Kanaat ve Tok Gözlülük İle İlgili Ayet ve Hadisler

Kanaat ve tok gözlülük ile ilgili ayet ve hadisler

KANAAT VE TOK GÖZLÜLÜK İLE İLGİLİ AYETLER

  • Yeryüzündeki her canlının rızkını Allah üstlenmiştir.” (Hûd sûresi (11), 6)

Âyet-i kerîme evrende rızka muhtaç her türlü canlıyı içine alacak bir anlam enginliğine sahiptir. “Yeryüzündeki” ifadesi, sadece insanların kolay anlamalarını sağlamak için konulmuş  bir kayıttır. Yoksa havada veya denizde yaşayan canlıların bu ilâhî teminât ve garantiden mahrum oldukları anlamına gelmez. Hatta yeryüzünde herhangi bir şekilde beslenme imkânı bulamadan ölen canlıların da ana rahminde rızıklandırıldıkları düşünülecek olursa, âyetin asıl anlatmak istediği mâna kavranmış olur.

Yüce Rabbimiz her canlının rızkını vermeyi üstlenmiştir. Bu, O’nun bir lutfudur. Yoksa O’na hiçbir şeyi görev olarak vermek, O’nun bazı şeyleri yapmaya mecbur olduğunu söylemek asla mümkün değildir. Ancak kendisi canlıların rızkını vermeyi üstlendiğini bildirmektedir.

Bu anlatım tarzıyla, insanların Allah’a tam olarak güvenmeleri istenmektedir.

  • Sadakalar, hayatlarını Allah yoluna vakfedip gelir temini için  fırsat bulamayanlara verilmelidir. Onlar dilenmedikleri için, onları tanımayanlar dilenmediklerine bakarak zengin olduklarını zannederler. Sen ise onları sîmâlarından tanırsın; onlar, yüzsüzlük ederek insanlardan ısrarla bir şey istemezler.” (Bakara sûresi (2), 273)

Kendilerini Allah yoluna adayıp cihadla veya ilim öğrenmek ve öğretmekle meşgul olduklarından dolayı veya hastalık, düşkünlük gibi sebeplerle geçimlerini temin için çarşı-pazar gezip dolaşmaya  imkân ve fırsat bulamayan kimselere yardım edilmesi, öncelikle toplumda cihad ve ilme destek verilmesi demektir. Bu tür insanlar genelde kimseden bir şey istemeye tenezzül etmedikleri ve kanaat ehli oldukları yani yokluğa katlanmasını bildikleri için halden anlamayan cahiller onları zengin sanırlar. Oysa yoksullukları  sîmâlarından anlaşılabilecek olan bu insanlar, hele hele ısrarla  hiçbir şey isteyemeyen iffetli kimselerdir.

Suffe ashâbı hakkında indiği söylenen bu âyet, her devirde aynı niteliklere sahip kimselerin bulunabileceğini ve onların övgüye ve ihtimama layık olduklarını ortaya koymaktadır. Âyet aynı zamanda kanaat ehli olmanın, her şeyden önce insanın iffet ve izzetini koruduğunu da belirlemektedir.

Anlaşıldığına göre, kasa ve keseleri boş olsa bile gönülleri tok olan ve zorda kalmalarına rağmen dilenmeyen iffetli insanların gözetilmesi, İslâm toplumunun görevlerindendir.

  • Onlar verdikleri zaman israf etmezler; cimrilik de etmezler; ikisi ortası bir yol tutarlar.” (Furkân sûresi (25), 67)

Bir ölçü ve itidal dini olan İslâm, eldeki imkânları rastgele saçıp savurmayı  da, cimrilik edip her şeyi kendi yanında alıkoymayı da hoş görmemektedir. İyilik ederken bile israfa kaçılmamasını, yani kişinin  kendisini muhtaç duruma düşürecek derecede infakta bulunmamasını istemektedir. Bir başka âyette belirtildiği gibi [Bakara sûresi (2), 219] “ihtiyaçtan fazla olan” infak edilecektir.

 “Eli boynuna bağlıymış gibi cimri olma! Elini büsbütün açıp israfa da kaçma!” [İsrâ sûresi (17), 29] âyeti de orta yollu davranmanın nasıl olacağını anlatmaktadır.

Bütün mal varlığını Allah yolunda infak eden Hz. Ebû Bekir gibi bazı sahâbîlerle ilgili rivayetler, genel değil, çok özel hallerde yapılan ve yapılması uygun  olan nâdir örnekleri yansıtmaktadır. Normal zamanlarda takınılacak tavır, cimrilik etmemek ve israfa kaçmamak suretiyle  herkesin  kendi durumuna göre infakta bulunmasıdır.

  • İnsanları ve cinleri ben, yalnızca bana kulluk etmeleri için yarattım;  yoksa onlardan rızık ve beni doyurmalarını istemiyorm.” (Zâriyât sûresi (51), 56-57)

Kanaat ve tok gözlülükte, değişmeyen ilâhî gerçeklerin bilinmesi büyük önem arzeder. İnsanların ve cinlerin yaratılış sebebi, bu âyette açıkça belirtilmiş olduğu gibi yalnızca “Allah’a kulluk”tur. Yaratılmış varlıkların rızkı ilâhî teminat altındadır.  İşte bu teminat, elde edilenle geçinmek, aç gözlülük etmemek, kendisine verilmiş olan nimetlerden başkalarını yararlandırmak gibi güzelliklerin temelini oluşturur.

Yüce Rabbimiz,  hizmetçisinden kendisi için çalışmasını isteyen efendi gibi olmadığını, kullarının rızkını kendisinin vereceğini bildirmektedir. Kimseden bir başka varlığın rızkını temin etmesini de istememektedir. O halde herkesin, “Allah’a kulluk”tan ibaret olan temel görevini yapmaya özen göstermesi, geçimi için endişe etmemesi, o konuda hırsa, telaşa ve aç gözlülüğe kapılmaması gerekmektedir.

HADİSLER

Gerçek Zenginlik

Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

Gerçek zenginlik, mal çokluğu değil, gönül tokluğudur.”

Buhârî, Rikak 15; Müslim, Zekât 130. Ayrıca bk. Tirmizî, Zühd 40; İbni Mâce, Zühd 9

  • Hadisi Nasıl Anlamalıyız?

 Zenginlik deyince, bizim aklımıza mal, mülk ve servet sahibi olmak gelir. Bu, zenginliğin maddî ve görünen yönüdür. Ama asıl zenginlik bunlardan mı ibarettir? İşin  bir başka yönü daha yok mudur? Diğer bir ifade ile zenginlik, kasa - kese ile başlayıp orada biten bir mesele midir?

Hadisimiz işte bu suallere gayet açık bir  cevap vermektedir. Övgüye ve “zenginlik” demeye lâyık, Allah katında makbul ve âhirette faydası görülebilecek olan zenginlik, mal çokluğundan ibaret olan zenginlik değildir. Asıl zenginlik, – malın çokluğuna veya yokluğuna bakılmaksızın- gönül tokluğu, kalb zenginliğidir. Kiminin hem malı çoktur hem gönlü toktur. Ama kiminin de malı çoktur fakat gözü açtır, sınırsız bir mal hırsı içindedir. Nereden ve nasıl olursa olsun kazanmak ve mal sahibi olmaktan başka bir düşüncesi yoktur. Böylesi kimseler mal zengini olsalar da gönül fakiri, hırs mahkûmudurlar. Kimilerinin de malı yoktur ama, gönlü toktur. Kimsenin malında mülkünde gözü yoktur. Eline geçenle geçinir. Daha fazla kazanmaya çalışır ama, asla rızasızlık, şükürsüzlük etmez, başkalarının kazancına hased çekmez, göz dikmez.

Bütün bunlardan dolayıdır ki, hadisimiz gerçek zenginliğin, mal zenginliğinden  çok duygu zenginliği olduğunu ortaya koymuş, gözü ve gönlü aç  olanın  fakirliğinin, aslında, mal çokluğu ile  telâfi edilemez bir açlık olduğuna dikkat çekmiştir.

Gönül tokluğu,  Allah’ın kendisi için verdiği rızka  râzı olma temeline dayanır. Bu da en büyük zenginlik ve izzettir. Çünkü bunun sonucu Allah’ın taksimine ve emirlerine teslim olmaktır. Allah’ın takdirinin kendisi için daha hayırlı olduğunu kabullenmektir. Bu sebeple gönlü tok  olan insan, Allah’tan başka kimseden bir şey istemez, kimseye el açmaz. Tam  hürriyet ve şeref  işte budur.

Elde ettiğiyle yetinmemek ise, neye sahip olursa olsun, insanı sınırsız bir hırsa, sonu gelmez bir tatminsizliğe sürükler.

Gönül tokluğu insanı, vakitlerini   güzellikler ve mükemmellikler peşinde harcamaya sevkeder. Bitip tükenmeyen bu üstünlükler,  yok olmaya mahkûm maddî zenginliklerden elbette insan için daha faydalı ve gereklidir.

