâlih amel işleyin! Çünkü Ben, ne yaparsanız hakkıyla görenim» (diye vahyettik).” (Sebe’ 34/10-11. Bkz. el-Enbiyâ 21/80)

Dâvûd (a.s) zırhlar yapar Allah yolunda cihâd ederdi.

Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Biz Dâvûd’a Süleymân’ı verdik. Süleymân ne güzel bir kuldu! Doğrusu o, dâimâ Allah’a yönelirdi.” (Sâd 38/30)

Allah Teâlâ Hz. Dâvûd’a ve Hz. Süleymân’a ilim vermiş, kuşların lisânını öğretmiş ve her şeyden nasipler lutfetmişti.[62]

Allah (c.c), insan, cin, hayvânât ve rüzgârı Hz. Süleyman’ın emrine verdi. Onun için erimiş bakırı kaynağından sel gibi akıttı.[63] Süleyman (a.s) cihâd sebebiyle atları çok severdi.

Ondan sonra Hz. İlyâs, Hz. Elyesa‘, Hz. Zülkifl ve Hz. Yûnus (a.s) İsrâiloğullarına peygamber olarak gönderildiler. Bu dönemde yaşayan Hz. Üzeyr, Hz. Zülkarneyn ve Hz. Lokman’ın peygamber olup olmadıkları ihtilaflıdır. Evliyâullah’tan sâlih birer zât oldukları rivayet edilir.

Târih boyunca İsrâiloğulları kâh doğru yoldan gider kâh isyân ve azgınlıkla hak yoldan çıkarlardı. Onlar dinden uzaklaştıkça Allah Teâlâ üzerlerine bir düşman musallat eder, bazen esarete, bazen farklı musibetlere uğrar, zaman zaman da başsız kalıp perişan olurlardı. Sonra Allah’a dönüp dua ederek bu tür musibetlerden kurtulurlardı. Onların târihinden ibret alarak bugün biz de Allah’a ve Rasûlü’ne itaat ederek içine düştüğümüz sıkıntılardan kurtulmalıyız.

13.13. Hz. Zekeriyyâ, Hz. Yahyâ ve Hz. İsa (a.s)

Zekeriyyâ (a.s), Hz. Süleyman’ın neslindendi. Yahyâ (a.s) onun oğlu,[64] İsa (a.s) da Hz. Yahyâ’nın teyzesinin torunu idi.[65]

Meryem sûresinde Allah’ın Hz. Zekeriyyâ’ya olan rahmetinden bahsedilir. O, gizli bir sesle Rabbine yalvarmış, “Rabbim! Şüphesiz kemiklerim gevşedi. Saçım sakalım ağardı. Sana yaptığım dualarda, cevapsız bırakılarak hiç mahrum olmadım. Gerçek şu ki ben, benden sonra gelecek akrabalarımın isyankâr olmalarından korkuyorum. Karım ise kısırdır. Bana kendi tarafından; bana ve Yakub hanedanına varis olacak bir çocuk bağışla ve onu rızâna ulaşmış bir kimse kıl!”[66] “Rabbim! Beni tek başıma bırakma. Sen varislerin en hayırlısısın”[67] diye dua etmişti.

Allah’ın Hz. Meryem’e sebepsiz olarak mucizevî bir şekilde rızık verdiğini görmesi üzerine böyle bir istekte bulunduğu rivayet edilir.[68] Buna şu sebebi de ilave edebiliriz: Mabette ibadetle meşgul olan küçük yaştaki Hz. Meryem’in bakımı ve kefaleti için çekilen kura Hz. Zekeriyyâ’ya çıkmıştı. Devamlı onunla meşgul olurken onun nasıl güzel bir kulluk hayatı yaşadığını ve duygu zenginliğine sahip olduğunu görüyordu. Onun bu hâline özenerek Meryem (a.s) gibi “Allah’a teslim olmuş, temiz, iffetli” bir çocuğunun olmasını istemiş olabilir.

