Hz. Muhammed’e (s.a.v.) İlk Vahyin Gelişi

İlk vahyin gelişi nasıl olmuştur? Resulullah’a ilk vahiy nasıl gelmiştir? Vahyin başlangıcı ve Hz. Muhammed’in (s.a.v.) gizli tebliğ dönemi.

Ümmü’l-Mü’minîn Âişe (r.a) şöyle buyurur:

HZ. MUHAMMED’E (S.A.V.) İLK VAHİY NASIL GELMİŞTİR?

“Rasûlullâh (s.a.v) Efendimiz’in ilk vahiy başlangıcı uykuda sâlih (sâdık) rüyâ görmekle olmuştur. Hiçbir rüyâ görmezlerdi ki sabah aydınlığı gibi vâzıh ve âşikâr bir şekilde zuhûr etmesin! Ondan sonra kalb-i pâklerine yalnızlık muhabbeti ilkâ olundu. Artık Nur dağındaki Hira mağarasının içinde halvete çekilip orada ehlinin yanına gelinceye kadar adedi muayyen günlerde ibadet ederlerdi. O günler için yanlarına azık da alırlardı. Sonra Hz. Hatîce’nin yanına dönüp bir o kadar zaman için yine azık tedârik ederlerdi. Nihâyet Rasûlullâh (s.a.v) Efendimiz’e bir gün Ğâr-ı Hırâ’da bulundukları sırada emr-i Hak (yâni vahiy) geldi. Şöyle ki kendilerine Melek gelip:

«–Oku!» dedi. Zât-ı âlîleri de:

«–Ben okuma bilmem!» cevâbını verdiler.

Allah Rasûlü (s.a.v) Efendimiz hâdisenin devâmını şöyle anlattılar:

«O zaman Melek beni alıp tâkatim kesilinceye kadar sıkıştırdı. Sonra beni bırakıp yine “Oku!” dedi. Ben de ona “Okuma bilmem!” dedim. Yine beni alıp ikinci defa tâkatim kesilinceye kadar sıkıştırdı. Sonra beni bırakıp yine “Oku!” dedi. Ben de “Okuma bilmem!” dedim. Nihâyet beni yine alıp üçüncü defa sıkıştırdı. Sonra beni bırakıp:

“Mahlûkâtı yaratan Rabb-i Celîl’inin ism-i şerifiyle oku! O Rabb-i Azîm ki insanı bir alâktan yarattı. Her hâlde oku ki senin Rabbin kalemle yazı yazmayı tâlim eden, keremine nihâyet olmayan Allahu Zü’l-Celâl’dir.”[1] dedi.»

Bunun üzerine Rasûlullâh Efendimiz (s.a.v) kendilerine vahyolunan bu âyet-i kerîmeleri alıp korkudan yüreği titreyerek döndüler ve Hatîce bint-i Huveylid’in yanına geldiler. Ona:

«‒Beni sarıp örtünüz, beni sarıp örtünüz!» buyurdular.

Korkusu geçinceye kadar mübârek vücutlarını sarıp örttüler. Ondan sonra Allah Rasûlü (s.a.v) Efendimiz yaşadıkları hâdiseyi Hz. Hatîce’ye naklederek:

«‒Kendimden korktum!» buyurdular. Hatîce (r.a):

«‒Öyle deme, Allâh’a yemin ederim ki Allâhu Zü’l-Celâl hiç bir vakit seni utandırmaz (mahzûn etmez). Çünkü sen akrabana bakarsın, işini görmekten âciz olanların ağırlığını yüklenirsin, fakire verir, kimsenin kazandıramayacağını kazandırırsın, misafiri ağırlarsın, Hak yolunda zuhûr eden hâdiselerde ve mühim meselelerde insanlara yardım edersin!» dedi.

