İslam’ın Çocukları Korumak İçin Aldığı Önlemler

İslam hukukunda nesep, lakit (buluntu çocuk), rada (süt hısımlığı) ve hidane ne demektir? İslam’ın çocukları korumak için aldığı önlemler nelerdir?

İslam’ın çocukları korumak için aldığı tedbirler;

  1. Nesep Bağı
  2. Buluntu Çocuk (Lakît)
  3. Süt Hısımlığı (Radâ)
  4. Çocuğun Bakım ve Terbiye Sorumluluğunu Üstlenme (Hıdâne)

İSLAM’IN ÇOCUKLARI KORUMAK İÇİN ALDIĞI ÖNLEMLER

1. NESEP BAĞI

A) Nesep Nedir?

Nesep sözlükte; soy, hısımlık, bir kimsenin kan bağı olan kişilerle soy bağlantısı demektir. Bir fıkıh terimi olarak, çocuğu ana) babasına ve ailesine bağlayan kan ve soy bağını ifade eder.

Nesep, aynı soydan gelen aile fertlerini birbirine bağlayan önemli bir ortak değerdir. Aile fertleri bununla biri diğerinin cüz’ü ve parçası olacak şekilde bağlanır. Çocuk babasının bir parçası, baba da onun bir bölümü olur. Bir çocuğun anne ve babası belirli olarak dünyaya gelmesi ve bir aile yuvasının sıcaklığını, hısımlarının sevgi ve yakınlığını duyarak yetişmesi Cenâb-ı Hak’kın önemli bir nimetidir.

Allahü Teâlâ şöyle b0uyurur:

“Sudan (meniden) bir insan yaratıp onu nesep ve sıhriyet (kan ve evlilik bağından doğan) yakınlığa dönüştüren O’dur. Rabbinin herşeye gücü yeter.”[1]

“Sur’a üflendiği zaman, artık o gün insanların arasında soylar yoktur ve onlar birbirine soylarını sormazlar (Çünkü artık bunun bir öneminin kalmadığını herkes anlamış olur)[2] Bir insandan meydana gelen nesle “soy veya zürriyet” denilir. Kur’ân’da bütün insanların birbirinin zürriyeti olarak devam ettiği belirtilir.

Ey insanlar! Doğrusu Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışasınız diye sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Şüphesiz ki Allah katında en üstün olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Gerçekten Allah her şeyi bilir, her şeyden haberdardır.”[3]

İslâm, babalara çocukların nesebini inkâr etmeyi yasakladığı gibi, kadınlara da çocuğun nesebini gerçek babadan başkasına nisbet etmeyi yasaklamış ve bunu cennetten mahrum kalma nedeni olarak bildirmiştir. Hadiste şöyle buyurulur: “Bir kadın kendilerinden olmayan kimseyi bir aileye sokarsa, Allah’tan bir şey bulamaz. Allah onu cennete sokmaz. Bir erkek de çocuğa bakar olduğu halde onun nesebini inkâr ederse, Allah onunla kendisi arasına perde koyar ve onu kıyamete kadar öncekilerin ve sonrakilerin önünde rezil ve rüsvay eder.” [4]

Çocukların da kendi babalarından başkasına neseb iddia etmesi yasaklanmıştır. Hadiste şöyle buyurulur: “Bilerek, babasından başka kimseye nesep iddiasında bulunana cennet haramdır.” [5]

Doğan her çocuğun kendi anne ve babasına bağlanması asıl olduğuna göre, çocuk sahibi olamayan aileler ne yapacaktır? İslâm’da onların çocuk özlemini giderecek bir yol ve imkân var mıdır? Aşağıda bu noktaları açıklamaya çalışacağız.

B) Evlât Edinme ve Nesep Bağı İlişkisi

İslâm’dan önce arap toplumu arasında evlât edinme vardı. Bizzat Allah Rasûlü de, Zeyd b. Hârise’yi evlât edinmişti. Bu şöyle olmuştu: Zeyd (r.a.) henüz küçük bir çocuk iken esir edilmiş, onu Hakîm b. Hızâm, halası Hatice için satın almıştı. Hz. Hatice, Hz. Muhammed (s.a.v.) ile evlenince, Zeyd’i O’nun hizmetine vermiştir. Daha sonra öz babası ve amcası Zeyd’i alıp kendi beldelerine götürmek istemişlerse de Zeyd; “Ben bu zattan öyle iyilikler gördüm ki, ondan başkasını yanına gitmem.” diyerek Hz. Muhammed’in yanında kalmayı tercih etmiştir. Bunun üzerine, Hz. Muhammed; Zeyd’i özgürlüğüne kavuşturmuş ve “Şahid olun, Zeyd, benim oğlumdur, o bana mirasçı olacak, ben de ona mirasçı olacağım.” buyurarak küçük yaşta onu evlât edinmişti. Böylece Zeyd’in babası ve amcası gönülleri rahat bir şekilde ailelerine dönmüşlerdi.[6]

Ancak cahiliye döneminden gelen bu evlâtlık uygulaması, Medine döneminin ilk yıllarına kadar sürmüş, Hicret’in 5. yılından sonra inen aşağıdaki âyetlerle kaldırılmıştır.

Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurulur:

“... Allah evlâtlıklarınızı öz oğullarınız gibi tanımadı. Bunlar sizin dillerinize doladığınız boş sözlerdir. Allah gerçeği söyler, doğru yola o eriştirir.”[7]

“Evlâtlıkları öz babalarına nisbet ederek çağırın. Bu, Allah katında daha doğrudur. Eğer onların babalarını bilmiyorsanız, bu takdirde onlar sizin din kardeşleriniz ve dostlarınızdır. İçinizden kasd ederek yaptıklarınız bir yana, yanlışlıkla yaptıklarınızda üzerinize bir günah yoktur. Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.”[8]

Abdullah İbn Ömer’den (ö.73/692) şöyle dediği nakledilmiştir: “Çocukları öz babalarına nisbet ederek çağırın.” (el-Ahzâb, 33/5) âyeti ininceye kadar, biz Zeyd b. Hârise’ye (r.a.) “Zeyd b. Muhammed (Muhammed’in oğlu Zeyd)” derdik. Bundan sonra kendi babasına nisbet etmeye başladık.”[9]

Cahiliye devrinde evlâtlık nesep, evlenme, boşanma, miras, sıhrî hısımlık gibi konularda öz çocuk gibi sonuçlar doğururdu. Bu yüzden evlatlığın dul kalan eşi ile de evlenilmezdi. Çünkü o, evlât edinenin gelini sayılırdı.

Allahü Teâlâ bu uygulamayı da Hz. Peygamber (s.a.v.)’in kendi hayatında meydana gelen şu olayla kaldırdı. Zeyd İbn Hârise Hz. Peygamber’in halasının kızı Zeynep binti Cahş ile evlendi, fakat mutlu olamadılar. Çünkü gerçekte Zeynep ve ailesi bu evliliği arzu etmemiş, ancak Allah Rasülü dünürcülük yapınca şu âyete göre muvâfakatlarını bildirmişlerdi. “Allah ve Rasûlü bir iş hakkında hüküm verdiği zaman, gerek mü’min olan bir erkek ve gerekse mü’min olan bir kadın için seçme hakkı yoktur. Kim Allâh’a ve Rasülüne karşı gelirse, şüphesiz o, apaçık bir sapıklıkla yolunu şaşırmış olur.” [10]

Hz. Peygamber’in sabır tavsiyelerine rağmen, sonunda Zeyd, Zeyneb’i boşadı. Zeynep iddetini tamamladıktan sonra da, evlatlık hukuku lağvedildiği için, Hz. Peygamber ile evlendi.

Âyette şöyle buyurulur:

“Sonunda madem ki, Zeyd, eşiyle ilgisini kesti; biz, onu seninle evlendirdik ki, evlâtlıklarının ilişiğini kestikleri eşleriyle evlenmede mü’minlere bir zorluk olmasın.”[11]

Buhârî’nin naklettiğine göre Zeynep, Hz. Peygamber ile evlendikten sonra, O’nun öbür eşlerine karşı övünür ve şöyle derdi: “Allâh’ın elçisi, sizi ailelerinizden isteyip nikâhladı. Beni ise yedi kat göklerden yüce Allah O’na nikâhladı.”[12] Böylece İslâm, gelinlerle evlenme yasağını yalnız öz oğulların eşleri ile sınırladı. Âyette;

“Kendi sulbünüzden gelmiş oğullarınızın eşleri ile evlenmeniz...,. size haram kılındı.”[13] buyurulur. Bu duruma göre, başkasına ait bir çocuğu evlât edinmekle, öz çocuk gibi hak ve görevler meydana gelmez. Evlât edinenin bakım yükümlülüğü doğmaz.

Aralarında bir hısımlık doğmadığı için evlenme engeli de meydana gelmez. Miras cereyan etmez. Ancak nesebi bilinmeyen bir çocuğu, bir kimse, “bu benim oğlum veya kızımdır” diye ikrarda bulunsa, aşağıda açıklayacağımız şartlar gerçekleşirse, bu çocuk onu tasdik etsin veya etmesin, nesebi ondan sabit olur ve aralarında miras cereyan eder. Diğer yandan evlâtlıkla süt hısımlığı birbirinden farklıdır. Süt hısımlığı, bir kadının kendine ait olmayan, süt emme yaşındaki bir çocuğu emzirmesiyle meydana gelir ve öz çocuk gibi evlenme engelleri doğurur. Bir fitne korkusu olmadıkça, süt hısımları arasında örtünme zorunluluğu bulunmaz.

Diğer yandan bir kimse kendi kardeşinin oğlu veya kızının bakım ve yetiştirilmesini üstlense, süt emme çağında, eşi bu çocuğu emzirmişse, hem mahrem hısım ve hem de süt hısımlığı yüzünden ergenlik çağından sonra da birlikte hayatlarını sürdürmelerinde bir sakınca bulunmaz.[14]

Ancak şunu da belirtelim ki, İslâm’ın evlâtlık müessesini kaldırması yetim, öksüz, yoksul, kimsesiz veya buluntu çocuklarla ilgilenilmeyeceği anlamına gelmez. Bu gibi çocuklar aileler nezdinde veya çocuk yuvalarında himâye altına alınır. Bakılır, eğitilir, sanat veya meslek sahibi kılınır, evlendirilir. Bir mü’min bu çeşit amellerden dolayı büyük ecir kazanır. Sadece çocuğu kendi nesep hısımı yapamaz ve ergenlik çağından sonraki görüşmeler İslâmi ölçüler içinde olmalıdır. Böyle bir çocuğun nesebi belirsiz olsa bile ona hor ve küçümseyici gözlerle bakılamaz. Çünkü ana) babanın bir yanlışından dolayı çocuk suçlanamaz. Çocuğa yardımcı olup, himaye eden kimse, ona manevi ana) babalık yapmış ve çocuğun sevgi ve saygısını kazanmış olur. Önemli olan da bu sevgi, şefkat ve saygıdır. Ayrıca âhirette bunun için ecir alınacaktır.

Kimsesiz bir çocuğu himaye eden kimse ona sağlığında iken bağış yoluyla dilediği kadar, vasiyet yoluyla ise malının üçte biri kadarını bırakabilir.

C) Çocuğun Nesebinin Sabit Olma Yolları

Çocuğun ana tarafından nesebi, onu doğuran kadındır. Doğan çocuğun meşrû veya gayri meşrû bir cinsel birleşmeden olması, nesebin anaya bağlanmasında etkili olmaz. Çocuğun babaya nisbeti ise dört durumda söz konusu olabilir. Bunlar; sahih veya fâsit evlilik, şüpheye dayalı cinsel birleşme veya babanın çocuğun nesebini tanımasından ibarettir.

İslâm, zina ürünü çocuğun nesebini erkeğe bağlamayı kabul etmemiştir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Çocuk yatak sahibi olan erkeğe aittir. Zina eden için ise mahrumluk vardır.[15] Aşağıda, nesebin sabit olma yollarını açıklayacağız.

1) Sahih evlilikte nesebin sabit olması:

Evlilik içinde doğan çocuğun nesebinin, babaya bağlanması gerektiğinde, İslâm fakihleri görüş birliği içindedir. Delil; “Çocuk yatak sahibi olan erkeğe aittir.” hadisidir. Burada yatak sahibinden maksat, doğan çocuğun annesi ile evli bulunan erkektir. Ancak çocuğun nesebinin babaya bağlanabilmesi için, aşağıdaki şartların gerçekleşmesi gerekir. Aksi durumda baba çocuğun nesebini reddedebilir.

a) Kocanın baba olabilecek nitelikleri taşıması:

Evli erkek ergen olmalı veya kendisine cinsel istek duyulan bir fizik olgunluğa (murâhık) ulaşmış bulunmalıdır. Hanefîlere göre on iki, Hanbelîlere göre on yaşına ulaşan, fakat henüz ergen olmamış bulunan erkek çocuğu “murahik” sayılır. Buna göre, evli olup, ergen olmayan veya murahik sayılacak fizik olgunluğa ulaşmamış bulunan erkekten nesep sabit olmaz.

