İdari Hizmetlerde Mes’uliyet Şuuru

İdârecilik, altından kalkılması zor bir ilâhî emânet ve çok ağır bir mes’ûliyettir. Onu ancak idâreciliğe kâbiliyeti olan dirâyetli ve liyâkatli kimseler başarabilir. Hakkını veremeyecek ve kul hakkı yiyecek olanlar için ise idârecilik, kıyâmet gününde dehşetli bir pişmanlık, rezillik ve perişanlıktır.

İDARİ HİZMETLERDE MES’ULİYET ŞUURU

Toplumda nizamsızlık, kargaşa, fitne ve anarşinin olmaması için düzen ve intizâmın, cemiyetin en küçük birimine kadar nüfûz etmesi zarûrîdir. Bu da ancak bir lider etrafında toplanmakla mümkündür. Bu sebeple Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yolculuk yapmakta olan üç kişilik küçük ve geçici bir toplulukta bile, mutlaka mes’ûl birinin, yâni bir idârecinin tâyin edilmesini tavsiye buyurmuştur. Bir hadîs-i şerîflerinde de:

“Dünyanın ücrâ köşesinde bile olsa, üç kişinin, içlerinden birini kendilerine emir tâyin etmeden yaşamaları doğru olmaz.” buyurmuşlardır. (Ahmed, II, 177)

İLAHİ EMANET

Böylesine mühim ve lüzumlu bir vazife olan idârecilik, aynı zamanda altından kalkılması zor bir ilâhî emânet ve çok ağır bir mes’ûliyettir. Onu ancak idâreciliğe kâbiliyeti olan dirâyetli ve liyâkatli kimseler başarabilir. Hakkını veremeyecek ve kul hakkı yiyecek olanlar için ise idârecilik, kıyâmet gününde dehşetli bir pişmanlık, rezillik ve perişanlıktır.

İSLAM'DA İDARECİNİN VASIFLARI

Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Allah Teâlâ’nın, insanlar üzerine idâreci yaptığı bir kimse, onları samîmiyet ve ihlâsla sâhiplenip korumazsa, Cennetin kokusunu (bile) alamaz.” (Buhârî, Ahkâm, 8)

“Cenâb-ı Hakk’ın, idâreci yaptığı bir kimse, yönettiği insanları aldatarak ölürse, Allah Teâlâ ona Cennet yüzü göstermez.” (Buhârî, Ahkâm 8; Müslim, Îmân 227-228, İmâre 21)

“Müslümanların işlerini üstlenip de onlar için çalışıp çabalamayan hiçbir idâreci, onlarla birlikte Cennete giremez.” (Müslim, Îmân 229, İmâre 22)

Mânevî terbiyeden lâyıkıyla nasip alamamış insanlar, şan, şöhret, baş olma ve öne geçme husûsunda son derece ihtiraslı olurlar. İslâm ise insanları bu mevzuda mecbur kalınmadığı sürece müstağnî davranmaya, -lâyık olunmadığı takdirde- emirlik ve idârecilikten kaçınmaya teşvik eder. Allah Resûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurur:

“Siz insanları mâdenler (gibi farklı yapılarda) bulursunuz. Onların câhiliye döneminde hayırlı ve değerli olanları, şayet dînî hükümleri iyice hazmederlerse İslâmiyet devrinde de hayırlıdırlar. Siz yine en hayırlı kişileri, idârecilikten hiç hoşlanmayanlar olarak bulursunuz. Siz, en kötü kişileri de iki yüzlüler olarak bulursunuz ki onlar; birilerine bir yüzle, diğerlerine bir başka yüzle gider gelirler.” (Buhârî, Menâkıb, 1; Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 199)

Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Ubâde bin Sâmit’i -radıyallâhu anh- bâzı vergileri ve zekâtı toplamak üzere vazifelendirirken şöyle buyurmuştu:

“Allah’tan kork ve çok dikkatli ol! Allah’tan kork da Kıyâmet gününde Allâh’ın huzuruna, böğüren bir deve veya ineği, yahut da meleyen bir koyun veya keçiyi (sırtına) yüklenmiş olarak gelme!”