İlim tahsili ve nefsin kemâli yönünde gösterilen gayretler, gerçek zenginliğe kavuşma çabasıdır. Çünkü mal, kısa sürede zeval bulur ama ilim bitmek-tükenmek bilmeyen bir hazinedir.

Öte yandan hırs ve tatminsizliğin neticesi, ferd ve toplum plânında sömürgeciliktir.  Gönül tokluğu ise, duygu ve uygulama olarak kendi kendine yetmek, kimsenin hakkına tecâvüz etmemek demektir. Maddî beklentilerin esiri olmamak için gönül tokluğu gereklidir.

Bu arada şuna da işaret edelim ki kanaat, “bir lokma bir hırka” şeklinde anlatılamaz. Zira kanaat, ele geçen ile geçinmektir, yetinmek değil.. Daha fazla kazanmak ve üretmek için gayret göstermek kanaata aykırı değildir. Ancak sınırsız bir kazanma hırsı içinde olmamak gerekir. Bu hususu, İslâm büyükleri “Dünya elimizde olmalı ama gönlümüze girmemeli” diye ifade etmişlerdir. Herhalde gerçek zenginlik işte budur. Çünkü gönlü tok kimse, elindekileri harcamasını bilir. Gözü aç ya da aşırı derecede cimri olan ise, kimseye bir şey vermez kendisi de yeterince istifade etmez, edemez. Böyle birinin zenginliğine de asla zenginlik denilmez.

  • Hadisten Öğrenmemiz Gerekenler
  1. Asıl zenginlik göz ve gönül tokluğudur. Mal çokluğuna aldanmamak ona gerçek zenginlikmiş gibi bakmamak lâzımdır.
  2. Kanaat, Allah’ın kendisi için takdir ettiğine râzı olmak ve ele geçenle geçinmektir.
  3. Mal kazanma hırsı insanı sınır tanımazlığa götürür.
  4. Gönlü tok olmayan ne kadar zengin olursa olsun fakirdir.
  5. İlim ve olgunluk peşinde olmak, gerçek zenginlik için çalışmak demektir.

Kanaat Etmesini Bilen Kurtulmuştur

Abdullah İbni Amr radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

Müslüman olan, yeterli geçime sahip kılınan ve Allah’ın kendisine verdiklerine kanaat etmesini bilen kurtulmuştur.”

Müslim, Zekât 125. Ayrıca bk. Tirmizî, Zühd 35

  • Hadisi Nasıl Anlamalıyız?

Allah katında makbul din İslâmdır [Âl-i İmrân (3), 19]. İslâmdan başka din arayanın bu arayışı boşunadır [Âl-i İmrân (3), 85]. Bu iki âyet, müslüman olanın, inanç anarşisinden ve şirk belâsından kurtulmuş, gerçek dini bulmuş olduğunu açıkça ifade etmektedir. Hz. Peygamber’in “İslâm ol, kurtul” (bk. Buhârî, Bed’ul-vahy 2, Cihâd 102,  Cizye 6; İkrâh 2, İ’tisam 18; Müslim, Cihâd 74)   tavsiyesi ve “Müslüman olmak, daha önceki günahları ortadan kaldırır” (bk. Ahmed İbni Hanbel, Müsned, II, 204) beyânı, “Kim lâ ilâhe illallah derse canını, malını güvence altına almış olur” (bk. Buhârî, İmân 17, 28) hadisi de aynı kurtulmuşluğun değişik yönlerini dile getirmektedir.

İslâm’ın temelde bir kurtuluş ve mutluluk sistemi olduğu açıktır. Kurtuluş için hadisimizde iki ayrı gerçeğe daha dikkat çekilmektedir: Yeterli geçim ve kanaat..  İslâm olmak, işin inanç yönünü belirlemekte, yeterli geçim ekonomik tarafını; kanaat ise ahlakî ve psikolojik cephesini dile getirmektedir.

Bilinen bir gerçektir ki hayatını, inançları çerçevesinde kimseye muhtaç olmadan sürdürebilmek, yöre şartlarına göre “yeterli bir geçim”e sahip olmakla çok yakından ilgilidir. Yeterli geçim imkânı olmayan kimsenin içinde bulunduğu ihtiyaç, bazan onu istemediği olumsuzluklara, gereksiz fedakârlıklara ya da çılgınlıklara itebilir. Günlük ihtiyaçlarını karşılayabilecek imkâna sahip olmak, asgari seviyede de olsa, bir huzur sebebidir. Günlük ihtiyaçlarını giderecek yeterli geçim şartlarına sahip olmayanlar, ister istemez sömürülmeye hazır bir ortam oluştururlar. İşsizliğin yoğun olduğu ülke ve yörelerdeki sıkıntılar, bu hususun açık ve fakat acı delilidir. İhtiyaçtan ileri gelecek kötülüklerden Allah’a sığınmak gerekir.

Allah’ın kendisine verdikleriyle geçinmeyi bilmek yani kanaat sahibi olmak, aç gözlülüğü, doyumsuzluğu, nasıl olursa olsun kazanma hırsını, başkalarını kendi çıkarları için kullanma teşebbüslerini,  önleyebilecek yegâne fikrî, psikolojik ve ahlâkî esastır. Kanaatsız kimse, geçimi yerinde olmayandan çok daha büyük ölçüde rahatsızdır, huzursuzdur ve mutsuzdur. Çünkü o, ne kazansa tatmin olmayacak, dünyayı yutsa doymayacak, elde ettiklerine şükretmek asla aklına gelmeyecektir. O, sürekli açtır.

Kanaat, hadisimizde işaret buyurulduğu gibi, Allah’ın, kuluna lutfettiği başlı başına büyük bir nimettir. Daha fazla kazanmak için meşrû şekilde çalışmakla beraber, ele geçenle geçinmek, kendi kendine yeter olabilmenin ilk ve asıl adımıdır. Tarih içinde müslüman milletlerin sömürgeci olmayışının temel sebebi, ümmet çapında sahip çıktıkları bu kanaat ilkesi ve uygulamasıdır.

513 numarada da yer almış olan hadisimiz “Müslüman, kafası, gönlü ve midesi selâmette olan insandır” anlamına gelmektedir. Bu açıdan İslâm’ın tam bir kurtuluş olduğunu belirlemektedir.

  • Hadisten Öğrenmemiz Gerekenler
  1. Kurtulmak için müslüman olmak temel şarttır.
  2. Geçimi yeterli ve kanaat sahibi olmak da kurtuluşun öteki iki şartıdır.
  3. Müslümana kanaat ehli olmak yaraşır.
  4. Kanaatsızlık sömürgeciliğin temelini oluşturur.

Veren El Alan Elden Hayırlıdır

Hakîm İbni Hizâm radıyallahu anh şöyle dedi:

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den (mal) istedim, verdi. Bir daha istedim, yine verdi. Tekrar istedim, tekrar verdi. Sonra şöyle buyurdu:

- “Ey Hakîm! Gerçekten şu mal çekici ve tatlıdır. Kim onu hırs göstermeksizin alırsa, o malda kendisine bereket verilir. Kim de ona göz dikerek hırs ile alırsa, o malın bereketi olmaz. Böylesi kişi, yiyip yiyip de bir türlü doymayan obur gibidir. Üstteki (veren ) el,  alttaki (alan) elden daha hayırlıdır.

Hakîm diyor ki, bunun üzerine ben:

- Ey Allah’ın Resûlü! Seni hak din ile gönderen Allah’a yemin ederim ki, yaşadığım sürece senden başka kimseden bir şey kabul etmeyeceğim,  dedim.

Gün geldi, Hz. Ebû Bekir, Hakîm’i kendisine ganimet malından hisse vermek için çağırdı. Fakat Hakîm, onu almaktan uzak durdu. Daha sonra Hz. Ömer, kendisini bir şeyler vermek için davet etti. Hakîm yine kabul etmedi. Bunun üzerine Ömer:

- Ey müslümanlar! Sizi Hakîm’e şahit tutuyorum. Ben kendisine şu ganimetten Allah’ın ona ayırdığı hissesini veriyorum, fakat o almak istemiyor, dedi.

Netice itibariyle Hakîm, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in vefatından sonra, ölünceye kadar kimseden bir şey kabul etmedi.

Buhârî, Vasâyâ 9, Cihâd 27, Zekât 47, 50, Humus 19, Rikak 7, 11; Müslim, Zekât 96. Ayrıca bk. Tirmizî, Fiten 26, Zühd 41; Nesâî, Zekât 50, 80, 93; İbni Mâce, Fiten 19

  • Hadisi Nasıl Anlamalıyız?

İnsanlarda dünya malına karşı bir zaaf vardır. Bu herkeste aynı derecede değildir. Sahâbîler de hiç şüphesiz birer insandı. Onların da mala karşı istek duymaları tabiî idi. İşte onlardan biri  olan Hakîm İbni Hizâm hazretleri, hadisimizde  kendi başından geçen bir olayı anlatıyor.

