Hüsnüzan Sahibi Olmak ile İlgili Örnekler

Hüsnüzan ne demek? İnsanlara karşı hüsnüzan beslemenin faydası nedir? Hüsnüzan ile ilgili örnekler.

Hüsnüzan; güzel düşünmek, iyi şeyler temennî etmek, menfî düşüncelerden ve sûizandan, yâni kötü düşüncelerden uzak kalabilmektir. Müslümanlar birbirlerine karşı hüsnüzan beslemeye muvaffak oldukları takdirde, birçok yanlışa düşmekten korunmuş olurlar.

ZANDAN SAKININ

Âyet-i kerîmede sû-i zanna giden yollar kapatılarak şöyle buyrulur:

“Ey îmân edenler! Zannın çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz, diğerinizi arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O hâlde Allâh’a karşı takvâ sâhibi olun. Şüphesiz Allâh, tevbeyi çok kabûl edendir, çok merhametlidir.” (el-Hucurât, 12)

Peygamber aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz de şöyle buyurmuştur:

“Zandan sakınınız. Çünkü zan (yersiz itham), sözlerin en yalanıdır. Başkalarının konuştuklarını dinlemeyin, ayıplarını araştırmayın, birbirinize karşı övünüp böbürlenmeyin, birbirinizi kıskanmayın, kin tutmayın, yüz çevirmeyin. Ey Allâh’ın kulları! Allâh’ın size emrettiği gibi kardeş olun…” (Müslim, Birr, 28-34)

Yine Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm bir başka hadîs-i şerîfte de şöyle buyurmuştur:

“Ashâbımdan hiç kimse, hiçbir kimsenin kusuru hakkında bana bir şey ulaştırmasın! Ben sizin karşınıza selîm bir kalp ile çıkmak istiyorum.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 28/4860)

İnsanlara karşı hüsnüzan beslemek, kişiye herhangi bir külfet ve yük getirmez, bilâkis onu nice vebâl ve yorgunluktan kurtarır. Nitekim Hazret-i Ali radıyallâhu anh:

“Allâh’ın kullarına karşı hüsnüzan sâhibi ol. Böyle olursan birçok yorgunluktan kurtulursun.” sözüyle bu hakîkati ne güzel ifâde eder.

Müslümanların, ölmüşleri hakkında da hüsnüzan sâhibi olmaları, onların affedilebileceğini düşünmeleri gerekir. Bunun aksini düşünmenin, kimseye faydası yoktur.

İnsanlar ve hâdiseler hakkında -gerektiğinde kontrolü de ihmâl etmemek kaydıyla- dâimâ hüsnüzan sâhibi olmak lâzımdır. Bir mesele hakkındaki gerçek tam olarak bilinmiyorsa, müslümanların birbirlerine karşı hüsnüzan üzere bulunmaları, birbirleri hakkında güzel düşünmeleri esastır. Çünkü sûizannımız sebebiyle sorumlu tutuluruz. Buna karşılık hatâ etmiş olsak bile hüsn-i zanda bulunduğumuz için hesâba çekilmeyiz. Bütün kaybımız, iyi niyetimiz sebebiyle yanılmış olmaktan ibâret kalır. Fakat bir kimse hakkında sûizanda bulunursak, nihâyetinde bunun hesâbını vermek mecbûriyetinde kalırız.

HÜSNÜZAN SAHİBİ OLMAK HAKKINDA ÖRNEKLER

Biz, Mü’minler Hakkında Sâdece Hüsnüzanda Bulunuruz

Abdullâh bin Amr radıyallâhu anh’ın naklettiğine göre Fahr-i Kâinât Efendimiz, bir tavaf esnâsında Kâbe’ye hitâben şöyle buyurmuştur:

“Sen ne kadar temizsin, kokun da ne güzel! Sen ne yücesin, senin hürmetin de ne büyük! Muhammed’in nefsini elinde tutan Zât-ı Zülcelâl’e yemin olsun ki bir mü’minin Allâh katındaki kıymeti, senin kıymetinden daha büyüktür. Mü’minin malının ve kanının hürmeti de böyledir. Biz, mü’minler hakkında sâdece hüsn-i zanda bulunuruz.” (İbn-i Mâce, Fiten, 2)

Hadîs-i şerîf muktezâsınca, mü’minlere karşı hüsnüzan beslemek, mühim bir İslâmî esastır.

