İlimcilik (Siyantizm) Nedir?

İlimcilik (siyantizm) ne demektir? İslam’a göre ilim nedir? İlm-i ledün nasıl öğrenilir?

Siyantizm; beşerî ilmin, insanın bütün ihtiyaçlarını karşılayacağını iddia eden bir fikir akı­mıdır. İnsanın hayatta karşılaşacağı bütün problemleri bilim sayesinde çözebileceği, hayatı tanzim için bilimin yeterli olduğu, dolayısıyla vahyin rehberliğine ihtiyaç bulunmadığı görüşünü savunur. Hattâ bilimi -âdeta- ilâh mevkiine koyar.

Freud, Marks ve emsâli bazı felsefecilerin tespit ettikleri küçük bir doğru­yu zihinlerinde aşırı büyüterek, her şeyi izah etmeye kâfî görmeleri şeklindeki hastalıklı bakış açısı, siyan­tizm akımında da mevcuttur.

İslâm ise ilme büyük değer vermekle birlikte onu yüceltmede aşırılığa kaçmaz. Ona hadd-i lâyığında bir kıymet verir. İlim ancak vahyin rehberliğinde, ahlâkî me­ziyetlerle müzeyyen olarak tahsil edilip kullanıldığında, “ilm-i nâfî / faydalı ilim” vasfını kazanabilir. Aksi takdirde insanlık için maddî ve mânevî bakımdan faydasız, hattâ zararlı bile olabilir.

TAASSUPTAN PUTLAŞTIRMAYA

Orta Çağ boyunca Avrupa, skolastisizm ve dogmatizmin baskısı altında, cehâlet içinde yaşadı. Mu­harref Hristiyanlık, en küçük ilmî faaliyeti dahî men ediyordu. Muharref kitaba, geçmiş asırların iptidâî telâkkî ve hurâfelerine, katı bir taassup ile bağlanılıyor, aksini iddia edenler ise engizisyona verilerek, ağır cezalara çarptırılıyordu.

Fakat Müslüman âlimlerden tercüme edilen eserler saye­sinde, Avrupa’da astronomiyle alâkalı hakîkatler yayıl­maya başladı. Galileo (1564-1642), kilisenin iddia ettiğinin aksi­ne, Dünya’nın döndüğünü söyledi. Bu sebeple engizis­yon mahkemesine verildi. Ömür boyu hapse mahkûm edildi. Galileo, cezadan kurtulmak için ifadesini değiş­tirdi. Kapıdan çıkarken yine şöyle demekten kendini alamadı:

“–Ben dönmüyor desem de Dünya dönüyor!”

İslâm diyarları ise bu dönemde, Bağdat Medeniye­ti’nin muhteşem meyvelerinden istifade ediyordu. İslâm’ın tahriften korunmuş kitabı Kur’ân-ı Kerîm, ilmî gerçeklerle tenâkuza düşmüyor, hattâ emekleyen bilime yol gösteriyordu. İslâm’ın ilmî araştırmayı men eden hiçbir hükmü bulunmadığı, bilâkis onu teşvik ettiği için, bugün Batı’ya âit zannedilen birçok ilmî keşif ve îcat, aslında ilk olarak müslümanlar tarafından ortaya konmuştur.

Misaller:

  • Cebir ilmi, sıfır ve rakamlar; Müslümanlar tarafın­dan bulunmuş ve Avrupa’ya Müslümanlar vasıtasıyla ulaşmıştır.

Meselâ 388 sayısı, Roma rakamları ile CCCLXXXVIII şeklinde yazılmakta idi. Bu iptidâî sayılarla matematik işlemi yapmak mümkün değildi. Hattâ bir müddet, ondalık sistem Müslümanlardan geldiği için, bunu kullanmak şeytan işidir diyen, kilise taassubu sebebiyle, İslâm medeniyetinden gelen her şeye karşı çıkan, peşin hükümlü Avrupalılar bile oldu.

  • Ekvatorun uzunluğunu, Abbâsî Halîfesi Me’mûn (786-833) zamanında; Ahmed bin Musa ve kardeşleri, Sincan’da ve Kûfe’de yaptıkları ölçümler ve hesaplar neticesinde, % 2,5’luk bir yanılma ile 39.000 kilometre olarak hesaplamışlardır.

Matematikte Hârizmî, kimyada Câbir bin Hayyân, mekanikte Ebu’l-İzz İsmail el-Cezerî, astro­nomide Fergânî ve Battânî, tıpta İbn-i Sînâ gibi nice müslüman dehâlar, ilim tarihinin çok mühim buluşlarına imza atmışlardır.

Mutaassıp Orta Çağ Avrupa’sında eczacılık ve tıbba bakışı, hristiyan din adamı Tatian’ın şu ahmakça sözü hulâsa eder:

“Dünyevî ilâçlar Tanrı’ya güvensizliktir. Neden köpekler gibi otlarla tedavi oluyorsunuz?”

Hâlbuki İslâm, ölümden başka her hastalığın devâsı olduğunu bildirmiş ve hastaları tedavi olmaya teşvik etmiştir.

Abbâsî halîfesi Harun Reşid’in elçilerinden Ab­dullah, 807 yılında Aachen’de, Kayzer Karl’a Müslü­manların îcâd ettiği bir çalar saati hediye etmişti.

Yine coğrafyanın ilim hâline gelmesini sağla­yanlar da müslümanlardır. 29 sene hiç durmadan bir kıtadan diğerine yolculuk eden İbn-i Battuta’nın (1304-1369) ve Dünya’nın pek çok ülkesini köşe-bucak dolaşan Evliyâ Çelebi’nin (1611-1682) seyahatnâmeleri, birer tarih ve coğrafya hazinesidir.

Ünlü kâşif Cristof Colomb da (1446-1506) bilhassa İbn-i Rüşd’ün görüşlerine dayanarak Dünya’nın yuvarlak olduğunu ve İspanya’dan batıya doğru gidilince Hindistan’a ulaşılabileceğini düşünerek Amerika’ya ayak basmıştı.

Bîrûnî (973-1048) keşfedilmesinden asırlar önce Amerika’nın varlığın­dan söz etmiş, Pîrî Reis (1465-1554) Kitâb-ı Bahriye isimli eserinde, Avrupa’nın haritasını çizmiştir. Ayrıca Pîrî Reis’in Dünya haritası, bugün dahî tarih ilminin çözemediği hâdiselerden biridir. Bu haritada “Grönland Adası” aslına uygun olarak üç parça hâlinde gösteril­mektedir. Hâlbuki bu, ancak insanoğlunun Ay’a ayak basması ile tespit edilebilmiş bir hakîkattir.

İdrisî (1100-1166), günümüzden 800 küsur sene önce, zamanımızın Dünya haritalarına benzer haritalar çizebil­miştir. Şunu unutmamak lâzımdır ki;

Cristof Colomb, Macellan, Amerigo Vespucci gibi Batılı kâşiflerin çoğu, hiçbir insânî ve ahlâkî kaygı taşımayan, mâceraperest eşkıyâlardır. Hakîkaten bunlar Afri­ka’nın ve Amerika’nın mazlum insanlarını yıllarca sö­müren, köleleştiren, katleden, harâmî ve hırsızlardır.

Asıl kâşifler ise; İbn-i Battuta, Evliyâ Çelebi ve emsâli İslâm şahsiyetleridir. Bunlar gittikleri her coğrafyadan, ilim dünyasını haberdar etmişlerdir.

Bir başka ilim dalında; tarih felsefesinin en seçkin sîmâlarından olan İbn-i Haldun (1332-1406), sosyoloji ilminin kurucusu olarak anılmakta, meşhur Mukaddi­me adlı eseriyle bugün bile ilim dünyasına ışık tutmaktadır.

