Kabir Ziyareti Şirk mi?

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- nübüvvetinin başlangıcında, kabir ziyaretini, tekrar şirke dönülmesi tehlikesinden dolayı yasaklamıştı. Zira câhiliye devrinde in­san­lar, ec­dat­la­rı­na âit ruh­la­rın kud­si­yet ka­zan­dı­ğı­nı dü­şü­nür ve ölülerinin çokluğunu öne sürüp kavimlerinin büyüklüğüyle övünmek için ka­bir zi­yare­tin­de bu­lu­nur­lar­dı. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bu câ­hi­li­ye âde­tin­den bir eser kal­ma­ma­sı için, ilk za­man­lar ka­bir ziya­re­ti­ni yasaklamıştı.

İslâm kuvvet bulup îman ve tevhîd kalplere iyice yerleştikten sonra, artık mezarlara tapınma, onlardan bir medet umma ve onlara kudsiyyet atfetme endişesine mahal kalmadığı için, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kabir ziyaretlerine izin vermiş ve hattâ bunu şu sözleriyle teşvik etmiştir:

“Ben si­ze ka­bir zi­yare­ti­ni ya­sak­la­mış­tım. Şim­di ise zi­ya­ret edin. Çün­kü ka­bir zi­ya­re­ti si­ze âhi­re­ti ha­tır­la­tır.” (Tir­mi­zî, Ce­nâ­iz, 60; Müs­lim, Ce­nâ­iz, 106)

Nitekim Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de Uhud şehidlerini ve Cennetüʼl-Bakî Kabristanıʼnı sık sık ziyaret ederek bu hususta bizzat örnek olurdu. Yine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâb-ı kirâma, kabristana gittikleri zaman şöyle demelerini öğretirdi:

“Selâm size, ey bu diyârın mü’min ve müslim halkı! İnşâallah yakında biz de aranıza katılacağız. Allâh’ın bizi de sizi de bağışlamasını dilerim.” (Müslim, Cenâiz, 104)

Bir müʼmin de kabristana gittiğinde, önce kabir halkına selâm vermeli, onlar için duâ etmeli ve bir gün kendisinin de onlar gibi olacağını tefekkür etmelidir. Nitekim Hak dostlarından Hâtem-i Esam Hazretleri:

“Bir mezarlığa uğrayıp da oradakilere duâ etmeyen ve kendi (âkıbeti)ni düşünmeyen biri; hem kendine, hem de oradakilere ihânet etmiş sayılır.” buyurmuştur. (İhyâ, IV, 868) Hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulur:

“Kabirdeki ölü, denizde boğulmak üzere olan ve dehşet içerisinde yardım isteyen kimse gibidir. Babasından, anasından, kardeşinden, samimî ve sâdık arkadaşından bir duâ bekler. Şayet bir duâ gelecek olsa, bu onun için dünya ve içindekilerden daha kıymetli ve sevimli olur. Şüphesiz Allah, kabir ehline, dünyadakilerin duâsı bereketiyle dağlar misâli ecir verir. Dirilerin ölülere gönderebileceği en iyi hediye ise onlar için istiğfâr etmek ve onlar adına sadaka vermektir.” (Deylemî, el-Firdevs bi-Me’sûri’l-Hitâb, IV, 103/6323; Ali el-Müttakî, XV, 694/42783; XV, 749/42971)

KABİR ZİYARETİNDE KUR'ÂN OKUNUR MU?

Kabir ziyaretlerinde bilhassa Kur’ân okumak, 1400 senedir uygulanagelen bir icmâdır. Kur’ân ti­lâ­ve­tiyle hâsıl olan ilâ­hî rah­met­ten mevtâların da is­ti­fâ­de­si için bil­has­sa Yâ­sîn-i Şe­rîf okumak, her­ke­sin bil­di­ği ve tat­bîk et­ti­ği bir usûl­dür. Ni­te­kim ha­dîs-i şe­rîfte şöyle buy­ru­lur:

“…Yâ­sîn, Kur’ân’ın kal­bi­dir. Bir kim­se onu Al­lâh’ın rı­zâ­sı­nı ve âhi­ret yur­du­nu ta­lep ede­rek okur­sa, mu­hak­kak gü­nah­la­rı ba­ğış­la­nır. Ölü­le­ri­ni­ze de Yâ­sîn Sû­re­si’ni oku­yu­nuz.” (Ah­med, V, 26) Kabir ehlinin mânevî istifâdesi için diğer sûre ve âyetlerden de okunabilir. Buna dâir pek çok rivâyetten biri şöyledir:

“Siz­den bi­ri ve­fât et­ti­ğin­de onu faz­la bek­let­me­den kab­re gö­tü­rü­nüz. Def­net­ti­ği­niz za­man da bi­ri­niz, ba­ş u­cun­da Fâ­ti­ha Sû­re­si’ni, ayak ucun­da da Ba­ka­ra Sû­re­si’nin son kıs­mı­nı (Âme­ner­ra­sû­lü) oku­sun.” (Ta­be­râ­nî, Ke­bîr, XII, 340; Dey­le­mî, I, 284; Hey­se­mî, III, 44) İmâm Şâ­fiî -rah­me­tul­lâ­hi aleyh- de şöyle buyurur:

“Me­za­rın ba­şın­da Kur’ân’dan âyet ve sû­re­ler oku­mak müs­te­hab­dır. Kur’ân’ın ta­ma­mı­nın okun­ma­sı (ha­tim edil­me­si) ise, da­ha gü­zel­dir.”