Bundan sonra Hatîce (r.a) Rasûl-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’i amcazâdesi Varaka bin Nevfel’e götürdü. Bu zât, Câhiliyye’de hristiyanlığa girmiş bir kimse olup İbrânîce yazı bilir ve İncil’den Allah’ın dilediği kadar öteberi yazardı. Varaka, gözleri âmâ olmuş bir pîr-i fânî idi. Hatîce (r.a) Varaka’ya:

«‒Amcamoğlu, dinle bak, kardeşinin oğlu ne söylüyor!» dedi. Varaka:

«‒Ne var kardeşimin oğlu?» diye sorunca Rasûlullâh Efendimiz (s.a.v) gördüğü şeyleri kendisine haber verdiler. Bunun üzerine Varaka dedi ki:

«‒Bu gördüğün, Allâh Teâlâ’nın Mûsâ (a.s)’a indirdiği Nâmûs-u Ekber’dir. (Yâni vahiy getirmekle vazifeli melek Cebrâil (a.s)’dır.) Âh keşke senin dâvet günlerinde genç olaydım. Kavmin seni çıkaracakları zaman keşke hayatta olsam!»

Bunun üzerine Rasûlullâh Efendimiz (s.a.v):

«‒Onlar beni çıkaracaklar mı?» diye hayretle sordular. O da:

«‒Evet! Zira senin gibi bir şey getirmiş (yani vahiy tebliğ etmiş) hiç kimse yoktur ki düşmanlığa uğramasın! Şayet senin dâvet günlerine yetişirsem sana bütün gücümle yardım ederim.» cevabını verdi.

Ondan sonra çok geçmedi, Varaka vefât etti. O günlerde Fetret-i vahiy vukû buldu (yani bir müddet için vahiy kesildi.)” (Buhârî, Bed’ü’l-Vahy, 3)

Vahyin kesilmesi ile Varaka’nın vefâtı arasında herhangi bir münâsebet yoktur. Son cümleden böyle bir şey anlaşılmamalıdır.

Alâk sûresinin ilk âyetleri nâzil olduktan sonra vahyin bir müddet kesilmesi ve Cebrâîl (a.s)’ın görünmemesi sebebiyle Peygamber Efendimiz (s.a.v) çok üzüldüler. O günlerde Cebrâîl (a.s) zaman zaman görünerek Allah Rasûlü (s.a.v) Efendimiz’i tesellî etti.

Vahyin ne kadar kesildiğiyle alâkalı rivâyetler muhteliftir. En azı on beş gün, en fazlası da üç senedir. Vahyin çok uzun kesilmediği, Rasûlullâh Efendimiz (s.a.v) sükûnet buluncaya kadar birkaç günlüğüne kısa bir fetret devrine girdiği daha kuvvetli ihtimaldir.

Bu ilk fetretten sonra Müddessir sûresinin baş tarafı nâzil olmuştur. Daha sonra vahiy, iki ve ya üç günlüğüne bir daha kesilmiş, müşrikler “Rabbi, Muhammed’i terketti” diye hezeyanlarda bulunmuşlar, bu fetretten sonra da Duhâ sûresi nâzil olmuştur.[2]

Sâdık ve Sâlih Rüyâlar

Vahyin sâlih ve sâdık rüyâlar şeklinde başlaması, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz için büyük bir kolaylık ve alışma olmuştur. Yoksa birden bire melek ile karşılaşsalardı çok büyük bir korku yaşayabilirlerdi.

Bu rivâyetten anlaşıldığı üzere Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in rüyâları, vahyin geliş şekillerinden biridir.

Ebû Hüreyre (r.a), “Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’i şöyle buyururlarken işittim” demiştir:

“‒Nübüvvetten sonra (ümmete) sadece mübeşşirât kalmıştır!”

Ashâb-ı kirâm:

“–Mübeşşirât nedir?” diye sorunca, Rasûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v):

“‒Sâlih rüyâdır” buyurdular. (Buhârî, Taʻbîr 5. Bkz. Müslim, Salât 207-208)

Yine Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:

“Zaman yaklaşınca mü’minin rüyâsı neredeyse hiç yalan çıkmaz. Mü’minin rüyâsı nübüvvetin kırk altı cüzünden biridir. Nübüvvetten olan bir şey ise yalan olmaz!” (Buhârî, Taʻbîr 26; Müslim, Rü’yâ 6)

“Sizin en doğru rüyâ göreniniz, sözü en doğru olanınızdır.” (Müslim, Rü’yâ 6)