Mimarî denilince de dünyada ilk akla gelen, muh­teşem eserleriyle hâlâ gönüllerde yaşayan Mimar Si­nan’dır (1489-1588).

Astronomi’de Uluğ Bey ve Ali Kuşçu’nun kur­dukları rasathaneler ve çıkardıkları gökyüzü haritaları, ilim tarihinde öncü gayretlerdir.

Maalesef günümüzde Batı’ya karşı aşağılık komp­leksiyle kaleme alınan ilim tarihine dâir eserlerde, bunlar­dan hiçbir şekilde bahsedilmez de dâimâ ehl-i küfrün îcatları öne çıkarılmaya çalışılır.

Bu inkâr, aldıkları ilmin Müslümanlara âit kaynak­lardan iktibas edilmiş olduğunu gizleyen Batı’nın nan­körlüğünün de bir tezâhürüdür.

Kendi değerlerinden habersiz Şark için ise; bu gaflet, aşağılık kompleksinin bir neticesidir.

Hâlbuki Batı, ulaştığı terakkîyi müslümanların meydana getirdiği ilmî zenginliğe borçludur. Gerek haçlı seferlerinde gerek Endülüs üniversitelerinde Batı­lılar, ilmî keşiflerle tanışmış ve ancak ondan sonra kendilerini geliştirebilmişlerdir.

Merhum Fuad SEZGİN, ömrünü bu hakîkatin ispat ve beyânına vakfetmiş bir âlim idi. Onun yaptığı çalışmalar da göstermektedir ki;

— Günümüzde Batı hayranı bir kesim tarafından, matemati­ğin ilk kez tabiat ilimlerinde kullanılması Roger Ba­con’a (1219-1292), optik ilminin ve fotoğraf makinesinin temeli olan “karanlık oda”nın îcadı da Levi ben Gerson’a (1288-1344) mâl edilmektedir. Hâlbuki her ikisinde de öncelik İbn-i Heysem’e (v. 1041) âittir.

— Trigonometri’nin müstakil ilim olarak inşâsı, Regiomontanus’a (v. 1476) izâfe edilmektedir. Hâlbuki bu pâye, Nasîruddin Tûsî’ye (v. 1274) âittir.

Fuad SEZGİN, Avrupalıların Arapça’dan tercüme ettikleri eserleri, kendilerine veya Yunanlara nisbet ettiklerini söyler. Yani İslâm âlimlerinin isimlerinin bilim tarihinden silinmeye çalışılması da kasıtlı bir tavırdır.

Güneş merkezli âlem tasavvuru, ilk olarak Koper­nik ve Kepler’e isnâd edilmektedir. Hâlbuki bu ilim adamları, Endülüslü ez-Zerkālî (11. asır) gibi âlimlerin tesiri altındadırlar. Her sahada daha yüzlerce misal verilebilir.[1]

Dolayısıyla, ilmî ve fennî terakkî hususunda da müslümanların Batı’ya karşı aşağılık kompleksi duyma­larını gerektirecek hiçbir sebep yoktur. Bilâkis İslâm medeniyeti, sayısız ilmî mefâhire sahiptir.

Bir misal olarak, Avrupa’nın önemli mütefekkirleri olan Thomas Aquinas, Pascal, Descartes ve David Hume, düşünce sistemlerini oluştururken, İmâm Gazâ­lî’nin eserlerinden istifade etmişlerdir.

Bu bahiste hulâsa olarak şu itiraf kâfîdir:

“Batı; cebirden, kahveden gitara, optikten üni­versiteye kadar birçok şeyi Hilâl’in insanlarına borçludur.

Bin yıl önce, Batı karanlıkla örtülmüşken, İslâm altın çağını yaşıyordu.

Londra barbar bir bataklık iken Müslüman Kordo­ba’nın sokakları ışıl ışıldı.

York’tan Viyana’ya kadar plânlı katliamlar yaşa­nır­ken (Endülüs yönetimindeki) Toledo’da dînî müsâ­maha vardı.

Klâsik mirasımızın muhafızları olan Araplar, bizim Rönesans’ımızın ebeleriydiler.”[2]

Batı dünyasında bilim ile meşgul olan kişiler, zamanla Katolik kilisesinin baskılarından kurtuldular ve kiliseye de hâkim hâle geldiler. Ancak asırların getir­diği, “Bilim ve Din” arasındaki münâferet, yani karşılıklı nefret yüzünden, muharref Hristiyanlığın şahsında bütün dinlere düşman oldular. Dînin yerine bilimi koymaya kalkıştılar.

İlmin menşeinin Allah olduğunu tasdik etmek, her şeyden önce bir îman meselesidir ve bir “ön kabul”ü gerektirir. Reform döneminde, kilise baskılarına duyulan nefret sebebiyle Allah ile irtibâtını koparan Batı düşünce sistemi, ilmin menşei ile ilmi elde etme vâsıtalarını birbirine karıştırma hatâsına düştü. Sebebi müsebbib, eseri müessir, sanatı sanatkâr yerine koydu.

Pozitivist akıl, Cenâb-ı Hakk’ın varlıklar âlemine koyduğu kâideleri keşfettikçe, maddî âlemdeki işleyişin “nasıl” gerçekleştiğini görmeye başladı. Fakat bu “nasıl”ların îzahını, “niçin” suallerinin cevabı zannetti. Tabiattaki hâdiselerin ve varlıklardaki kâidelerin, sonsuz ilim ve kudret sahibi bir Yaratan’ı bulunduğu gerçeğini görmezden geldi. Kendi aklınca mekanik bir sebep-sonuç münâsebeti kurdu ve kâinâtı, pozitif bilimlerin prensipleriyle işleyen, kendi kendine var olmuş, gâyesiz bir düzen olarak gördü.

Pozitivist akıl, meselâ yağan yağmura baktığında sadece suyun buharlaşma ve yoğunlaşması gibi maddî âleme âit prensipleri seyrederken, vahyin nûruyla aydınlanmış bir mü’min, bu prensipleri var eden Allâh’ın sonsuz ilim, kudret ve sanatına hayranlık duyarak, yağan yağmurdaki ilâhî rahmeti müşâhede etme derinliğini yaşar. Ağaca, kuşa, toprağa, suya, atmosfere, kendi vücuduna, velhâsıl neye baksa, Cenâb-ı Hakk’ın o varlıklardaki ilâhî kudret mührünü müşâhede eder.

Fakat; “İlmin kaynağı olan Allâh’ı değil, onun bahşettiği bilgi kırıntılarını ilâh edinen Batı ise, Descartes’in tâbiriyle «tabiatın efendileri olacağız» diyerek yola çıkıp fiziğin-kimyanın kulu olmuştur.”[3]

Bugün maalesef, din ile bilim arasında bir tezat varmış ve müsbet ilimlerle iştigâl edenlerin ateist olması lâzımmış gibi, son derece yanlış bir zihniyet, Batı’nın menfî tesirlerine mâruz kalmış olan birçok çevreye hâkimdir. Onlara göre, “din” beşerî bir îcat idi ve artık geride kaldı. Bundan sonra toplumlar dîne göre değil, bilimin esaslarına göre hareket edecektir.

Batılılaşmanın hüküm sürdüğü Tanzîmat ve sonra­sında bu hastalıklı anlayış, maalesef bizim coğrafyamızdaki bazı münev­verlere(!) de sirâyet etmiştir.

Tevfik Fikret, İslâm Âmentüsü’ne -hâşâ- alternatif gibi yazdığı “Haluk’un Âmentüsü” adlı şiirinde;

Bir gün yapacak fen, şu siyah toprağı altun

Her şey olacak kudret-i irfanla inandım...

tarzındaki mısrâlarıyla, fenni yani tecrübî ilimleri âdeta putlaştıranlar kervanına katılmıştır.