Hüsnüzan Örneği

Münâfıkların fitne ve fesatları netîcesinde vukû bulan İfk Hâdisesi’nde uzun müddet sıkıntı ve meşakkatlere mâruz kalan Allah Rasûlü sallâllâhu aleyhi ve sellem, hanımlarından Zeyneb bint-i Cahş ve Hazret-i Âişe’nin câriyesi Berîre radıyallâhu anhünne ile istişâre etmiş, onların Âişe vâlidemiz hakkındaki fikirlerini sormuştu.[1] İkisi de hüsn-i şehâdette bulundular. Hazret-i Âişe radıyallâhu anha bu hususta şöyle der:

“Rasûlullâh hâdiseyi tahkîk esnâsında Zeyneb bint-i Cahş’a da benimle alâkalı görüşünü sormuş ve:

«–Ey Zeyneb, bu hususta ne biliyorsun, ne gördün?» buyurmuş. O da:

«–Ey Allâh’ın Rasûlü, kulağımı işitmediğim, gözümü de görmediğim şeylerden dâimâ muhâfaza ederim. Ben Âişe hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyorum.» demiş.

Zeyneb, Rasûlullâh’ın zevceleri arasında bâzı fazîletleri sebebiyle benimle boy ölçüşen birisiydi. (Fırsat elindeyken, beni gözden düşürerek Allah Rasûlü’ne daha yakın olmayı düşünebilirdi.) Ancak Allâh, verâ ve dindarlığı sebebiyle, onu bu meselede müfterîler tarafında yer almaktan korudu.” (Buhârî, Şehâdât, 15, 30; Müslim, Tevbe, 56)

Ne güzel bir hüsnüzan misâli… Pek çok ayağın kolaylıkla kayabileceği bir vasatta, Zeyneb vâlidemiz hüsnüzan şemsiyesine sığınmış ve daha sonra iftirâcılar üzerine vâkî olan itâb-ı ilâhîden kurtulmuştur. Âişe vâlidemizi temize çıkaran âyetlerle birlikte iftirâcılara ve onlara kapılarak hüsnüzannı terk edenlere karşı dehşetli bir ihtar gelmiş, şâyet Allâh’ın affı olmasaydı hepsinin fecî bir şekilde helâk edileceği bildirilmiştir. Bu ihtar ve tehdîdin birkaç defâ tekrar edilmiş olması, sûizannın ne kadar çirkin bir davranış olduğunu göstermeye kâfîdir. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“Bu iftirâyı işittiğinizde, erkek ve kadın mü’minlerin, kendi vicdanları ile hüsnüzanda bulunup da: «Bu, apaçık bir iftirâdır.» demeleri gerekmez miydi?” (en-Nûr, 12)

“Eğer dünyâda ve âhirette, Allâh’ın lûtuf ve merhameti üstünüzde olmasaydı, içine daldığınız bu iftirâdan dolayı size mutlakâ büyük bir azap isâbet ederdi.” (en-Nûr, 14)

“Âişe Senden Daha Hayırlıdır”

Yine İfk Hâdisesi’nin vukû bulduğu günlerde Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri’nin zevcesi Ümmü Eyyûb, kocasına:

“–İnsanların Âişe aleyhinde söyledikleri şeyleri işittin mi?” diye sordu. Ebû Eyyûb:

“–Evet! İşittim. Fakat onların hepsi yalan ve uydurmadır!” dedi. Sonra hanımına:

“–Sen böyle bir kötülük yapar mısın?” diye sordu. O da:

“–Hayır! Vallâhi ben kat’iyyen böyle bir kötülük yapmam!” dedi.