Allah Teâlâ, Hz. Zekeriyyâ’ya “Yahyâ” isminde bir oğlan çocuğu vereceğini müjdeledi ve onun isminin daha evvel kimseye verilmediğini bildirdi. Zekeriyyâ (a.s)’ın bu duası ile kendisine verilen müjde arasında 40 sene geçtiğini söyleyenler olmuştur.[69] Bu müjde karşısında sevinen Zekeriyyâ (a.s) büyük bir şaşkınlık içinde hanımının kısır, kendisinin de ihtiyarlığın son noktasına gelmiş olduğu hâlde nasıl çocuklarının olacağını sordu. Böyle bir şeyin gerçekleşeceğinde şüphesi yoktu ancak bunun keyfiyetini soruyordu. Allah Teâlâ, kendisini hiçbir şey değilken yarattığı gibi Hz. Yahyâ’yı yaratmasının da kolay olduğunu ifade etti. Bunun üzerine Zekeriyyâ (a.s) meleklerin bildirdiği bu müjde hususunda kalbinin mutmain olması için bir işaret istedi. Allah Teâlâ istediği işaretin, sapasağlam hâline rağmen üç gün insanlarla konuşamaması olduğunu bildirdi. Bunun üzerine Zekeriyyâ (a.s) ibadethaneden kavminin yanına çıktı ve işaretle onlara sabah akşam Allah’ı tesbih etmelerini söyledi.[70]

Bunlara ilave olarak Âl-i İmrân sûresinde Hz. Zekeriyyâ’nın Rabbinin katından temiz ve mübarek bir zürriyyet istediği, mâbette kalkmış ibadet ederken meleklerin kendisine nida ederek Allah’ın kendisini, Hz. İsa’yı tasdik edecek, efendi, nefsine hâkim ve sâlihlerden bir peygamber olan Hz. Yahyâ ile müjdelediğini bildirdikleri haber verilmiştir. Hayretle bunun nasıl olacağını sorması üzerine de “Allah’ın dilediğini yapacağı” cevabı verilmiştir. Alâmet olarak üç gün konuşamayacağı bildirildikten sonra kendisine “Rabbini çokça zikret, sabah akşam tesbih et!” emri verilmiştir.[71]

Muhammed b. Kâʻb (ö. 108/726 [?]) der ki: “Allah birine zikri terkedebileceğine dair ruhsat verecek olsaydı, “Senin için alâmet, insanlarla üç gün konuşamaman, ancak işaretleşebilmendir”[72] buyurduğu zaman Hz. Zekeriyyâ’ya ruhsat verirdi. Ancak ona bunun ardından “Ayrıca Rabbini çokça zikret, sabah akşam tesbih et!” buyurmuştur.[73] Zemahşerî’ye (ö. 538/1144) göre Hz. Zekeriyyâ’nın insanlarla konuşamayışı, Allah’ın bu büyük nimetine şükür için o müddet zarfında dilini Allah’ı zikre vermesi, başka şeylerle meşgul etmemesi içindir.[74] Muhtelif rivayetlere göre Zekeriyyâ (a.s) o zaman yetmiş veya yetmiş küsur yaşındaydı.[75] Kendisinin 92 veya 120, hanımının 98 yaşında olduğu da söylenmiştir.[76]

Abdullah ibn Hakîm şöyle der: Ebû Bekir (r.a) bize bir hutbe îrad etti ve şöyle dedi:

“Size, Allah’a karşı takvâ sâhibi olmanızı tavsiye ederim. O’nu lâyık olduğu şekilde senâ edin! Korku ile ümid arasında olun, Allah’tan isterken ısrâr edin! Allah -azze ve celle- Zekeriya (a.s) ile âilesini överek şöyle buyuruyor:

«…Onlar, hayır işlerinde koşuşurlar, umarak ve korkarak bize yalvarırlardı; onlar, bize karşı derin bir huşû içindeydiler».[77]

Allah Teâlâ doğduğu gün Hz. Yahyâ’ya selâm etti. Aynı şekilde öleceği gün ve dirileceği gün de selâm edeceğini bildirdi.[78] Yani onu her türlü kötülük, günah, sıkıntı, azap ve korkudan emin kılacağını, selâmete çıkaracağını haber verdi.