Bilindiği gibi Hz. Peygamber, kendisinden bir şey isteyen oldu mu, esirgemez verirdi. Kolay kolay “yok” demezdi. Hakîm de kendisinden üç kez mal istemiş. O da  -âdeti olduğu üzere- vermiş. Ama elinde verecek mal kalmayınca, Hakîm’e ve onun şahsında ümmetine güzel bir benzetme ile mal konusunda şu açıklamayı yapmıştır:“Gerçekten şu mal çekici(yeşil) ve tatlıdır. Burada mal “yeşil” ve “tatlı” diye tanıtılmıştır. Böylece malın göz alıcı, gönül okşayıcı, zevk verici, ama aynı zamanda da “geçici” olduğu ifade edilmiş olmaktadır. Mal, göz ve damak zevkine hitâb eder. Ancak sürekli değildir. Mevsimliktir. Böyle olunca “Onu kim  hırs göstermeksizin, tama’ etmeksizin alırsa bereket bulur. Kim de göz dikerek ve ısrar ederek onu elde etmeye kalkışırsa, o malın bereketi olmaz. Böylesi kişi, yiyip yiyip bir türlü doymayan obur  gibidir.Bir kere almaya alışan kişi, elinde avucunda ne kadar mal olursa olsun o hep almak, biriktirmek, yığmak ister. Bu da tam anlamıyla  doymak bilmeyen bir mal hırsı demektir. Obur kimselerin yemek düşkünlüğü gibi, ne pahasına olursa olsun mal toplamak isteyen kimseler de mal düşkünü haline gelirler. Gözleri doymaz. Kanaat etmez, şükür bilmezler. Böyle bir sonuç ise, hiç şüphesiz tam bir açlık ve doyumsuzluktur. Bir başka ifade ile felâkettir. Oysa “Üstteki el, alttaki elden daha hayırlıdır.” Yani veren el, alan elden daha faziletli ve üstündür.

İnsanlar belki almanın daha hayırlı olduğunu sanırlar. Oysa vermek daha iyi ve üstündür. Malı ve maddî imkânları yerinde kullanmasını bilmek önemlidir. Vermesini bilmek gerçekten büyük bir fazilettir. Herkese nasip olmaz.  Vermesini bilen zenginler, sevapları alıp götürürler. Aslında vermek  kanaat ehli olmaktan kaynaklanır. Kanaat nedir bilmeyen kişi, dünyaya sahip olsa kimseye bir çöp bile vermek istemez. Böyle bir şey aklından geçmez. Çünkü bu bir ruh ve gönül terbiyesidir.

Hakîm İbni Hizâm radıyallahu anh’ın, Hz. Peygamber’in bu uyarısı karşısında, “bundan böyle kimseden bir şey kabul etmemeye” karar vermiş olması, sahâbîlerdeki Peygamber tavsiyelerine anında uyma  eğiliminin güzel bir örneğidir. Sahâbîler işte bu sebeple de büyüktürler. Onlar ânında karar verip Resûlullah Efendimiz’in tavsiyelerine uyarlardı. Günümüzde bu tür teslimiyet gösteren müslümanların sayısı gerçekten son derece azalmış bulunmaktadır.

Hakîm, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer tarafından kendisine düşen ganimet hissesini bile almaktan kaçınmıştır. Çünkü Hz. Peygamber’e,“Yaşadığım sürece senden sonra kimseden bir şey kabul etmeyeceğim” diye söz vermişti. Kendisinin hakkı da olsa, Peygamber’den başkasından bir şey almak istememiştir. Belki de almaya tekrar alışmaktan çekinmiştir. Hz. Ömer ise, öteki sahâbîleri şâhit tutmak suretiyle hem Hakîm’in sözüne sadâkatini tescil etmiş, hem de herhangi bir şekilde halife olarak kendisi hakkında doğacak bir yanlış anlamayı önlemiştir. Bunun yanında bir de beytülmâlden payını almayan kimsenin  artık hakkının kalmayacağını göstermiştir.

  • Hadisten Öğrenmemiz Gerekenler
  1. Kanaat sahibi olmak, az da olsa   kazandığıyla geçinmek büyük fazilettir.
  2. Başkasının malına göz dikmek suretiyle malını çoğaltmaya çalışmak iyi bir müslümana yakışmayan düşük bir tavırdır.
  3. Gönül hoşluğu ile verilen ve gönül hoşluğu ile alınan malda bereket vardır.
  4. Dilenci en fazla üç kez isteyebilir. Dördüncüde dilenmekten men edilmesi gerekir.
  5. Veren el, alan elden daima üstündür.

Zatürrika Savaşı

Ebû Bürde’den, Ebû Mûsâ el-Eş’arî radıyallahu anh’ın şöyle dediği rivayet edilmiştir:

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile birlikte bir savaşa çıkmıştık. Altı kişilik bir grup olarak biz nöbetleşe bir deveye biniyorduk. Ayaklarımız delindi. Benim de ayaklarım delinmiş ve tırnaklarım düşmüştü. Ayaklarımıza bez parçaları sarıyorduk. Ayaklarımıza böyle bez parçaları bağladığımız için o  savaşa Zâtürrikâ’ ismi verildi.

Ebû Bürde diyor ki; “Ebû Mûsâ bunları söyledi sonra da yaptığından hoşlanmadı ve; “Bunları söylemekle hiç de iyi etmedim” diye pişmanlığını dile getirdi.

Ebû Bürde, Ebû Mûsâ’nın bu tavrını, “Herhalde o bunu, yaptığı bir yiğitliği ifşâ etmiş olduğu için hoş görmedi” diye yorumladı.

Buhârî, Meğazî 31; Müslim, Cihâd 149

  • Hadisi Nasıl Anlamalıyız?

Ebû Bürde, babası Ebû Mûsâ el-Eş’arî radıyallahu anh’ın bizzat katıldığı ve  büyük sıkıntılar çektiği bir harb hatırasını kendi ağzından bize nakletmektedir.

Hicretin dördüncü yılında (Buhârî’ye göre Hayber’in fethinden sonra ) 400 - 700 kişilik bir mücâhid grubuyla gerçekleştirilen ve on beş gece sürmüş olan bu gazve, -hadiste de belirtildiği gibi- askerlerin ayaklarına bez parçaları bağlamış olmaları sebebiyle Yamalılar [Zâtürrikâ’] Gazvesi diye bilinmektedir. Bu savaş sırasında üç deve kuşu yumurtasının tüm orduya yiyecek olarak yetmesi, bir devenin, sâhibini Hz. Peygamber’e şikâyet etmesi gibi birtakım ilginç olaylar yaşanmıştır. Bu tür olaylar dikkate alınarak  bu gazveye “Şaşılacak olaylar savaşı” adı da verilmiştir.

Burada bu gazvenin etraflıca anlatılması, dikkatleri kanaat ve tok gözlülük konusundan  başka tarafa çekmek olur. Bu sebeple, merak edenlerin olayı İslâm tarihlerinden okuyabileceklerini hatırlatarak, bu rivayetin kanaat konusunu ilgilendiren yönü üzerinde durmak istiyoruz.

Anlaşıldığına göre Zâtürrikâ’ Gazvesi, altı kişilik bir grubun ancak tek bir bineğe nöbetleşe binebileceği derecede fakr u zarûret içinde ve tabanları delinip tırnakları dökülecek ölçüde zorluklara göğüs gererek gerçekleştirilmiş bir  kanaat ve dayanıklılık savaşıdır. Sahâbîler o gün hiç şikâyet etmeden o cihadı gerçekleştirmişlerdir. Yıllar sonra olayı, bu sıkıntılı noktalarına dikkat çekerek anlatmak, büyük sahâbî Ebû Mûsâ el-Eş’arî hazretlerine o günlere yönelik bir kanaatsizlikmiş gibi gelmiş olmalıdır ki pişmanlık duyarak, “Bunları anlatmakla hiç de iyi etmedim” demiştir. İlk müslüman nesillerin, büyük bir fedakârlıkla ellerinde ne varsa onlarla yetinerek görevlerini yaptığı, sonradan o hallerinin anlatılmasına bile gönüllerinin râzı olmadığı görülmektedir. O halde her müslümanın elindeki imkânlarla inançları istikâmetinde hayatını sürdürmeye çalışması gerekmektedir. Kanaatsizlik edip daha iyi imkânlara kavuştuktan sonra iyi şeyler yapmak istemek gibi yanlış ve yanıltıcı düşüncelere kapılmamak gerekir.

  • Hadisten Öğrenmemiz Gerekenler
  1. Ashâb-ı kirâm çok zor şartlarda son derece kısıtlı imkânlarla büyük bir fedakârlık ve kanaatla İslâm’a hizmet etmişlerdir.
  2. Onlar, çektikleri sıkıntıların söylenmesini kanaatsızlık anlamına gelir kuşkusuyla hoş karşılamazlardı.
  3. Mal ve mülke karşı tok gözlü olmak gerektiği gibi şan ve şöhrete karşı da tenezzül etmemek lâzımdır.

