Hz. Süleyman (a.s.) Hüdhüd ve Belkıs Kıssası

Kuran’da bahsedilen Hz. Süleyman (a.s.) Hüdhüd ve Sebe Melikesi Belkıs’ın kıssası.

Kur’an-ı Kerim’de geçen Süleyman Aleyhisselam, Hüdhüd[1] ve Sebe Melikesi Belkıs’ın kıssası.

Süleymân -aleyhisselâm-, Mescid-i Aksâ’nın inşaatının bitmesiyle, rüzgâr, cinler, insanlar, kuşlar ve diğer vahşî hayvanlardan meydana gelen ordusu ile birlikte Mekke’ye doğru bir yolculuk yaptı. Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in Mekke’yi teşrîf edeceklerini de haber verdi. Oradan San’a şehrine geçti. Gördüğü güzel bir vâdîde namaz kılmak istedi. Bu arada Hüdhüd, onlar namaz kılana kadar etrâfı dolaşmak arzusuyla ordudan ayrıldı. Orada rastladığı diğer hüdhüd kuşlarının arasına karıştı. Gittiği yerlerde gördüğü manzaralar karşısında hayran kaldı. Öbür hüdhüd kuşları, onu Belkıs’ın sarayının bahçelerinde gezdirdiler.

HÜDHÜD’ÜN HZ. SÜLEYMAN’A (A.S.) GETİRDİĞİ HABER

Bu sırada Süleymân -aleyhisselâm-, abdest suyu bulması için Hüdhüd’ü aradı. Çünkü Hüdhüd’ün vazîfesi, abdest almak için su bulunan mıntıkaları bildirmekti.[2] Süleymân -aleyhisselâm- ne kadar aradıysa da Hüdhüd’ü bulamadı. Âyet-i kerîmelerde bu hâl şöyle bildirilir:

(Süleymân) kuşları teftiş etti ve şöyle dedi: «Bana ne oluyor ki Hüdhüd’ü göremiyorum? Yoksa kayıplara mı karıştı?»” (en-Neml, 20)

Önce, “Bana ne oluyor ki, Hüdhüd’ü göremiyorum?” diyerek şefkatle Hüdhüd’ü arayan Süleymân -aleyhisselâm-, onun kendisinden izinsiz olarak ayrıldığını öğrenince, ordusundaki disiplin kâidesinin gereği olarak bu defa şöyle dedi:

“Ya bana (mâzeretini gösteren) apaçık bir delil getirecek, ya da onu şiddetli bir azâba uğratacağım, yahut boğazlayacağım!” (en-Neml, 21)

“Çok geçmeden (Hüdhüd) gelip: «Ben, Sen’in bilmediğin bir şeyi öğrendim. Sebe’den sana çok doğru (ve mühim) bir haber getirdim!» dedi.” (en-Neml, 22)

SEBE MELİKESİ BELKIS

Sebe’, Yemen’de dedelerinin ismiyle anılan bir kabîlenin adıdır. Sebe’ şehri, Belkıs’ın hükmettiği ülkenin başkenti idi. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“And olsun Sebe’ kavmi için oturduğu yerlerde büyük bir ibret vardır. Biri sağda, diğeri solda iki bahçeleri vardı. (Onlara:) «Rabbinizin rızkından yiyin ve O’na şükredin! İşte güzel bir memleket ve çok bağışlayan bir Rab!» (demiştik!) (Sebe’ 15)

Hüdhüd, gördüklerini Süleymân -aleyhisselâm-’a anlatmaya devâm etti:

“Gerçekten, onlara (Sebe’lilere) hükümdarlık eden, kendisine her şey verilmiş ve büyük bir tahtı olan bir kadınla karşılaştım.” (en-Neml, 23)

“Onun ve kavminin, Allâh’ı bırakıp güneşe secde ettiklerini gördüm. Şeytan, kendilerine yaptıklarını süslü göstermiş de onları doğru yoldan alıkoymuş. Bunun için hidâyeti bulamıyorlar.” (en-Neml, 24)