Yahyâ (a.s) daha küçük yaşlarda iken Allah Teâlâ ona hikmet, kalp yumuşaklığı, ruh temizliği ve sâfiyeti vermişti. O, Allah’tan sakınan, takvâ sahibi, anne babasına iyi davranan bir kimse idi. Asla isyancı bir zorba olmadı.[79]

Hz. Yahyâ’nın son derece olgun bir çocukluk hayatı geçirdiği nakledilir. Sekiz yaşında Beytü’l-Makdis’in hizmetine girip on beş yaşına kadar orada gündüzleri hizmet ettiği, geceleri de gözyaşları içinde ibadette bulunduğu rivayet edilir.[80] İbnü’l-Esîr (ö. 630/1233) onun kadınları hiç arzu etmediğini ve çocuklarla oyun oynamadığını nakleder.[81] Çocuklar yanına gelip; “Haydi gidip biraz oynayalım” dediklerinde o; “Biz oyun için mi yaratıldık?” derdi.[82] İşte “Biz ona daha çocuk iken hikmet vermiştik”[83] âyetinin bu duruma işaret ettiği söylenir.[84] Yani o çocukluğundan beri Allah’a karşı güçlü bir itaat hayatı yaşamıştır.[85]

Yahyâ (a.s) büyüyüp gençleştiğinde Allah Teâlâ ona, “Ey Yahyâ kitaba sımsıkı sarıl!” buyurdu.[86] Kendisine peygamberlik verdi.

Muhtelif rivayetlerden Hz. Yahyâ’nın gençliğinde şatafattan uzak, sade bir hayat yaşadığı anlaşılır. Onun yemesi, içmesi ve giyinmesi son derece mütevazı idi.[87] İnsanlara da, fazla yiyecek ve giyeceklerini paylaşmalarını, kanaati, aç gözlülükten ve zorbalıktan uzak durmayı, güzel ahlâkı, adâleti tavsiye ederdi. Günahlardan uzak durmaya, tevbe ederek manevî temizliği elde etmeye ayrı bir ehemmiyet verirdi. Ahiret ve hesap günü için hazırlanmayı ısrarla vurgulardı.

Genç yaşta Tevrat’ı eline almış, İsrailoğullarına vaaz ve nasihat etmeye başlamıştı. Daha sonra da Hz. Musa’nın şeriatı ile amel etmek üzere İsrailoğullarına peygamber olarak gönderildi.[88]

Kâʻb el-Ahbâr (ö. 32/652), Hz. Yahyâ’nın yüzü ve sûreti güzel, yumuşak huylu bir genç olduğunu nakletmiştir.[89]

Yahyâ (a.s) günahlardan uzak duran tertemiz bir genç idi, bedenini Rabbine tâatte kullanır, devamlı amel-i sâlihler işlerdi.[90] Her türlü hayır ve iyilik hususunda artarak devam eden bir gelişim gösterirdi.[91] Rasûlullah (s.a.v) Hz. Yahyâ’nın çok hayırlı bir kişi olduğunu ifade ettikten sonra bunun sebebinin de Allah’ın onu Kur’ân’da güzel vasıflarla anlatması olduğunu söylemiş, ilgili âyetleri okumuş ve sonunda; “Hiçbir kötülük yapmadı, hatta böyle bir şeyi aklından bile geçirmedi” buyurmuşlardır.[92]

Yine Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır: “Âdemoğullarından herkes mutlaka bir hata (günah) işlemiş veya buna istek duymuştur, ancak Yahyâ b. Zekeriyyâ bunun hâricindedir.”[93] Abdullah b. Amr (ö. 65/684-85): “Herkes mutlaka Allah’ın huzuruna günahla çıkar, ancak Yahyâ b. Zekeriyyâ bundan müstesnadır” demiş ve “Efendi, nefsine hâkim, iffetli”[94] âyetini okumuştur.[95]