Mal Verilenler ve Verilmeyenler

Amr İbni Tağlib radıyallahu anh şöyle dedi:

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e ganimet malları - ya da esirler- getirilmişti. O bunları kimine verip kimine vermemek suretiyle dağıtmıştı. Mal vermediği kişilerin ileri geri söylendikleri kendisine ulaşınca, Allah’a hamd ve senâ ettikten sonra şöyle buyurdu:

“Allah’a yemin ederim ki, ben kimilerine veriyor, kimilerine vermiyorum. Aslında mal vermediğim kimseler, verdiklerimden bence daha sevgilidir. Ben bazı kimselerin kalbinde sabırsızlık ve tama’ gördüğüm için veririm. Bazı kimseleri de, Allah’ın  kalblerinde yarattığı kanaat ve hayırla baş başa bırakırım. Amr İbni Tağlib de bunlardan biridir.”

Amr İbni Tağlib der ki,  “Vallahi Hz. Peygamber’in hakkımda söylediği bu söz, benim için bütün dünyaya bedeldir.”

Buhârî, Cum’a 29, Humus 19, Tevhîd 49

Amr İbni Tağlib

Kabilesi ve nereli olduğu hakkında bir takım ihtilaflar bulunan Amr, Hz. Peygamber’den iki hadis rivayet etmiş bir sahâbîdir.  Basra’da ikâmet etmiştir. Kanaat sahibi ve hayırlı kimselerden olduğuna Hz. Peygamber şehâdet etmiştir. O da bu şehâdeti, -haklı olarak- kendisi için en büyük şeref  bilmiştir. Kendisinden  Hasan-ı  Basrî hazretleri rivayette bulunmuştur.

Allah ondan razı olsun.

  • Hadisi Nasıl Anlamalıyız?

Hz. Peygamber kendisine Bahreyn’den gönderilen malları taksim ederken, bazı sahâbîleri görmezden gelmiş onlara bir şey vermemişti. Bu gruptan bazıları, bu davranışın gerçek sebebini kavrayamadıkları için bu taksimden hoşlanmadıklarını dile getirmişlerdi. Onların bu durumunu öğrenen Hz. Peygamber, minbere çıkmış, Allah’a hamd ve senâ ettikten sonra  hadiste yer alan açıklamayı yapmıştır. Hemen belirtelim ki, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in bu açıklaması, Amr İbni Tağlib gibi  kendilerine mal verilmemiş olan diğer sahâbîleri  son derece memnun etmiştir. Çünkü Hz. Peygamber, onların kanaat ve hayır sahibi kimseler olduklarına şehâdet etmiştir.

Kalbleri İslâm’a ısındırılacak kimselere uygulandığı gibi, gönüllerinde mala karşı zaaf ve düşkünlük olanlara da maddi ikram ve lutuflarda bulunmak, aslında onları, zaaflarından doğacak hatalardan korumak maksadına yönelik peygamberî bir uygulamadır. Bu tür uygulamalar, yöneticilerin takdirine bağlı olarak her zaman yapılabilir.

Bize göre bu olayda, maldan mahrum kalmaktan çok Hz. Peygamber’in ikrâmından mahrum kalmış olmanın üzüntüsü ağır basmaktadır. Nitekim Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in, kendilerine mal vermediği kimselerin, verdiklerinden daha değerli olduklarını açıklaması, onları kanaat duygularına havale etmiş olduğunu belirtmesi bu hususu açıkça ortaya koymaktadır. Bu demektir ki, mal ve mülk, her zaman kişinin makam ve seviyesinin ölçüsü anlamına gelmez. Peygamber Efendimiz, bu davranışıyla her zaman görüntüye aldanmamak gerektiğini, insanlara durumlarına göre muamele etmenin esas olduğunu  öğretmiş olmaktadır.

Öte yandan kendisine mal verilerek ikram edilmek, her zaman iyilik alâmeti olmayabilir. İnsan, ihsanın kölesidir. Kimileri, aslında hakettiklerinden daha fazla ikram ve ihsanlarla iyiliğe yönlendirilirler. Bu da  bir sünnettir.

Amr İbni Tağlib radıyallahu anh, Hz. Peygamber tarafından isminin açıkça zikredilmek suretiyle, kalbinde kanaat ve hayır bulunanlardan biri olduğunun açıklanmasını, kendisi için en kıymetli dünya nimetlerine bedel, hatta ondan daha üstün bir şeref saymıştır. Bu da onun manevî olgunluğunu göstermektedir.

Amr İbni Tağlib bu sözüyle, Resûlullah’ın bir iltifâtını dünyaya değişmemek şeklindeki ashâbın düşünce ve tutumuna tercüman olmuştur. Allah Teâlâ,  hayır yollarını ve güzellikleri kendileri vasıtasıyla öğrendiğimiz bütün sahâbîlerden razı olsun.

  • Hadisten Öğrenmemiz Gerekenler
  1. Kanaat en büyük zenginliktir.
  2. Gönlü tok olanlar, maddeye  fazla değer vermezler.
  3. Gönlünde mala karşı zaaf ve düşkünlük bulunanların bu yönleri dikkate alınarak onların gönüllerinin kazanılması ve olgunlaştırılmasına çalışılmalıdır.
  4. Allah’ın verdiği rızka nasıl kanaat etmek gerekiyorsa, Resûlullah’ın taksimine de aynı şekilde razı olmak müslümanın görevidir.

Dilenmekten Sakınanları Allah İffetli Kılar

Hakîm İbni Hizâm radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

Üstteki el, alttaki elden daha hayırlıdır. Harcamaya, geçimini üstlendiklerinden başla! Sadakanın iyisi, ihtiyaç fazlası  maldan ve-rilendir.  Dilenmekten sakınmak isteyenleri,  Allah  iffetli kılar. Halka karşı tok gözlü davranmak isteyenleri de Allah, insanlara muhtaç olmaktan kurtarır.”

Buhârî, Zekât 18, Vasâyâ 9, Nafakât 2; Müslim, Zekât 95. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Zekât 39; Nesâî, Zekât 53, 60.

  • Hadisi Nasıl Anlamalıyız?

298 numarada Hz. Ebû Hüreyre’nin rivayeti olarak, 525. numarada da yine Hakîm İbni Hizâm’ın rivayeti içinde kısmen geçmiş olan hadîs–i şerîf, veren elin alan elden daha hayırlı olduğunu bir kere daha belirlemekte, meseleyi pekiştirmektedir.

İnfak ve harcamaya, geçimi üstlenilen kişilerden başlanması, önce aslî görevin yerine getirilmesi demektir. Kendisi, ailesi ya da akrabası ihtiyaç içinde kıvranırken başkalarına yardım etmeye kalkmak uygun bir hareket değildir. Herşeyin bir sırası ve usulü vardır. Borcu olan kimseye önce borcunu ödemek düşer. Bu farzdır. Sadaka vermek ise nâfiledir. Aynı şekilde, kişi kendisinin ihtiyaçlarını, hanımının ve çoçuklarının ihtiyaçlarını görmezden gelerek başkalarına harcama yapmaya kalkmamalıdır. Önce geçimini üstlendiği kişileri dikkate almalıdır. Nitekim “Sadakanın iyisi ihtiyaç fazlası maldan verilendir” demek, kişinin malından çoluk-çoçuğuna yetecek miktarı ayırdıktan sonra, artandan çıkarıp verdiğidir mânasına gelir. Kendisini, çoluk-çocuğunu ihtiyaç içinde bırakacak ölçüde elinde avucunda ne varsa hepsini dağıtmak doğru değildir. Nitekim 22. hadiste görüldüğü üzere Hz. Peygamber, tövbesini tamamlamak maksadıyla bütün malını tasadduk ettiğini bildiren Kâ’b İbni Mâlik hazretlerini:

“Ey Kâ’b! Malının bir kısmını kendin için alıkoy. Böylesi senin için daha hayırlıdır!” diye uyarmış ve onun bütün malını dağıtmasına izin vermemiştir.

Peygamber Efendimiz iyilik etmekte  gözetilmesi gerekli sırayı şöyle tesbit buyurmuştur:

“Harcamaya nefsinden başla.  Artanı çoluk-çocuğuna sarf eyle. Ailenden bir şey artarsa, bunu da akraba ve yakınlarına harca. Bunlardan arta kalanı da sağındaki solundaki konu-komşuya ver!” (bk. Nesâî, Zekât 60, Büyû 84. Ayrıca bk. Müslim, Zekât 41 ).