Hâlbuki aradan geçen asırlara rağmen, günümüzde bilim ve teknik, çok daha ilerlediği hâlde, aslâ dînin vazifelerine benzer bir vazife deruhte edememiştir. Yegâne hak din olan İslâm ve hattâ muharref ve bâtıl dinler bile varlıklarını sürdürmeye devam etmişlerdir.

Bilim ve teknikteki gelişmeler, insanlığa doğrudan bir huzur ve saâdet de getirmemiştir. Onun getirdiği, sadece ten rahatı olmuştur. İnsanı ise nâdan, egoist ve pragmatist hâle getirmiş, psikiyatrik rahatsızlıkları artır­mıştır.

Rahmetli Nurettin Topçu (v. 1975) İmam Hatip Lisesi’nde hocamızdı. Bize bir gün bir soru sordu:

“‒Çocuklar!” dedi; “Dünkü insan mı daha mesuttu, bugünkü insan mı?” Biz de:

“‒Hocam, tabiî ki bugünkü insan daha mesut.” dedik.

“‒Niye oğlum?” deyince biz de:

“‒Bugünün insanı eskilerin üç aylık yolunu üç saatte gidiyor. Eskiden bir hanım, çamaşırı teknede yıkar, bu iş yarım gününü alırdı. Şimdi ise çamaşır makinesinde kolayca yıkıyor...” şeklinde birtakım gerekçeler bildirdik.

Hoca ise itiraz etti:

“‒Makinenin terakkîsi, insanın rûhunu allak bullak etti. Amerika 1945ʼte iki atom bombası patlattı, iki şehri kömür etti çıktı. Toprağı kömür etmeye hakkı yoktu kimsenin. Kadınları, çocukları, yaşlıları, hayvanat ve nebâtâtı katletmeye hiç kimsenin hakkı yoktu...

Velhâsıl eski insan bu kadar zâlim değildi. Çektiği meşakkatlere rağmen bugünün insanından çok daha mesuttu. Çünkü insan rûhunu felce uğratan materyaliz­min demir pençesi yoktu o zamanlar...” şeklinde uzun uzun îzahlarda bulundu.

Günümüzde de makinenin terakkîsi ile meydana gelen icatlar “medeniyet” zannedilmektedir. Ruhsuz bir demir parçası olan makineden, ahlâkî değer tanımayan elektronik âletlerden, insâfı, iz’ânı ve vicdânı olmayan sanal zekâdan medet umulmaktadır. Maddiyâtın gücüne dayanan ham nefisler, kendi menfaat ve mutluluklarını her şeyin üstünde tutan bir egoizme, başkalarına karşı da zulüm ve haksızlıklara sürüklenmektedirler. Böylece âdeta şu âyet-i kerîmelerin târif ettiği bedbahtlığa misal teşkil etmek­tedirler:

(Vay hâline) o (kimsenin) ki, mal toplamış ve onu sayıp durmuştur. (O,) malının kendisini ebedî kılacağını zanneder.” (el-Hümeze, 2-3)

Hakîkaten, günümüzün modern câhiliyesinde de bilimin ilerlemesiyle, hastalık, kıtlık ve savaşların sona ereceği, salgınların biteceği ve insanın ölümsüzleşerek âdeta Tanrı hâline geleceği fikirleri bazı kesimlerde revaç bulmuş durumdadır.[4]

Maalesef bu fikirler, dînî kültürden mahrum gençler arasında tehlikeli bir salgın hâlinde yayılıyor. Çünkü mânevî mes’ûliyetlerden uzak ve başıboş bir hayat fikri, nefislere hoş geliyor.

Yine bu seküler ve materyalist zihniyet, insanın fıtratında bulunan fânîliğe isyan duygusunu tahrik ederek, muhâtaplarını sahte bir ölümsüzlük vaadiyle kandırıyor. Tıpkı şeytan -aleyhillâne- gibi. Nitekim şeytan da Hazret-i Âdem ile Hazret-i Havvâ’yı Cennet’te ebediyyen kalacakları vaadiyle yasak meyveyi yemeye iknâ etmişti.[5]

Günümüzün modern câhiliyesi de, bilimin, teknolojinin, sanal zekânın, zaman içinde -ihtiyarlık ve ölüm dâhil- her meseleyi çözeceği, ölümsüz ve âhiretsiz bir dünya hayatı yaşanacağı, dolayısıyla insana uhrevî mes’ûliyet­ler yükleyen dînin tamamen devre dışı kalacağı şeklinde bir ham hayal ile insanlığı idlâle devam ediyor.

Hâlbuki beşerî ilmin kudreti mahduttur. Zira Cenâb-ı Hak insana sınırlı bir akıl, idrâk ve ilim vermiştir. Bununla, ilm-i kül sahibi Cenâb-ı Hakk’ın eşyâ ve hâdisâta koyduğu sonsuz sır, hikmet ve hakîkatlere bütünüyle vâkıf olunamaz. Çünkü sınırlı olan, sınırsızı ihâta edemez.

Nitekim insanlık tarihi, bilimde ne kadar ilerlerse ilerlesin, karşılaştığı yeni problemler sebebiyle, içine düştüğü sayısız acziyet manzaralarıyla doludur:

Meselâ seksenli yıllarda bir HIV virüsü ortaya çıktı, bugüne kadar 30 küsur milyon insan bu virüsün yol açtığı AIDS hastalığından öldü. Tıp buna çareler arayıp tedaviler geliştirmeye çalışırken, diğer taraftan bugünkü Kovid-19 gibi başka virüsler ortaya çıkıyor. Zira insan, o âlemi tam mânâsıyla idrâk ve ihâta edemiyor.

Ruh, melek, cin gibi gözle görülme­yen, mânevî varlıkları inkâr eden materyalist bilim, ne ibretlidir ki, çıplak gözle göremediği hâlde virüs ve bakterilerin insana tesir edebildiğini kabullenmek zorunda kalıyor.

“Artık mâzide kaldı, bilimsel gelişmelerle yok edildi…” denilen salgın hastalıklar, yepyeni sûretlere bürünerek var olmaya devam ediyor. Hattâ bu satırların yazıldığı günlerde Kovid-19 salgını, Dünya çapında bir âfete dönüşmüş durumdaydı.

Ayrıca bu durum, insanoğlunun bilim ve teknikte inanılmaz bir seviyeye ulaştığı, nano teknolojide, tıpta, kimya ve ilaç sanâyiinde muazzam gelişmeler kaydettiği, ölümsüzlüğün yollarının araştırıldığı, Dünya dışında dahî hayat imkânlarının arandığı bir zamanda gerçekleşti.

Fakat parayı, gücü ve bilimi âdeta putlaştıranlar; güçlü-zayıf, meşhur-garip, zengin-fakir ayırt etmeyen bir virüs karşısında derin bir hayal kırıklığına uğradılar.

Allâh’ı ve âhireti unutarak bilime âdeta bir din gibi sarılan zihniyet, hiç düşünmüyor mu ki; bugün Kovid-19 virüsünün aşısı-ilâcı bulunup hastalık tamamen bertaraf edilse bile, yarın yeni bir virüsün veya başka bir umûmî iptilânın ortaya çıkmayacağının garantisi mi var?

Cenâb-ı Hak, îkaz üslûbuyla soruyor:

“Yoksa o ülkelerin halkı, geceleyin uyurlarken kendilerine azâbımızın gelmeyeceğinden emin mi oldular?

Ya da o memleketlerin halkı, kuşluk vakti eğle­nirlerken kendilerine azâbımızın gelmeyeceğinden emin mi oldular?

Allâh’ın azâbından emin mi oldular? Fakat ziyana uğrayan topluluktan başkası, Allâh’ın (böyle) mühlet vermesinden emin olamaz.” (el-A‘râf, 97-99)

Velhâsıl yerden ve göklerden gelen âfetler, kuraklıklar, kıtlıklar, savaşlar, salgın hastalıklar vs. insana bu dünyanın fânî bir imtihan âlemi olduğunu, asıl hayatın ise âhiret hayatı olduğunu ihtar eden ilâhî îkazlardır.