Şâfiî ve Mâlikîlere göre, kendisinden nesep sabit olması için evli erkeğin ergen olması şarttır.

b) Evlilikle doğum arasında en az altı ayın geçmesi:

En kısa gebelik süresi altı aydır. Âyette şöyle buyurulur:

“Çocuğun ana karnında taşınması ile sütten kesilmesinin toplam süresi otuz aydır.” [16]

“Çocuğun sütten ayrılması da iki yıl sürmüştür.” [17]

“Emzirmeyi tamamlatmak isteyen (baba) için, anneler çocuklarını tam iki yıl emzirirler.” [18]

Yukarıdaki ilk âyet gebelik ve doğumdan sonra sütten ayrılma toplam süresini otuz ay, ikinci ve üçüncü âyetler ise sütten ayrılmayı iki yıl olarak belirleyince, bu iki süre arasındaki altı ay, gebeliğin en kısa süresi olarak ortaya çıkar. Nitekim evlilikten altı ay sonra doğum yapan bir kadının durumu Hz. Osman’a (ö.35/655) götürülmüş, zina had cezası uygulamayı düşündüğü sırada Abdullah b. Abbas (ö.68/687) yukarıdaki ilk iki âyeti okuyarak, bunun İslâm’a göre normal bir doğum sayılması gerektiğini söylemiştir. Bunun üzerine Halife Osman (r.a.)cezayı uygulamaktan vazgeçmiştir.

Altı aylık en kısa gebelik süresi Ebû Hanîfe’ye göre nikâh akdinden, çoğunluk müctehitlere göre ise cinsel birleşmeden veya cinsel birleşmenin mümkün olduğu tarihten itibaren hesaplanır.[19]

c) Doğumun evlilikten itibaren altı ayla gebeliğin en uzun süresi arasında gerçekleşmesi:

Doğum genellikle dokuz ay sonra gerçekleşir. Gebeliğin en uzun süresi ise iki yıldır. Delil Hz. Âişe’den (ö.57/676) nakledilen şu sözdür: “Çocuk, annesinin karnında iki yıldan fazla kalmaz.”[20] Buna göre, kocanın ölümü veya boşanma tarihinden itibaren, iki yıl içinde doğacak çocuğun nesebi vefat eden veya boşayan kocaya bağlanır.

Çoğunluk müctehitlere göre, gebeliğin en kısa süresi altı ay, en uzun süresi ise dört yıldır. Delil örftür. Nitekim tecrübelere göre gebeliği dört yıl süren kadınlar vardır. Aclan oğulları kadınlarını buna örnek verebiliriz. Buna göre, bir kadın kocasının ölümü veya boşandığı tarihten itibaren yeniden evlenmediği, herhangi bir erkekle cinsel temasta bulunmadığı, doğum yapmadığı veya iddet beklerken hayız görmediği takdirde dört yıl içinde doğum yaparsa çocuğun nesebi bu ölen veya boşayan kocaya bağlanır. İddeti de bu doğumla sona erer.

Mâlikîlerden meşhur görüşe göre en uzun gebelik süresi beş yıl, İbn Hazm (ö.456/1063) ve Hz. Ömer’e (ö.23/643) göre dokuz aydır.[21]

Sonuç olarak, bu konuda açık bir nass bulunmadığı için tecrübelere dayanarak içtihat yapılmıştır. Bu durum, çoğunlukla karşılaşılan doğum vak’alarına göre bir yılı geçmez. Gebeliğin en uzun süresini belirlemek, kocanın ölümü veya boşanma gibi durumlarda, kadının başka erkekten olan gayri meşrû çocuğunu, evlilik içinde doğmuş gibi göstermek veya onu eski kocasına mirasçı yapmak gibi bir haksızlığı önlemek için gereklidir. Günümüzde böyle bir nesep şüphesi durumunda tarafların adlî tıbba başvurarak DNA testi yoluyla gerçek babayı tesbit ettirmeleri mümkündür.

2) Fâsit evlilik:

Fâsit nikâh, nesebin sabit olması bakımından sahih nikâh gibidir. Bununla çocuğun korunması hedeflenmiş ana) babanın nikâh konusunda yaptıkları yanlışlıktan dolayı çocuğun zarar görmesi önlenmek istenmiştir.

Fâsit evlilikte nesebin sabit olması için üç şartın gerçekleşmesi gerekir. Bunlar sahih evlilikte öngörülen şartlar olup şunlardır.

Kocanın gebe bırakacak durumda olması. Bunun Şâfiî ve Mâlikîlere göre ergen olmakla, Hanefî ve Hanbelîlere göre ise ergen veya murahık bulunmakla gerçekleştiğini yukarıda belirtmiştik.

Cinsel birleşmenin gerçekleşmesi gerekir. Fasit nikâhta, sahih halvet (eşlerin yalnız başbaşa kalması) nesebin sabit olması için yeterli sayılmaz. Çünkü nikah fasit olunca böyle bir başbaşa kalmada cinsel temas helâl değildir.

Kadının cinsel birleşmeden itibaren en erken altı ay sonra doğum yapmış olması gerekir. Burada çocuğun nesebi mulâane yolu ile reddedilemez. Çünkü mulâane’ye yalnız sahih evlilikte başvurulabilir. Çoğunluk müctehitlere göre ise fâsit evlilikte de mulâane yoluyla nesep reddedilebilir.[22]

Sonuç olarak fâsit nikâhta cinsel birleşmeden sonra eşlerin birbirini terkettiği veya hakimin ayrılık kararı verdiği tarihten itibaren kadın gebeliğin en uzun süresi geçmeden önce doğum yapsa, çocuğun nesebi baba yönünden sabit olur. En uzun gebelik süresi geçtikten sonra doğacak çocuğun nesebi, fâsit nikâhlı eski kocaya bağlanamaz.[23]

D) Nesebi İsbat Yolları

Nesep, sahih veya fâsit bir evliliğin varlığı yahut kendi eşi sandığı bir kadınla şüpheye dayalı olarak vuku bulduğu isbat edilince yahut ikrar ya da DNA testi gibi ispat edici bir delil bulununca baba yönünden sabit olur.

1) Sahih veya fâsit bir evliliğin bulunması:

Nikâh akdinin varlığı ispat edilince, diğer şartlar da bulunuyorsa nesep kendiliğinden sabit sayılır. Şüpheye dayalı cinsel birleşme durumunda çocuk dünyaya gelirse, bu özür durumunun ispatı da çocuğun nesebini erkeğe bağlamada bir sebeptir.

2) İkrar yoluyla nesebin sabit olması:

Nesep ikrarı ikiye ayrılır. İkrarda bulunan nesebi ya kendisine veya başkasına bağlamış olur.

Bir erkeğin; “Bu çocuk benimdir.” veya “Bu benim babamdır.” diye ikrarda bulunması durumunda aşağıdaki şartlar gerçekleşirse nesep sabit olur.

a) İkrarda bulunanın nesebi, başkasından sabit olmamalıdır. Nesebi başka erkekten sabit ise bu ikrar batıl olur. Çünkü, “Hz. Peygamber, nesebini kendi babasından başkasına isnat eden veya kendi efendisinden başkasını efendi edinen kimseye lânet etmiştir.” [24]

b) Aradaki yaş farkının baba) çocuk olmaya elverişli bulunması gerekir. Meselâ; ikrarda bulunan erkek otuz, nesebi tanınan çocuk yirmi beş yaşında olsa, yaş farkı bu ikrara uygun değildir. Çünkü beş yaşında evlenip çocuk sahibi olmak mümkün değildir.

c) İkrarda bulunanın temyiz gücüne sahip (akıllı) olması gerekir. Çoğunluk fakihlere göre, ayrıca ergenlik çağına ulaşmış olması da ge­reklidir.

d) Nesebin üçüncü bir kişiye yükletilmemesi de gerekir. Bir kimse; “Bu benim kardeşimdir.” diye bir kişi hakkında ikrarda bulunsa, aslında o kimsenin nesebini babasına bağlamış olur. Diğer hısımların karşı çıkması durumunda, bu tanıma yalnız tanıyanı bağlar. Diğer yandan Hanefîlere göre nesebi tanınan çocuğun ayrıca sağ olması da şarttır.

Ebû Hanîfe’ye göre, bir kimse “Bu benim kardeşimdir.” diyerek, nesebi başkasına, yani babasına bağladığı zaman, ya babasının da bu tanımaya katılması veya tanımanın doğru olduğunu beyyine ile ispat etmesi yahut da baba daha önce ölmüşse, mirasçılardan iki kişinin bu tanımayı kabul etmesi gerekir. Çünkü nesebi tanıma, tanıyan bakımından başkası üzerinde değil, yalnız kendi üzerinde velâyet hakkı doğurduğu için eksik delil teşkil eder. Eğer tanıma, bu yollardan birisi ile desteklenmezse, yalnız tanıyanı bağlar. Meselâ; nesebini tanıdığı çocuk yoksulsa, bakımını üstlenir ve babasından gelecek mirasta da ona ortak olur.

3) Delille isbat:

Beyyine denilen sağlam bir delille isbat edilmesi de nesebi sabit kılar. Beyyine ile isbat ikrardan daha kuvvetlidir. Çünkü beyyine delillerin en güçlüsüdür. Beyyine sayılan deliller şunlardır: Ebû Hanîfe ve Muhammed’e göre iki erkek veya bir erkek iki kadın; Mâlikîlere göre yalnız iki erkek; Şâfiî, Hanbelî ve Ebû Yûsuf’a göre bütün mirasçılar. Şahitlik görme veya işitmeye dayanmalıdır. Bizzat görme veya işitmeye dayanmıyorsa, şahitlik yapmak caiz olmaz. Çünkü Hz. Peygamber bir şahide; “Güneşi görüyor musun?” diye sormuş, “Evet” deyince; “bunun gibi gör­düğüne şahitlik et, aksi halde şahitliği bırak.” buyurmuştur.[25]

Nesebin fizik benzerlikler yolu ile belirlenmesi de mümkündür. İddet beklemekte olan bir kadın evlense, iddeti içinde doğum yapsa, eski koca ve yeni evli bulunduğu koca her ikisi de çocuğun kendilerine ait olduğunu iddia etse çocuk hangisine ait olacaktır? Yine buluntu bir çocuğu iki veya üç erkek “Benim çocuğumdur.” diye tanımak istese, çocuk hangisine verilecektir?

Hanefîlere göre bir çocuk üzerinde iki erkek birden nesep iddiasında bulunsa, bunlardan birisi sahih veya fâsit nikâhla yatağın sahibi ise çocuk ona ait olur. Bunlardan her ikisinin de yatak hakkı olmaz veya ikisi birlikte yatak hakkında ortak bulunursa çocuk her ikisine ait sayılır. Bu konuda soy bilgininin görüşü ile amel edilmez.[26]

Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelilere göre ise fizik benzerliklere dayanarak soy belirlenebilir. Delil, Hz. Âişe’den nakledilen şu hadistir: “Bir gün Rasûlüllah (s.a.v.) yüzünde sevinç pırıltıları saçarak yanıma geldi ve soy bilgini Mücezziz’in Zeyd b. Hârise ile oğlu Usâme b. Zeyd hakkında; “Bu ayakların sahipleri biri diğerinden gelmedir.” dediğini nakletti.”[27] Hz. Peygamber, evlâtlık ilga edilmezden önce Zeyd b. Hârise’yi evlât edinmiş ve onu azadlı cariyesi Ümmü Eymen’le evlendirmişti. İşte Usâme bu evlilikten doğmuştur. Usâme çok siyah, babası Zeyd ise beyaz tenli idi. Münâfıklar, babası ile oğlu arasındaki bu renk ayrılığını öne sürerek Usâme’nin nesebi üzerinde dedikodu yapıyorlardı. Mescidde üstleri örtülü olan oğul ve babanın, örtünün altında kimlerin olduğunu bilmeksizin, yalnız çıplak ayaklarını gören soy bilgini, bu ayaklara dikkatlice bakmış, bu ayaklardan birinin diğerinden gelme olduğunu söylemiştir. Hz. Peygamber bu habere sevinmiş ve nesebin bu yolla sabit olabileceğini “takrîr” yoluyla ifade buyurmuştur.[28]

Diğer yandan günümüzde “DNA” testi yoluyla çocukla, anne veya babası olduğu iddia edilen kişinin “kalıtım özellikleri” arasındaki uyum durumuna göre nesep tesbiti yapılabilmektedir. “DNA” testi tıbbın ulaştığı son harika buluşlardandır. Bununla insan hücresine önceki atalarına ait özelliklerden ve kader programından yüklenmiş bulunan bilgilerin şifreleri çözülmeye çalışılmaktadır.

Sonuç olarak, kanaatimizce evli olanların çocukları, prensip olarak ana) babaya nisbet edilirken, şüpheye dayalı cinsel birleşme durumunda veya buluntu çocukların nesebini belirlemede yalnız nesep iddiasını veya ikrarını yeterli görmeyip fizik ve biyolojik benzerliklerin de araştırılması uygun olur. Böylece Hanefîlerle, çoğunluğun görüşü birleşmiş bulunur. Bununla nesep konusunda yapılabilecek yanlışlıklar da önlenmiş olur.

2. BULUNTU ÇOCUK (LAKÎT)

A) Lakît Nedir?