Yine sevgili Peygamberimiz,  yanında beş dinarı olduğunu ve bunları  kime vermesi gerektiğini beş kere ayrı ayrı soran bir sahâbîye sırasıyla; kendine, eşine, çocuğuna, hizmetçine buyurmuş; beşincide “Artık sen basiret sahibi bir insansın” diye onu kendi tercihiyle başbaşa bırakmıştır (bk. İbni Hıbbân, Sahîh, V,141 ).

Hz. Ebû Bekir’in bütün malını sadaka olarak vermesi ve Hz. Peygamber’in onu bundan men etmemesi, bu kaidenin ya istisnasıdır  ya da Hz. Ebû Bekir’in ve ailesinin sabr-ı cemîl ve kuvvetli bir tevekkül sahibi olmasındandır.  Hz. Sıddîk’in bu özel hali, diğer ümmet fertleri için bağlayıcı bir örnek değildir.

Burada bir noktaya daha işaret edelim ki, insanın harcamaya kendi nefsinden başlaması çoluk-çocuğu ve akrabası ile devam etmesi,  bencillik değildir. Başkalarına yardım edeyim derken kendisini ve geçimini üstlendiği kişileri başkalarının yardımına  muhtaç durumda bırakmak asla doğru değildir. Bu sebeple herkesin önce kendi sorumluluğuna sahip çıkması sonra hayır hasenât yapması uygun olur. İşin doğrusu da budur.

Hadisimiz, sabredip dilenmekten kaçınmak, insanlara karşı müstağni davranmak isteyenleri Allah Teâlâ’nın koruyacağını müjdelemektedir. Çok mecbur kalmadıkça  kimseye yüzsuyu dökmek istemeyenlerin soylu bir davranışa sahip olduklarını belirlemek suretiyle  kanaat ehli olmayı teşvik etmektedir.

  • Hadisten Öğrenmemiz Gerekenler
  1. Almak değil, vermek önemlidir.
  2. Sadakanın iyisi, ihtiyaç fazlası maldan verilendir.
  3. İnfak ve tasadduka geçimini üstlendiklerinden başlamak gerekir.
  4. Dilenmekten ve insanlara muhtaç olmaktan sakınanları Allah arzularına kavuşturur. Onları kimseye muhtaç etmez.
  5. Kanaat ehli olup eline geçenle idare etmek, başkalarına yüz suyu döküp el avuç açmaktan çok şerefli bir tavırdır.

O Malın Bereketi Olmaz

Ebû Abdurrahman Muâviye İbni Ebû Süfyân Sahr İbni Harb radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Dilenmekte ısrar etmeyiniz. Allah’a yemin ederim ki, sizden biri benden bir şey ister de,  hoşuma gitmemesine rağmen,  benden bir şey koparırsa, verdiğim malın  bereketini görmez.”

Müslim, Zekât 99

Muâviye İbni Ebû Süfyân

Babası Ebû Süfyân, annesi Hind ve kardeşi Yezid ile birlikte Mekke Fethi’nde müslüman olan Muâviye, İslâm tarihinin en meşhur sîmâlarından biridir. Hz. Peygamber’in vahiy kâtiplerindendir.

Hz. Peygamber’den rivayet ettiği 163 hadisin 13 ü Buhârî ve Müslim’in Sahîh’lerinde yer almaktadır. Kendisi bazı sahâbîlerden de hadis rivayet etmiştir. Rivayetleri Kütüb-i Sitte’de bulunmaktadır.

Çok zeki ve muktedir bir yönetici olan Muâviye, Halife Hz. Ali’ye karşı çıkmış ve Şam’da Emevî idaresini kurmuştur.

Hicri 60 tarihinde 80 küsur yaşında iken Şam’da vefat etmiştir.

Vefat etmeden önce, Hz. Peygamber’in giydirdiği gömleği kendisine kefen yapmalarını vasiyet etmiştir.

 Allah ondan razı olsun.

  • Hadisi Nasıl Anlamalıyız?

Dilenmek yasaktır. Böyle olmasına rağmen öyle insanlarla karşılaşırız ki, âdeta insanın yakasına yapışırcasına ısrarla bir şeyler isterler. Az-çok bir şey almadan asla bırakıp gitmezler. Böylesi insanların yaptıklarına ilhah - ısrar denir.. İşte hadisimiz bu tür  zorlamaları özellikle yasaklamaktadır. 

Şefkat ve merhameti pek  yüksek olan Peygamber Efendimiz, bazı insanların kendisinden ısrarla bir şeyler istemesinden hiç hoşlanmazdı. Böyle bir durumla karşılaşınca, gönlü razı olmasa bile, o kimsenin daha fazla ısrar etmesine engel olmak için bir şeyler verirdi. Hadisimizde Allah’a yemin ederek böyle zorla ve ısrarla kendisinden bir şey koparmanın doğru olmadığını bunun asla  hayır ve bereket getirmeyeceğini açıklamaktadır. Bu bereketsizlik, diğer müslümanlardan ısrarla  alınacak şeyler için de aynen geçerlidir. Çünkü veren isteyerek vermemiştir. Bir insanın malını o istemediği halde almak haramdır. Utanma belâsına veya birini başından def etmek için istemeye istemeye verilen şeyde de asla hayır ve bereket olmaz.

  • Hadisten Öğrenmemiz Gerekenler
  1. Dilenmek, hele ısrarlı bir şekilde dilenmek Peygamber Efendimiz tarafından yasaklanmıştır.
  2. Israrla dilenerek elde edilecek malın kimseye hayrı olmaz.
  3. İstemeden verilen şeyi almak sakıncalı değildir.

Allah’ın Elçisine Bîat Etmeyecek Misiniz?

Ebû Abdurrahman Avf İbni Mâlik el-Eşca’î radıyallah anh şöyle dedi:

Biz dokuz, veya sekiz yahut yedi kişilik bir grub Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yanında oturuyorduk. Bize:

- “Allah’ın elçisine bîat etmez misiniz?” buyurdu. Oysa biz, yeni bîat etmiştik. Bu sebeple:

- Ey Allah’ın Resûlü! Biz sana  bîat ettik  ya! dedik. Sonra tekrar:

- “Allah’ın elçisine bîat etmeyecek misiniz?” buyurdu.

Bu defa bîat için ellerimizi uzatarak:

- Ey Allah’ın Resûlü! Biz sana bîat etmiştik. Şimdi ne üzerine bîat edeceğiz? dedik.

- “Allah’a kulluk edip O’na hiçbir şeyi ortak koşmamak, beş vakit namazı kılmak, itaat etmek -  sesini alçaltarak bir cümle söyledi ve - kimseden bir şey istememek üzere bîat edeceksiniz! buyurdu.

Avf İbni Mâlik diyor ki: Yemin ederim ki bu gruptan bazılarını görürdüm; kamçısı yere düşerdi de kimseden onu kendisine vermesini istemezdi.

Müslim, Zekât 108. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Zekât 27; Nesâî, Salât 5; Bîat 18; İbni Mâce, Cihâd 41

Avf İbni Mâlik el-Eşca’î

Avf İbni Mâlik mücâhid bir sahâbîdir. Hz. Peygamberden 67 hadis rivayet etmiş, bunlardan 6 tanesi Buhârî ve Müslim’de yer almıştır. Kendisinden Ebû Eyyûb el-Ensârî, Ebû Hüreyre ve Mikdâm İbni Ma’dîkerib gibi sahâbîler ve Ebû idris el-Havlânî gibi tabiîler hadis rivayet etmişlerdir. Rivayetleri Kütüb-i Sitte’de  bulunmaktadır.

Kendisi Dımaşk’a yerleşmiş ve bir ara Mısır’a da gitmiştir. Hicrî 73 yılında Dımaşk’ta vefat etmiştir.

Allah ondan razı olsun.

  • Hadisi Nasıl Anlamalıyız?

Bîat, devlet başkanına emirlerine uymak üzere söz vermek, onun yönetimini tanıdığını bildirmek demektir. Bunun şekli,  alış verişte olduğu gibi el ele tutuşmaktır. Zaten bîat da bey’ kökünden gelmektedir. Kadınlar hariç, ashâb-ı kirâm, Hz. Peygamber’e, onun  mübârek ellerinden tutarak bîat ederlerdi.

Hadisimizde Hz. Peygamber’in, daha önce bîat etmiş bir grup müslümana, bazı rivayetlere göre üç defa “Allah’ın elçisine bîat etmez misiniz?” buyurmak suretiyle tekrar bîat ettirmesi, onların, hadîs–i şerîfte sayılan konularda daha  dikkatli olmalarını sağlamak içindir. Hadisin bu konuda zikredilmesi ise, en son cümlesi dolayısıyladır. Zira Peygamber Efendimiz, İnanç, ibadet ve itaat gibi üç temel konuya bir de “kimseden bir şey istememeyi” ilâve etmiş, bu hususun önemine müslümanların dikkatini çekmiştir. Bu, günümüzün ifadesiyle, işin  ekonomik yönünü gündeme getirmek demektir. Dilenmeyi, başkalarına el avuç açmayı yasaklamaktır.