İnsanın vazifesi; bu îkazlardan gerekli ibretleri alarak hayat mücadelesini ve kulluk mes’ûliyetlerini yerine getirmektir. Cüz’î irâdesiyle tedbirlerini aldıktan sonra Cenâb-ı Hakk’ın küllî irâdesine teslîmiyet göster­mektir. Böylece en yüce kudret sahibine sığınmanın verdiği sekînet ile gönül huzurunu muhafaza etmektir.

Yine en mühim vazifemiz; Kur’ân’ın kavlî âyetleri gibi kâinat kitabının kevnî âyetlerinde verilen ilâhî mesajları da okumakta acze düşen ateizm, deizm, materyalizm, pozitivizm ve emsâli ideolojilerin -hâşâ- “Allâh’ı dünya hayatına müdâhale ettirmeyen” bâtıl hezeyanlarından kendimizi ve nesille­rimizi korumaktır.

Din mi Bilim mi?

Günümüzde ateistler ve deistler; “Din mi, bilim mi?” sloganıyla genç nesillerin zihin ve gönül dünyalarına yeni bir fitne tohumu ekmeye çalışmaktadırlar. Bunun cevâbı gâyet basittir:

Evvelâ, din ve bilim birbirinin alternatifi değildir. Bilim dediğimiz şey, Cenâb-ı Hakk’ın kâinâta koyduğu kâidelerin tespitinden ibarettir. Nasıl ki Kur’ân-ı Kerîm, Cenâb-ı Hakk’ın kavlî âyetlerinden oluşuyorsa, kâinat da onu yaratan Rabbimiz’in kevnî âyetlerinden oluşan diğer bir kitaptır.

Kur’ân-ı Kerîm, kâinat kitabındaki kevnî âyetler üzerinde düşünmeyi teşvik etmektedir. Böylece kulun eserden Müessir’e, sanattan Sanatkâr’a intikâl ederek mârifetullah’ta mesafe almasını murâd etmektedir. Kulun gördüğü her varlıkta Cenâb-ı Hakk’ın kudret ve azamet tecellîlerini hatırlamasını telkin etmektedir.

Cenâb-ı Hak, kâinâta bu kâideleri koymasa, bunları keşfedecek idrâk kâbiliyetlerini insana vermese, insan nasıl “bilim” diye bir şey ortaya koyacaktı?! Nitekim Cenâb-ı Hak, kulluk mes’ûliyeti yüklemediği diğer mahlûkâta ilimle iştigâl edebilecek kâbiliyetleri vermiyor. Bunu yalnız insana bahşediyor. Âyet-i kerîmede de “…Size ilimden ancak az bir şey verdik.” buyuruyor. (Bkz. el-İsrâ, 85)

Dolayısıyla bu kırıntı bilgilerle, sonsuz ve mutlak bilgi sahibi olan Cenâb-ı Hakk’a karşı bilimi putlaştırmak; ancak bunu yapan ateist ve deistlerin ne derin bir gaflet ve hamâkat çukuruna düşmüş olduklarının bir göstergesidir.

İnsanlığa dîni vaz eden de Cenâb-ı Hak’tır, bilimi ihsân eden de. İkisi birbirinden ayrı değildir. İslâm, tarih boyunca bilimi teşvik etmiştir. Batı dünyası cehâlet ve hurâfelerin karanlıkları içindeyken İslâm âlemi, ilim ve medeniyette göz kamaştıran bir seviyeye ulaşmıştır. Zira Kur’ân âyetleri ilme ve fenne ışık tutmuştur. Yapılan keşifler, hiçbir Kur’ân âyetini tekzip edememiş, bilâkis te’yid etmiştir.

Dolayısıyla yegâne hak dîn olan İslâm’ın bilimle hiçbir problemi yoktur. Bilâkis Kur’ân-ı Kerîm önden gitmekte, bilim ise onu tasdik ederek ardından gelmektedir.

Nitekim insanın yaratılışı, anne sütü, daktiloskopi, dermatoloji, genetik, hıfz-ı sıhha (koruyucu hekimlik), botanik, astronomi, jeoloji, fizik, coğrafya, tarih ve benzeri ilimlere dâir Kur’ân-ı Kerîm’de 14 asır evvelden bildirilen gerçekler, ancak yakın zamanda bilim çevrelerince tespit edilebilmiş ve günümüzde Kur’ân’ın yegâne hak kitap olduğu, tekrar tekrar ispat edilmiştir.

Batı’da ise din tahrif edilmiş olduğu için ilmî keşiflerle tenâkuza düşmüş, topluma ve yönetime hâkim olan kilise otoritesi bu durumu örtbas edebilmek için, bilime köstek olmuştur. Dolayısıyla bilimi savunarak dîne cephe almak, Batı’da revaç bulan ve oradan dünyaya yayılan bir tavırdır. Fakat İslâm dünyasında bu tavrın mâkes bulacağı haklı bir zemin mevcut değildir.

Dolayısıyla “din mi bilim mi” suâli; sînesi îman dolu genç nesillerin temiz dimağlarına şüphe ve inkâr tohumları atmak isteyen şer odakların kustuğu zehirlerden biridir. Bu gibi mânevî virüslere karşı da son derece dikkatli ve tedbirli olmak, her müslümanın vazifesidir. Şunu da unutmayalım ki:

Allah Teâlâ -imtihan hikmetine binâen- hayatı da ölümü de her insanın mukadderâtı kılmıştır. Bu hususta Cenâb-ı Hak ile cidâle giren kim kazanmış ki ölümsüzlüğü bulacağı iddiasıyla bilimi putlaştıranlar kazanabilsin?

Bilim ve tekniği geliştirecek akıl, zekâ, idrâk, ilham ve keşif gücünü insana ihsân eden de Cenâb-ı Hak’tır. Bilim sayesinde îcad edilen teknolojik ürünlerin, îmâl edilen eşyanın muhteviyatını teşkil eden maddelerin yaratıcısı da Cenâb-ı Hak’tır. O’nun insanlığa lûtfettiği muazzam ilimler, Yüce Zât’ının sahip olduğu sonsuz ilim karşısında, deryadan bir damla bile değildir. Bu kadarcık ilimle insanoğlunun Yaratan’ına başkaldırması kadar dehşetli bir ahmaklık düşünülemez.

Hazret-i Mevlânâ ilim ve imkânlarına güvenerek gurur ve kibir şaşkınlığı içinde Cenâb-ı Hak’tan uzaklaşanların gafletini, sineğin hikâyesiyle îzah eder:

“Bir sinek, küçük bir su birikintisi üzerindeki saman çöpünün üstüne konduğunda, kendisine büyük bir mevkî biçerek kaptanlık hevesine düşer.”

“Der ki: Denizi de gemiyi de en iyi ben bilirim. Çünkü ben şu an, koca bir deryâ üzerinde, sağlam bir gemide, işinin ehli, doğru düşünen ve yerinde karar veren bir kaptanım!”

“Ey küçücük hacmini bir sinek gözüyle seyreden kişi! Azrâil, altındaki saman çöpünü çektiği zaman, hâlinin nice olacağını hiç düşünmez misin?”

Rabbimiz, yarattığı insanoğlunu haddini bilmeye davet sadedinde şöyle buyurur:

“İnsan görmez mi ki Biz onu bir nutfeden yarattık. Bir de bakıyorsun ki, apaçık düşman kesilmiş!” (Yâsîn, 77)

Asıllarının “hiçlik ve yokluk” olduğunu unutan gâfiller, en büyük mânevî felâket olan benlik, enâniyet ve kibir girdabına kapılmaktan kurtulamazlar.