Halvet

Efendimiz (s.a.v)’in peygamberlikle vazifelendirilme vakti yaklaştıkça Rasûlullâh Efendimiz (s.a.v) sık sık inzivâya çekilir ve uzun müddet tefekkür deryâsının derinliklerine dalarlardı. Zaman zaman evlerinden çıkarlar, Mekke’den uzaklaşırlar, sessiz ve sâkin yerlere doğru giderlerdi. Bu esnâda rastladıkları ağaç ve taşlar: “es-Selâmü aleyke yâ Rasûlallâh!” diyerek kendisine selâm verirlerdi. Fahr-i Kâinât -aleyhi ekmelü’t-tahiyyât- Efendimiz hemen etrâfına bakar, fakat ağaç ve taştan başka bir şey görmezlerdi.[3]

Nitekim Rasûlullâh (s.a.v):

“Ben Mekke’de bir taş bilirim ki peygamber olarak gönderilmeden evvel bana selâm verirdi. Onu(n yerini) şimdi de biliyorum.” buyurmuşlardır. (Müslim, Fedâil, 2)

Hz. Ali (r.a) da şöyle anlatır:

“Peygamber Efendimiz ile birlikte Mekke’de idim. Beraberce Mekke’nin bazı yerlerine gittik. Dağların ve ağaçların arasından geçiyorduk. Rasûlullâh (s.a.v) Efendimiz’in karşılaştıkları bütün dağlar ve ağaçlar:

«es-Selâmü aleyke yâ Rasûlallâh!» diyordu.” (Tirmizî, Menâkıb, 6/3626)

Osmanlının son devrinde yetişen âlimlerden Tâhiru’l-Mevlevî şöyle der:

“Hz. Ebû Bekir’in evi hicrî 623 tarihinde, Yemen Meliki Nureddin bin Ömer bin Ali el-Mesʻûdî tarafından mescide çevrilmiştir ve hâlen Mekke’de kuyumcular çarşısında (bugün Hilton otelinin bulunduğu yerde) mâmur olup ziyâret edilmektedir. Bu evin sırasında Hacer-i Mütekellim, karşısında da Hacer-i Mütteke’ nâmıyla iki taş vardır ki birincisinin Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e selâm verdiği, ikincisine de Efendimiz (s.a.v)’in dayandığı rivayet edilir.”[4]

Allah Rasûlü (s.a.v) Efendimiz’e yalnızlık sevdirildi ve Hirâ mağarasında halvete, inzivâya çekilmeye başladılar. Hirâ Dağı, Mekke’nin kuzeydoğusunda yaklaşık 5 km. uzaklıktadır. Cebel-i Nûr ismiyle de bilinir. Fahr-i Kâinât Efendimiz’in hayâtında mühim bir yeri bulunan Hirâ Mağarası, dağın zirvesinin birkaç metre kadar aşağısındadır. Bu mekân, aslında üst üste yığılı kaya blokları arasında kalmış bir boşluktan ibârettir. Binalar kapatmadan evvel, ön tarafındaki açıklıktan Kâbe görülebiliyordu. Yüksekliği bir kişinin başı tavana değmeden ayakta durabileceği kadar, genişliği ise yere uzanabileceği kadardır. Bu mağara, Kâbe’nin göründüğü, çevreye hâkim bir mevkîde olup tefekküre müsâit bir mekândır. Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’den önce de Mekke’deki hanîfler Hirâ Dağı’nda zaman zaman inzivâya çekilirlerdi. Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in dedesi Abdülmuttalib de bunlardan biriydi.[5] O, Allâh’ın varlığına, cezâ ve mükâfât yeri olarak âhiretin mevcûdiyetine inanmış, zaman zaman Hirâ Dağı’ndaki mağaraya çekilip kendini ibadete vermişti.[6]

Tâhiru’l-Mevlevî, müşahedelerine dayanarak şöyle der:

“Hirâ dağının üzerinde, Şakk-ı Sadr (göğüs yarılması) hâdisesinin vuku bulduğu mahalle yapılmış bir mescit ile bundan 500 adım güney tarafında «İkra’» sûresinin nüzûl ettiği bir mağara vardır. Hırâ dağı yahut Nûr dağının eteğinden Şakku’s-Sadr Mescidi’nin bulunduğu yere kadar yol dik ve dönemeçli olduğu için yarım saat, nihâyet 20 dakikada çıkılabilir.”[7]

Allah Rasûlü (s.a.v) Efendimiz, kavminin putlara taptığını gördükçe, onlardan uzaklaşmayı, halvet ve uzlete çekilmeyi daha çok arzu ederlerdi. Bu uzletlerindeki ibadetleri ise, tefekkür etmek, ataları İbrâhîm (a.s) gibi göklerin ve yerin melekûtundan ibret almak ve Kâbe’yi seyretmek şeklindeydi.[8]

Hirâ dönemi, vahye muhâtab olmanın, sıradan insanlar için tahammülü imkânsız olan ağır yükünü taşımak husûsundaki fıtrî istîdâdın zâhire çıkma mevsimi idi.