Ubâde -radıyallâhu anh-:

“–Yâ Resûlallah! Durum gerçekten böyle mi olur?” diye sorunca Fahr-i Kâinât Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-:

“–Evet, nefsim kudret elinde olan Allâh’a yemin ederim ki, durum aynen böyledir. Bundan, ancak Allâh’ın merhamet ettiği kimseler kurtulabilir.” cevâbını verdi. Bunun üzerine Ubâde bin Sâmit -radıyallâhu anh-:

“–Sen’i hak ile gönderen Allâh’a yemin ederim ki, iki kişiye bile idâreci olmayacağım.” dedi. (Ali el-Müttakî, VI, 569/16965)

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:

“İdâreci olmadan evvel dînî ilimleri öğreniniz.” buyurmuştur. Süfyân bin Uyeyne -rahmetullâhi aleyh- bu sözü şöyle açıklar:

“Çünkü bir kimse dînî ilimlerde ince anlayış sâhibi olduğunda, riyâset sevdâsını bırakır.”[1]

İDARECİLİK HİZMETİNİN MES’ULİYETİ

Yâni idârecilik husûsunda tâlip değil, matlub olmak îcâb eder. Ancak, kendisinden başka ehil kimse bulunmayıp da zarûret îcâbı idâreci olan kişi de Allah’tan korkmalıdır. Zîrâ idârecilik hizmetinin mes’ûliyeti son derece ağır olduğundan, kazanılacak ecir çok yüksek olduğu gibi, gaflet edip bir haksızlık işlendiğinde huzûr-i ilâhîde verilecek hesap da çok çetindir.

İdâresi altında muhtelif insanlar bulunan bir kişi, aynen Allah Resûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- gibi, önemli-önemsiz demeden, bütün tebaasının meseleleriyle ilgilenmeli, dertlerine dermân olmalıdır. İdâresindeki insanlar için güzel ve temiz hislerle dolu olmalı, onların hayrını istemelidir.

İdârecilik, son derece anlayışlı ve müsâmahakâr olmayı îcâb ettirir. İdâreciler, yönettikleri kişilere iyi davranmadığı takdirde, Allah Teâlâ bunun hesâbını onlara çok ağır bir şekilde soracaktır. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- şöyle buyurur:

“Allâh’ım! Ümmetimin idâresini üstlenip de onlara zorluk çıkaran kimseye Sen de zorluk çıkar. Ümmetimin idâresini üstlenip de onlara yumuşak davrananlara Sen de yumuşak davran!” (Müslim, İmâre, 19; Ahmed, VI, 93, 258)

MAZLUM VE MUHTAÇLARA KAPISI AÇIK OLMALI

İdâreci, ibâdetlerini de îtinâ ile îfâ etmelidir. Kapısını dâimâ açık tutarak kendisiyle görüşmeyi kolaylaştırmalıdır. Müslümanların işlerinden birini yüklenen kişi, kapısını kapatır da mazlumlar ve muhtaçlar ona ulaşamazsa, kendisinin de çok muhtaç olacağı Kıyâmet gününde bütün rahmet kapıları onun yüzüne kapatılır. O idâreci, Allâh’ın bütün kullarını ihâta eden nihâyetsiz rahmet ve kereminden mahrum kalır.

Hadîs-i şerîflerde şöyle buyrulmuştur:

“Bir devlet reisi kapısını ihtiyaç ve sıkıntı içinde olanların, yoksulların yüzüne kapatırsa, Allah Teâlâ da göklerin kapısını onun sıkıntılarına, ihtiyaçlarına ve arzularına kapatır.” (Tirmizî, Ahkâm, 6/1332)

“Allah Teâlâ bir kimseyi Müslümanların başına idâreci yapar, o da halkın işlerinin bitirilmesine, ihtiyaç ve sıkıntılarının giderilmesine mânî olmaya kalkarsa, Allah Teâlâ da onun işlerinin bitirilmesine, ihtiyaç ve sıkıntılarının giderilmesine mânî olur.” (Ebû Dâvûd, Harâc, 12-13/2948)

[1] İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-Safve, Beyrut 1979, II, 236.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Faziletler Medeniyeti 2, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.