Nitekim İblis, benliğinden dolayı Allah Teâlâ ile cidâle kalkıştı. Âdem aleyhisselâm hakkında, “Ben ondan üstünüm.” dedi, kahroldu gitti.

İlâhî bir imtihan îcâbı hazinelere gark edilen Kârun, zekâtını hesap edip tahsil etmek isteyen Hazret-i Mûsâ’ya karşı çıktı, tavır koydu ve büyüklenerek:

“–Bu hazineleri ben kendi ilmimle kazandım.” dedi. O hazinelerin, Rabbinin lûtfu ve imtihanı olduğunu unuttu. Güvendiği hazineleriyle birlikte yerin dibine gömüldü.

Bel’am bin Bâûra, nâil olduğu mânevî mazhariyetleri kendine izâfe etti, mağrur bir şekilde hevâsına meyletti. Cenâb-ı Hak da onu, dilini çıkarmış soluyan bir kelp gibi ahmaklaştırarak helâk etti.

1912 yılında Titanic denilen devâsa gemi ilk seferine çıkarken; “Bu gemiyi hiçbir güç batıramaz.” denildi. Gemi, ilk seferinde buz dağına çarparak içindekilerle beraber okyanusun derinliklerine gömüldü.

1986’da, “meydan okuyan” mânâsında Challenger adı verilen uzay mekiği, fırlatıldıktan 73 saniye sonra infilâk etti, bütün mürettebâtı öldü.

18 Mart 1915’te Fransızların “eğilmez, bükülmez, inatçı” mânâsına gelen “Inflexible” adlı dev savaş gemisi, Çanakkale’de ağır yaralanıp safdışı kaldı. Aynı gün, İngilizlerin, “karşı konulmaz, dayanılmaz” mânâsına gelen “Irresistible” adlı dev savaş gemisi de mayına çarparak battı.

Yine Îtilâf Devletleri donanmasının, vaktiyle küfür ordusunun yenilmez bir devi olarak meşhur olan zâlim Câlut’u kastederek “Goliat” adını verdikleri dev savaş gemisi, kendisiyle kıyaslanamayacak kadar küçük ve güçsüz görünen Muâvenet-i Milliye Fırkateyni tarafından 13 Mayıs 1915’te boğazın serin sularına gömüldü.

Bunlar gibi sayısız misalleriyle tarih şâhittir ki Cenâb-ı Hakk’ın azamet ve kibriyâ sıfatıyla yarışa kalkışan, Hakk’a karşı “ben” diyen zâlimler, “Bizden daha güçlü kim var?” diye övünen Âd ve Semud gibi güçlü-kuvvetli kavimler, Allâh’ın verdiği zihnî melekelerle îcâd ettiği vâsıtalara güvenerek gurur ve kibre kapılanlar, dâimâ ilâhî kahır ve intikamın en ibretli misalleri olarak azap kamçıları altında helâk olmuşlardır.

Velhâsıl mü’min, bir nîmete eriştiğinde dâimâ;

“هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّ۪ى : Bu Rabbimin fazl u keremindendir.”[6] diyerek nîmeti asıl sahibine izâfe edip şükretmelidir. Kibir ve şımarıklık içinde; “Ben kendi gücümle kazandım, ben kendi ilim ve kâbiliyetimle başardım.” diyerek nefsin hoyratlığına dûçâr olmak yerine; “Bütün nîmetler Sen’in lûtfundur yâ Rabbi!” hissiyâtı içinde, kula yakışan tevâzu, mahviyet, hiçlik, hamd ve şükür hâlini sergilemelidir.

İSLAM’DA İLİM

İlim, Cenâb-ı Hakk’ın sübûtî sıfatlarından biridir. Bu kâinattaki, bizim bildiğimiz ve bilmediğimiz bütün varlıklar, ilâhî esmâ ve sıfat terkiplerinin tecellîlerinden ibaret olduğu gibi, ilim de Cenâb-ı Hakk’ın “el-Alîm” sıfatının bir tecellîsidir.

Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân-ı Kerîm’de bildirilen 99 esmâsı vardır ve bu isimler İslâm âlimleri tarafından 700’e kadar çıkarılmaktadır. Bunun dışında peygamberlerin bildiği, yalnızca Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz’in bildiği, bir de sadece Cenâb-ı Hakk’ın bildiği esmâ mevcuttur. Bunların sayısının 4000’e kadar ulaştığı bildiriliyor.

Cenâb-ı Hakk’ın yarattığı bütün varlıklar, bu esmâ ve sıfatların farklı terkiplerinden meydana gelmiştir. Bunu şu misalle daha rahat îzah edebiliriz:

Kimyada bir formülü alın ve o formülün içindeki maddelerin birini ya miktar olarak yahut başka bir madde ile değiştirin, bambaşka özelliklere sahip yeni bir maddenin formülünü elde edersiniz.

Meselâ sülfürik asit (H2SO4) terkibindeki hidrojen veya oksijenin değerleri artırılsa, ortaya başka bir terkip çıkar. Sülfürik asit, şayet kükürt, karbon, demir, alüminyum vs. ile kimyevî reaksiyona girse, daha başka terkipler ortaya çıkar. Bu böyle sonsuza kadar gider.

Bunun içindir ki kâinatta mutlak mânâda ikiz varlık yoktur. Sayısız varlık âleminden sadece insanlık âleminde dahî sîmâlar ayrı, parmak izleri ayrı, huylar, sıfatlar ayrı ayrıdır. Her günün kaderi farklıdır. İki koyunun kaderi dahî aynı değildir. Bütün bunlar, Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz ilim, kudret ve azametinin tezâhürlerindendir.

Bu itibarla, varlık âlemi ile onun Yaratıcı’sı arasında kopmaz bir bağ vardır. Nasıl ki Kur’ân-ı Kerîm Cenâb-ı Hakk’ın kavlî âyetleriyse, fiilî bir kitap olan kâinat da O’nun kevnî âyetleridir. Kur’ân ve kâinat, birbirini tefsir eden iki ilâhî kitaptır. Fennî ilimler, Cenâb-ı Hakk’ın maddî varlıklara koyduğu kâidelerin keşif ve tespitinden ibarettir.

İslâm’da ilmin nihâî gâyesi, kulu “mârifetullâh”a ulaştırmasıdır. Zira vahyin rehberliği olmadan, mânevi­yat ve ahlâktan mahrum, mârifetullah’tan uzak bir ilim, insanlığa saâdet getirmez. Hattâ elde edilen bilgiler; sahibinin enâniyete kapılmasına sebebiyet verir, ona kötülükte mahâret kazandırır, zulüm ve haksızlıkların daha büyük çapta ve daha ağır şekilde irtikâb edilmesini mümkün kılan bir âlete dönüşür.

Nitekim bilim ve teknikte ulaşılan yüksek seviyenin bir mahsulü olan atom bombasının Hiroşima ve Nagaza­ki’de yaptığı yıkım, bunun en bâriz misâlidir. Bugün bilim ve teknolojinin insanlığı yaşatmak kadar yok etme hususunda da gelişmiş olması, İslâm’ın hayat veren ölçülerinden mahrum kalındığında ilmin nasıl saâdet yerine felâket âmili olabileceğinin, acı bir göstergesidir.

Rahmet dîni İslâm; ilme, araştırmaya, gelişmeye son derece kıymet vermekle birlikte, ona ulvî bir gâye, doğru bir istikâmet ve yüce bir ahlâk kazandırır. “İlm-i nâfî”, yani insanlığa maddî ve mânevî bakımdan faydalı olan ilme tâbî olmayı, buna mukâbil, ilim adı altında insanlığın dünyasına ve âhiretine zarar verecek keyfiyetteki faaliyetlerden ise titizlikle kaçınmayı telkin eder.