Rivayetlere bakıldığında Hz. Yahyâ’nın 32 yaşında şehid edildiği anlaşılmaktadır.[96] Bazı kaynaklara göre, Kur’ân-ı Kerîm’de İsrâiloğulları’nın yeryüzünde çıkaracağı bildirilen[97] iki fesattan ikincisi onların Hz. Yahyâ’yı öldürmeleri ve Hz. Îsâ’yı da öldürmeye teşebbüs etmeleridir.[98]

Hz. Îsâ’nın annesi Hz. Meryem, Dâvûd (a.s)’ın neslindendir. Annesi, “Rabbim! Karnımdakini kayıtsız şartsız sana adadım, benden kabul buyur; kuşkusuz sensin her şeyi işiten, her şeyi bilen” diye onu Beyt-i Makdis hizmetine vakfetti.[99] Hz. Meryem doğunca onu Beyt-i Makdis’teki vazîfelilere teslîm etti. Meryem’i kimin himâyesine alacağına dâir kur‘a çektiler. Çekilen kur‘a Hz. Zekeriyyâ’ya çıktı. Zekeriyyâ (a.s) onu alıp hanımının yanına götürü. Hz. Meryem teyzesinin yanında büyüdü. Hz. Meryem büyüyünce Zekeriyyâ (a.s) Beytü’l-Makdis’te ona bir oda tahsis etti. Hz. Meryem orada gece-gündüz ibâdetle meşgul olurdu. Takvâsıyla örnek gösterilir olmuş, kendisinden kerâmetler zuhur etmeye başlamıştı. Kur’ân-ı Kerim’de onun “sıddîka” olduğu bildirilir. Bir gün melekler kendisine gelerek “Ey Meryem! Allah sana ken­disinden bir Kelime’yi müjdeliyor. Adı Meryem oğlu Îsâ’dır. Mesîh’tir; dünyâda da, âhirette de îtibarlı ve Allah’ın kendi­sine yakın kıldıklarındandır” dediler. Hz. Meryem: “Rabbim! Bana bir erkek eli değmediği hâlde nasıl çocuğum olur?” dedi. Allah Teâlâ: “İşte böyledir. Allah dilediğini yaratır! Bir işe hükmedince ona sâdece «Ol!» der; o da oluverir” buyurdu.[100]

Îsâ (a.s), Hz. Yahyâ’nın doğumundan altı ay sonra Kudüs’te dünyâyı şereflendirdi. İsrailoğulları Hz. Meryem’e iftirâ attılar. O da çocuğu gösterdi. Onlar, “Biz, beşikteki bir sabî ile nasıl konuşuruz?” dediler. İsa (a.s):

“–Ben, Allah’ın kuluyum! O, bana Kitâb’ı verdi ve beni peygamber yaptı!” dedi.[101] Hz. Îsâ’nın daha beşikte iken böyle konuşması, büyük bir mucizeydi ve Hz. Meryem’i iftiralardan kurtarıyordu. Yahudiler bu duruma hayret ettiler ve bir müddet geri çekildiler. Onun ilk sözü “ben Allah’ın kuluyum” olmuştu ama bugün ona itaat ettiğini söyleyen gâfil insanlar büyük bir tezat içerisinde hâlâ onun ilâh olduğunu iddia edebiliyorlar.

Yahudiler bir müddet sonra “Babasız çocuk mu olurmuş” diye dedikodu etmeye başladılar. Zekeriyyâ (a.s) hakkında suizanda bulunarak onu şehit ettiler.

Hz. Îsâ’ya otuz yaşında peygamberlik geldi, kendisine yeni bir şeriat ve kitap verildi. Böylece Tevrat’ın hükmü ortadan kalkmış oldu. O güne kadar Tevrat ile hükmeden Hz. Yahyâ bundan sonra İncil ile hükmetmeye başladı. O günlerde İsrailoğullarının reisi, Hz. Musa’nın şeriatına göre kardeşinin kızıyla evlenmek istedi. Fakat Yahyâ (a.s) Hz. İsa’nın şeriatına göre artık bunun câiz olmadığını söyledi. Bunun üzerine o zâlim reis Hz. Yahyâ’yı otuz yaşlarında iken şehîd etti.