Hadisin ravisi Avf İbni Mâlik’in  gözlemini ifade eden son cümleden anladığımıza göre, bu bîata iştirak edenlerden bazıları “kimseden bir şey istememeyi” genel anlamda değerlendirmiş ve bineğinin üzerindeyken yere düşen kamçısını bile kimseden istememiştir. Verdikleri söze bu kapsamda sahip çıkmışlardır.

Öte yandan hadiste dikkat çeken bir başka husus, Hz. Peygamber’in sesini alçaltarak söylediği kelime veya cümledir. Bu konuda iki ihtimal söz konusudur:

  1. Bu cümle, hadisimizdeki “kimseden bir şey istememek” cümlesidir. İnsanların bir kısmının dilenme mecburiyetinde olduğu, bazılarının da mal veya iffet sahibi olduğundan dolayı dilenmeyeceği için Peygamber Efendimiz böyle herkesin duymayacağı bir ses tonuyla bu cümleyi söylemiştir (bk. es-Subkî, el-Menhel, IX, 280). Ya da bu en son söyleyeceği cümleye iyice dikkat çekmek için böyle yapmış, sesini alçaltmıştır.
  2. Gizlice söylediği bu cümle, herhalde açıklanması gerekmeyen bir husus idi. Yoksa Hz. Peygamber’in, duyurulması gereken bir konuyu gizlemesi aslâ düşünülemez.

İşaret edelim ki  bu iki ihtimalden birincisi daha kuvvetli gözükmektedir.

  • Hadisten Öğrenmemiz Gerekenler
  1. Hz. Peygamber, kimseden bir şey istememek yani dilenmemek üzere ashabından bîat almıştır.
  2. Ashâb-i kirâm, kimseden bir şey istememek konusunda son derece titiz  davranırlardı.
  3. İnanç, ibadet, itaat gibi müslüman hayatının izzet ve şerefini temin eden konular arasında kanaatın ve kimseden bir şey dilenmemenin  önemli bir yeri bulunmaktadır.
  4. İyi müslüman, kendi yağıyla kavrulmasını bilen, kimseden bir şey beklemeyen insandır.

Dilencilik Tehlikesi

İbni Ömer radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre Nebi sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“İçinizden birilerinin, yüzünde bir parça et bile kalmamış olduğu halde Allah’ın huzuruna çıkacağı güne kadar dilencilik aranızda sürüp gidecektir.”

Buhârî, Zekât 52; Müslim, Zekât 103, 104

  • Hadisi Nasıl Anlamalıyız?

İhtiyacı olmadığı halde sırf mal toplamak maksadıyla dilenmeyi âdeta  meslek edinmiş olan yüzsüz kimselerin toplumlarda daima bulunacağı ve böylesi kimselerin kıyamette huzur-ı ilâhîye yüzlerinde bir parça et bulunmaksızın çıkacağı bu hadîs–i şerîf ile açıkça ortaya konulmaktadır.

Dilenciliği meslek edinen kimselerin yüzlerinde bir parça bile et bulunmadan ilâhî huzura getirilmeleri, gereksiz yere döktükleri yüz suyunun tam bir cezasıdır ya da böylesi kimselerin diğer insanlar tarafından tanınması içindir. Her iki halde de çok ağır bir cezadır. Çünkü insanın güzelliği, yüzündeki etler sebebiyledir. İskelet haline gelmiş bir yüz, korkunç derecede çirkin ve ürkütücüdür. Böyle bir durumdan kurtulmanın çaresi ise, hiç şüphesiz dilenciliği terketmektir.

Hadisimizi, “Dilenciliği san’at edinmiş olanların kıyamet günü  yüzünde güzellikten eser bulunmayacaktır”, veya “Dilencinin kıyamette hiçbir itibarı olmayacaktır” şeklinde anlamak da mümkündür.

Hangi mânada olursa olsun bu ağır bir cezadır. Daha sonra gelecek hadislerden de anlaşılacağı gibi bu ceza, fakirliği sebebiyle ihtiyacını giderecek kadar insanlardan bir şey istemek zorunda kalan kimseler için söz konusu değildir.

Konu ile ilgili olarak İmâm Ahmed İbni Hanbel’in şu duası ne kadar anlamlıdır:

“Allahım, yüzümü senden başkasına secde etmekten  koruduğun gibi, senden başkasından bir şey istemekten de koru!”

  • Hadisten Öğrenmemiz Gerekenler
  1. Malını çoğaltmak için dilenmek, kıyamet gününde dilenci için  yüzkarası olacaktır.
  2. Üç-beş kuruş için yüz suyu dökmeyi göze alan kimse, kendi şeref ve haysiyetini ayaklar altına almış olur. Âhirette de herhangi bir değeri olmaz.
  3. Müslüman, kimseye el açmamalıdır.
  4. İslâm ve insan onuru dilenmeye mânidir.

Üstteki El, Alttaki Elden Hayırlıdır

Yine İbni Ömer radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem minber üzerinde iken sadaka vermekten, dilenmeyip iffetli yaşamaktan bahsetmiş ve şöyle buyurmuştur:

“Üstteki el, alttaki elden hayırlıdır. Üstteki el, veren; alttaki el ise, dilenip alan eldir.”

Buhârî, Zekât 18, 50; Müslim, Zekât 94, 95, 96, 97, 106. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Zekât 28. Tirmizî, Zühd 32, Kıyâmet 39; Nesâî, Zekât 50, 52, 53, 93

  • Hadisi Nasıl Anlamalıyız?

Riyâzü’s-sâlihîn’de muhtelif vesilelerle birçok defa geçmiş olan hadîs–i şerîf, iktisâdî ve beşerî hayat açısından son derece önemli olan bir hususa açıklık getirmektedir: Dilenmek.

Eli ayağı tutarken, çalışıp kazanmaya gücü yeterken, yapabileceği iş de varken tembellik edip dilencilikle  hayatını sürdürmek, başkalarının verdikleriyle yetinip çalışmamak, insan haysiyet ve izzetine yakışmayan büyük bir zillet ve aşağılıktır. İnsan ilişkilerini olumsuz yönde etkileyen bir hastalıktır.

Öte yandan herkes, başkasının yardımıyla geçinmeye kalkarsa, ümmet ve millet nasıl kalkınacak, İslâm’ın üstünlüğü nasıl isbat edilecektir?

Çalışıp bir şeyler üreterek başkalarına yardım etmek dinimizce teşvik edilmiştir. Hadisimizde de veren elin hayırlı olduğuna ısrarla dikkat çekilmektedir. Hadisimizin bir rivayetinde üst ve hayırlı olan elin “veren” değil de “almayan, iffetli davranan, istemeyen” el olduğunu gösteren “el-müteaffife” tabiri geçmektedir. Hiç kuşkusuz, dilenmeyen el hayırlıdır. Ama ürettiğinden ihtiyaç içinde olanlara veren el daha hayırlıdır. Bu sebeple âlimlerimizin çoğu, üst eli veren el olarak belirleyen rivayeti tercih etmiştir.

  • Hadisten Öğrenmemiz Gerekenler
  1. Elinde imkânı olan başkalarına yardım etmeyi ihmal etmemelidir.
  2. Fakir de dilenmemeli, kimseye yüz suyu dökmemelidir. Yardım yerine iş istemelidir.
  3. Şükrü yerine getirilen zenginlik, fakirlikten üstündür.

"Mal Biriktirmek İçin Dilenen..."

Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

Mal biriktirmek için dilenen,  gerçekte kor istiyor demektir. Artık ister az, ister çok dilensin.”

Müslim, Zekât 105. Ayrıca bk. İbn Mâce, Zekât 25

  • Hadisi Nasıl Anlamalıyız?

Hadisimiz, kanaatsızlığın  kötü sonuçlarından birini ve sonuçtaki büyük tehlikesini haber vermektedir: Mal toplayıp biriktirmek için dilencilik yapmak.

İhtiyacı yokken ve dilenmesi de câiz değilken sırf servet yapmak, mal biriktirmek için dilenen kimseler toplumlarda hep olagelmiştir. İnsanların merhamet duygularını kötüye kullanarak  böyle bir yola sapanlar, bir anlamda  dilenciliği alışkanlık ya da sanat haline getirenlerdir. Bu  yüzsüz kimseler, aslında insanların mallarını değil, kendilerini yakacak kor parçacıkları toplamaktadırlar. Hadisin İbni Mâce’deki rivayetinde bu husus açıkca “cemre cehennem = cehennem koru” diye yer almaktadır. Bu yüzden, “Dilenmeyi sanat haline getirenler cehennem ateşi ile azap edileceklerdir. Yani bu kimselerin halktan topladıkları, cehennemde  kor haline gelmiş ateş parçalarına dönüşecek ve o insanlar bunlarla dağlanacaklardır” yorumu yapılmıştır.