Lakit sözlükte; yerden kaldırıp alınan şey demektir. Bir fıkıh terimi olarak lakît; ailesi tarafından yoksulluk korkusu veya zina töhmeti gibi bir nedenle sokağa atılmış yahut kaybolmuş çocuğu ifade eder. Buna göre lakît, doğumun peşinden sokağa atılmış çocuk veya henüz temyiz gücüne ulaşmamış küçük çocuktur. Şâfiîlere göre korunmaya muhtaç oldukları için, mümeyyiz küçükle akıl hastaları da bu kapsama girer.[29]

Hanefîlere göre, terkedilmiş olarak bulunan çocuğun alınması müstehaptır. Alınmadığı takdirde helâk olmasından korkulan çocuğun alınması kifâî farz, çocuğun yerini bulandan başkası bilmiyorsa, alınması farz-ı ayn olur.

Çoğunluğa göre, bulunmuş çocuğu almak farz-ı kifâye, helâkından korkulan çocuğu almak ise farz-ı ayn’dır.[30]

Bırakılmış bir çocuğu bulup alan kimsenin akıllı, ergen, çocuğu korumaya muktedir ve iyi ahlâklı olması gerekir. Aksi durumda hâkim çocuğu ondan alıp, güvenilir başka birisine verebilir.

Şâfiîlere göre lakîti alanın akıllı, ergen, hür, reşid ve Müslüman olması, adâletli ve fâsıklıktan uzak bulunması gerekir. Bu yüzden sefih, fâsık ve gayri müslimlerin alacağı buluntu çocuklar onların ellerinden alınır.[31]

Bırakılmış çocuğu birden çok kimseler bulmuşsa, çocuk kendisi için daha yararlı olana verilir. Eşitlik durumunda tercih hakkı hakimindir. Şâfiî ve Hanbelîlere göre böyle bir durumda kur’aya başvurulur.[32]

B) Buluntu Çocuğun İslâm Toplumundaki Yeri ve Hakları:

1) Hür ve Müslüman sayılması:

İnsanda asıl olan hür olmaktır. Bu yüzden bir İslâm beldesinde bulunan çocuk hür ve Müslüman sayılır. Ölünce yıkanır, cenaze namazı kılınır ve Müslüman mezarlığına gömülür. Çocuğu bir zimmî (gayri müslim tebea) veya bir Müslüman, kilise veya havrada yahut hiçbir Müslümanın bulunmadığı bir köyde bulmuşsa, dış görünüşe bakarak çocuk zimmet ehlinden sayılır. Ancak onu bir zimmî, İslâm beldesinde bulsa, bulunma yeri dikkate alınarak Müslüman sayılır.[33]

2) Nesebi:

Buluntu çocuğun nesebi meçhuldür. Bir kimse bu çocuğun kendisine ait olduğunu iddia ederse, delilsiz kabul edilir ve çocuğun nesebi ona bağlanır. İki hür Müslüman birlikte nesep iddiasında bulunsa, bunlardan birisi çocuğun beden veya giysisindeki bir alâmeti delil olarak nitelendirse Hanefîlere göre öncelik hakkına sahip olur. Çünkü bu belirti çocuğun daha önce onun yanında olduğunu gösterir. Delil, Mısır Azîz’inin eşi Züleyha ile ilgili olarak bir şahidin söylediği sözleri bildiren şu âyettir: “Eğer Yûsuf’un gömleği önden yırtılmışsa kadın doğrudur, Yûsuf yalancılardandır. Ve eğer onun gömleği arkadan yırtılmışsa, kadın yalancıdır, o doğrulardandır.” [34] Eğer ikisi de bir delil getiremezse, çocuk ikisine birlikte ait sayılır. Delil, Hz. Ömer’in uygulamasıdır. O, şöyle demiştir: “Bu durumda çocuk ikisine ait olur. Çocuk onlara onlar da çocuğa mirasçı olurlar.”[35]

Şâfiîlere göre, iki kişiden hiçbirisi delil (beyyine) getiremezse çocuk soy bilginine gösterilir ve onun tesbitine uyulur.[36] Bu konu günümüzde DNA testi ile çözüme kavuşturulabilir.

Bir kadın buluntu çocuğun kendisine ait olduğunu iddia ederse, kadın evli değilse isteği kabul edilmez. Eğer kocası olur ve kadının iddiasını tasdik ederse veya ebe yahut iki kişi, kadın lehine şahitlik ederlerse çocuğun nesebi bu kadın yönünden sabit olur.[37]

3) Bakım masrafları:

Buluntu çocuğun yeme, içme, giyim ve eğitim gibi bakım harcamaları eğer kendi malı veya parası varsa ondan yapılır. Eğer çocuğun malı olmaz ve bulan kişi hakimden izin alarak kendi malından ona harcamada bulunmuş olursa, ergenlik çağından sonra bunlar için buluntu çocuğa rucû edebilir. Harcamaları hakimden izinsiz yapmışsa, bunlar teberru olarak (Cenâb-ı Hak’tan sadaka ecri almak gayesiyle) yapılmış sayılır. Bu yüzden de artık buluntu çocuğa rucû edemez.

Çocuğun kendi malı bulunmaz, fakat bu gibi çocuklar için kurulmuş yardım vakıfları veya lehine vasiyet edilen mal bulunursa, masraflar oradan karşılanır. Bu da yoksa çocuğun masrafları beytülmalden karşılanır.[38]

4) Malı ve mirası:

Çocuğun üzerindeki giysiler, cebinden çıkan para vb. değerli şeyler kendisine aittir.[39] Buluntu çocuk nesebi belirsiz olarak yaşar ve o şekilde vefat ederse malvarlığı beytülmale kalır.[40]

5) Buluntu çocuk üzerindeki velâyet:

Lakitin şahsı ve malı üzerindeki velâyet yetkisi hakime aittir.

Yani onu korumak, eğitimini gerçekleştirmek, evlendirmek ve malında tasarruf etmek gibi konularda hakim yetkilidir. Çünkü Hz. Peygamber; “İslâm devlet yöneticisi, velisi olmayanın velisidir.” [41] buyurmuştur.

Çocuğu bulanın evlendirme ve malda tasarruf hakkı yoktur. Malı olmayan buluntu bir çocuğu hakim evlendirirse mehri, yeme, içme, giyim ve sağlıkla ilgili masrafları beytülmalden karşılanır. Bu görüş Hz. Ömer ve Hz. Ali’den nakledilmiştir. Çünkü beytülmal İslâm toplumunda muhtaç durumda olanlara yardım etmek üzere vardır. Nimet, külfet karşılığındadır. Devlet kimsesiz kişinin mirasçısı olur, gerektiğinde diyetini alır. Buna karşılık da buluntu çocuğun masraflarını karşılamalı ve diyeti gerektiren bir suç işlediğinde de bunu tazmin etmelidir. Nitekim Allâh’ın Rasûlü “Geliri alma hakkı, külfeti üstlenme karşılığındadır.” [42] buyurmuştur.

Diğer yandan çocuğu bulan kimse sahibi çıkıncaya veya nesep iddiasında olan birisi onu isteyinceye kadar çocuğa başkalarından daha fazla hak sahibi olduğu için, hakim çocuğun velâyetini ona da verebilir.[43]

3. SÜT HISIMLIĞI (RADÂ)

A) Süt Emme ve Süt Hısımlığı

Radâ sözcüğü arapça “radaa” kökünden mastar olup, bir çocuğun annesinin sütünü emmesi demektir. Bir isim olarak, süt kardeşliği ve süt hısımlığı anlamına gelir.

Doğan bir çocuğun en önemli gıdası anne sütüdür. Çocuğun fizik ve biyolojik gelişmesinde anne sütünün önemi günümüz tıp otoritelerince de ortaya konulmuştur. Yeni doğan çocuğa belirli bir gelişim süresince anne sütü vermenin İslâmî literatürdeki yerini açıkladıktan sonra tıp yönü üzerinde ayrıca duracağız.

Kur’ân-ı Kerîm’de çocuğa süt emzirmeyi emir ve teşvik eden âyetler yanında emzirmeyi düzenleyen bazı hükümler de vardır.

Allahü Teâlâ şöyle buyurur:

“Emzirmeyi tamamlatmak isteyen kimse için, anneler çocuklarını tam iki yıl emzirirler.”[44]

“Boşadığınız kadınlarınız kendisinden olan çocuklarınızı emzirirlerse, onlara ücretlerini verin. Bu konuda birbirinize danışarak hareket edin. Eğer anlaşamazsanız, çocuğu başka bir kadın emzirecektir.”[45]

“Biz, Mûsâ’nın annesine; “Onu emzir, sana ona ait bir tehlike gelince, kendisini denize (Nil Nehrine) bırak, korkma, üzülme biz onu sana yeniden geri vereceğiz ve onu elçilerden yapacağız.” diye vahyettik.”[46]

Biz daha ilk günden, çocuğun sütanneleri emmesini engellemiştik. İşte o sırada kız kardeşi dedi ki: “Sizin için, onun bakımını üstlenecek, hem ona şefkatle bakacak bir aileyi göstereyim mi?”[47]

“Süt emziren analarınız ve süt cihetinden kız kardeşleriniz (de size haram kılındı)[48] Çoğunluk İslâm fakihlerine göre, bir annenin kendi çocuğunu emzirmesi menduptur. Ancak emzirmek istemediği takdirde aşağıda belirteceğimiz istisnalar dışında kaza yoluyla emzirmeye zorlanamaz. Çünkü çocuğun emzirilme işi nafaka kapsamına girer ve bu da çocuğun babası üzerine vâciptir. Bu yüzden koca, karısını emzirmeye zorlayamaz. Çünkü; “Emmeyi tamam yaptırmak isteyenler için, anneler çocuklarını tam iki yıl emzirirler” (el-Bakara, 2/233) âyeti tavsiye niteliğindedir.

Ancak aşağıdaki durumlarda, anne çocuğunu emzirmeye zorlanabilir.

a) Çocuğun kendi annesinden başkasının sütünü emmemesi,

b) Başka bir süt anne bulunamaması

c) Çocuğun babasının olmaması ve kendisinin de süt anne tutabilecek bir malının bulunmaması durumlarında anne çocuğunu emzirir. Burada gaye, çocuğu helâk olmaktan korumaktır.

Yukarıdaki durumların dışında, anne çocuğunu emzirmekten kaçındığı takdirde, babanın bir süt anne tutması gerekir. Süt anne, çocuğu öz annesinin yanında emzirir. Çünkü anne için çocuğu “hıdâne” çağı süresince (bk. aşağıda “Hıdâne” konusu) yanında tutma hakkı vardır.

Baba, evlilik içinde olan veya ric’î (cayılabilir) boşamadan sonra iddet beklemekte bulunan karısına, kendi çocuğunu emzirmesi karşılığında bir ücret vermek zorunda değildir. Çünkü bu durumda kocanın nafaka yükümlülüğü sürmektedir. Bâin (kesin) boşama durumunda ise, kadın iddet içinde kazaen emzirmeye zorlanamaz. Hanefîlerin sağlam görüşüne göre, bu durumda anne, emzirme ücreti isteyebilir. Delil şu âyettir: “Onlar sizin için, kendilerinden olan çocuğunuzu emzirmişlerse, onlara ücretlerini verin.” [49] Bu âyet, boşanmış kadınlar hakkında inmiştir.

Mâlikîlere göre kadın önemli bir özrü bulunmadıkça, evli olduğu veya ric’î boşamadan dolayı iddet içinde bulunduğu sürece, çocuğunu emzirmeye zorlanır. Onlar “kadının çocuğunu iki yıl emzirmesini” öngören âyetin vücub ifade ettiğini söylerler. Ancak kadın zengin ve şerefli bir aileden olursa, emzirmeye zorlanamaz. Burada delil maslahata dayalı örftür. Diğer yandan bâin (kesin) talakla boşanan kadına çocuğunu emzirmesi vâcip olmaz. Delil, bu durumda kadının emzirme ücreti isteyebileceğini bildiren âyettir.[50]

Buna göre İslâm, yeni doğan çocuğun belli bir süre anne sütü ile bes­lenmesine önem vermiş, öz annenin herhangi bir nedenle çocuğu emzirememesi durumunda, süt anne yoluyla bu beslenmenin yine bir anne sütüyle yapılmasını öngörmüştür. İslâm’ın çıkışı sırasında, yeni doğan çocuğun sağlığı da dikkate alınarak çevre yerleşim merkezlerinde, aşiret ve kabilelerin yaşadığı yörelerde çocuklar bir süre süt anneye verilir ve emzirme işi bir ücret karşılığında yapılırdı. Hz. peygamber (s.a.v.)’in de iki yılın üzerinde süt annesi Halime (r. anhâ)’nın yanında kaldığı bilinmektedir.[51] Biz süt hısımlığı konusuna geçmezden önce, anne sütünün kimyasal yapısı ve çocuk üzerindeki biyolojik etkisini tıp bilimi açısından açıklayacağız.