Rasûlullâh (s.a.v) Efendimiz’in Hirâ’daki uzlet ve inzivâlarından ve daha sonraki dönemlerde muntazam olarak îfâ ettikleri îtikâflarından anlıyoruz ki, bir müslüman ne kadar ibâdet ederse etsin, zaman zaman uzlete çekilerek nefis muhâsebesi yapıp, kâinattaki ilâhî kudret akışlarını tefekkür etmeden tam mânâsıyla kemâle eremez. Bu, her mü’minin yapması îcâb eden asgarî bir vazîfedir. İnsanlara rehber olacak kimseler ise bu tefekkür, tahassüs ve muhâsebeye daha çok muhtaçtırlar.

Kur’ân-ı Kerîm, ilk âyetinden son âyetine kadar insanoğluna tefekkür tâlîmi yaptırarak düşüncenin merkezine Rabbe kulluğu yerleştirmeyi telkîn eder. Zira mü’min için en mühim hususlardan biri de muhabbetullâhtır.[9] Allâh sevgisini kazanabilmenin, îmandan sonra yegâne âmili ise, Allâh’ın lutuf ve ihsanlarını devamlı olarak düşünmek, O’nun ulvî sıfatlarını öğrenmek, azameti ve kudreti üzerinde tefekkür etmek, sonra da kalp ve dil ile O’nu bol bol zikretmektir.[10] Bunlar ise tam mânâsıyla, dünyâ meşgale ve âlâyişinden kalbi muhâfaza edip, zaman zaman halvet ve uz­lete çekilmekle mümkün olur.

Burada şunu da ifâde etmek lâzımdır ki, halvetten maksat, devamlı olarak insanlardan uzaklaşmak, cemiyetten kaçarak dağları ve mağaraları vatan edinmek değildir. Bu şekilde hareket etmek, Allah Rasûlü (s.a.v) ve ashâbının tatbîkâtına ters düşer.

Nitekim Rasûlullâh Efendimiz (s.a.v):

“İnsanların arasına karışıp onların ezâlarına katlanan müslüman, onlara karışmayıp, ezâlarına katlanmayandan daha hayırlıdır.” buyurmuşlardır. (Tirmizî, Kıyâmet, 55/2507)

Rasûlullâh (s.a.v) Efendimiz’in koyun gütmeleri, Ficâr Harbi ve Hılfu’l-Fudûl’e iştirak etmeleri, ticârî hayatları, seyahatleri, Kâbe’nin yeniden inşâsında fiilen çalışmaları, Zeyd’i âzâd etmeleri, Hz. Ali’yi yanlarına almaları gibi pek çok faâliyetleri, Zât-ı Âlîleri’nin nübüvvetten önce de dâimâ hayatın içinde olduklarını ortaya koymaktadır. Cemiyetinin bütün fazîletlerine iştirâk etmişler, kötülüklerinden ise uzak durmuş, hiçbir zaman onlara yaklaşmamışlardır.

Kişinin halvet ve uzlete çekilmesinden maksat, hâlini ıslâh etmesidir. Şifâ bulmak için alınan ilâç, vaktinde ve kâfî miktarda olmalıdır. Haddinden fazla alındığı takdirde fayda yerine zarar vereceği muhakkaktır.[11] Nitekim Hz. Âişe validemizin “birkaç gün ibadete çekilirdi” şeklindeki ifadesi, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in bu hususta da îtidal üzere davrandığını göstermektedir. Zîrâ orta yolu tutmak, İslâm’ın şiârı (sembolü) ve nübüvvetin en mühim usûlüdür.

PEYGAMBERİMİZE İLK VAHİY KAÇ YAŞINDA GELDİ?