İsa (a.s) İsrâîloğulları’na gönderilen peygamberlerin sonuncusu oldu. Yahudileri irşad için çok gayret etti ancak kendisine pek az kişi iman etti. Hz. Zekeriyyâ ile Hz. Yahyâ’yı şehîd eden İsrailoğulları Hz. İsa’yı da şehid etmek isteyince Allah Teâlâ onu otuz üç yaşında iken semâya yükseltti.

Îsâ (a.s), kıyâmete yakın kıyametin büyük alâmetlerinden biri olarak semâdan yere inecektir. Bu hususta birçok hadîs-i şerif mevcuttur.[102] Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Bilin ki, o kıyamete ait bir bilgidir. Sakın ondan şüphe etmeyin ve bana tâbi olun. Bu dosdoğru yoldur.” (ez-Zuhruf 43/61)

13.14. Hz. Muhammed (s.a.v)

Allah Teâlâ son olarak Hâtemü’n-Nebiyyîn olan Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’i göndermiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Muhammed’in bir beşer olduğundan, çocukluğundan, yetimliğinden, fakirken zengin kılınışından ve gençliğinden bahsedilir. İnsanlara elçi olarak seçildiği, kendisine vahiy gönerildiği ve peygamber olarak vazifelendirildiği bildirilir. Ona iman ve itaat edilmesi, saygı gösterilmesi, isyan ve eziyet edilmemesi emredilir. Allah’ın ona olan lütufları haber verilir. İnsanlık için örnek şahsiyet olduğu, onda uyulması gereken çok güzel ölçüler bulunduğu bildirilir. Onun Müşriklere, Müminlere, Ehl-i kitaba ve Münafıklara nasıl davranması gerektiğine yer verilir. Müşriklerle ve Ehl-i kitapla mücadelesinden, savaşlarından bahsedilir. Bu konularla ilgili âyetler, Kur’ân’ın bütün sûrelerinde yer almaktadır.

Peygamberler insanlar için çok güzel örneklerdir. Onların hayatlarını, mücadelelerini ve ahlâklarını sık sık okuyup anlatarak ibret almak gerekir. Be sebeple her yaştaki insana Peygamberler Târihi dersi vermek lâzımdır. Bundan daha önemlisi ise her konuda en güzel örnek olan Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in hayatı ve ahlâkıdır. Onu örnek alabilmek için de her yaştaki ve her seviyedeki insana Siyer dersi okutmak zaruridir. Kur’ân-ı Kerîm bu konunun ehemmiyetine dikkat çekmek için önceki peygamblerlerin ve bilhassa da bizim Peygamberimizin hayatına genişçe yer vermiştir.

Dipnotlar:

[1] el-Bakara 2/30-35; Âl-i İmrân 3/59; el-A‘râf 7/12, 189; el-Hıcr 15/28-33; Tâ-hâ 20/55; Sâd 38/76-77.

[2] Tâ-hâ 20/120.

[3] el-A‘râf 7/20-22.

[4] el-Bakara 2/36; Tâ-hâ 20/117-119.

[5] el-Bakara 2/37; el-A‘râf 7/22-23.

[6] Taberî, Târîh, I, 129; İbn Asâkîr, Târîhu Dımeşk, Ömer b. Ğarâme el-Amrî, Beyrut: Dâru’l-Fikr, 1415/1995, VII, 402; İbn Kesîr, Tefsîr, III, 398.

[7] el-Bakara 2/38-39.

[8] Tâ-hâ 20/123-127.

[9] Taberî, Tefsîr, 18: 212-213; İbn Kesîr, Tefsîr, 5: 241.

[10] İbn Kesîr, Tefsîr, 5: 241.

[11] Bkz. el-A‘râf 7/64; el-Enbiyâ 21/77; ez-Zâriyât 51/46; en-Necm 53/52; Nûh 71/23.

[12] Nûh 71/1.

[13] Hûd 11/25-26.

[14] Hûd 11/29-30; eş-Şuarâ 26/109-111, 114.

[15] Nûh 71/13-20.

[16] Yûnus 10/71.

[17] Hûd 11/32-34.