B) Anne Sütünün Tıp Bilimi Açısından Nitelikleri

Anne sütünün niteliklerini bu konuda otorite olan Prof. Dr. Şinasi Öz­soylu özet olarak şöyle belirlemektedir:

“Bütün memelilerin yavrularının beslenmesinde kendi annelerinin sütü en iyi olduğu gibi, süt çocuğunun beslenmesinde de en önemli ve yeri doldurulamaz olan besin anne sütüdür. Klasik kitaplarda anne sütünün temiz, mikropsuz daima uygun ısıda ve çocuğun yanında olması vurgulanır. Ancak anne sütünün yüksek beslenme değeri yanında içerdiği hücreler, hormonlar, enzimler ve immünglobulinler bağışıklık sağlayan koruyucu maddeler yönünden etkilerini yeni yeni anlamaya başlıyoruz. Anne sütünün şekerinin, inek sütünden yüksek olması (loktoz: Anne sütü %7, inek sütü %4) yanında, proteinlerinin farkına da her kitapta işaret edilmiştir. Protein yönünden laktalbuminin (bir protein türü) anne sütünde yüksek olması önemli kimyasal özelliğidir. Bugün anne sütünün bütün üstünlüklerini kimyasal yapısı ile açıklayamamaktayız. Bu da biyolojik özelliklerin hepsinin kimyasını bilmediğimizin bir belgesidir. Son olarak anne sütü ile beslenen bebeklerin büyüme ve gelişmesindeki fark nedeniyle, suni gıdalarla beslenmiş bebeklere ait sıvı ve kalori hesaplarının yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini anlamış bulunuyoruz.”[52]

Anne sütü yerine, suni gıda ve mama ile beslemenin son yirmi yıllık gelişimi şöyle belirlenir. “Sunî beslenmenin bir zamanlar çok yaygın olduğu Amerika Birleşik Devletlerinde de anne sütüne dönüş aşağıdaki tabloda görülmektedir.[53]

Anne sütü verilme yüzdeleri:

Yıl:             1960       1970       1975       1978       1979       1980

Yüzde:         28,4        24,9        33,4        45,1        49,1         54

Buna göre 1960’larda ABD’de bebek sahibi annelerin ancak %28,4’ü çocuğunu emzirme yoluyla beslerken, bu oran 1980’de %54’e yükselmiştir.

Eserde; şöyle denilmektedir: “Yavrusunu sütle besleyen hiçbir canlının yavrusunun, annesinde olmadığı için suni beslenmeye mecbur kaldığı görülmemiştir. Hatta hiç hamile kalmamış kızların bile bir bebek tarafından emilmesi durumunda sütlerinin gelebileceği ve bu sütle bebeği olan annenin sütü arasında kimyasal yapı yönünden bir fark bulunmadığı ortaya çıkmıştır.”[54]

Buna göre Cenâb-ı Hak her anneye, doğurduğu çocuğu besleyecek ölçüde süt nimetini vermiştir. Sütün gelmemesi, kesilmesi veya azalması gibi endişe ve düşünceler yersizdir. Yavrusunu emzirme istek ve özlemi içinde olan bir annenin bünyesi süt imal ve ifrazına uygun olarak yaratılmıştır. Ancak hastalık gibi bir özrü olanlar bundan müstesnadır.

Anne sütünün bebeğin ihtiyacı olan gıdayı sağlamada yeterli olduğu şöyle vurgulanır: “Bir kimse yediği gıdaların içindeki emilebilen demirin ancak %10’unu emebildiği halde, bir bebeğin ek gıda verilmedikçe, anne sütündeki demirin %60’ını emebildiği ortaya çıkmıştır. Bugün annede demir eksikliği olsa bile, sütündeki demir, bebeğe yeterli olabilmektedir. Sonuçta; sağlıklı annelerin sütündeki bütün faktörlerin bebek için ilk altı ay yeterli olacağını ve başka bir ek gıdanın şart olmadığını anlamış bulunuyoruz.”[55]

Anne sütünün çocuğun büyümesini ve gelişmesini sağlaması yanında, çocuğun sağlığını koruma ve vücut direncini arttırıcı nitelikleri de şöyle özetlenebilir.

a) Anne sütünün çocuk doğar doğmaz (ilk on dakika içinde) emilmesi teneffüs ve idrar yollarının infeksiyonlarına karşı, çocuğun korunmasını sağlar. Çünkü bu ilk emme mikropsuz ortamda dünyaya gelen bebeğin, özellikle ağız ve mide-barsak sistemi iç zarları (gastro-intestinal) mukozalarının koruyucu bir madde ile (sekretuar Iga) örtülerek korunmasını sağlamış olur.

b) Anne sütünde, bebeğin sık ishal olmasına neden olan mikroplara karşı etkili bulunan bir koruyucu maddenin (IgG antikoru) varlığı da belirlenmiştir.

c) Anne sütü, bebeğin gereksiz şişmanlamasını önler ve onun Standard kiloda gelişmesine yardımcı olur.

d) Anne sütünün mikropsuz (steril) oluşu ve bakterilere karşı etkili bulunuşu yüzünden bebeğin gözüne damlatılması durumunda, gözü konjuktivitten (bulaşıcı bir göz hastalığı) koruduğu ve tedavi ettiği belirlenmiştir. Anadoluda gözü ağrıyan çocuğa anne sütü damlatılmasının nedeni budur.

e) Anne sütünün bir çeşit “aşı” görevi yapması nedeniyle özellikle geri kalmış ülkelerde, yalnız anne sütü ile uygun beslenen bebeklerin hastalanmalarının, kızamık, ishal ve pnömoniden (zatürre) ölümlerinin az olduğu görülmüştür.

f) Anne sütündeki lipazın (bir enzim türü) yağ sindiriminde önemli bir etkisi vardır. Çünkü bebeğin pankreasından ilk aylarda lipaz ve amilaz (protein sindirimde yer alan bir madde türü) salgılanması çok azdır.

g) Anne sütü ile beslenen bebeklerde allerji az görülür. Bebeğin inek sütü, soya sütü gibi değişik gıda allerjilerine karşı da anne sütü koruyucu bir niteliğe sahiptir.

h) Anne sütünün, bebeği orta kulak iltihabına karşı (otitis medi) koruyucu etkisi vardır.

i) Anne kızamıkçık (Rubella) aşısı olduğunda sütünde aşı virüsü görülmesine rağmen bebekte infeksiyon ve hastalık yapmadığı belirlenmiştir.

Sonuç olarak bu açıklamalar anne sütünün bebeğin biyolojik ve psikolojik bütün ihtiyaçlarının karşılanmasında yeri doldurulamayacak bir besin olduğunu göstermektedir.[56]

İşte çocuğun gelişmesinde bu derece önemli olan anne sütünü, öz anneden sağlama imkânı olmaz veya bebeğin sağlığı için gerekli görülürse, öz anneden başka bir süt anneden emme konusunda yararlanma da İslâm’ın önem verdiği bir husustur. Aşağıda süt hısımlığı üzerinde duracağız.

C) Süt Hısımlığının Doğuşu

Doğan bebeği öz annesinin emzirmesi asıl olmakla birlikte, çeşitli nedenlerle onu dışarıdan bir süt annenin emzirmesi de gerekli olabilir. Burada önemli olan, bebeğin belli süre içinde anne sütü ile beslenmesidir. Çünkü bütün annelerin, hatta hamile olmamış bir kızdan gelebilen sütün aynı niteliklere ve besleyiciliğe sahip olduğunu yukarıda belirtmiştik. Kimi zaman toplum örfünde bebeğin sağlık, eğitim veya iyi bir dil öğrenmesi gibi nedenlerle süt anneye verildiği de görülür.

Nitekim İslâm’ın çıkışı sırasında Mekke eşrafı çocuklarını çölde bir süt anneye vererek emzirme âdetinde idiler. Bu yüzden 20 Nisan (12 Rabiul-evvel) 571 M. tarihinde Mekke’de doğan Hz. Muhammed (s.a.v.) de, kendi annesi Âmine tarafından üç veya yedi gün içinde ancak bir kaç kere emzirildikten sonra Ebû Leheb’in cariyesi Süveybe hanım O’na bir süre süt annelik yapmıştı. Daha sonra Mekke’ye komşu çöllerde yaşayan Hevâzin kabilesinin kollarından Benû Sa’d’a mensup Halime binti Ebî Züeyb, uzun süre Hz. Muhammed’e süt emzirmiştir. Araplar arasında fasih arapçasıyla ün yapmış olan Benû Sa’d kabilesi arasında yaklaşık ilk iki buçuk yılını geçiren Hz. Muhammed, yıllar sonra üstleneceği peygamberlik görevi için sağlıklı bir beden ve ruhla Mekke’ye annesinin yanına dönmüştür.[57]

Süt anne uygulaması İslâm’da da sürdürüldü. Kur’ân ve sünnet bu konuda bir takım düzenlemeler yaptı. Özellikle evlenme konusunda nesep hısımlarına yakın yasaklar konuldu.

Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurulur: “...Eğer boşadığırıız eski eşinizle anlaşamazsanız, çocuğu başka bir kadın emzirecektir.”[58] “Süt emziren analarınız ve süt cihetinden kız kardeşleriniz (size haram kılındı)[59] Süt hısımlığı ile ilgili Allâh’ın elçisinin çeşitli hadisleri vardır. Şu hadis evlenme engeli bakımından genel prensibi ifade etmektedir: “Nesepçe haram olanlar, süt yönüyle de haram olurlar.” [60]

D) Evliliği Haram Kılan Süt Emmenin Şartları

  1. Sütün, bir kadına ait olması gerekir. Çoğunluğa göre, süt emziren kadının evli veya bekâr olması veya kocasının bulunmaması, sonucu değiştirmez. Sütten başka bir şeyle mesela bir kadından bebeğe yapılacak kan nakli ile süt hısımlığı doğmaz.
  2. Sütün, emen çocuğun midesine ulaşması gerekir. Sütü memeden emmekle, bir kap veya bardaktan içmek birdir. Çocuk memeyi ağzına alır, fakat süt emip emmediği bilinmezse, haramlık doğmaz. Çünkü şüphe ile hüküm sabit olmaz. Mâlikîlere göre ise bu durumda ihtiyatla amel ederek haramlık sabit görülür. Şâfiî ve Hanbeliler, beş ayrı emmeyi şart koşarlar. Çünkü Hz. Âişe’den şöyle dediği rivayet edilmiştir: Kur’ân’da önce; “On defa emmekle haramlık doğar.” âyeti gelmiş, daha sonra inen bir âyetle emme sayısı beşe indirilmiştir. Bu âyet Kur’ân’da okunurken Hz. Peygamber vefat etmiştir.[61]

Şâfiîlere göre emme sayısını beşe indiren bu âyet hükmü Kur’ân’a yazılıp, okunması neshedilmiş bir âyet olsa da hükmü devam etmektedir. Bu, “yaşlı erkekle, yaşlı bir kadın zina ederse, onları recmedin.” âyetine benzer.[62] İbnü’l-Hümâm (ö.861/1457) beş defa emme bildiren âyetin yalnız tilavetinin değil, hükmünün de neshedildiğini belirtmiştir.[63]

Hanefîlerle Mâlikîlere göre süt emme miktarı az olsun çok olsun sonuç değişmez. Delil: “Süt emziren analarınız (size haram kılındı)” (Nisâ, 4/23) âyeti ile, “Nesepçe haram olanlar süt yoluyla da haram olurlar.” [64] hadisidir. Bu âyet ve hadiste emme miktarı ve sayısı belirlenmemiştir.

  1. Emzirmenin ağız veya burun yoluyla olması gerekir: Çünkü süt, ancak bu iki yoldan boğaz yoluyla mideye ulaşır ve gıdalanma meydana gelir.

Hanefî, Şafiî ve Hanbelîlere göre, idrar yollarına, göze, kulağa veya bir yaraya akıtılacak kadın sütü ile hısımlık doğmaz.

  1. Sütün başka bir sıvı ile karışmaması gerekir. Süt başka bir sıvı ile karışırsa, Hanefî ve Mâlikîlere göre, çok olan esas alınır. Süt fazla ise haramlık doğurur. Ebû Hanîfe’ye göre, bir gıda ile karıştırılan süt az olsun çok olsun haramlık doğurmaz. Çünkü bu gıda sütün kuvvetini giderir. Hüküm olarak gıda kısmı sütten fazla sayılır.

İmam Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed, burada da çok olanı esas alırlar.

