Huneyn Gazvesi

Huneyn Gazvesi’nin sebepleri ve sonuçları nelerdir? Huneyn Gazvesi ve Müslümanların çoklukla imtihanı.

Sakîf ve Hevâzin ile Kureyşliler komşu olmaları hasebiyle birbirleriyle sıkı münâsebetleri ve ortak maslahatları vardı. Kureyşliler 90 km. mesâfedeki Tâif’te yazlıklar, bahçeler ve evler edinirlerdi. Bu sebeple Tâif’e “Büstânü Kureyş” ismi verilmiştir. Yakınlık sebebiyle birbirleriyle akrabalık bağları kurmuşlardı. Nitekim Urve bin Mes’ûd es-Sakafî, Hudeybiye’de Kureyş’in elçisi olarak gelmişti.

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v), askerî ve iktisâdî mevkîi ve Kureyş’le olan sıkı münâsebetleri sebebiyle Sakîf’in Müslüman olmasına çok ehemmiyet veriyorlardı.

Hâlid bin Velîd (r.a), Uzzâ putunu yıkıp Mekke’ye dönünce, Rasûlullâh (s.a.v), 8. senenin Şevvâl ayında onu 350 kişilik bir askerî birliğin başında, Allâh’a îmâna dâvet etmek üzere Benî Cezîme Kabîlesi’ne gönderdiler. Hâlid (r.a), bu harekâtta “Müslüman olduk” diyemeyip “Din değiştirdik” demeleri sebebiyle, bir yanlışlık neticesi otuz kişiyi öldürdü. Haber, Rasûlullâh (s.a.v) Efendimiz’e ulaşınca, Âlemlerin Efendisi çok mahzûn oldular. Ellerini semâya kaldırıp iki kere:

–Allâh’ım! Halid’in yaptığı şeyden berî (uzak) olduğumu Sana arz ederim!” diyerek Allâh’a sığındılar. (Buhârî, Meğâzî, 58, Ahkâm 35; Nesâî, Âdâbu’l-Kudât, 16; İbn-i Hişâm, IV, 53-57; Vâkıdî, III, 875-884)

Hz. Hâlid (r.a) ictihâd edip hata ettiği için Allah Rasûlü (s.a.v) onun yaptığını sâdece tasvip etmemekle kaldı, kendisini ne cezâlandırdı ne de azletti. Allah Rasûlü (s.a.v) onun bu fiilini aceleciliği ve iyice araştırmaması sebebiyle tasvip etmedi.

HUNEYN GAZVESİ’NİN SEBEBİ

Uzzâ’nın yıkılması da Benî Cezîme seferi de Hevâzin ve Sakîf diyârına yapılmıştı. Bu seriyyeler, Mekke fethinden daha 15 gün geçmeden Huneyn’de Müslümanlara karşı kuvvet yığmaya başlayan Hevâzin’in gözünden kaçmıyordu. Müslümanlar kendilerine saldırmadan evvel onlar Müslümanlara saldırmaya azmetmişlerdi. Askerler geri kaçmasın diye herkes mallarını, kadın ve çocuklarını da harp meydana yığmıştı. Onlara Mâlik ibn-i Avf en-Nasrî kumanda ediyordu. Gatafan gibi bazı kabileler de kendilerine katılmıştı.

Mâlik, ordusunu saflar hâlinde tanzim etti. Evvelâ süvâriler, sonra yayalar, sonra kadınlar, sonra koyunlar ve en sonda da develer vardı. Ordunun 20 bin kişi olduğu rivâyet edilir. Mâlik 30 yaşında şecaat ve kahramanlığıyla meşhur biriydi.

Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) Abdullah ibn-i Ebî Hadred’i onların hâlini öğrenmek için gönderdiler. Abdullah (r.a) bir veya iki gün aralarında kalıp döndü ve haklarında bilgi getirdi. (Hâkim, III, 51/4369)

Mekke, büyük bir askerî dehânın eseri olarak sulh yoluyla fethedildiğinde, o zamana kadar düşmanlık eden insanlar hakkında umûmî bir af îlân edilmiş ve Mekke’den ganîmet olarak hiçbir şey alınmamıştı.[1] Rasûlullah (s.a.v), günlerdir yolda olan on bin kişilik İslâm ordusunun bir hayli yekûn tutan zarûrî ihtiyaçlarını karşılamak üzere henüz Müslüman olmayan Mekke zenginlerinden ödünç para ve zırh aldılar. Daha sonra bunu, Hevâzin ganîmetlerinden tamâmıyla ödediler ve:

“–Ödüncün karşılığı, teşekkür etmek ve onu ödemektir!” buyurdular.[2]

Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in yerinde hangi kumandan olsa, yaptıkları kötülüğün haddi hesabı olmayan o insanları şiddetle cezalandırır ve mallarına ganimet olarak el koyardı. Buna hakkı da vardı. Ancak Efendimiz (s.a.v), kalabalık ordusuyla büyük bir maddî sıkıntı içinde olduğu hâlde bunu yapmadı ve borç aldı. Peki, bunun neticesi ne oldu? Onu da şu hâdisede görelim:

Safvân bin Ümeyye Mekke’nin zenginlerinden idi. İslâm hakkında düşünüp karar vermek için iki ay müddet istemişti. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) ona dört ay zaman tanıdılar.[3] Huneyn’e gidecekleri zaman Allah Rasûlü (s.a.v) ona:

“–Safvân! Sende silah var mı?” buyurdular. Safvân:

“–Ödünç olarak mı, yoksa gasp mı?” dedi. Allah Rasûlü (s.a.v):

“–Hayır, gasp değil, ödünç istiyorum” buyurdular. Bunun üzeri­ne Safvân, otuz kırk kadar zırhı ödünç olarak verdi. Rasûlullah (s.a.v) Huneyn Gazâsı’na çıktılar. Müşrikler hezimete uğrayınca, Safvân’ın zırh­ları toplandı, ama onlardan bazıları kaybolmuştu. Rasûlullah (s.a.v), Safvân’a:

“–Zırhların bir kısmını kaybettik. Onların bedelini öde­sek olur mu?” diye sordular. Safvân (r.a):

“–Hayır ya Rasûlallah, bugün kalbim, o gün hissetmediğim bir takım ulvî hissiyâtla dolu!” dedi ve Müslüman oldu. (Ebû Dâvûd, Büyû’, 88/3563)

MÜSLÜMANLARIN ÇOKLUKLA İMTİHANI

Mekke’yi fethederken savaş olmadığı için ordunun hazırlanması uzun sürmedi. 5 Şevvâl’de Huneyn’e doğru yola çıktı. Müslümanlar 12 bin kişiydi. Diğer gazvelere nisbetle en fazla asker buradaydı. Orduda Tulekâ’dan (Fetih günü affedilen Mekkelilerden) 2 bin kişinin bulunmasının menfi tesirleri oldu. Zira onlar câhiliye tortularından tam olarak kurtulamamışlardı.

Ebû Vâkıd el-Leysî’nin anlattığına göre bunlar yolda, müşriklerin silahlarını astıkları ve “Zât-ı Envât” diye isimlendirdikleri bir ağaca rastladılar. Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e:

“–Yâ Rasûlallâh! Müşriklerin olduğu gibi, bizim için de bir Zât-ı Envât belirleseniz!” dediler. Bu istek karşısında üzülen Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v):

Sübhânellâh! Bu, Mûsâ’nın kavminin «…(Ey Mûsâ!) Onların ilâhları gibi bizim için de bir ilâh yap!»[4] demeleri gibidir. Nefsim kudret elinde bulunan Allâh Teâlâ’ya yemin ederim ki sizden öncekilerin yolunu takip edeceksiniz!” buyurdular. (Tirmizî, Fiten, 18)

Diğer bir menfîlik de çokluklarına güvenerek ucba kapılmaları idi. “Bu ordu azlık sebebiyle aslâ mağlup olmaz!” demeye başladılar. Böylece Kur’ân-ı Kerîm’in itâbına müstahak oldular:

“Andolsun ki Allah, birçok yerde (savaş alanlarında) ve Huneyn savaşında size yardım etmişti. Hani çokluğunuz size kendinizi beğendirmiş, fakat sizi hezimete uğramaktan kurtaramamıştı. Yeryüzü bütün genişliğine rağmen size dar gelmişti, sonunda (bozularak) gerisin geri dönmüştünüz.” (et-Tevbe, 25)

Cenâb-ı Hak, bu âyet-i kerîme ile kullarının sadece kendisine güvenip dayanmaları gerektiğini ihtâr buyurdu.

Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz de duâlarıyla Rabbine muhtaç olduğunu ve sadece O’na sığındığını gösteriyorlardı. Ashâbına, ümmetinin çokluğu hoşuna giden nebînin kıssasını anlattılar. Cenâb-ı Hak onun ümmetine ölümü musallat etmişti de üç gün içinde yetmiş bin kişi vefât etmişti. (Ahmed, IV, 333)

İşte Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) ümmetini bu şekilde dâimâ murakabe ediyor ve tasavvur ve ahlâklarında zuhûr eden sapmaları hemen düzeltiyorlardı. En muhâtaralı anlarda bile olsalar, onları mutlaka tashih ediyorlardı.

Yeni müslümanların bu yanlış tasavvurları, ilk anda bozgun yaşamalarına sebep oldu. Bu bozgun onları sahih tasavvura ve hâlis tevekküle döndürdü. İkinci hücumda daha hâlisâne davrandılar.

Tulekâ’nın ve bazı bedevîlerin müslümanların ordusunda bulunmasının menfî tesirlerinden biri de şu idi:

Onların çoğu ganimet elde etmek ve kimin galip geleceğine bakmak için çıkmıştı. Kalplerinde bir hakikati ve bir esâsı müdâfaa etme şuuru yoktu. Zira İslâm’a yeni girmişlerdi ve henüz îmânın tadını almamış, Allah yolunda cihâd muhabbetini tatmamışlardı. Onlardan kimi de hâlâ küfür üzereydi. Bu sebeple harbin başında ganimetle meşgul olmaya, diğer askerleri de ganimetle meşgul etmeye başladılar. Bir kısmını savaşın neticesi de ilgilendirmiyordu. Hatta bazıları müslümanların bozulmasına sevincini açıkça ızhar ederek:

“‒Evet, bugün sihir bozuldu!” demişti. Ebû Süfyân:

“‒Bu hezimetlerinin ucu tâ denize kadar uzanır!” demişti.

HARP MEYDANI

Hevâzinliler Müslümanlardan evvel Huneyn vâdisine geldiler. Korunaklı yerlere yerleştiler, derelere, dar geçitlere ve ağaçların arasına askerlerini yaydılar. Sağlam bir planla eğimli vâdide Müslümanlara baskın yapacak, onları ok yağmuruna tutacaklardı. Sayıları çok, istihkâmları sağlam olduğu için mâneviyatları çok yüksekti.

Müslümanlar da şafak sökmeden evvel geldiler.

Savaşın başında Hevâzin kabilesinin öncü birlikleri, müslümanların ilerleyişi karşısında geri çekildi. Bazı ganimetler de bıraktılar ki askerler onları toplamaya yönelsin.

Müslümanlar Hevâzin’in nihâî olarak hezimete uğradığını zannettiler ama düşman âniden bastırarak onları ok yağmuruna tuttu.

Müslümanların önündeki atlı birlikler bozuldu, ardından yayalar da bozuldu. Önce Tulekâ ile bedevîler kaçtılar, sonra da ordunun geri kalanı… Efendimiz (s.a.v)’in yanında az bir grup kaldı.

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v), Müslümanların bozulup kaçıştıklarını görünce, beyaz katırının üzerinde, sağına soluna döne döne:

“–Ey Allah’ın yardımcıları! Ben Allah’ın kulu ve Rasûlü’yüm! Sabır ve sebât gösteriniz!” buyuruyorlardı.