Dinen zengin sayılmanın üç derecesi vardır:

  1. Zekât vermeyi gerektiren zenginlik. Bu, yıl boyu nisâba mâlik olmak demektir.
  2. Zekât almayı haram, fıtır sadakası ve kurban kesmeyi vacip kılan zenginlik.  Bu, aslî ihtiyaçlardan artan ve nisâba ulaşan herhangi bir mala sahip olmaktır.
  3. Dilenmeyi haram kılan ve fakat istemeden verilen sadakayı almaya mâni olmayan zenginlik. Bu da  günlük nafakaya ve avret yerlerini örtecek elbiseye sahip olmak demektir.

İşte bu durumdaki bir insanın kalkıp dilencilik yapması, o işi alışkanlık ya da sanat edinmiş olmasıyla yorumlanır. Böylesi kimselerin topladıkları da kendileri için birer kor parçası demektir. Bu sebeple Peygamber Efendimiz, “Bu durumu öğrendikten sonra artık dileyen dilediği kadar dilensin” buyurmakla çok ciddî bir uyarıda bulunmuştur. Yoksa bu tür kimseleri serbest ya da kendi hallerine bırakmak anlamında bu sözleri söylememiştir. Hadisimizde açık bir tehdid ve sakındırma vardır.

  • Hadisten Öğrenmemiz Gerekenler
  1. Mal biriktirmek için dilenmek, ateş toplamak demektir.
  2. Hz. Peygamber dilenciliği şiddetle yasaklamıştır.
  3. Müslümana izzet ve şerefini korumak yaraşır.

Dilenmek Yüz Karasıdır

Semüre İbni Cündeb radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

Dilenmek, yüz karasıdır. Kişi dilenmek suretiyle kendi yüzünü lekeler. Sadece devlet başkanından hakkını istemesi ya da zaruret sebebiyle dilenmek böyle değildir.”

Tirmizî, Zekât 38. Ayrıca bk. Nesâî, Zekât 93

  • Hadisi Nasıl Anlamalıyız?

Hadîs-i şerîfte geçen ked veya bir başka rivayetinde yer aldığı şekliyle kuduh kelimesi, yüzün tırmalanması, berelenmesi anlamına gelmektedir. Ancak Türçemizdeki “yüzkarası” ifadesi, manayı daha açık ortaya koyduğu için biz öyle tercüme ettik. Hatta hadisin Ebû Davud’un Sünen’indeki rivayetinde “Dileyen yüzünü korur dileyen de korumaz” diye bu bahis konusu tırmalanma ve berelenmenin mânevî lekelenme anlamında olduğuna işaret edilmektedir. Yani bir bakıma kişi dilenmek suretiyle, tırmalanmanın yüzünde  izler bıraktığı gibi, kimlik ve kişiliğinde, izzet ve şerefinde kara lekelerin meydana gelmesine sebep olur. Toplum içinde itibarını kaybeder. Bu sebeple kişinin, saygınlığını ve şerefini koruyabilmesi için kimseye yüz suyu dökmemesi yani dilenmemesi gerekir.

Ancak, yöneticiden  hakkını istemek  dilenmek anlamına gelmez. Zira yöneticinin görevi herkese hakkını vermektir. Bir ihmal olmuşsa, onu hatırlatıp hakkını istemek hiçbir zaman dilencilik anlamına gelmez. Bu kişi zengin de olsa, yöneticiden hakkını istemekle dilencilik yapmış sayılmaz. Bir de çok zor durumda ve katlanamayacağı  bir yükün altında kalmış olan kimsenin o durumu atlatacak kadar bir şeyler istemesi, yasak değil, mübahtır.

  • Hadisten Öğrenmemiz Gerekenler
  1. Dilencilik  yüz karasıdır.
  2. Yöneticiden hakkını istemek veya zarûret derecesindeki  sıkıntıyı atlatmak için dilenmek  böyle değildir.

Kim İhtiyaç İçine Düşer De Bunu İnsanlara Açarsa, İhtiyacı Kapanmaz

İbni Mes’ûd radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

Kim ihtiyaç içine düşer de bunu insanlara açarsa, ihtiyacı kapanmaz. Kim de  ihtiyacını Allah’a arzederse, Allah’ın, hemen veya ileride o kimseye rızık vermesi umulur.”

Ebû Dâvûd, Zekât 28. Ayrıca bk. Tirmizî, Zühd 18

  • Hadisi Nasıl Anlamalıyız?

Hayatta insanın başına her şey gelebilir. Çok büyük bir maddi ihtiyaç içine düşmek, başına bir felâketin gelmesi insanlar için olağan hadiselerdir. Böylesine bir sıkıntıya düşen kimse, öncelikle Allah’a sığınıp kendisine bu sıkıntıdan kurtulma imkânı vemesini dileyeceği yerde, böyle bir yola başvurmadan birtakım kimselere gidip derdini açarak onlardan yardım dilenmeye kalkarsa doğru hareket etmiş  olmaz. Zira insanların bulacağı çare, sınırlıdır. Asıl çareyi Allah’dan dilemek, kulluk gereğidir.

İhtiyacını kendisi gibi ihtiyaç içine düşme ihtimali olan insanlara açan ve onlar tarafından karşılanmasını bekleyen kimse,  o ihtiyacını giderse bile, daha büyük bir ihtiyaç ya da sıkıntı ile karşılaşabilir. Bu da onun ihtiyacının karşılanmaması anlamına gelir.  Hadîs-i şerîfte belirtilen bu husus, usülsüz davranmış olmasının cezâsıdır.

İnsanın en temel ve değişmez görevi “kulluk”tur. Kulluğun en vazgeçilmez özelliği de daima ve sadece Allah’a arz-ı ihtiyaç etmektir. İsteyeceğini Allah’tan istemektir. O’nun hiçbir şeye ve kimseye muhtaç olmadığı ve kendisine iletilen isteklere er-geç, ama mutlaka cevap vereceği kesin inancı ve güveni içinde bulunmaktır. Allah’ın fazlına ve keremine sığınmaktır. Nitekim Yüce Rabbimiz, “Allah’ın lutfundan isteyin’” [Nisâ sûresi (4),32], “Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa, onu yine O’ndan başka giderecek yoktur.” [Yunus sûresi (10),107], “ Kim Allah’a karşı saygılı davranırsa, Allah ona bir çıkış yolu gösterir ve ona beklemediği yerden rızık verir. Kim Allah’a güvenirse, Allah ona yeter” [Talâk sûresi (65), 2-3] buyurmakta, karşılaşılacak her türlü problem ve sıkıntıda güvenle başvurulacak yegane merciin kendisi olduğunu çok açık bir şekilde duyurmaktadır. Hadisimiz işte bu ilâhî gerçeğin bir başka şekilde ifadesinden ibarettir.

 Unutulmamalıdır ki, kulların hem imkânları kısıtlı hem de kapıları her zaman açık değildir. Allah’ın kapısı gece-gündüz her zaman açık ve her şey O’nun tasarrufundadır. O vermeyince kimsenin yapacağı bir şey yoktur. Hani meşhur sözdür “Vermeyince Ma’bud, neylesin Mahmud?”... Hem Peygamber Efendimiz, bir başka hadîs-i şerîflerinde “Allah’tan istemeyene Allah gazab eder” buyurmaktadır (bk.Tirmizi, Daavât 2).

  • Hadisten Öğrenmemiz Gerekenler
  1. Müslüman, her hacetini Allah’a arzedip O’ndan yardım dilemelidir.
  2. Allah’a tam güven beslemek gerekir. Kişi istek ve ihtiyaçlarının eninde sonunda karşılanacağını kabul etmelidir.
  3. Halka el-avuç  açmak, dert yanmak, sürekli sıkıntıda kalmak demektir.
  4. Dua, kulluğun gereği ve özüdür.

Mükafatı Cennet

Sevbân radıyallahu anh şöyle dedi:

 Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem:

- “Kim bana, halktan hiçbir şey dilenmeyeceğine dair söz verirse, ben de ona cenneti garanti ederim” buyurdu. Bunun üzerine

- Ben söz veriyorum, dedim.

Râvi diyor ki, Sevbân hiç kimseden hiçbir şey istemiyordu.

Ebû Dûvûd, Zekât 27. Ayrıca bk. Tirmizî, Zühd 61

  • Hadisi Nasıl Anlamalıyız?

Önceki hadîs–i şerîfin açıklamasında ifadeye çalıştığımız gerçeklerin yaşanması halinde kulun âhiret hayatında ulaşacağı mutlu sonucu  Peygamber Efendimiz bu hadislerinde haber vermektedir: Cennet...

Dünyada insanlara arz-ı hâcet etmeyen, onlardan bir şey dilenmeyen, sıkıntılı da olsa bu izzetli hayatı tercih eden kula, Allah Teâlâ âhirette cennet mutluluğunu nasip edecektir. Zarûret olmadıkça kimseden bir şey istememek ve bu konuda kararlı olmak büyük bir irade ve olgunluktur. Sevgili Peygamberimiz’in bu konuya gösterdiği dikkat, onun böylesine tok gözlü davranacaklara  cennet vadetmesinden anlaşılmaktadır.