Günümüz tıp bilimi de anne sütünün başka bir gıda maddesi ile karıştırılınca, niteliklerinin değişeceği konusunda İslâm bilginleri ile aynı görüşü paylaşmaktadır. Şinasi Özsoylu bu konuda şunları yazmaktadır: “Son zamanlarda yapılan çalışmalardan çıkarılacak sonuçlardan birisi de anne sütünden hemen sonra meyve ezmeleri de dahil olmak üzere sun’î bir gıdanın verilmesi durumunda, anne sütünün emilmesinde (absorpsiyon), böylece biyolojik değerlerinde azalma olabileceğidir. Buna göre nadir de olsa karışık beslenme zorunluluğu doğarsa veya ek gıdalara geçişte, bunların anne sütü verilen öğün de değil de daha sonraki öğünde anne sütü verilmeksizin yapılmasını telkin etmektedir.”[65] Eserin başka bir yerinde şöyle denir: “Ek gıda verilmek istenirse (gerek olmadığı halde) emmeden hemen sonra verilmemelidir. Aksi halde sütteki eser elementlerin emilmesi kötü yönde etkilenmiş olabilir.”[66]

Bir kadının sütü başka bir kadının sütü ile karıştırılarak çocuğa içirilse, Ebû Hanîfe ve Ebû Yûsuf’a göre, çok olan esas alınır. Az olana itibar edilmez, sütlerin miktarı eşit olursa, karışma yüzünden her iki kadın bakımından da süt hısımlığı doğar. Mâlikîlere, İmam Muhammed ve Züfer’e göre bu durumlarda her iki kadın bakımından süt hısımlığı doğar. Sütlerin eşit veya birisinin eksik ya da fazla olması, sonucu değiştirmez. Tercih edilen görüş budur. Çünkü sütler bir cinstir. Aynı cinsten olan iki şey arasında galipliğin hükmü bulunmaz.[67] Günümüzde bazı ülke ve beldelerde görülen “anne sütü bankası”nda karışan anne sütlerini yukarıdaki esaslara göre çözümlemek gerekir. Anne sütü bankası nedir? Bunu kısaca açıklayıp, İslâmî açıdan kritiğini yapacağız.

E) Anne Sütü Bankası

Anne sütünün önemini anlayan kimi ülkeler erken doğmuş veya yeni doğup da öz annesinin sütünü çeşitli nedenlerle alamayan bebebeklere taze anne sütü sağlamak gayesiyle “anne sütü bankası” adı ile “kan merkezi” benzeri müesseseler kurmuşlardır. Örneğin Finlandiya’da 1937’den bu yana kurulmuş ve geliştirilmiş olan anne sütü bankaları vardır. Türkiye’de de Haccettepe Çocuk Hastanesinde 1982 yılında, taze anne sütünün üstünlüğüne dayanan bir süt bankası kurulmuştur.

Şinasi Özsoylu, anne sütü bankasında sütün toplanıp korunması ile ilgili olarak şöyle demektedir: “Anne emziremiyorsa, sütünün toplanıp pastörize edilmesi veya kaynatılması ile pek çok özelliğin kaybolacağı hatırdan çıkarılmamalıdır. Dondurulması ile en az değişiklik olacağı (hücreler yönünden) bilinmekte ise de, en iyisi toplanıp taze, bu mümkün değilse bir kaç saat buz dolabında tutulduktan sonra verilmesidir. Türkiye’de uygulanan yöntem budur. Süt bankalarında pastörizasyon ve kaynatma, yağların emiliminde rolü olan lipazin (yağ sindirimine yardımcı olan mad.) kaybolmasına, ayrıca hücre ve enzimlerin yıkılmasına da neden olduğundan alınır alınmaz eksi 800 C° de dondurulmasının uygun olacağı düşünülebilir. Bu durumda sütte bulunan lökositlerin tahribi söz konusu olacaktır.”[68]

Erken doğum veya yeni doğum durumunda, ya da daha sonraki günlerde öz anne çocuğuna süt veremiyorsa, bebeğin anne sütü ile beslenmesi nasıl sağlanacaktır? Kanaatımızca, kan vermelerde olduğu gibi, çocuk hastanesi ya da doğum evi yönetimi, kendi çevresinde gerektiğinde süte ihtiyacı olan çocuğu emzirmek üzere “süt anne” dosyası oluşturabilir. Üstelik çocuğunu kaybeden ya da çocuk sevgi ve özlemi içinde nice varlıklı hanımlardan severek çocuk emzirenler çıkabileceği gibi, fakir olup, kendi bebeğinin ve ailesinin masraflarına katkıda bulunmak üzere bunu bir ücret karşılığında yapan hanımlar da olacaktır. Süt emzirme karşılığında ücret alınabileceğinde şüphe yoktur.[69] Ancak gerek hastanede ve gerekse evde emziren süt annenin kim olduğunu ve süt anne de emzirdiği çocuğun kimliğini bilmeli ve bunu kaybolmayacak bir yere yazıp aile fertlerine bildirmelidir. Taze ve sürekli süt temini için en sağlıklı yol bu olsa gerektir.

Çoğunluğa göre, hısımlık doğuran sütün ilk iki yaş içinde emilmesi gerekir. Çünkü âyette “Anneler, çocuklarını iki bütün yıl emzirirler” buyurulmuştur. Nesep hısımı olan çocuklarla ilgili olan bu hüküm, süt emen diğer çocukları da kapsar. Hadiste “Süt hısımlığı ancak iki yaş içinde emzirilen sütle oluşur” [70] buyurulur.

Ebû Hanîfe’ye göre ise emme süresi 30 aydır. Delil şu âyettir:

“Çocuğun ana karnında taşınması ile sütten ayrılmasının süresi otuz aydır.[71] Burada 30 ay, hem gebeliğin, hem de sütten ayrılmanın ayrı ayrı süresidir.

Çoğunluk fakihlere göre ise, bu ayette iki yıl emme süresi ile gebeliğin en kısa süresi olan altı ayın toplamı verilmiştir. Nitekim sütten ayrılmanın iki yıl olduğunu belirleyen başka deliller de vardır. Başka bir âyette şöyle buyurulur:

“Biz insana ana) babasına itaat etmesini bildirdik. O’nun anası kendisini zahmet üstüne zahmetle taşımıştır. Sütten ayrılması da iki yıl sürmüştür.” [72]

F) Süt Emme Yoluyla Meydana Gelen Evlenme Yasağı

Kur’ân-ı Kerîm’de; “... Sizi emziren analarınız ve süt kız kardeşleriniz (size haram kılındı)” [73] buyurulur. Bu âyette yalnız iki tane süt hısımından söz edilmiştir. Bu konuda genel prensip şu hadisle konulmuştur. “Nesepçe haram olanlar süt yoluyla da haram olurlar.” [74] Buna göre, süt akrabalığı sadece başka bir kadından süt emen çocukla, ona süt emziren kadın ve onun nesep ve sıhrî akrabaları arasında sonuç doğurmaktadır. Sadece süt emen bu çocuğu süt emzirenin öz oğlu veya öz kızı değerlendirmek gerekir. Böylece süt emen bu çocuğu, kendi ailesinden alıp, süt emziren kadının ailesine dahil etmekle, bu kadının bütün akrabaları onun da süt cihetinden akrabası olmuş oluyor.

Sonuç olarak bu konuda şu esas söylenebilir: Süt emenin nefsi süt emzirenin nesline haram olmaktadır. Ancak süt emen çocuğun daha sonra doğabilecek çocukları dışında diğer nesep hısımları ile süt emziren kadının nesep veya sıhrî hısımları arasında bir akrabalık meydana gelmemektedir. Kısaca; süt emen çocuğun nesepten kardeşleri ile, süt emziren kadının nesepten çocukları arasında bir evlenme engeli doğmaz. Çünkü onlar aynı kadından süt emmedikleri için, fizik ve biyolojik yapılarında ortak cüz söz konusu değildir.

Süt hısımları birbirine yabancı olmazlar. Bir fitne tehlikesi yoksa birbirine bakabilirler. Süt emmekle bir hısımlık doğarsa da, bununla nafaka, miras, şahitliğin reddi, nikâh ve mal velâyeti gibi diğer nesep hükümleri doğmaz.

Süt hısımlığı, nasslarda belirtilen hususlarla sınırlı kalır. Nesebe her bakımdan eşit haklar sağlamaz. Bu yüzden bir süt ana, süt oğlundan nafaka isteyemez, ona mirasçı olamaz ve bu çocuk üzerinde velâyet iddiasında bulunamaz.”[75]

Süt baba: Süt annede sütün meydana gelmesine sebep olan ve süt anne ile evli bulunan erkek, süt babadır. Bu arada süt babanın ölümü veya süt anneden boşanmış olması, sonucu değiştirmez. Süt emen çocuğa bu süt baba ile nesep ve sıhrî hısımları haram olur. Süt babaya ait çocukların hepsi de süt emenin süt kardeşleri olur.” [76]

4. ÇOCUĞUN BAKIM ve TERBİYE SORUMLULUĞUNU ÜSTLENME (HIDÂNE)

A) Hıdâne Nedir?

Arapça “hadane” kökünden “hadn, hadâne” veya “hıdâne” sözlükte, çocuğu kucağa almak, onu besleyip terbiye etmek ve bağrına basmak anlamlarına gelir. Bir fıkıh terimi olarak hıdâne; çocuğu bakıp gözetme hakkı olan kişinin, onun bakımını ve terbiye etme sorumluluğunu üstüne almasıdır. Hıdânenin gayesi; yaş küçüklüğü, akıl hastalığı veya bunaklık gibi bir nedenle kendi işlerini bizzat göremeyen kimsenin koruma altına alınması, onun bakım ve terbiye işinin belirli bir kişinin sorumluluğuna verilmesidir. Bu duruma göre, çocuğun bakım sorumluluğu; onun işlerini koruyup gözetmek, yeme, içme, giyim ve uyku düzenini sağlamak ve temizliğini yapmak gibi iş ve hizmetleri kapsar.[77]

Hıdâne bir çeşit velâyettir. Yukarıda velâyeti; şahıs, mal veya hem şahıs ve hem de mal üzerinde olmak üzere üçe ayırmıştık (bk. “velâyet” konusu). Hıdâneyi de “Bakım ve terbiye velayeti” olarak nitelendirmemiz mümkündür. Ancak çocuğun şahıs ve malı üzerinde velâyet hakkına sahip olan babası varken, bu çocuğun bakım ve terbiye sorumluluğu meselâ; annesinin veya onun ölümü durumunda anne annesinin üzerinde ise, bu iki velî yalnız bakım ve terbiye ile ilgili yetkilerini kullanırlar.

Hıdâne temelde sevgi, şefkat, merhamet ve sabır isteyen, ahlâk, edep ve faziletle yürütülmesi hedeflenen bir eğitim ve bakım işidir. Buna da kadınlar daha uygun ve yatkındır. Çünkü “hadn” sözcüğünde; kadının çocuğu bağrına basması, onu kucağına alıp sevip okşaması ve kuşun yumurta ya da yavrularını kanatlarının altına alması anlamları vardır. Bütün bunlar kadının, çocuğu bakıp yetiştirirken, kuşun yavrularına kanatlarını serdiği gibi ihtimam ve şefkatle davranması gerektiğini gösterir. Bu yüzden kadının terbiye sırasında çocuğa beddua etmesi mekruh görülmüştür. Allâh’ın elçisi şöyle buyurmuştur: “Kendinize, çocuklarınıza, hizmetçilerinize ve mallarınıza beddua etmeyiniz. Çünkü Cenabı Hakkın isteğinize cevap vereceği bir saata rastlayabilir,” [78]

Hıdâne konusunda üç kişinin hakkı söz konusu olur. Bakım sorumluluğunu üstlenecek kimse, bakılacak çocuk ve veli olarak baba ya da onun yerine geçen başka veli. Bu üç hak çelişirse, bakılacak çocuğun hakkı öncelik kazanır. Hanefî ve meşhur görüşünde Mâlikîlere göre ise hıdâne hakkı yalnız bakım sorumluluğunu üstlenme hakkı bulunan kimseye aittir. Çünkü o, bu hakkını bedelli veya bedelsiz olarak düşürme hakkına sahiptir. Hıdâne ondan başkasına ait bir hak olsaydı, onun düşürmesiyle düşmezdi.[79]

Çocuğun bakımını hak sahiplerinden birisinin üstlenmesi gerekir. Bu konuda şu esaslara göre sorumluluk belirlenir.

a) Bakım işi, belli bir kimse üzerinde taayyün ederse, bu, bakımı üstlenmeye zorlanır. Kendisinden başka bakımı üstlenecek kimse olmaz veya bulunmakla birlikte küçüğün bakım işini kabul etmezse zorlamaya ihtiyaç olur.

b) Bakım belli kişi üzerinde taayyün etmezse bu kimse hıdâneye zorlanamaz. Çünkü hıdâne hakkı olan başkasının bulunması çocuğun zarar görmesine engel olur.

c) Kadın, çocuğunu kocasına bırakmak üzere boşanma anlaşması (muhâlea) yapsa, muhâlea geçerli, fakat hıdâne hakkını düşürme şartı geçersiz olur. Çünkü çocuk hıdâne çağında annesinin yanında kalma hakkına sahip bulunur.

d) Baba, haklı bir neden olmadıkça, çocuğu bakım ve terbiye etme hakkı sahibinden alıp başkasına veremez.

e) Süt anne, çocuğu bakım hakkı olanın yanında emzirir. Böylece onun hakkı ortadan kalkmış olmaz.[80]

B) Bakım ve Terbiye Sorumluluğunun Dayandığı İlkeler

Çocukların doğumdan itibaren bakım ve terbiyesi işi ile uğraşmak kadınlar için daha uygundur. Şefkat, merhamet, el yatkınlığı nitelikleri yanında Yüce Allâh’ın belli yaşa kadar çocukların gıdasını annenin göğsünde yaratması ve emzirme sırasında ana kucağının sıcaklığı kadar çocuğa huzur ve mutluluk veren bir ortam düşünülemez. Bu yüzden önce anne ve onun yokluğunda diğer kimi kadınlar hıdâne hakkında önde gelirler. Bu durum, Hanefîlere göre erkek çocuk yedi yaşına girinceye, kız çocukları ise banyo temizliğini kendi başına yapabiyeceği yaşa (murahıka) ulaşıncaya kadar, Malikîlerde ise kız çocuğu evlenip zifaf oluncaya kadar devam eder.