[18] Nûh 71/10-12.

[19] Hûd 11/36.

[20] Nûh 71/21-28.

[21] el-Kamer 54/10.

[22] Hûd 11/37-40; el-Mü’minûn 23/27.

[23] Hûd 11/42-47.

[24] Bkz. el-Mü’minûn 23/28-29.

[25] İbn Sa‘d, et-Tabakâtü’l-kübrâ, 1: 41; Taberî, Târîh, 1: 94-96.

[26] Hûd 11/44, 48.

[27] Yûnus 10/73; Nûh 71/25.

[28] el-İsrâ 17/3.

[29] Fussilet 41/15.

[30] el-A‘râf 7/60, 65-67, 70; Hûd 11/52-54.

[31] el-Mü’minûn 23/33-34, 37.

[32] el-Ahkâf 46/22.

[33] Hûd 11/54-57.

[34] el-A‘râf 7/72; Fussilet 41/16; ez-Zâriyât 51/41-42; el-Kamer 54/19-20; el-Hâkka 69/7-8.

[35] Hûd 11/58-60.

[36] Hûd 11/61.

[37] Hûd 11/62.

[38] eş-Şuarâ 26/146-152.

[39] eş-Şuarâ 26/154.

[40] el-A‘râf 7/77, 79; Hûd 11/64; en-Neml 27/48; eş-Şuarâ 28/155-156; el-Kamer 54/27.

[41] el-A‘râf 7/78; Hûd 11/66-67; el-Hıcr 15/83-84; el-Mü’minûn 23/41; en-Neml 27/49-50, 52.

[42] el-Bakara 2/258; el-En‘âm 6/76-79; el-Enbiyâ 21/58-69; es-Sâffât, 91-93.

[43] es-Sâffât 37/101-111.

[44] Hûd 11/70-74; es-Sâffât 37/112-113.

[45] el-Bakara 2/127-129; el-Hacc 22/27.

[46] Hûd 11/75.

[47] el-A‘râf 7/80.

[48] eş-Şuarâ 26/165-166.

[49] el-A‘râf 7/82.

[50] Hûd 11/82-83.

[51] Yûsuf 12/5-6.

[52] Yûsuf 12/91-93.

[53] Yûsuf 12/94-101.

[54] Sâd 38/43.

[55] el-Ankebût 29/37. Ayrıca bkz. el-A‘râf 7/85-93; Hûd 11/84-95; eş-Şuʻarâ 26/176-191; Sâd 38/12-14; Kâf 50/12-14.

[56] eş-Şuʻarâ 26/189; Taberî, Câmiu’l-Beyân, 19: 393-395.

[57] el-A‘râf 7/91; el-Hıcr 15/78-79; eş-Şu’arâ 26/189; el-Ankebût 29/37.

[58] Bkz. Tirmizî, Büyûʻ 9/1217; Taberî, Câmiu’l-Beyân, 22: 14, 15.

[59] İbn Ebî Hâtim, Ebû Muhammed Abdurrahman b. İdris, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, thk. Es’ad Muhammed et-Tîb, Riyâd: Mektebetü Nizâr Mustafa el-Bâz, 1419, 5: 1520.

[60] Tâ-hâ 20/25-36.

[61] el-Ahzâb 33/69.

[62] en-Neml 27/15-16.

[63] el-Enbiyâ 21/81; Sebe’ 34/12.

[64] Meryem 19/6; Taberî, Câmiu’l-beyân, 18: 145.

[65] Buhârî, Enbiyâ, 43; Müslim, İman, 259.

[66] Meryem 19/4-6.

[67] el-Enbiyâ 21/89.

[68] Âl-i İmrân 3/37-38; Taberî, 6: 359-361.

[69] Muhammed Alî b. Muhammed Allân, Delîlü’l-fâlihîn li-turuki Riyâdı’s-sâlihîn, nşr. Halil Me’mûn Şeyhâ (Beyrut: Dâru’l-Maʻrife, 1425/2004), 7: 302.

[70] Meryem 19/7-11.

[71] Âl-i İmrân 3/38-41.