Bunun üzerine Ebû Eyyûb radıyallâhu anh:

“–Sen böyle olunca, vallâhi Âişe senden daha hayırlıdır!” dedi. (İbn-i Hişâm, III, 347; Vâkıdî, II, 434)

İşte o örnek nesilden, güzel bir hüsnüzan misâli…

Hayra Kavuştu

İbn-i Mesut radıyallâhu anh şunları söylüyor:

“Kardeşinizin bir günah işlediğini gördüğünüzde; «Rabbimiz! Onu rezil et! Allâh’ım ona lânet et!» gibi sözler söyleyerek onun aleyhinde şeytana yardımcı olmayınız. Aksine; «Rabbimiz! Onu affet ve kendisini doğru yola ilet!» deyiniz. Muhammed’in sahâbîleri olarak bizler, hiç kimse hakkında, onun ne üzerine öldüğünü bilmedikçe bir şey söylemezdik. Ömrü hayırla netîcelenirse; «Hayra kavuştu.» derdik, şer üzere vefât ettiğinde de onun hakkında (söz söylemekten) korkardık.” (Ebû Nuaym, Hilye, IV, 205)

Hüsnüzan Beslemek

Ebû Dücâne radıyallâhu anh hasta iken ziyâretine giden birisi, onun sîmâsının nur gibi parladığını gördü ve ona:

“–Yüzün neden böyle parlıyor?” diye sordu. O da şu cevâbı verdi:

“–Benim iki amelim var:

  1. Beni ilgilendirmeyen hususlarda susarım.
  2. Gönlüm mü’minlere karşı sûizandan uzak kalır. Bütün mü’minlere karşı hüsn-i zan beslerim.” (İbn-i Sa’d, III, 557)

Suizan ve Hasedi Terk Et

Mevlânâ Hazretleri, insanın iç âlemindeki sûizan, haset, kıskançlık gibi çirkin ve helâk edici vasıfları, müşahhas bir misâl ile şöyle hikâye eder:

Bir pâdişah, iki köle satın almıştı. Onların aklî ve kalbî seviyelerini anlayabilmek için, ilk önce birinci köle ile sohbete başladı. Pâdişâhın sorularına, köle öyle cevaplar veriyordu ki, başkaları bu cevapları ancak uzun uzun düşündükten sonra verebilirdi. Pâdişah bu hizmetkârı anlayışlı, zeki ve tatlı dilli görünce memnûn oldu. Diğer köleyi de yanına çağırdı.

İkinci köle, pâdişahın huzûruna geldi. Kölenin rahatsızlıktan ağzı kokuyordu ve dişleri de bakımsızlıktan kapkara idi. Pâdişah, bu kölenin zâhirî durumundan pek hoşlanmadıysa da, yine de onun hakkında bilmediği hâl ve vasıfları öğrenmek ve onun sırlarına vâkıf olmak için kendisiyle sohbete başladı:

“–Bu kılıkla, bu rahatsız ağızla uzakta dur, fakat pek de uzağa gitme. Önce ağzının derdine bir şifâ bulalım; sen sevimli bir kişisin, biz de hünerli bir hekîmiz. Seni hor görmek ve gözden düşürmek bize yakışmaz. Şöyle otur, bir iki hikâye söyle de aklının derecesini anlayayım.” dedi.

Pâdişah, daha önce konuştuğu ilk köleye dönerek:

“–Hadi! Sen de hamama git, bir güzelce yıkan.” dedi.

Arkadaşı gittikten sonra, konuşturmak istediği ikinci köleye hitâben, onu denemek için dedi ki:

“–Senden önce sohbet ettiğim arkadaşın, senin hakkında kötü şeyler söyledi. Görüyorum ki, sen onun söylediği gibi değilsin. O hasetçi, neredeyse bizi senden soğutuyordu. Arkadaşın senin hakkında; «O, hırsızdır; doğru adam değildir, kötülerle düşer kalkar, iffetsizdir.» dedi. Sen onun hakkında ne dersin?”

İkinci köle bu sözler üzerine pâdişâha:

“–İyi düşünen, doğru söyleyen o arkadaşa, eğri diyemem. Bilâkis onun sözleri sebebiyle, kendimde böyle kusurların olabileceğini düşünüp hâlimi ıslâha çalışırım. Pâdişâhım! Belki de o, bende birçok ayıplar görmüştür ki, ben o ayıpların farkında bile değilim.” diye cevap verdi.

Pâdişah köleye:

“–O senin kusurlarını anlattığı gibi, şimdi sen de onun kusurlarını anlat.” deyince, köle, pâdişâha şunları söyledi:

“–Padişahım! O benim gerçekten iyi bir arkadaşım. Onun kusurlarını söylememe benim gönül dünyam mânîdir. Onun için ben ancak şunları söyleyebilirim ki; onun kusûru, bence kusur değil fazîlettir. O, sevgi, vefâ ve insanlık numûnesidir. Onun hâli; doğruluktur, zekâdır, dostluktur. Onun bir sıfatı da; cömertliktir, düşkünlere yardımda bulunmaktır. O öyle cömerttir ki, gerekirse canını bile verir. Kader arkadaşımın bir vasfı da, kendini beğenen bir kişi olmamasıdır. O herkesle iyidir, sâdece kendi nefsine karşı kötüdür.”