Çocuğun şahsı ve malları ile ilgili işler ise şahıs ve mal velâyetini kullanacak olan baba ve yokluğunda onun yerine geçen diğer velilerce yürütülür. Diğer yandan hıdâne çağından sonra, artık kadınların hizmetine muhtaç olmaktan çıkan çocukların eğitim, kültür, meslek sahibi olma ve onları toplumun olumsuz etkilerinden koruma gibi işlerde, baba ve onun yerine geçen veliler daha uygun ve daha güçlüdürler. Bütün bu durumlarda çocuklar için daha uygun, “daha yararlı” ve çocuğun yetişmesine daha elverişli olanı tercih etme ilkesi esas alınmıştır. İslâm bu konudaki düzenlemeleri yaparken belirtilen bu ilkeyi gözetmiştir.

Bu duruma göre, kadınlar çocukların belli bir yaşa kadar bakım ve terbiye işini üstlenmede erkeklerden daha uygun ve daha güçlüdürler. Bu yüzden hıdâne işini üstlenebilecek kadın hısımlar bulununca, baba bile olsa diğer erkek hısımlar için hıdâne hakkı sabit olmaz. Ancak kadınlardan bu işi üstlenecek hiç kimse yoksa, bu takdirde hıdâne hakkı asabe denilen erkek hısımlara ve diğerlerine geçer. Aşağıda sırasıyla hıdâne hakkı sahiplerini belirlemeye çalışacağız.[81]

C) Bakım ve Terbiye Sorumluluğu Olan Hısımlar

Hıdâne hakkı, aşağıdaki sıraya göre önce kadınlar, sonra da erkekler için sabit olur.

1) Bakım ve terbiye sorumluluğu olan kadınlar:

a) Anne: Annenin, çocuğun bakım ve terbiyesini üstlenmeye en fazla hak sahibi olduğu konusunda görüş birliği vardır. Annenin, küçüğün babası ile evli olması, babanın ölmüş veya boşanmış bulunmaları da sonucu değiştirmez.

Annenin bakım işinde öncelik hakkının delili, sünnettir. Bir kadın Allâh’ın elçisine gelerek şöyle dedi: Ey Allâh’ın elçisi! Şu benim oğlumdur. Karnım ona bir kap, göğsüm ona gıda kaynağı ve kucağım ona sıcak bir yuva oldu. Şimdi ise babası beni boşadı ve onu benden çekip almak istiyor. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Başkası ile evlenmediğin sürece, çocuk üzerinde daha fazla hak sahibisin.” [82] Ashâb-ı kiramdan Ebû Eyyûb el-Ensârî (ö.52/657) bir orduya katılmıştı.

Askeri harekât sırasında ele geçirilen kadın ve çocuklarla annelerinin arasının ayrıldığını ve bu yüzden çocukların ağladığını görünce şöyle demiştir: “Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: Kim annesi ile çocuğunun arasını ayırırsa, Allahü Teâlâ kıyamet gününde onunla sevdiklerinin arasını ayırır.” [83]

Buna göre, ashab-ı kiram ve başkaları savaş esiri olan küçük çocukların anne-babalarından ve kardeşlerin de birbirinden ayrılmasını mekruh saymışlardır.[84] İşte küçük çocuğun eşlerin ayrılması veya babanın ölümü durumunda annenin bakım sorumluluğuna verilmesi buna kıyas edilmiştir.

Diğer yandan Hz. Ömer eşini boşamış ve oğlu Âsım’ı yanına almak istemişti. Çocuğun ağlaması üzerine de onu bırakarak Hz. Ebû Bekr’in yanına gitti. Olayı öğrenen Ebû Bekr (r.a.) şöyle demiştir: “Annesinin okşaması, kucağına alması ve kokusu çocuk bakımından, senin yanında kalmasından daha hayırlıdır. Çocuk yetişince seçimini yapar.”[85]

Ancak kadının dinden çıkması veya fuhuş, şarkıcılık, hırsızlık gibi, çocuğu bakıp terbiye etmesine ve korumasına engel olacak yaşantının içinde bulunması durumunda, bakım ve terbiye sorumluluğu kendisinden alınır. Kadının, çocuğun babasından başka, yabancı bir erkekle evli bulunması da hıdâne hakkını düşürür.[86]

b) Nineler: Anne bulunmadığı veya hıdâneye ehil olmadığı takdirde bu hak annenin annesine geçer. Çünkü doğumda ve mirasta anne ile ortaktır. Sonra Hanefîlere ve yeni görüşünde Şâfiîlere göre babaanne gelir.

Mâlikilere göre babanın annesi teyze ve haladan sonra gelir. Hanbelîler ise öne babayı ve onun annelerini ana tarafından olan nineden sonraya alırlar, sonra dedeyi, sonra da onun annelerini sayarlar.[87]

c) Kız kardeşler: Anne veya ninelerden hıdâneyi üstlenecek bir kimse yoksa, sıra öz kız kardeşe gelir. Sonra ana bir kızkardeşe, daha sonra baba bir kız kardeşe sıra gelir. Şâfiîlere göre burada baba bir kız kardeş daha önceliklidir. Daha sonra bu kardeşlerin sırasına göre kendi kızları hıdâne hakkı sahibi olurlar.

Çoğunluğa göre kız kardeşlerin teyze ve halalardan öne alınmasının nedeni, çocuğa daha yakın olmaları, aynı anne ve babanın çocukları bulunmalarıdır. Nitekim mirasta da bu nedenle öne geçerler.

d) Teyzeler: Bundan sonra çocuğun öz teyzesine, sonra ana tarafından teyzesine, bu da yoksa baba tarafından teyzesine sıra gelir. Hıdâne konusunda ana tarafına öncelik verilmesinin nedeni, baba tarafından olan hısımlara göre çocuk için daha şefkatli sayılmalarındandır. Şâfiîlere göre kız kardeşlerde olduğu gibi baba bir teyze ile baba bir hala, ana bir teyze ve haladan önde gelir. Bunun nedeni hısımlık bağının daha güçlü sayılmasıdır.

e) Kız kardeşin kızları: Hanefî ve Şâfiîlere göre sonra kız kardeşin kızları, sonra da erkek kardeşin kızları gelir. Onlara göre teyze; kız ve erkek kardeşin kızlarından önde gelir. Halaya ise daha sonra sıra gelir.

f) Halalar: Bundan sonra hıdâne hakkı halaya geçer. Sonra da babanın halası gelir ki bu büyük haladır. Bundan sonra sıra, asabe denilen erkek hısımlara geçer.

2) Bakım ve terbiye sorumluluğu olan erkekler:

Bir çocuğun bakım ve terbiyesi için yukarıda belirtilen kadınlardan hiçbirisi olmaz veya hıdâneye ehliyetli bulunmazlarsa, bu hak mahrem olan ve mirasçı bulunan asabeden erkek hısımlara geçer. Bunlar üç sınıf olup şunlardır a) Baba, babanın... babası, b) Öz veya baba bir erkek kardeş veya bunların aşağıya doğru erkek çocukları, c) Öz veya baba bir amca ve bunların aşağıya doğru erkek çocukları. Bununla birlikte kendisine cinsel istek duyulacak bir yaşta bulunan (müştehât) kız çocuğu, aralarında evlenme engeli olmayan amca oğlu gibi bir kimsenin hıdâne sorumluluğuna teslim edilmez. Böyle bir veli, ancak yedi yaşından küçük kız çocuğu ile hıdâne çağındaki erkek çocuğunun bakım sorumluluğunu üstlenebilir.

Yukarıda belirtilen asabe hısımlardan hıdâneyi üstlenecek hiçbir kimse bulunmazsa, bu hak Hanefîlere göre zevil-erhâm denilen diğer hısımlara geçer. Bunlar sırasıyla ana bir erkek kardeş, sonra onun oğlu, sonra ana bir amca, sonra öz dayı, sonra ana bir dayıdan ibarettir. Bütün bunlar çocuk üzerinde aynı zamanda evlendirme velâyetine sahip oldukları gibi, hıdâne hakkına da sahip olurlar. Hanbelîlerin görüşü de Hanefîler gibidir. Ancak sıralamada bazı ayrılıklar vardır.

Hıdâne hakkına eşit olarak sahip bulunan iki kişi birlikte olsa, bunlardan daha takvalı olan, bu nitelikte de eşit iseler daha yaşlı olan tercih edilir. Küçük çocuğun iki erkek kardeşi, iki tane amcası veya iki halası arasında buna göre işlem yapılır. Şâfiîlere göre ise bu gibi eşitlik durumlarında kur’a çekilerek hıdâne hakkı sahibi belirlenir.

Daha sağlam görülen başka bir görüşe göre erkek ve kadın asabeden bir kimse bulunmazsa, hıdâne hakkı zevi’l-erhâm’a geçmez. Çünkü bu çocukla zevi’l-erham arasında, doğrudan mirasçılık ve mahremlik olmadığı gibi, hısımlık yönü de zayıftır. Bu yüzden zevi’l-erham’dan olup da miras alamayan erkeklerin de hıdâne hakkı yoktur. Çocuğun kız kardeşinin oğlu, ana bir erkek kardeşinin oğlu, annesinin babası, dayı ve ana bir amca bu niteliktedir.

D) Bakım ve Terbiye Sorumluluğu Olanlarda Aranan Nitelikler

Küçük çocuğun bakım ve terbiyesini üstlenecek kimsede bir takım niteliklerin bulunması gerekir. Bunları üç bölüme ayırmak mümkündür. 1) Ortak nitelikler, 2) Yalnız erkekte bulunması gereken nitelikler. 3) Yalnız kadında bulunması gereken nitelikler. Bunları kısaca açıklayacağız.

1) Erkek ve kadında aranan ortak nitelikler:

Çocuğun bakım işini üstlenecek erkek veya kadında şu niteliklerin bulunması gerekir.

a) Ergen olmak: Temyiz gücüne sahip olsa bile küçük çocuğun, başka çocuk üzerinde hıdâne hakkından söz edilemez. Çünkü kendi işlerini göremeyen kimsenin başkasının iş ve hizmetini görmesi beklenemez.

b) Akıllı olmak: Akıl hastası veya bunağın hıdâne hakkı bulunmaz. Bunlar da ergen olmayan çocuk gibi kendileriyle ilgili iş ve hizmetleri göremedikleri gibi, bir çocuğun bakım sorumluluğunu da üstlenemezler.

Mâlikîlere göre hıdâne hakkı sahibinin ayrıca “reşid” olması da gerekir. Bu yüzden malını saçıp savuran, akıl dışı israflar yapan sefih kimse bir çocuğun bakım sorumluluğunu üstlenemez. Diğer yandan Mâlikîlere ve Hanbelîlere göre hıdâne işini üstlenecek kimsede cüzzam, baras vb. insanların nefretini çeken, bulaşıcı olduğu için çocuk bakımından tehlikeli olabilen bir hastalık da bulunmamalıdır.

c) Çocuğu terbiye etmeye, korumaya ve işlerini yapmaya gücünün yetmesi: Yaşlılık, hastalık veya işlerinin çokluğu gibi bir nedenle, çocuğun bakım ve terbiyesini yürütemeyecek durumda olan kimsenin hıdâne hakkı bulunmaz.[88]

Bir iş veya meslekte çalışan bir kadının yaptığı iş, çocuğun bakım ve terbiyesine engel olacak yoğunlukta ise, kadın hıdâne ehliyetine sahip olamaz. Yaptığı iş, çocuğun bakım ve terbiyesine engel olmuyor veya kadın bir yakınının ya da hizmetçisinin yardımı ile çocuğun bakım işlerini yürütüyorsa hıdâne hakkı düşmez.

d) Ahlâk bakımından güvenilir olması: Çocuğun terbiyesi ve ahlâkının güzelleşmesi konusunda güven vermeyen kimsenin hıdâne hakkı sabit olmaz. İster kadın, ister erkek olsun, fâsık olan veya zinakârlıkla ün yapmış yahut haram eğlencelere dalmış bulunmakla tanınmış olan kimsenin bu durumu, çocuğun bakım ve terbiyesini etkileyecek ölçüde ise hıdâne hakkı elinden alınır.