[72] Âl-i İmrân 3/41.

[73] Taberî, 6: 391.

[74] Zemahşerî, 1: 360.

[75] Mukâtil, 2: 621; Taberî, 18: 143, 150.

[76] İbnü’l-Esîr Ebü’l-Hasen İzzüddîn Alî b. Muhammed el-Cezerî, el-Kâmil fi’t-târîh, thk. Ömer Abüsselâm Tedmürî (Beyrut: Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, 1417/1997), 1: 268.

[77] el-Enbiyâ 21/90; İbn Kesîr, 5: 370. Krş. Hâkim, el-Müstedrek, 2: 415/3447; Ebû Bekr Ahmed b. Hüseyn b. Alî el-Beyhakī, Şuabu’l-iman, thk. Abdülalî Abdülhamid Hâmid - Muhtâr Ahmed en-Nedvî (Riyâd: Mektebetü’r-Rüşd, 1423/2003), 13: 162/10110.

[78] Meryem 19/15.

[79] Meryem 19/12-14.

[80] Ebû Muhammed Abdullāh b. Müslim b. Kuteybe ed-Dîneverî, Uyûnu’l-ahbâr (Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1418), 2: 317.

[81] İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-târîh, 1: 267.

[82] Ahmed b. Hanbel, ez-Zühd, nşr. Muhammed Abdüsselam Şâhîn (Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1420/1999), 65.

[83] Meryem 19/12.

[84] Ahmed b. Hanbel, ez-Zühd, 76.

[85] Meryem 19/12; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-târîh, 1: 268.

[86] Meryem 19/12.

[87] Ahmed b. Hanbel, ez-Zühd, 68, 76; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-târîh, 1: 268; Muhammed Ali es-Sâbûnî, en-Nübüvve ve’l-enbiyâ, Mekke, 1980, 312.

[88] Ebû İshâk Ahmed b. Muhammed es-Saʻlebî, Arâisü’l-mecâlis (Mısır, 1370/1951), 379.

[89] Hâkim, el-Müstedrek, 2: 647/4150.

[90] Meryem 19/13; Taberî, 18: 159.

[91] İbn Atıyye, 4: 8.

[92] Heysemî, Mecmau’z-zevâid, 8: 209. Râvîlerinden Ali b. Zeyd b. Cüdʻân’ı cumhur zayıf görmüştür.

[93] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1: 292, 295, 301 (Senedinin zayıf olduğu bildirilmiştir). Krş. Hâkim, el-Müstedrek, 2: 647/4149 (Zehebî isnadının “ceyyid” olduğunu bildirmiştir).

[94] Âl-i İmrân 3/39.

[95] İbn Ebî Şeybe, Musannef, 7: 128.

[96] Mustafa Âsım Köksal, Peygamberler Tarihi (Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 2004), 298.

[97] el-İsrâ 17/4.

[98] Mahmut Aydın, “Yahyâ”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (Ankara: TDV Yayınları, 2013), 43: 233-234.

[99] Âl-i İmrân 3/35.

[100] Âl-i İmrân 3/45-47.

[101] Meryem 19/29-30.

[102] Muhammed Enverşâh el-Keşmîrî (v. 1352/1933) konuyla ilgili 101 rivâyeti bir araya getirmek suretiyle et-Tasrîh bimâ tevâtere fî nüzûli’l-Mesîh (Haleb, 1385/1965) isimli eserini telif etmiştir. Bu rivayetlerin yetmiş beşi Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in sözüdür.

Kaynak: Doç. Dr. Murat Kaya, Kitabımız Kur’ân Muhtevâsı ve Fazîletleri, Erkam Yayınlıar

İslam ve İhsan

KUR’AN’DA GEÇEN PEYGAMBERLERİN HAYATI

Kur’an’da Geçen Peygamberlerin Hayatı

PEYGAMBERLERİN HİKMETLİ NASİHATLERİ

Peygamberlerin Hikmetli Nasihatleri

PEYGAMBERLERİN MESLEKLERİ NELERDİR?

Peygamberlerin Meslekleri Nelerdir?

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.