Allâh Rasûlü (s.a.v) kırk yaşında idiler. Rebiulevvel ayında başlayan[12] ve kendilerini vahye muhâtab olacak mânevî kıvâma ulaştıran, hazırlık mâhiyetindeki altı aylık zaman sona ermişti.

Mübârek Ramazan ayının 17’si veya 21’i Pazartesi günüydü. Rasûl-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz, mûtâdları üzere Hirâ Mağarası’nda idiler. Cebrâîl (a.s) geldi ve ilk vahyi getirdi.[13]

Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e, Pazartesi günü oruç tutmanın fazileti sorulduğunda, şöyle buyurmuşlardır:

“O gün, benim doğduğum, peygamber olduğum (veya bana vahiy geldiği) gündür.” (Müslim, Sıyâm 197, 198; Ebû Dâvud, Savm, 54/2426)

VAHYİN KESİLMESİ

Vahiy, dâhilî ve psikolojik bir hal değildir, Efendimiz (s.a.v)’e hâriçten gelmiştir. Kendilerinin vazifeleri, kalplerine vahyedilen şeyleri ezberleyip tebliğ etmeleri, sonra da yine vahy-i ğayri metlüv ile beyan edip açıklamalarıdır.

Vahy’in keşif, ilham, dâhilî teemmül ve şuur, şahsî düşünce ve hissiyât gibi şeylerle alâkası yoktur. İlk vahiyde Cebrâil (a.s)’ın bizzat Peygamber Efendimiz’e görünmesi, vahyin perde arkasından ilkâ edilmemesi de bu hakikati göstermek içindir. Nitekim vahyin perde ardından gelmesi Efendimiz’e daha kolay gelir ve o kadar korkmalarına yol açmazdı. Ama Allah Rasûlü (s.a.v) ilk vahiyde korkmuşlar ve vahiy bir müddet kesilerek Efendimiz’in teskin olmaları sağlanmıştır. Hâlbuki ilhâmlar, rûhî doğuşlar ve ulvî düşünceler hiçbir zaman insana korku vermez, renginin değişmesine ve alnının terlemesine sebep olmaz.

İLK NAZİL OLAN AYETLERDE DİKKAT ÇEKİLEN HUSUSLAR

İlk nâzil olan âyetlerde dikkat çekilen hususlar arasında şunlar da vardır:

- İnsanın yaratılışı…

- Ona ilmin ikrâm edilişi, ilimle şeref bulması ve meleklerden üstün bir mevkiye çıkarılması…

Diğer bir âyet-i kerimede şöyle buyrulur:

“Ey iman edenler! Size «Meclislerde yer açın!» denilince yer açın ki Allah da size genişlik versin. Size (herhangi bir amel ve hayır için) «Kalkın!» denilince de kalkın ki Allah sizden iman edenleri ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltsin! Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (el-Mücâdile, 11)

İLK VAHYİN GELİŞİ

Vahyin ilk gelişini haber veren rivayetten şu esaslar da anlaşılmıştır:

- Zor meseleleri üç defâ tekrar ederek öğretmek îcâb eder.

- Kur’ân öğretirken çocuğa üç defâdan fazla vurmamalıdır.

- Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in korku içinde halvetlerini yarıda keserek evlerine koşmaları, önceden böyle bir şey beklemediklerini, makâm ve liderlik merâklısı olmadıklarını göstermektedir. Allah Rasûlü (s.a.v) Efendimiz âniden böyle bir vazife ile karşı karşıya kalmışlardır. Yoksa daha evvel tasavvur ettikleri, hayâlini kurdukları ve planlar yaptıkları bir şeyi başlatmış değiller.

- Güzel ahlâk, sâhibini kötü ve çirkin hallere düşmekten kurtarıp selâmete çıkarır. Kimin hayır ve hasenâtı çok olursa, onun âkıbeti güzel olur, dîninin ve dünyasının selâmette olması umulur.

- İslâmî dâvette kadının mühim bir mevkii vardır.

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) şöyle buyururlar:

“Dünya bir metâʻdır (yani kendisinden biraz istifade edildikten sonra çabucak bitip tükenen şeydir); dünya metâʻının en hayırlısı ise sâliha kadındır.” (Müslim, Radâʻ, 64)

Evinde huzur ve dirlik bu­lunmayan bir erkek, ne kadar zengin olursa olsun bedbahttır.