İbn Âbidin (ö.1252/1836); annenin hıdâne hakkına engel olan fısk’ı, çocuğun kendisi ile zayi olacağı fısk olarak sınırlamıştı. Bu yüzden anne çevrede ahlâksız olarak tanınmış olsa bile, çocuk onun bu durumunu kavrayabilecek bir yaşta değilse, hıdâne hakkı devam eder. Çocuk bu ahlâksızlığın anlamını kavrayacak yaşa gelince, onun ahlâkının bozulmasını önlemek gayesiyle, çocuk ondan alınır ve bir sonraki hıdâne hakkı sahibine verilir.[89]

Asabeden olan fâsık erkeğin ise, hıdâne hakkı bulunmaz. Mâlikîlere göre, çocuğun bakıldığı yer ve yakın çevrenin de ahlâk bakımından güvenilir olması gerekir. Bu yüzden evinde veya yakın çevresinde çocuğa zarar verebilecek fâsıkların bulunduğu kimse, hıdâne hakkını kaybeder.

e) Müslüman olması: Çocuğun bakım işini üstlenecek kimsenin dini erkek veya kadın oluşuna göre değişiklik gösterir. Şâfiî ve Hanbeliler bu konuda cinsiyet ayırımı yapmaksızın her iki cins için de kâfirin Müslüman üzerinde hıdâne hakkının bulunmadığını söylemişlerdir. Delil, bu durumda velâyet hakkının da olmamasıdır. Diğer yandan çocuk dini konuda fitneye düşebilir.

Hanefî ve Mâlikîlere göre ise, hıdâne hakkı sahibi kadınsa, bu çocuğun annesi veya başkası da olabilir, Müslüman olması şart değildir. Bu yüzden ehl-i kitap bir kadınla evli bulunan erkekten olan çocukların hıdâne hakkını anneleri üstlenebilecektir. Delil sünnettir. Hz. Peygamber, (s.a.v.) bir çocuğu Müslüman olan babası ile müşrik bulunan annesi arasında muhayyar bırakmış, çocuğun annesine yöneldiğini görünce de şöyle dua etmiştir: “Allahım! Bu çocuğu doğru yola ilet ve onun gönlünü babasına çevir.” [90]

Çocuk gayri müslim olan kadın bakıcısının yanında kaç yaşına kadar kalabilir? Bunun ölçü ve sınırı nedir?

Hanefîlere göre, çocuk hıdâne hakkına sahip olan annesinin veya başka gayri müslim kadının yanında yedi yaşına ulaşmakla dinler arasındaki farkı anlayıncaya veya kadın ona kendi dini konusunda bilgi vermeye başlayıncaya yahut onu kilise ya da havraya götürünceye veyahut ona şarap içirip, domuz eti yedirmeye kalkışıncaya kadar kalabilir. Böyle bir durum görülünce, hıdâne hakkı elinden alınır ve Müslüman olana verilir.

Mâlikîlere göre ise çocuk hıdâne süresinin sonuna kadar gayri müslim olan bakıcının yanında kalabilir. Ancak İslâm’ın yasakladığı şarap, domuz eti ve benzeri haramlardan korunması için gerekli önlemler alınır.

Bakım ve terbiye hakkı sahibi erkek olursa, bunun Müslüman olması ve bakımı üstlenilecek çocukla dinlerinin bir olması da şarttır. Çünkü hıdâne bir çeşit şahıs üzerinde velâyettir. Din ayrılığı ise bu velâyete engeldir. Diğer yandan hıdâne, miras hakkına dayanır. Din ayrılığı erkeklerin asabe olması yoluyla mirasçı olmalarına engeldir. Bu yüzden Hristiyan veya Yahudi olan bir küçük çocuğun, biri Müslüman diğeri gayri müslim iki kardeşi olsa, bunlardan gayri müslim olan hıdâne hakkına sahip olur. Bu durum İslâm’ın din ve vicdan özgürlüğüne verdiği önemi gösterir.

Malikîlere göre, erkek olan hıdâne hakkı sahibinin de kadın gibi Müslüman olması şart değildir. Çünkü gerçekte erkek hıdâne hakkını eşi, anne, teyze veya hala gibi bir yakınının yardımı ile yürütür. Bu da hıdânenin kadının hakkı olduğu anlamına gelir.[91]

2) Kadının bakım hakkı ile ilgili özel şartlar:

Yukarıda belirttiğimiz niteliklere ek olarak, çocuğun bakımını üstlenecek olan bir kadında şu şartların bulunması da gerekir.

a) Hıdâne hakkı sahibi kadının, çocuğun mahrem nesep hısımlarından olması. Annesi, kız kardeşi ve teyzesi gibi. Eğer bu kadın çocuk için yabancı olursa, hıdâne hakkı sabit olmaz. Nitekim süt anne ve süt kız kardeş böyledir. Yine çocuğa yakın olmakla birlikte, arada evlenme engeli bulunmazsa, hıdâne hakkı sabit olmaz. Amca, dayı, hala veya teyze kızları bu niteliktedir.

b) Çocuğa yabancı bir erkekle evli bulunmaması. Kocasından ayrılan veya kocası ölen bir kadın, başka bir erkekle evlenirse, önceki kocasından olan çocuğu üzerindeki hıdâne hakkını kaybeder. Çünkü bu yeni kocası çocuğa sert ve katı muamele yapabilir, ya da kadın onun yanında çocuğu ile uğraşacak yeterli zamanı bulamayabilir. Delil Hz. Peygamber’in, elinden çocuğu alınmak istenen boşanmış bir kadına söylediği şu sözdür. “Başkası ile evlenmediğin sürece, sen çocuk üzerinde daha fazla hak sahibisin.” [92]

Ancak kadın, çocuğa mahrem olan bir yakın hısımı ile evlenmişse bu sakınca ortadan kalkar. Çocuğun amcası ile evlenmesi gibi.

c) Bakımı üstlenen kadının, çocuğun yakını bile olsa, ona buğzedilen ve değer verilmeyen bir evde oturmaması. Çünkü onun böyle bir yerde kalması çocuğun ezaya uğramasına yol açabilir.

d) Çocuğun babası takirse, kadının bakım işini ücretsiz yapmayı üstlenmiş olması. Aksi durumda, hısımlar arasında hıdâne işini ücretsiz yapan çıkarsa, ücretle yapmak isteyenin bu hakkı düşer.[93]

E) Çocuğun Bakım Masraflarının Karşılanması

Hanefîlere göre, bakım sorumluluğunu üstlenen anne, çocuğun babası ile evli olduğu veya ric’î (cayılabilir) ya da bain (kesin ayırıcı) talakla boşanmış olup da iddet beklemekte bulunduğu sürece “çocuğun bakım ve terbiye işini yürütmesi” karşılığında bir ücret isteyemez. Çünkü gerek evlilik ve gerekse iddet süresinde koca, eşi ve çocuğu için nafaka vermekle yükümlüdür. Bu nafaka, hıdâne masraflarını da kapsamına almış olur. Ancak bain talakla boşanma iddeti sırasında çocuğu emzirirse, emzirme ücreti isteyebileceğini yukarıda belirtmiştik.

Boşama iddeti bittikten sonra ise anne çocuğun emzirilmesi ve bakımı karşılığında ücret isteme hakkına sahiptir. Çünkü bu, yapılan bir işe karşılık olan bir ücrettir. Ancak şunu da belirtelim ki anne gerek süt emzirmeyi ve gerekse bakım ve terbiye işini teberru olarak (Allâh’ın rızasını kazanmak için) bir ücret almaksızın da yapabilir. Bu, onun ahlâkının güzelliğindendir. Bu durumda da baba, çocuğun bakım masraflarını nafaka vererek karşılamaya devam edecektir. Çocuğun bakımı için alınacak ücret bu nafakadan ayrı bir bedeldir. Çünkü kadın iddet bittikten sonra çocuğun babasından kendisi için nafaka alma hakkına sahip değildir.

Çoğunluk müctehitlere göre, bakım işini üstlenen anne olsun, başka bir kadın olsun “bakım ve terbiye işi” karşılığında ücret isteme hakkı bulunmaz. Çünkü anne, çocuğun babası ile evli ise nafaka alır, anne dışındaki öbür bakıcı kadınlar da, nafaka borçlusu olan hısımından nafakasını alırlar. Ancak küçük çocuğun giysilerini yıkama, yemeğini pişirme gibi kendisinin güç yetiremediği işlerini yaptığı takdirde, buna karşılık bakım sorumlusunun ücret alma hakkı doğar.[94]

Diğer yandan çocuğun bakım işini ücretsiz olarak yapan bir hısım bulunmaz ve çocuğun malı olmadığı gibi, babası da fakir bulunursa, anne ve ondan sonra gelen hıdâne hakkı sahipleri bu görevi üstlenmeye zorlanır. Bakım ücreti, kazanç sağlayıncaya kadar baba üzerinde borç (deyn) olarak kalır. Bu borç ancak ödeme ve ibra ile düşer.

Çocuğun bakımı için ev kiralamak ve hizmetçi tutmak gerekli olduğu takdirde, kira ve hizmetçi ücreti de çocuğun nafakası kapsamına girer. Bunları da babasının karşılaması gerekir.

Çocuğun bakım masrafları, kendi malı varsa önce ondan karşılanır, kendi malı yoksa babası karşılar, baba da yoksa nafaka sırası gelen diğer hısımlar bu masrafları karşılamakla yükümlü bulunur.[95] Ayrıntı için yukarıda “Aile Fertlerinin Geçiminin Sağlanması (Nafaka) ” konusuna bkz.

F) Boşanan Eşlerin Çocuğu Görme Hakları

Çocuk, annenin bakım sorumluluğunda ise, hergün çocuğu babasının görebileceği bir yere çıkarır. Eğer çocuk, annenin hıdâne hakkının düşmesi veya hıdâne süresinin sona ermesi gibi bir nedenle babasının yanında bulunuyorsa, annenin de onu hergün görme hakkı bulunur. Bu süre kadının anne ve babasını ziyaretteki hakkı gibi en çok haftada bir defaya çıkarılabilir. Teyze de anne gibidir.

Mâlikîlerin görüşü de ziyaret konusunda Hanefîler gibidir. Şâfîlere göre, temyiz çağından sonra, kız çocuğu babasını seçmişse, baba onu annesini ziyaretten alıkoyabilir. Bu önlem kız çocuğunun toplum içine çıkışını engellemek ve onu korumak gayesini taşır. Anne ise yaşı ve tecrübesi nedeniyle kızını daha rahat ziyaret edebilir. Çocuk temyiz yaşından küçükse birkaç günde bir annesini ziyaret etmesi sağlanır. Çünkü bu sıla-i rahmin kesilmesini önler.

G) Bakım Süresinin Sona Ermesi

Erkek çocuğunun hıdâne sorumluluğu yeme, içme, giyim ve temizlik işlerini bir kadına ihtiyaç duymaksızın kendisinin yapabileceği yaşa kadar öncelikle anneye ve ondan sonraki kadınlara aittir.[96] Bu işleri tek başına yapabileceği yaş ise yedi yaştır. Allâh’ın Rasûlü şöyle buyurmuştur.

“Çocuklarınıza yedi yaşına girdiklerinde namazı emrediniz.” [97] Namaz emri, temizlik yapabilme gücüne ulaştıktan sonra söz konusu olur. Diğer yandan çocuğun yukarıda belirtilen, kendisine ait işleri dokuz yaşından itibaren yapabileceğini söyleyenler de olmuştur.

Kız çocuğunu ise anne ve annenin annesi, ergen oluncaya kadar yanına alıp bakımını üstlenmede öncelik hakkına sahiptirler. Çünkü kız çocuğu belirli bir olgunluğa ulaşınca kadınlara ait edepleri bilmek ihtiyacını duyar. Kadın bakıcı bu konularda daha güçlü ve daha başarılı olur. Kız çocuğunda ergenlik dokuz veya onbir yaşında gerçekleşir, ya da Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’e göre, belirtilerde gecikme olursa, onbeş yaşın tamamlanması ile her iki cins de hükmen ergen sayılır.

Kız çocuğu ergenlik çağından itibaren korunmaya muhtaç olur. Babası bu konuda daha güçlüdür. Diğer yandan kıyasa göre, kız ve erkek çocuklarından her ikisinin de ergenlik çağına kadar annelerinde, bundan sonra babalarının yanında kal­ması gerekli ise de, erkek çocuğu için sahabe uygulaması ayrı bir hüküm getirmiştir. Nitekim Hz. Ebû Bekir, annesi evlenmediği sürece, Hz. Ömer’in oğlu Asım’ın tek başına işlerini görebilecek yaşa kadar annesinin yanında kalmasına hüküm vermiştir. Bu da yaklaşık yedi yaştır.

Çocuk yedi yaşından sonra te’dip edilmeye, erkeklerin ahlâkı ile ahlâklanmaya, ilim ve meslek sahibi olmaya muhtaç olur. Babası bu nitelikleri ona kazandırmada daha güçlüdür. Kız çocuğu ise kadınların edebini öğrenmeye, onların ahlâkı ile ahlâklanmaya ve ev işlerini öğrenmeye muhtaç olur. Bunları öğretmede ise kadınlar daha başarılıdır. Ergenlik çağından sonraki dönemde ise korunması ve evliliğe hazırlanması konusunda babası daha fazla yardımcı olabilir.[98]

Mâlikîlere göre, erkek hakkında hıdâne ergenlik çağına kadar sürer. Kız çocuğu ise evlenip zifafa girinceye kadar hıdâne altında bulunur. Annenin gayri müslim olması da sonucu değiştirmez. Bu durum boşanmış veya kocası ölmüş kadınla ilgilidir. Evli olan eşler çocuklarının hıdâne hakkına birlikte sahip olurlar.