Hz. Sevbân bu fırsatı kaçırmamak için, kimseden bir şey istemeyeceğine söz vermiş ve sonuna kadar sözünde durmuştur. Hatta onun, düşen kamçısını bile kimseden istemediği nakledilmektedir.

  • Hadisten Öğrenmemiz Gerekenler
  1. Halktan hiçbir şey istemeyen kimse cennete girmeye hak kazanır.
  2. Hz. Sevbân bu konuda örnek bir sahâbîdir.

Dilenmek Yalnızca Üç Kişi İçin Helâldir

Ebû Bişr Kabîsa İbni’l-Muhârik radıyallahu anh şöyle dedi:

Yüklendiğim bir kefâlet borcu yüzünden Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem’e başvurdum. Bana;

- “Bekle biraz. Sadaka malı gelsin, ondan sana verilmesini emrederiz!” dedi. Sonra da şöyle buyurdu:

- “Ey Kabîsa! Dilenmek yalnızca üç kişi için helâldir:

Kefâlet üstlenen kişi ki, borcunu ödeyinceye kadar dilenmesi helâldir. Sonra dilenmekten  vazgeçer.

Bütün mal varlığını yok eden büyük bir felâkete uğramış kişinin geçimini yoluna koyacak kadar -yahut ihtiyacını giderecek kadar- dilenmesi helâldir.

Hakkında, kendisini tanıyanlardan aklı başında üç kişinin “filan fakir düştü” diyecekleri kadar fakr u zarûrete uğramış kişinin geçimini temin edecek kadar dilenmesi helâldir. Ey Kabîsa! Bu hallerin dışında dilenmek haramdır, dilenen haram yemiş olur.”

Müslim, Zekât 109. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Zekât 26; Tirmizî, zekât 23; Nesâî, Zekât 80.

Kabîsa İbnu’l-Muhârık

Ebû Bişr künyesiyle bilinen Kabîsa, Hz. Peygamber’e elçi olarak gelip müslüman olan sahâbîlerdendir. Kendisi Hz. Peygamber’den altı hadis rivayet etmiştir. Müslim onun sadece bu hadisini kitabına almıştır. Ebû Dâvûd ve Nesâî de Sünen’lerinde onun hadislerini nakletmişlerdir.

Kabîsa, Basra’ya yerleşmiş ve orada yaşamıştır.

Allah ondan razı olsun.

  • Hadisi Nasıl Anlamalıyız?

Zaman zaman iki kişi ya da iki grub arasında çıkan anlaşmazlıkları halledivermek için birileri çıkıp kefil olur. Maddi yükün altına girer. Sonuçta bu kefâlet borcunu ödemek zorunda da kalabilir. İşte hadîs-i şerîfte böyle bir kefâlet yükü altına girmiş olan Kabîsa, borcunu ödeyebilmek için gelip Hz. Peygamber’e başvurmuş, kendisine yardım etmesini istemiştir.

 Hz. Peygamber’in, Kabîsa’nın mürâcaatını kabul etmesi, onu yardım istemekten men etmemesi,  kefâlet yüzünden borçlanan kimselerin borçlarını ödemek için dilenmesinin mübah olduğunu göstermektedir. Zaten bu durum, Hz. Peygamber’in Kabîsa’ya hitâben yaptığı açıklamada da yer almaktadır.

Peygamber Efendimiz, ashâb ve ümmetini bilgilendirmekte çok dikkatli ve ısrarlı idi.  Zekat olarak kendisine birşeylerin gelmesini bekleme esnasında Kabîsa’ya hitâben dilenmesi hoş görülebilecek kimseleri ya da dilenmenin câiz olduğu üç durumu açıkladığını görmekteyiz.

Kabîsa, başındaki kefâlet borcu dolayısıyla sıkıntıya düşmüş ve yardım için Hz. Peygamber’e başvurmuştur. Bu konuya ait verilecek her bilgiyi almaya hazır bir durumdadır. Efendimiz işte bu fırsatı değerlendiriyor ve kendisine;

  1. Kefâlet borcu olanın,
  2. Bütün mal varlığı herhangi bir felâket sonucu yok olanın,
  3. Kendisini tanıyanlardan üç kişinin “falan fakir düştü” diye hakkında şehâdet edecekleri, herhangi bir sebeple fakir düşmüş bir kişinin bu ihtiyaçlarını karşılayacak kadar dilenmelerinin mümkün olduğunu öğretiyor. Peşinden de bu üç halin dışında dilenmenin haram olduğunu kesin bir şekilde bildiriyor.

Fakir düşen bir kimsenin fakirliğini tesbit için üç şâhidin gerekip gerekmediği konusu tartışmalıdır. Çoğu âlimlere göre iki erkeğin  şehâdeti yeterlidir. Onlara göre hadisteki üç kişi kaydı, gereklilik değil müstehablık ifade eder.

Ayrıca bu şahitlik, daha önceden malı mülkü olduğu bilinen kimseler hakkında geçerlidir. Önceden fakir olduğu bilinen kimseden, “fakir düştüğüne dair” şâhit istemeye gerek yoktur. Esasen İslâm toplumunu yönetenler başta olmak üzere bütün müslümanlar, çevrelerini yakından tanıyıp muhtaç olanları dilenmeye mecbur bırakmamakla yükümlüdür.

  • Hadisten Öğrenmemiz Gerekenler
  1. Hadiste geçen üç durumda dilenmek câizdir.
  2. Bu üç hal dışında herhangi bir sebeple dilenen kişi açıkca haram yemiş olur.
  3. Zekâtın bir yerden bir başka yere (şehre) nakledilmesi câizdir.

Miskin Kimdir?

Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre  Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Miskin, bir iki lokma veya bir iki hurma için kapı kapı dolaşan kimse değildir. Asıl miskin, ihtiyacını karşılayacak bir şeyi bulunmadığı halde, durumu bilinmediği için  kendisine sadaka verilemeyen ve kendisi de kalkıp insanlardan bir şey istemeyen  kimsedir.”

Buhârî, Zekât 25; Tefsîru sûre (2) 18; Müslim, Zekât 101,102. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Zekât 24; Nesâî, Zekât 76

  • Hadisi Nasıl Anlamalıyız?

Hadîs-i şerîf kapı kapı dolaşan bir şeyler toplamaya çalışan kimselerin Kitab ve Sünnet’te geçen “miskin” sayılamayacağını ortaya koymaktadır. Zekât’ın verileceği yerler sayılırken fukara ve mesâkin ayrı ayrı ve ard arda zikredilmektedir.

Burada “gerçek fakir” demek olan miskinin tarifi yapılmakta ve onun, kapı kapı dolaşmadığı, durumu bilinmediği için de kendisine yardım ulaştırılmayan iffetli fakir olduğu anlatılmaktadır.

Fakir ve miskin tarifleri arasında İmam Şâfiî’nin tarifi daha bir dikkat çekicidir. O diyor ki; “Fakir, kendisiyle geçinecek sanatı olmayan kimsedir. Miskin ise, san’atı olduğu halde onunla geçinemeyen ve çoluk çocuğu da olmayan kimsedir.”

Bir başka tarife göre; fakir, yiyeceği olan, miskin ise, hiçbir şeyi olmayan yoksul demektir. Buradan hareketle bugün, geçimini temin edecek bir işi olmayan miskin, işi olmasına rağmen ondan elde ettiği gelirle geçinemeyen kimse ise fakir diye tanımlanabilir. Ancak bu, tabiî ihtiyaçlar çerçevesinde düşünülecek bir durumdur. Sun’î ya da abartılmış veyahut reklamların ihtiyaç olarak hissettirdiği durumlar burada söz konusu değildir. Eğer bu durum ölçü alınacak olursa, hemen hemen herkesin fakir sayılması gerekir. Çünkü ihtiyaçlara sınır çizilemez. Hele lüks ve moda her an yeni yeni ihtiyaçlar oluşturmaktadır.

  • Hadisten Öğrenmemiz Gerekenler
  1. Utandığı için iffetli davranıp kimseye el açmayan fakirler üstün nitelikli insanlardır.
  2. Sadaka ve yardımları, ehline vermeye çalışmak gerekir.
  3. Kapı kapı dolaşıp bir şeyler toplamaya çalışmak, önceki hadiste belirtilen üç hal dışında helâl değildir.
  4. Çalışıp eline geçenle geçinmeye bakmak, tok gözlü davranıp kimseden bir şey istememek insan haysiyetine ve iman izzetine yakışan soylu  bir darvanıştır

İslam ve İhsan

KANAAT VE İSTİĞNÂ İLE İLGİLİ ÖRNEKLER

Kanaat ve İstiğnâ ile İlgili Örnekler

KANAAT ETMENİN FAZİLETİ

Kanaat Etmenin Fazileti

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.