(Şeytan) göklerde ve yerde gizleneni açığa çıkaran, gizlediğinizi ve açıkladığınızı bilen Allâh’a secde etmesinler (diye böyle yapmış). (Hâlbuki) yüce Arş’ın sâhibi olan Allâh’tan başka ilâh yoktur. (en-Neml, 25-26)

(Süleymân Hüdhüd’e) dedi ki: «–Doğru mu söyledin, yoksa yalancılardan mısın, bakacağız!»” (en-Neml, 27)

HZ. SÜLEYMAN (A.S.) VE BELKIS

Süleymân -aleyhisselâm-’ın bir mührü vardı. Yüzük taşı şeklinde taşıdığı bu mührü, parmağına geçirdiğinde bütün mahlûkat kendisine itâat ederdi. Rivâyet edildiğine göre, üzerinde: “Lâilâhe illâllâh Muhammedü’r-Resûlullâh” yazılıydı.

Hazret-i Süleymân, “besmele” ile başlayan bir mektup yazdı, üzerine de meşhur mührünü vurarak Hüdhüd’e verdi. Ardından da şöyle tembihledi:

“Şu mektubumu götür, onu kendilerine ver; sonra onlardan biraz çekil de, ne sonuca varacaklarına bak!” (en-Neml, 28)

Hüdhüd, mektubu aldı ve Belkıs’ın tahtının üzerine bıraktı. Sonra bir kenara çekilip olanları seyretmeye başladı.

Sabahleyin uykudan kalkan Belkıs, tahtının üzerindeki mektubu gördü. Kimin getirdiğini merak etti. Çünkü kapılar kapalıydı. Muhâfızlara sordu:

“–Bu mektubu kim getirdi?” dedi.

Onlar da:

“–Bizler kapının önünde bekçi idik. Hiç kimse içeri girmedi!” dediler.

Bunun üzerine Belkıs şaşkınlıkla mektubu açtı. Okudu ve hayretler içinde kaldı. Derhal kavminin ileri gelenlerini topladı ve onlara:

“«–Beyler, ulular! Bana çok önemli (şerefli) bir mektup bırakıldı!» dedi. Mektup Süleymân’dandır; Rahmân ve Rahîm olan Allâh’ın adıyla[3] (başlamakta)dır.” (en-Neml, 29-30)

Bazı müfessirler, Belkıs’ın mektuba ve içindekilere bu ifâdelerle gösterdiği hürmet mukâbilinde, netîcede hidâyetle şereflendiğine işâret etmektedirler.

Nitekim sihirbazlar da, Mûsâ -aleyhisselâm-’a:

“–Yâ Mûsâ! Önce sen mi atarsın, yoksa biz mi atalım?” diyerek hürmet ve nezâket göstermişler ve sonunda îmanla müşerref olmuşlardı.

Buna mukâbil İran Kisrâsı, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hidâyete dâvet mektubunu alınca, yırtıp yere attığı ve hakâret ettiği için, mülk ve saltanatı parçalanmış, hayâtı küfürle son bularak, bedbaht bir şekilde kötü bir âkıbete dûçâr olmuştur.

Allâh dostlarından Bişr-i Hafî ise, üzerinde “Allâh” ismi yazılı bir kâğıdı yerden almış, temizleyerek güzel kokular sürmüş ve evinin en güzel bir yerine asmıştı. Bu hürmet dolu tâzimi sebebiyle Allâh Teâlâ, onu büyük mükâfâtlara nâil kıldı. Sâlihler kervanına dâhil etti.