Bilgi 3 Kademedir

Bilgi üç kademedir:

1) Âmiyâne Bilgi: Bu, sebepleri kavranmamış olan bilgidir. Bir câhilin şimşek çaktıktan bir müddet sonra gök gürleyeceğini bilmesi gibi... Bu bilgi seviyesi, tekerrür ile öğrenilir ve avâmın bilgisidir.

2) İlmî Bilgi: Bu, sebep-netice münâsebeti kavranmış olan bilgidir. Bu seviyedeki bilgiye ulaşan kişi, şimşeğin bulutlardaki elektrik yükünden meydana geldiğini bilir. Gök gürültüsünün aynı hâdisenin sesi olduğu hâlde, sesin intikal hızının ışığa göre yavaşlığın­dan dolayı, şimşekten geç duyulduğunu bilir.

3) İrfan: Aklın ve kalbin; sebepten Müsebbib’e, eserden Müessir’e, fiilden Fâil-i Mutlak’a, sanattan Sa­natkâr’a, velhâsıl, yaratılmış olandan Yaratan’a intikâl edebilmesidir. İlmi bu derinlikle idrâk edip şahsiyete mâl edebilmek gerekir.

Nitekim Cenâb-ı Hakk’ın râzı olduğu bir kul olabilmek de Kur’ân ve Sünnet’i aklen ve kalben hazmedip bir İslâm şahsiyeti inşâ etmekle mümkündür.

Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede;

“Ben cinleri ve insanları, ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım.” (ez-Zâriyât, 56) buyuruyor.

İbn-i Abbas radıyallâhu anhumâ bu âyet-i kerîmede geçen لِيَعْبُدُونِ : Bana ibadet/kul­luk etsinler diye” ifadesini; لِيَعْرِفُونِ : Ben’i tanıyıp bilsinler diye” şeklinde tefsîr etmiştir.[7]

İrfan, Cenâb-ı Hakk’ın kalben tanınıp bilinmesidir.

İlim, umûmiyetle zâhirî bilgilere denir. Böyle bilgiler de akla, nakle ve dış tecrübeye dayanır. İrfan ise keşfe, ilhama ve iç tecrübeye dayanır.

İrfânın üstünde üç kademe hâlinde bir bilgi daha vardır ki buna da “mârifet” denir.

Mârifette birinci kademe;

  • Bir oluşta fâilin irâdesine ilâveten Allâh’ın irâdesinin de mevcûdiyetini idrâk etmektir. “خَيْرِه۪ وَ شَرِّه۪ مِنَ اللّٰهِ تَعَالٰى” “Hayır ve şer, Allah Teâlâ’dandır.” inancı, bunu gerektirir.
  • Buna ilâveten, bir oluşta tecellî eden esmâ-i ilâhiyyeyi bilmek, mârifette ikinci kademedir.
  • Üçüncü ve son kademe ise, bir oluştaki “murâd-ı ilâhî”yi bilmektir. Beşerî bilginin zirvesi ve nihâî hududu budur.

İlim ve Tahsil

İlim ve tahsil, iki uçlu bir bıçak gibidir, hayra da kullanılabilir, şerre de. Nitekim;

Hastaları üzerine bir ibadet heyecanıyla eğilen îmanlı ve vicdanlı bir doktor, şifâ ve merhamet tevzî eder. Bunun aksine, kalbi mânevî hayata kapalı bir doktor ise tıp bilgisini kullanarak merhametsiz bir insan kasabı hâline gelebilir. Laboratuvarda hastalıklara şifâ arayacağı yerde, virüsleri geliştirerek biyolojik silâh üretmeye çalışabilir.

Hukuk tahsili gören biri, vicdanı hak ve adâlet duygusundan mahrum ise zâlim bir cellât hâline gelebilir...

Atom ve hidrojen bombaları gibi en gelişmiş silâhlar, bilim adamları tarafından yapılmıştır. Yine tahsilli kişiler tarafından, suçlu-suçsuz, asker-sivil ayrımı yapmadan, şehirlerin üzerine atıl­mıştır.

Demek ki mâneviyattan uzak ve mârifetullâh’a ulaştırmayan ilmî faaliyetler, insanı hayır yerine şerre, saâdet yerine felâkete de götürebilmektedir.

Bu tehlikeden kurtulmanın yolu, evvelâ ilmin gâyesini doğru tespit edebilmektir. Zira dünya hayatında, ilâhî imtihan maksadıyla verilen nîmetler, gâyesine muvâfık kullanılırsa hayra vesîle olur. Maksadından uzaklaştırılır ise, ferde ve topluma zarar verir.

Âyet-i kerîmede insana “az bir ilim verildiği[8] bildirilmektedir. Verilen bu “az bilgi”nin gâyesi; insana tefekkür vesîlesi olması, ilâhî hakîkatlere basamak teşkil etmesidir.

Zihnî bilgiler, kalbî bilgilere zemin hazırlamalıdır. Zihnî bilgiler, vahyin rehberliğindeki bir kalp ile hazmedilirse, irfâna dönüşür. Bu ise insana en büyük mânevî tatmini temin eder. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı anmakla mutmain olur (huzur bulur).” (er-Ra‘d, 28)

İlmin menşei Cenâb-ı Hak’tır. İlimle meşgul olan akıl ve kalpler, Allah’tan gâfil bırakılmamalıdır. Aksi hâlde kökünden koparılmış bitkiler gibi gerçek mânâda bir hayâtiyet gösteremezler.

Dînî ilimleri tahsilin de takvâ ile ihlâs ve samimiyetle, ihsan şuuru ile yapılması gerekir. Aksi takdirde böyle bir tahsilin âkıbeti, Cuma Sûresi’nde buyrulan; “kitap yüklü merkepler gibi”[9] olur.

Yahut böyle bir tahsilin âkıbeti; «ثَمَنًا قَل۪يلًا» “Allâh’ın âyetlerini, fânî ve süflî menfaatler karşılığında satanlar”ın[10] fecî vaziyeti gibi olur.

Dînî tahsilde kalbî hayatın faaliyete geçmesi, duyuşlar bakımından da çok mühimdir.

İşte asıl okuma, tahsil ve ilmî faâliyet; bütün bu hakîkatleri idrâke götüren ve bu idrâk muktezâsınca nezih bir yaşayışı temin eden okumadır. Okumanın gâyesi; hayata, o hayatı var edenin murâdınca bir nizam vermek, hâl ve davranışları tanzim etmek, kulu takvâya ulaştırmaktır. Âyet-i kerîmede:

“…Allah’tan ittikā edin (O’na karşı gelmekten sa­kının)! Allah size gerekli olanı öğretiyor…” (el-Bakara, 282) buyrulmaktadır.

Meselâ Hazret-i Mevlânâ, Selçuklu Medresesi’nin dersiâmıydı, yani ilmin zirvesindeydi. Buna mukâbil Şems-i Tebrîzî ise, gönlünden rahmet taşıran, kendi hâlinde bir derviş idi. Mahdut bir ilmi vardı, yazılı bir eseri yoktu. Lâkin gönül âlemi hikmetlerle doluydu.

Hazret-i Mevlânâ’ya nice sırları, hikmetleri ve mânevî derinlikleri, otuz yaşlarında karşılaştığı Hazret-i Şems öğretti. Mevlânâ’nın kalbindeki prangaları kırdı, ilmini hakikî ilme yani mârifetullâh’a çevirdi. Tefekkür ufkuna sonsuz bir genişlik ve derinlik kazandırdı. Muzdaripler üşürken ısınamamayı, onlar gibi üşümeyi, yani onların derdiyle dertlenmeyi, merhameti ve fedakârlığı, bütün bunların kazandırdığı gönül feyzini Hazret-i Mevlânâ’ya, Şems öğretti. O günden sonra Hazret-i Mevlânâ, sıcak odada bile üşümeye başladı.