Pâdişah, bu cevap karşısında köleye:

“–Arkadaşını medhetmede pek ileri gitme, onu överken de kendini övmeye kalkışma. Çünkü, ben onu imtihana çekerim de, sonra sen utanırsın.” dedi.

Köle bunun üzerine:

“–Hayır! Onu övmekte ileri gitmedim. O dostumun bütün huyları, söylediklerimden kat kat daha fazladır. Kader arkadaşımın vasıfları hakkında, bildiklerimi söyledim. Fakat, ey kerem sâhibi pâdişâhım! Söylediklerime siz inanmıyorsanız, ben ne yapabilirim? İç dünyam, benim böyle söylememi îcâb ettiriyor.” dedi.

Öbür köle hamamdan dönünce, pâdişah onu huzûruna çağırttı. Ona:

“–Sıhhatler olsun; eksilmeyen nîmetlere erişesin. Fakat, arkadaşının söylediği kötü huylar sende olmasaydı ne güzel olurdu? O zaman güzel yüzünü gören sevinir, neşelenirdi. Seni görmek, bütün dünyâ mülküne değerdi.” dedi.

Köle dedi ki:

“–Pâdişâhım! O densizin benim hakkımda anlattıklarından birazcığını lütfen söyleyin!..”

Pâdişah:

“–O, önce senin ikiyüzlülüğünü anlattı. Senin görünüşte devâ, hakîkatte belâ olduğundan bahsetti.”

Pâdişahtan bu sözleri duyan kölenin, öfke denizi kabardı, ağzı köpürdü, yüzü kızardı. Kölenin, arkadaşını çekiştirme dalgası sınırı aştı. Dedi ki:

“–O önceden bana dost idi, fakat ağzı bozuktu. Kıtlıkta kalmış köpek gibi, pek çok zaman pislik yerdi.”

Arkadaşını çekiştirmek için, köle böyle çan çan ötmeye ve iç âlemindeki çirkinlikleri birer birer ortaya dökmeye başladı. Bunun üzerine pâdişah; “Artık yetişir!” diyerek elini onun ağzına götürdü ve ona hitâben şöyle dedi:

“–Bu imtihan sâyesinde, ikinizin arasındaki farkı görmüş oldum. Onun, sâdece maddî bir rahatsızlıktan dolayı ağzı kokuyor. Fakat senin rûhun kokmuş! Ey rûhu kokmuş kişi, sen uzakta dur. Arkadaşın sana âmir olacak, sen de onun emrinde bulunacaksın. Ondan edep, insanlık ve konuşmayı öğren! Onun fazîletinden ibret al. Sûizan ve hasedi terk et. Sen bu kötü vasıflarla, beline taş bağlanmış bir zavallı kişisin; bu taşla ne yüzebilir ne de yürüyebilirsin.

Arkadaşı hakkında hüsn-i zan besleyen köle, fazîletlerin zirvesine sâhip olduğu için maddî ve mânevî lûtuflara mazhar oldu. İşin hakîkatini öğrenmeden sû-i zanna kapılan ve öfkelenen diğer köle ise, gözden ve gönülden düştü, hüsrâna uğradı.

Mahlûkata Halık’ın Nazarıyla Bakabilme Fazileti

Sözün özü, insanlara karşı güzel duygular içinde bulunabilmek, mahlûkâta Hâlık’ın nazarıyla bakabilme fazîletinin bir meyvesidir. İnsanların iyiliğini istemek ve onların güzel yönlerini görebilmek, Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına, kulların da muhabbetine medâr olan mühim bir haslettir.

Dipnot:

[1] Buhârî, Şehâdât, 16.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Faziletler Medeniyeti 1, Erkam Yayınları

 

İslam ve İhsan

HÜSNÜZAN NEDİR? NEDEN HÜSNÜZAN BESLEMELİYİZ?

Hüsnüzan Nedir? Neden Hüsnüzan Beslemeliyiz?

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.