Belkıs mektubu okumaya devâm etti:

(Hazret-i Süleymân) «Bana baş kaldırmayın, teslîmiyet gösterip bana gelin!» diye (yazmaktadır).” (en-Neml, 31)

Süleymân -aleyhisselâm-, mektubundaki “besmele” ile, Belkıs’a, ibâdetin yalnız Allâh’a yapılacağını anlatmıştı. Böylece hak îtikâdı beyândan sonra “Bana karşı tekebbürde bulunmayın!” buyurmak sûreti ile de, nefs muhâsebesine dâvet etti ve “Bana müslümanlar olarak gelin!” buyurdu. Bu şekilde, bütün saâdetin İslâm’da olduğunu ifâde etti.

(Sonra Melîke Belkıs) dedi ki:

«–Beyler, ulular! Bu işimde bana bir fikir verin! (Bilirsiniz) siz yanımda olmadan (size danışmadan) hiçbir iş hakkında kesin karar vermem.»

Onlar şu cevâbı verdiler:

«–Biz güçlü kuvvetli kimseleriz, zorlu savaş erbâbıyız. Buyruk ise senindir; artık ne buyuracağını sen düşün!»” (en-Neml, 32-33)

“Melîke:

«–Hükümdarlar bir memlekete girdiler mi, orayı perişan ederler ve halkının ulularını alçaltırlar. (Herhâlde) onlar da böyle yapacaklardır. Ben (şimdi) onlara bir hediye göndereyim de, bakayım elçiler ne (gibi bir sonuç) ile dönecekler!» dedi.” (en-Neml, 34-35)

Hüdhüd’ün kendisine ulaştırdığı mektup ile, Süleymân -aleyhisselâm-’dan; “Bana karşı baş kaldırmayın; teslîmiyet göstererek bana gelin!” mesajını alan Belkıs, durumu halkının ileri gelenleri ile, yani istişâre kurulu ile görüşmüş, netîcede Süleymân -aleyhisselâm-’a elçiler gönderip kıymetli hediyeler takdîm ederek O’nun baskısından emîn kalma kararını vermişti.

Süleymân -aleyhisselâm- ise, onların hediyelerine güvendiklerini anlamış ve o hediyeleri bir rüşvet mâhiyetinde görerek tehdîd edercesine geri göndermişti:

(Elçiler, hediyelerle) Süleymân’a gelince (onlara) şöyle dedi:

«–Siz bana mal ile yardım mı ediyorsunuz? Allâh’ın bana verdiği, size verdiğinden daha hayırlıdır. Ama siz, hediyenize güveniyorsunuz.»” (en-Neml, 36)

“–(Ey elçi!) Onlara dön; iyi bilsinler ki, kendilerine aslâ karşı koyamayacakları ordularla gelir, onları muhakkak sûrette hor ve hakîr hâlde oradan çıkarırız!” (en-Neml, 37)

Elçiler, Melîke’ye varıp Süleymân -aleyhisselâm-’ın dediklerini anlattıklarında o:

“–Niyetimizi anlamış olmalı! Vallâhi bu sadece bir melik değildir; biz bunun karşısında duramayız!” dedi ve tekrar bir elçi göndererek:

“Kavmimin beyleri ile huzûruna geliyorum. Buyruğunu ve dâvet ettiğin dînini görmek istiyorum!” haberini yolladı.

Belkıs, meşhur tahtını, köşklerinin en sağlam ve muhâfazalı bir odasına koydurup kapılarını kilitlettirdi. Ardından büyük bir kalabalıkla Süleymân -aleyhisselâm-’ın yanına hareket etti.

SEBE MELİKESİ BELKIS’IN TAHTI

Bu arada Süleymân -aleyhisselâm-, yanındakilerden Belkıs’ın Sebe’de bulunan tahtını getirmelerini istedi. Bundan maksadı, müfessirlere göre şunlardı:

1. Belkıs için Allâh’ın kudretine ve kendisinin peygamberliğine delâlet eden bir mûcize ve önceki delillere ek olarak yeni bir delil göstermek.