Hakikî ilim ve mârifetullah, kulu takvâya; takvâ ise Cenâb-ı Hakk’a dostluk yolunda mesafe almaya sevk eder.

Nitekim Hazret-i Mevlânâ, ilmin hakîkatinde zirveleştikten sonra;

“Bu can bu tende oldukça, Hazret-i Kur’ân’a kulum-köleyim; Hazret-i Muhammed Muhtâr sallâllâhu aleyhi ve sellem’in mübârek yolunun toprağıyım.” demiştir.

Mârifetullah ve muhabbetullâh’ın müstesnâ tecellîlerine mazhar olan Allah dostları, hacmine ve derinliğine vâkıf olunamayan bir okyanus gibidirler. Herkes o okyanusun derinliğine istîdâdı nisbetinde dalabilir ve ondan nasiplenebilir.

Nitekim Mev­lâ­nâ âşı­ğı bir mü­te­fek­kir, on­da­ki de­rû­nî hâl­le­ri lâyıkıyla id­râ­k edebilme hususunda insanların çoğunlukla ac­ziyet için­de ol­du­ğu­nu ifade kabîlinden şöy­le demiştir:

“Biz, Mevlânâ Celâleddîn’in vecdinin feryatlarını dinledik. Daldı­ğı huzur denizinin derinliklerini görmemize imkân yok. Denizin tâ dibinden sıyrılıp, tâ suyun yüzüne ne vurdu ise onu görüyoruz. Biz Hazret-i Mevlânâ’nın aşkını değil, sadece aşkının dile gelen feryatlarını elde ettik. Peltek dilimizle anlatmaya çalıştığımız, bütün bundan ibâret. Huzur denizine yalnız o daldı. Bize vecdinin fırtınasından çıkan sesler kaldı. Heyhât; onu Mevlânâ zannediyoruz!”[11]

Bir kudsî hadiste Rabbimiz şöyle buyuruyor:

“Her kim Ben’im velî bir kuluma düşmanlık ederse, Ben ona karşı harp îlan ederim. Kulum, Bana en çok kendisine emrettiğim farzları îfâ ederek yaklaşır. Farzlara ilâveten işlediği nâfile ibadetlerle de yaklaşmaya devam eder; nihayet Ben onu severim. Kulumu sevince de Ben, âdeta onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Ben’den ne isterse mutlaka veririm, Bana sığınırsa onu korurum.” (Buhârî, Rikāk, 38)

Meryem sûresinin 96. âyet-i kerîmesinde buyrulur:

“Îmân edip de sâlih ameller işleyenlere gelince; onlar için çok merhametli olan Allah, (gönüllerde) bir sevgi yaratacaktır.”

Cenâb-ı Hak bir kulunu severse o kulu arz ve semâ ehline sevdirir. O sâlih kişiler de muhabbetle kendisine yönelen mü’minlere rehber olurlar. Rabbimiz’in ilkā buyurduğu bu sevgi o kadar tesirlidir ki o zevâtın mânevî hizmetleri fânî hayatlarından sonra da devam eder.

Günümüzde, her gün binlerce ziyaretçisini ağırlayan Ebû Eyyûb el-Ensârî, Hazret-i Mevlânâ, Aziz Mahmud Hüdâyî, Yahya Efendi gibi zâtları mânen ölü saymak, aslâ mümkün değildir. Bu itibarla; en uzun ömürlü kullar, “evliyâullah”tır.

Hak dostlarının, mârifetullah yolunda mesâfeler katetmeden evvel, halkı irşâd eden kuvvetli eserleri yoktur. Ancak bu mânevî yolculuktan sonra, İhyâ, Mesnevî, Mektûbât gibi mârifetullah mahsulü eserler vücuda gelmiştir.

Yunus Emre Hazretleri ancak, dergâha yıllarca odun taşıdıktan sonra o ilâhîleri söylemeye başlamıştır.

Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri de ancak, kaftanıyla ciğer satıp dergâh tuvaleti temizleyerek enâniyeti bertaraf ettikten sonra, halka ve cihan padişahlarına istikâmet veren sohbetler îrâd edecek dereceye ulaşmış, istikbâldeki meçhul muhataplarını irşâd edecek eserler kaleme almıştır.

Kur’ân-ı Kerîm ve hadîs-i şerîflerde ilmin kıymetine dâir birçok beyan vardır. Bu ilim, kalben hazmedilmiş, mârifetullâh’a basamak olmuş ilimdir.

Âyet-i kerîmelerde buyrulur:

“…Kulları içinden ancak âlimler, Allah’tan (gereğince) korkar…” (Fâtır, 28)

“…Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Ancak akl-ı selîm sahipleri ibret ve öğüt alır.” (ez-Zümer, 9)

Bu âyetlerde bahsedilen bilmek; sırf zihne kuru bilgileri istiflemek değildir.

Bilmek; dünyaya geliş ve gidişin sebebini kavramaktır, varlıkların hâl lisânından anlamaktır, hikmete vâkıf olarak ilâhî esrârı okumaktır.

Bilmek; ilâhî azamet tecellîlerine ve kudret nakışlarına âşinâ olup bunlarda sergilenen ibret ve hikmetlerden kalben nasîb alabilmektir. Kur’ân âyetleri gibi kâinat kitabında sergilenen kevnî âyetleri de gönül gözüyle okuyabilmektir.

Bilmek; asıl ihtiyaca cevap vereni bulmaktır. Asıl ihtiyaç ise, âyet-i kerîmede bildirildiği üzere “müslüman olarak can verebilmek”tir.[12]

Bilmek; ölmeden evvel nefsin esaretinden kurtularak hakîkat sabahına uyanabilmektir.

Bilmek; ilâhî hesâba çekilmeden evvel, kendini hesâba çekebilmektir...

Hakikî bilmenin çileli yolculuğunu Mevlânâ Hazretleri, “hamdım, piştim, yandım” diyerek hulâsa etmiştir. Yani zâ­hi­rî ilim­le­rin zir­ve­sin­deki hâ­li­ni “ham­dım”; mârifetullah tecellîlerine nâil olup kâinattaki sırlar kendisine ayân olmaya başladığındaki hâlini “piş­tim”; Zâ­tî mu­hab­bet, yani Cenâb-ı Hak’ta fâ­nî oluş hâ­li­ni ise “yan­dım” di­ye ifade etmiştir.

Maalesef günümüzde bu gönül ufkundan uzak bir şekilde, sırf bir meslek edinmek, dünyevî makam ve mevkî elde etmek veya sadece entelektüel bilgiçlik sergilemek için yapılan tahsillerle, Kur’ân ve Sünnet’te emredilen ve yüceliği ifade buyrulan ilim birbirine karıştırılmaktadır. Mektepler açılırken, hutbe ve vaazlarda bu husustaki âyet ve hadisler okunarak, “İslâm’ın ilme verdiği değer” hakkında konuşulmaktadır. Bunun üzerine belki birçok insan;

“Mâdem İslâm ilme değer veriyor, öyleyse evlâdıma tahsil yaptırmalıyım.” diye mevzuyu yanlış yahut eksik anlıyor. Çocuklarını, dünyevî bilgilerin verildiği fakat mânevî bakımdan birçok tehlikenin bulunduğu yerlere kendi elleriyle gönderiyor. Yabancı ülkelere yahut yabancı bir rûhun hâkim olduğu mekânlara yolluyor.

Bu durumun bir benzeri, Tanzîmat’ta yaşanmıştı. Avrupa’dan geri kalmayalım, onların ilim ve fennini tahsil edelim denilerek, nice vatan evlâdı, Paris, Viyana gibi Batı şehirlerine gönderildi. Onlar orada sahipsiz bir şekilde, asimile oldular. Birçoğu döndüğünde, Osmanlı kıyâfeti içerisinde bir Avrupalı hâline gelmişti. Bize âit değerleri tahrip etmek üzere, kendi özüne düşman hâle getirilmişlerdi.