Görüldüğü üze­re ka­bir­le­ri zi­yaret et­mek, ora­da bu­lu­nan­la­ra se­lâm ve­rip duâ ve is­tiğ­far­da bu­lun­mak, on­lar adı­na ha­yır-ha­se­nât ya­pıp Kur’ân ti­lâ­vet et­mek, mev­tâ­lar için bir rah­met ve­sî­le­si­dir.

KABİR ZİYARETİNİN ADABI

Kabir ziyareti, İslâmî edep esaslarına riâyetle icrâ edildiğinde pek çok hayra vesîledir. Zira ölümü tefekkür neticesinde nefislerin ihtirâsının kırılacağı, insanın daha çok takvâya yönelip rikkat-i kalbe sahip olacağı ve dünyada yerli edâsıyla dolaşma gafletinden sakınacağı muhakkaktır. Kabristanlar, her insanın kendi istikbâlini gösteren bir ayna gibidir. İnsan bu aynaya sık sık ve ibret nazarıyla bakabilirse, hayâtını boş hevesler peşinde ziyan etmekten de uzak durur. Dolayısıyla kabir ziyaretleri, ölüme ve âhirete hazırlanma gayretinin en güzel vesîlesidir.

Ehl-i Sünnet inancına göre, ölen biri işitir, hisseder ve şuur sahibidir. Yapılan hayırlardan istifâde eder ve sevinir. Şerlerden de eziyet görür ve üzülür. Yani insan bedeniyle ölür, rûhuyla değil.

Pek çok hadîs-i şerîfte Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, vefâtından sonra konuşulanları işittiği, selâmlara karşılık verdiği, ümmetin amellerinin kendisine arz edildiği, gördüğü günahlar için istiğfâr edip haseneler sebebiyle Allâh’a hamd ettiği bildirilmektedir. Üstelik bu hâlin, sadece Peygamber Efendimizʼe mahsus olmadığı da bir hadîs-i şerîfte şöyle beyân edilir:

“Sizin amelleriniz akrabalarınızdan ve kabilenizden vefat edenlere arz edilir. Eğer amelleriniz hayırlı ise onunla sevinirler. Hayırlı değilse; «Allâh’ım, bizi hidâyete erdirdiğin gibi onları da hidâyete erdirmeden canlarını alma!» diye duâ ederler.” (Ahmed, III, 164; Taberânî, Kebîr, IV, 129/3887)

ÖLÜDEN YARDIM İSTEMEK DOĞRU MU?

Aslâ unutmamak gerekir ki, kabirde yatan kimse ne kadar büyük bir zât olursa olsun, onun şahsından bir şey istenmemelidir. Onun Hak katındaki kıymet ve hatırı vesîlesiyle, yine Allahʼtan istenmelidir. Çünkü kendisinden bir şey istenecek olan yegâne mercî, Fâil-i Mutlak olan Cenâb-ı Hakʼtır. O dilemedikçe hiçbir kul, hiçbir hayrı meydana getiremez, hiçbir şerri de defedemez. Bu yüzden, doğrudan doğruya ölüden istemek, şirke kapı aralar. Gaflet ve cehâletleri sebebiyle böyle yapanları îkaz etmek, her müʼminin zarûrî bir vazifesidir. Di­ğer ta­raf­tan bu husustaki aşı­rı­lık­la­ra karşı çıkayım derken, İslâmî edebe riâyetle yapılan ka­bir zi­ya­re­ti­ni “şirk” sa­ya­cak ka­dar ile­ri gi­den­ler de bu hatânın bir benzerini ter­sin­den or­ta­ya koy­mak­ta­dırlar.

İs­lâm, her me­se­le­de ol­du­ğu gi­bi ka­bir zi­ya­re­ti hu­su­sun­da da îti­dâli esas al­mak­ta­dır. Pey­gam­ber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve as­hâbının söz ve fiilleri, bu hu­sus­ta if­rat ve tef­ri­te kaçmadan na­sıl dav­ra­n­mak ge­rek­ti­ği­nin en güzel örneğidir.

Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Hak Dostlarının Örnek Ahlâkından 2, Erkam Yayınları, 2012

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.