2. Getirttiği tahtı değiştirmek sûretiyle, bunu tanıyıp tanıyamaması bakımından Belkıs’ın aklını denemek.

3. Taht, bir krallık göstergesidir. Belkıs gelmeden, krallığının ne derecede olduğunu öğrenmek. (Fahreddîn er-Râzî, Tefsîr, c. XXIV, s. 169)

(Süleymân müşâvirlerine) dedi ki:

«–Ey ulular! Onlar teslîmiyet gösterip bana gelmeden önce, hanginiz o melîkenin tahtını bana getirebilir?»

Cinlerden bir ifrît[4]:

«–Sen makâmından kalkmadan ben onu sana getiririm. Gerçekten bu işe gücüm yeter ve bana güvenebilirsiniz!» dedi.” (en-Neml, 38-39)

Süleymân -aleyhisselâm-, sabahleyin tahtına oturur, dünyânın iş ve idâresiyle meşgûl olur, öğleye doğru tahtından kalkardı. Buna göre ifrît, Hazret-i Süleymân’ın tahtını, sabah ile öğle arasındaki kadar bir zamanda getirebileceğini söylemekteydi.

“Kitâbdan (Allâh tarafından verilmiş) bir ilmi olan kimse ise:

«–Gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm!» dedi.

(Süleymân) onu (melîkenin tahtını) yanıbaşına yerleşmiş olarak görünce:

«–Bu, Rabbimin (gösterdiği) lutfundandır. Şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni imtihan etmek için (bu lutufta bulunmuştur). Şükreden, ancak kendisi için şükretmiş olur, nankörlük edene gelince, o bilsin ki, Rabbimin hiçbir şeye ihtiyâcı yoktur, çok kerem sâhibidir.» dedi.” (en-Neml, 40)

Kuvvetli görüşe göre, tahtı göz açıp kapamadan getiren ilim sâhibi zâtın, Süleymân -aleyhisselâm-’ın vezîri Âsâf bin Berhiyâ olduğu bildirilmektedir.

Dipnotlar:

[1] Hüdhüd kuşu: Çavuş kuşu.

[2] İbn-i Abbâs -radıyallâhu anh-’ın bildirdiğine göre Hüdhüd, nerede su olduğunu bilir ve Süleymân -aleyhisselâm-’a su bulurdu. Suyun yakınlığını ve uzaklığını da bilirdi. Suyun bulunduğu yeri gagalar, cinler de gelip orayı kazarak su çıkarırlardı. İbn-i Abbâs’a:

“Hüdhüd böyle bir haslete sâhip olduğu hâlde, bir çocuk tuzak kurup, üzerini azıcık bir toprakla örtünce, toprağın altındaki tuzağı görmez, gelir üstüne basar da tuzağa yakalanır. Hâlbuki o, toprağın altındaki suyu görmektedir.” denildi. İbn-i Abbâs -radıyallâhu anh- da:

«Kazâ ve kaderin vakti gelince, göz görmez olur; akıl baştan gider.» cevâbını verdi.

[3] Sûre başlarındaki “besmele”ler, İmâm Ebû Hanîfe Hazretleri, İmâm Mâlik Hazretleri ve İmâm Ahmed bin Hanbel Hazretleri’ne göre sûre aralarını ayırmak içindir. İmâm Şâfiî Hazretleri’ne göre ise, her biri birer âyettir.

[4] İfrît: Tuttuğunu deviren, kuvvetli, becerikli, ele avuca sığmaz demektir. Ayrıca, kötülük ve münkerde son dereceyi bulmuş, şeytanlıkta ileri gitmiş mânâsı taşır. Bu kelime, insanlar için de kullanıldığından, âyette “cinlerden bir ifrît” şeklinde ifâde buyrulmuştur.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Nebiler Silsilesi 3, Erkam Yayınları

 

İslam ve İhsan

HZ. SÜLEYMAN (A.S.) KİMDİR?

Hz. Süleyman (a.s.) Kimdir?

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.