- Dâvetçiler târih boyunca devamlı yalanlanmış ve memleketlerinden çıkarılmışlardır.

Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Kavminden ileri gelen kibirliler dediler ki: «Ey Şuayb! Seni ve seninle beraber inananları memleketimizden kesinlikle çıkaracağız veya dinimize döneceksiniz» (Şuayb): «İstemesek de mi?» dedi.” (el-A’râf, 88)

“Kâfir olanlar peygamberlerine dediler ki: «Elbette sizi ya yurdumuzdan çıkaracağız, ya da mutlaka dinimize döneceksiniz!» Rableri de onlara: «Zalimleri mutlaka helâk edeceğiz!» diye vahyetti.” (İbrâhîm, 13)

“Kavminin cevabı sadece: «Lût ailesini memleketinizden çıkarın; çünkü onlar (bizim yaptıklarımızdan) uzak kalmak isteyen insanlarmış!» demelerinden ibaret oldu.” (en-Neml, 56)

- Kişi, evvelâ kendi şahsından mes’ûldür. Sonra âilesi, akrabaları ve diğer insanlar gelir. İşte bu mes’ûliyetin ilk basamağının hakkını verebilmek için vahiy bir müddet kesilmiştir. Böylece Efendimiz (s.a.v)’in gönülleri, kendilerinin Allah’ın gönderdiği bir peygamber olduğu, kalb-i şeriflerine inen şeylerin Allah Teâlâ’dan gelen bir vahiy olduğu husûsunda mutmain olmuş, evvelâ kendileri buna îmân etmiş ve ileride karşılaşacakları esasları, nizâmı ve ahkâmı kabûle hazır hâle gelmiştir.

Dipnotlar:

[1] el-Alâk, 1-4. [2] Müslim, Cihâd, 114. [3] İbn-i Sa’d, I, 157. [4] Tâhiru’l-Mevlevî, Müslümanlığın Medeniyete Hizmetleri, sad. Abdullah Sert, İstanbul: Bahar Yayınları, 1974, II, 132. [5] İbn-i Hacer, Fethu’l-Bârî, XII, 355. [6] Bkz. Fuat Günel, DİA, “Hira” md., XVIII, 121-122. [7] Tâhiru’l-Mevlevî, Müslümanlığın Medeniyete Hizmetleri, II, 124. [8] Aynî, Umdetü’l-kârî, I, 61; XXIV, 128. [9] Rasûlullâh Efendimiz (s.a.v), duâlarında Allâh Teâlâ’nın muhabbetini talep ve niyâz ederek: “Allâh’ım! Sen’den sevgini, Sen’i sevenlerin sevgisini ve Sen’in sevgine ulaştıracak ameli taleb ediyorum. Allâh’ım! Sen’in sevgini bana nefsimden, âilemden, malımdan ve soğuk sudan daha sevgili kıl!” buyururlardı. (Tirmizî, Deavât, 72/3490) [10] İbn-i Abbâs (r.a): “Ey îmân edenler! Allâh’ı çokça zikredin!” (el-Ahzâb, 41) âyet-i kerîmesinin tefsîrinde şöyle demiştir: “Allâh Teâlâ kullarına farz kıldığı her farîzaya belli bir sınır tâyin etmiştir. Bu hususta özür sâhibi olanların özürlerini de kabûl etmiştir. Ancak zikir bunun dışındadır. Allâh Teâlâ onun için nihâyetine erişilebilecek bir sınır tâyin etmemiştir. Aklını kaybedenden başka zikri terk eden hiç kimsenin özrünü de kabul etmez. İnsanlara her hâlükârda zikir hâlinde olmalarını emretmiştir.” (Taberî, XXII, 22; Kurtubî, XIV, 197) [11] el-Bûtî, Fıkhu’s-Sîre, s. 60-62. [12] İbn-i Hacer, Fethu’l-Bârî, I, 27. [13] İbn-i Sa’d, I, 194.

Kaynak: Dr. Murat Kaya, Siyer-i Nebi.

İslam ve İhsan

PEYGAMBERİMİZE GELEN İLK VAHİY

Peygamberimize Gelen İlk Vahiy

HZ. MUHAMMED (S.A.V.) KİMDİR?

Hz. Muhammed (s.a.v.) Kimdir?

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.