Günümüzde de üniversite bitirmiş, yüksek tahsil yapmış, bilgili, kültürlü nice gençler görüyoruz. Ne yazık ki Kur’ân ve Sünnet kültüründen haberleri yok. Yaptıkları tahsilin de, Kur’ân ve Sünnet’te medhedilen ilim olduğunu zannediyorlar. Hâlbuki insanın zihnini ve kalbini Allâh’a götürmeyen, O’nun kudret ve azamet-i ilâhiyyesini idrâke ulaştırmayan bilgiler, kişiye belki bu dünyada bir etiket ve apolet kazandırabilir, fakat onu ebedî bir hüsrana düşmekten kurtaramaz.

Hazret-i Mevlânâ’nın buyurduğu gibi:

“Çok âlim vardır ki irfandan nasîbi yoktur. İlim hâfızı olmuştur (zihnini bilgi deposu hâline getirmiştir de) Allâh’ın habîbi olamamıştır!”

Dolayısıyla bir müslümanın her şeyden evvel tahsil etmesi gereken, İslâm kültürüdür. En mühim ve öncelikli tahsil, Peygamber Efendimiz’in 23 yıl boyunca ashâbına tâlim buyurduğu Kur’ân ve Sünnet’tir, İslâm ahlâkıdır. Üstelik bunların da sadece zihne depo edilmesi değildir, kalben hazmedilmesi, aşk, vecd ve şevkle hayata geçirilmesidir.

Bu gerçekleştirildikten sonra dünyevî ilimler de fayda verir. Aksi hâlde, kendisinden Allâh’a sığınılması gereken bir zarar olur. Nitekim Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz;

“Yâ Rabbi! Faydasız ilimden Sana sığınırım!” ilticâsında bulunmuştur. (Müslim, Zikir, 73)

İLM-İ LEDÜN

İslâm’da vehbî olarak Allah katından lûtfedilen ilme, “ilm-i ledün” ismi verilmiştir. Bu ilim, cehd ile gayretle kazanılmaz. Ancak Cenâb-ı Hakk’ın lûtfuyla nasîb olur.

Ümmî olan Peygamber Efendimiz’in ilmi de bizzat Rabbi tarafından tâlim buyrulmuştur.

Hızır aleyhisselâm’a verilen ilim de ledünnîdir. O, yaptıklarıyla, şerîat bakımından o devirde insanların en âlimi olan Hazret-i Mûsâ’yı hayretler içinde bırakmıştır.[13]

Mutasavvıflar, keşf ve müşâhede yoluyla, yani takvâ ve mârifetullah’ta derinleşerek nâil oldukları irfân ile, Kur’ân-ı Kerîm’i, “işârî” olarak tefsir etmişlerdir. Bir başka ifadeyle Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân’a meknuz olarak koyduğu sır ve hikmetlerin örtüsünü kaldırmışlardır.

Âlimler, “işârî tefsir” için;

  • Zâhirî mânâ ile tezat oluşturmamak,
  • Siyâka (cümlenin gelişine) uygun olmak,
  • Kur’ân ve Sünnet’in muhtevâsına aykırı olmamak şartlarını tayin etmişlerdir. Meselâ;

(O mü’minler ki) namazlarında devamlıdırlar.”[14] âyeti zâhiren, “Namazlarına riâyet ederler, terk etmez, unutmaz ve kaçırmazlar.” demektir. Ârifler ise bu âyet-i kerîmeyi işârî mânâda;

“Namazdaki hâli, yani Cenâb-ı Hakk’ın huzûrunda bulunma şuurunu, namazdan sonra da muhafaza ederler. Diğer bir ifadeyle her an ilâhî kameralar altında bulunma (ihsân) duygusunu kalplerinde sabit kılarlar.” şeklinde tefsir etmişlerdir. Hazret-i Mevlânâ şöyle der:

“Öyle bir abdest al ki hiç bozulmasın. Öyle bir namaz kıl ki hiç bitmesin. Âşığa beş vakit namaz yetmez; beş yüz bin vakit ister. Gerçek âşık, vuslatın bitmesini hiç ister mi?”

Tefekkür olunursa, beş vakit namazdan ilâhî gâyenin de bu olduğu anlaşılır. Zira âyet-i kerîmede;

“...Beni hatırlamak (hiç unutmamak, dâimâ zikretmek) için namaz kıl!” (Tâhâ, 14) buyrulmuştur.

Ledünnî ilimde, hazmedilmesi çok zor olan sırrî bilgiler vardır. Nitekim bir hadîs-i şerîflerinde Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Benim bildiğimi siz bilseydiniz, az güler çok ağlardınız... Sahrâlara dökülüp Allâh’a yüksek sesle (heyecan ve duygu derinliği içinde) yakarışta bulunurdunuz.” (İbn-i Mâce, Zühd, 19)

Hallâc-ı Mansur’a, geçtiği mânevî merhaleler neticesinde mâverâya âit birtakım bilgiler verildi. Lâkin o, bu mahrem bilgileri kalbinde taşıyamayıp ifşâ etti. Bu sebeple halk; “Şerîate uymuyor!” diyerek onu taşladı. Fakat Hallâc-ı Mansur, onların bu davranışına mukâbil, gönül âlemindeki engin sır ve hikmetin bir tezâhürü sadedinde şöyle duâ etti:

“Yâ Rabbi! Benden evvel, beni taşlayanları affet...”

Ledün ilmi, İslâm’ın temel esaslarını belirleyen Kur’ân ve Sünnet’in zâhiriyle tezat teşkil etmez. Bu bakımdan, sûfîlerden sâdır olup, İslâm’a uymayan şatahat gibi sözler, onların içinde bulundukları “sekr” yani mânevî sarhoşluk hâliyle îzah edilmiştir.

Ancak, kalben öyle bir mânevî hâli bulunmamasına rağmen, sırf sûfîleri taklîden bu kabil sözler sarf edenler ise, bunun vebâliyle karşı karşıya kalır, mânen zarar görürler.

Tasavvufun gâyesi, ledünnî sırlara nâil olmaya çalışmak değildir. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri’nin buyurduğu üzere; “Tasavvuf, şerîati kâmil mânâda yaşamaya çalışmaktan ibârettir.”

Dipnotlar:

[1] Fuad SEZGİN, İslâm’da Bilim ve Teknik, 2008, Kültür A.Ş., c. I, s. 163-166. [2] George Rafael “A is for Arabs”, Jan. 8, 2002. [3] Bkz. Halit Serhan Ercivelek, “Bilginin Kârun’u Olmak” Altınoluk, Ekim 2020. [4] Nitekim bugün pek çok ülkede kitapları çok satanlar arasına giren İsrailli Yuval Noah Harari, “Homo Deus: Yarının Kısa Bir Tarihi” adlı kitabında bu nevi sapkın fikirleri savunmaktadır. [5] Bkz. Tâhâ, 120. [6] Bkz. en-Neml, 40. [7] Bkz. İbn-i Kesîr, IV, 255. [8] Bkz. el-İsrâ, 85. [9] Bkz. el-Cum’a, 5. [10] Bkz. el-Bakara, 174; Âl-i İmrân, 187; el-Mâide, 44; en-Nahl, 95; et-Tevbe, 9… [11] Nuret­tin Top­çu, Mev­lâ­nâ ve Ta­sav­vuf, s. 139. [12] Bkz. Âl-i İmrân, 102. [13] Hâdisenin tafsilâtlı îzâhı için Îmandan İhsâna Tasavvuf adlı eserimizin 345-356. sayfalarına bakılabilir. [14] el-Meâric, 23.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, İslam Tefekkür Ufku, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

LEDÜNNÎ İLİM NEDİR?

Ledünnî İlim Nedir?

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.