Şâfilere göre, temyiz gücüne sahip olan çocuk, ayrılan anne ve baba arasında seçim yapabilir. Bunlardan hangisini seçerse ona verilir. Delil, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) bir erkek çocuğunu, boşanmış olan anne ve babası arasında muhayyer bırakmasıdır.[99] Ancak çocuğun seçtiği anne veya baba, onun bakım ve terbiye sorumluluğunu üstlenmek istemezse, bu hak diğerine geçer.[100]

Sonuç olarak İslâm’da bakım ve terbiye sorumluluğu geniş bir hısımlar grubuna yayılarak, çocuklar koruma altına alınmıştır. Çocuğun bakım ve geçim masraflarının bütünü babaya ait olduğu için, anne başta olmak üzere bakım sorumluluğunu üstlenme hakkı bulunanlar bundan muaf tutulmuştur. İslâm, özellikle kocası ölmüş veya boşanmış olan kadınlara yeni hayatlarında kolaylıklar getirmiştir. Önceki evlilikle ilgili bir sorumluluk onlara yükletilmemiştir. Çocukları varsa bunlar babanın veya onun yokluğunda nafaka yükümlüsü olan bir hısımın sorumluluğundadır. Eğer bu dul anne, iddetten sonra çocuğunu emzirmeye ve bakımını yapmaya devam ediyorsa üç çeşit mali hakkının ortaya çıktığını görüyoruz. Emzirme ücreti, bakım karşılığı ücret ve çocuğun yeme, içme, giyim ve temizlik harcamalarını karşılamak üzere nafaka. Bütün bunlar, günümüzde boşanan bir kadının çocuklarını yanına alarak onları yetiştirmek üzere gençliğini ve ömrünü verişi ile karşılaştırıldığında İslâm’ın kadına ne kadar önem verdiğini göstermektedir.

Dipnotlar:

[1]. Furkan, 25/54. [2]. Mü’minûn, 23/101. [3]. Âl-i İmrân, 3/33, 34; bk. el-İsra, 17/3; Meryem, 19/58. [4]. Ebû Dâvûd. Talâk, 29; Nesâî, Talâk, 47; İbn Mâce, Ferâiz, 13; Dârimî, Nikâh, 42. [5]. Buhârî, Menâkıb, 5, Ferâiz, 29, Müslim, Îman, 112, 114, 115; Tirmizî, Vesâyâ, 5. [6]. Tirmizî, Tefsîru Sûre 33/9, 12; İbn Kesir, Muhtasar Tefîr, ihtisar ve Tahk., M.a. Sâbûnî, 7. baskı, Beyrut 1981, III, 81; Elmalılı Hak Din Kur’ân Dili, VI, 316. [7]. Ahzâb, 33/4. [8]. Ahzâb, 33/5. [9]. Buhârî, Tefsîru Sûre, 33/2. [10]. Ahzâb, 33/36. [11]. Ahzâb, 33/37. [12]. Buhârî, Tevhîd, 22; Tirmizî, Tefsîru Sûre 33/16. [13]. Nisâ, 4/23. [14]. Elmalılı, age, VI, 315 vd.; Mehmed Zihni, Nimet-i İslâm, İstanbul 1316 H.,3. Kısım, s. 271, 273. [15]. Buhârî, Büyü’, 3, 100, Husûmât, 6, Vesâyâ, 4, Megâzi, 53, Feraiz, 18, 28; Müslim, Radâ, 36, 38; Ebû Dâvûd, Talâk, 34. [16]. el-Ahkâf, 46/15. [17]. Lukmân, 31/14. [18]. Bakara, 2/233. [19]. Kâsânî, age, III, 211, 212; İbnü’l-Hümâm, age, III, 300; İbn Rüşd, Bidâyetü’l-­Müctehid, II, 352. [20]. Dârekutnî ve Beyhakî sünenlerinde nakletmişlerdir. [21]. İbn Rüşd, age, II, 352; Zühaylî age, VII, 676, 677; Bilmen, İstilahat-ı Fıkhıyye Kâmusu, İstanbul, ty, II, 398. [22]. bk. Kasânî, age, III, 211 vd.; İbnü’l-Hümâm, age, 301 vd.; İbn Âbidîn, Reddü’l-Muhtâr, II, 587 vd.; İbn Kudâme el-Muğnî, Kahire 1970, VII, 428 vd.; Zühaylî, age, Dimaşk 1985, VII, 686, 687. [23]. Zühaylî, age, VII, 687; Döndüren, Delilleriyle İslâm Hukuku, İst. 1983, s. 250 vd. [24]. İbn Mâce, Hudûd, 36. [25]. Beyhakî rivayet etmiş, Hâkim senedine sağlam demiştir, bk. San’ânî, Sübülü’s-Selam, Kahire 1950, IV, 130. [26].Soy bilgini; ayak izlerini inceleyerek kişinin babasına veya kardeşine benzerliğini tespit eden kimsedir. [27]. 
Buhârî, menâkıb, 23, Faza’ilü, Ashâbı’n-Nebî, 17, Ferâiz, 31; Müslim, Radâ’, 38-40; Ebû Dâvûd, Talâk, 31; Tirmizî, Velâ’, 5; Nesâî, Talâk, 51. [28]. bk. Elmalılı, age, VI, 316; Zekiyûddin Şa’ban, Usûlû’l-Fıkh, Terc. İ. Kafi Dönmez, Ankara 1990, s. 65, 66. [29]. Serahsî, el-Mebsût, age, X, 209; Kâsânî, age, VI, 197; İbnü’l-Hümâm, age, VI, 110; Şirbînî, age, II, 418.. [30]. Kâsânî, age, VI, 198; İbnü’l-Hümâm, age, 110; İbn Rüşd, age, II, 259. [31]. Serahsî, age, X, 207, 208; Şirbînî, age, II. 418. [32]. Serahsî, age, X 217; Şirbînî, age, II, 419. [33]. Kâsânî, age, VI, 198; Zühaylî age, V, 766. [34]. Yûsuf, 12/26, 27. [35]. Zühaylî age, V, 768. [36]. Şirbînî, age, II, 428. [37]. Kâsânî, age, VI, 198; İbnü’l-Hümâm, age, II, 367. [38]. Kâsânî, age, VI, 198 vd.; Şirbinî, age, II, 420; İbn Rüşd, age, II, 305. [39]. Kâsânî, age, VI, 198, 199. [40]. İbn Âbidîn, age, VI, 270. [41]. Ebû Dâvûd, Nikâh, 19; Tirmizî, Nikâh, 15; İbn Mâce, Nikâh, 15, Dârimî, Nikâh, 11; İbn Hanbel, II, 250. [42]. Ebû Dâvûd Büyü, 71; Tirmizî, Büyü’, 53; Nesâî, Büyü’, 15; İbn Mâce, Ticârât, 1. [43]. İbn Âbidîn, age, IV, 274; Zühaylî age, V, 765, 766. [44]. Bakara, 2/233. [45]. Talâk, 65/6. [46]. Kasas, 28/7. [47]. Kasas, 28/12. [48]. Nisâ, 4/23. [49]. Talâk, 65/6. [50]. Kâsânî, age, IV, 40; İbnü’l-Hümâm, age, III, 345; Cassâs, Ahkâmü’l-Kur’ân, I, 403 vd.; Zühaylî age, 698, 699. [51]. İbn Hişam, es-Sîre, Beyrut, 1391/1971,1,172, 173, İbnu’l-Esîr, el-Kâmil fî’t-Tarih, Beyrut 1385/1965, I, 461. [52]. Şinasi Özsoylu, Pediatri’de Yenilikler, Neşr. Türkiye Sağlık ve Tedavi Vakfı, Ankara, 1983, s.4, 5. [53]. Martinez GA et al: Milk feeding patterns in the United States during the first 12 months of life. Pediatr. 68; 863, 1981’den naklen Özsoylu, age, s. 5. [54]. Özsoylu, age, s. 5, 6. [55]. Özsoylu, age, s. 6, 7. [56]. Özsoylu, age, s. 6-25. [57]. İbnü’l-Esîr, age, I, 459 vd.; İbn Sa’d, Tabakât, 1,108 vd.; Asım Köksal, İslâm Tarihi, İstanbul 1987, II, 17, 27-32, 46, 47. [58]. Talâk, 65/6. [59]. Nisâ, 4/23. [60]. Müslim, Radâ’, 1. [61]. bk. Ebû Dâvûd, Nikâh, 49; Müslim, Radâ, 25; Mâlik, Radâ’, 18; Dârimî, Nikâh, 49. [62]. bk. İbn Mâce, Hudûd, 9; Dârimî, Hudûd, 16; Mâlik, Hudûd, 10. [63]. İbü’l-Hümâm, age, III, 345 vd. [64]. Buhârî, Şehadât, 7; Müslim, Radâ, 10. [65]. Özsoylu, age, s. 6. [66]. Özsoylu, age, s. 26. [67]. Kâsânî, age, IV, 135 vd.; İbn Kudâme, el-Muğnî, Kahire 1970, VII, 537 vd.; İbn Rüşd, age, II, 34 vd.; Zühaylî age, VII, 705 vd. [68]. Özsoylu, age, s. 31. [69]. bk. Talâk, 65/6. [70]. Buhârî, Nikâh, 21. [71]. Ahkâf, 46/15. [72]. Lukmân, 31/21. [73]. Nisâ’, 4/23. [74]. Buhârî, Şehadât, 7; Müslim, Radâ’, 1. [75]. Döndüren, age, s. 222. [76]. İbn Kudâme, age, VI, 572; Meydânî, age, III, 32. [77]. Kâsânî, age, IV, 40; Şirbînî, Muğnîl-Muhtâc, III, 452; Zühaylî age, VII, 717, 718. [78]. Müslim, Zühd, 74; Ebû Dâvûd, vitr, 27. [79]. bk. İbn Âbidîn, age, II, 871, 875; Zühaylî age, VII, 718, 719; Zekiyûddin Şa’bân, el-Ahkâmû’s-Şer’iyye Li’l-Ahvâli’ş-Şahsiyye, 6. baskı, Bingazi 1993, s. 614. [80]. Şa’ban, age, s. 614; Zühaylî age, VII, 719. [81]. Kâsânî, age, IV, 41-44; İbnü’l-Hümâm, age, III, 313 vd.; İbn Abidîn, age, II, 871 vd.; Meydânî, el-lübâb, III, 10 vd.; Şirâzî, age, II, 169 vd.; İbn. Kudâme, el-Muğnî, VII, 613, 619 vd. [82]. Ebû Dâvûd, Talâk, 35. Hakim, senedinin sağlam olduğunu söylemiştir. [83]. Tirmizî, Büyü’, 52, Siyer, 17; İbn Mâce, Ticârât, 46; Dârimî, Siyer, 39; Ahmed b.Hanbel, V, 313. [84]. bk. Tirmizî, Siyer, 17, IV, 134. [85]. Zühaylî, age, VII, 720-721, İbn Ebî Şeybe’den naklen. [86]. Zühaylî, age, VII, 720. [87]. Zühaylî, age, VII, 721; Şa’ban, age, s. 617. [88]. Kâsânî, age, IV, 41-42; Şirâzî, age, II, 169; İbn Âbidîn, age, II, 871 vd.; Şirbînî, age, III, 454, 456, 459; İbn Rüşd, age, II, 56. [89]. İbn Âbidîn, age, II, 871 vd. [90]. İbn Mâce, Ahkâm, 22; Tirmizî, Ahkâm, 21; Ahmed b. Hanbel, II, 246. [91]. İbn Âbidîn, age, II, 871 vd. Zekiyûddin Şa’ban, age, s. 624; Zühaylî, age, VII, 727, 728. [92]. Ebû Dâvûd, Talâk, 35. [93]. Zühaylî, age, VII, s. 729; Şâban, age, s. 623, 624. [94]. İbn Âbidîn, age, II, 876; el-Fetâvâ’l-Hindiyye, I, 484. [95]. İbn Âbidîn, age, II, 877, 931; Şirbînî, age, III, 452; Zühaylî age, VII,734, 735. [96]. İbn Âbidîn, age, II, 885; Zühaylî, age, VII, 740, 741. [97]. Ebû Dâvûd, Salât, 26. [98]. Kâsânî, age, IV, 42, 44; İbn Âbidîn, age, II, 881. [99]. bk. İbn Mâce, Ahkâm, 22; Tirmizî, Ahkâm, 21. [100]. Zühaylî age, VII, 743.

Kaynak: Prof. Dr. Hamdi Döndüren, Delilleriyle Aile İlmihali, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

3-6 YAŞ ARASINDAKİ ÇOCUKLARDA DİNİ EĞİTİM

3-6 Yaş Arasındaki Çocuklarda Dini Eğitim

ÇOCUĞUNUZLA VAKİT GEÇİRİN

Çocuğunuzla Vakit Geçirin

ÇOCUĞUN DİNİ EĞİTİMİ İÇİN TAVSİYELER

Çocuğun Dini Eğitimi İçin Tavsiyeler

İSLAM’DA ÇOCUĞUN BABA ÜZERİNDEKİ HAKLARI

İslam’da Çocuğun Baba Üzerindeki Hakları

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.