Efendimiz (s.a.v)’in ata binmeyip katıra binmeleri, katırın sebât göstermesi sebebiyle idi. Zira o, at gibi manevra yapmaya ve geri kaçmaya müsait değildir. Hz. Abbas (r.a) der ki:

“Rasûlullah Efendimiz ile Huneyn harbinde bulundum. Ebû Süfyan bin Hâris ile ben, Allah Rasûlü’nün ardına düştük. Kendisinden hiç ayrılmadık. Rasûlullah, beyaz katırının üzerinde idi. Düşmanla karşılaşınca, müslümanlar dönüp gerilediler. Rasûlullah ise katırını kâfirlere doğru mahmuzlamaya başladılar. Ben Efendimiz’in katırının geminden tutuyor, koşmasına mânî oluyordum. Rasûlullah bana:

«–Ey Abbâs! Ashâb-ı Semüre’ye seslen!» buyurdular. Ben sesim çıktığınca:

«–Ey Ashâb-ı Semüre! Ey semüre ağacının altında Peygamber Efendimiz’e bey’at etmiş olan sahabiler, neredesiniz?!’ diye haykırdım. Vallahi sesimi işittikleri zaman, ineğin yavrusuna dönüp geldiği gibi koşarak yanımıza geldiler. Sonra:

«–Ey Ensâr cemaati! Ey Ensâr cemaati!» dedim. Daha sonra da husûsî olarak:

«–Ey Benî Hâris cemaati! Ey Benî Hâris cemaati!» diye seslendim. Onlar hemen:

«–Buyur! Buyur! Buyur!» diyorlar, bindikleri develeri geri çevirmek istiyor, fakat buna güç yetiremiyorlardı. Bu sefer hemen sırtlarındaki zırhlarını çıkarıp develerin başına atıyorlar ancak develer yine de durmuyordu. En sonunda onlar da kılıç ve kalkanlarını alıp kendilerini develerinden aşağı atarak Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in yanına koşuyorlardı.[5]

Sa’d bin Ubâde (r.a):

«–Yetişin ey Hazreçliler! Yetişin ey Hazreçliler!»

Üseyd bin Hudayr (r.a) da:

«–Yetişin ey Evsliler! Yetişin ey Evsliler!» diyerek seslendiğinde, arıların beylerinin başına toplandığı gibi her taraftan gelen müslümanlar Havâzinlilerin üzerine öfkeyle atılmaya başladılar. Allah Rasûlü’nün etrâfı, müslümanlarla çarpışan Havâzin müşrikleri tarafından sarılmıştı. Hz. Osman, Hz. Ali, Ebû Dücâne ve Eymen bin Ubeyd (r.a), Efendimiz’in önünde çarpışıyorlardı. O gün Hz. Ali (r.a) Peygamber Efendimiz’in önünde çarpışanların en hızlısı, en hiddetli ve şiddetlisiydi.

Ebû Süfyan bin Hâris (r.a) der ki:

“–Allah biliyor ya ben, Allah Rasûlü’nün önünde ölmek istiyordum. O esnâda Abbâs, Efendimiz’in katırının gemini tutuyordu. Ben de öbür yanına geçip katırının geminden tutunca Rasûlullah (s.a.v):

«–Kim bu?» diye sordu. Yüzümden, miğferimi kaldırdım. Abbâs (r.a):

«–Yâ Rasûlallah! Sütkardeşin ve amcanın oğlu Ebû Süfyan! Ondan râzı ol!» dedi. Rasûlullah (s.a.v):

«–Öyle yaptım! Allah onun bütün düşmanlıklarını bağışlasın!» buyurdular. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in üzengideki ayağını öptüm. Sonra bana dönüp:

«–Evet! Sütkardeşimdir!» buyurdular.” (Halebî, İnsânu’l-uyûn, III, 67)

Efendimiz’in amcasının oğlu olan bu Ebû Süfyân bin Hâris, yakın zamana kadar şiddetli bir düşmanlık sergilemiş, Rasûlullah (s.a.v) Mekke fethine gelirken müslüman olmuştu. Efendimiz’in gönlünü çok kırdığı için de affedilmesi biraz zaman almıştı.

Müslümanların ilk hamlesi fecirden yatsıya kadar, sonra da gece boyu devam etti. Sonra bozulup kaçmaya başladılar. Gündüz sıcak çok şiddetliydi. Müslümanlar güneşin alevleri altında yanıyorlardı. Altlarındaki kum da fırın gibi ısınmıştı. Ortalığı toz kaplamış, göz gözü görmüyordu. Hevâzinliler ise ağaçların, derelerin ve kıvrımların gölgesinden istifade ediyordu.

Düşman etrâfını iyice sarınca Allah Rasûlü (s.a.v) katırından inip yürüyerek ilerlemeye başladılar.[6] Savaş iyice şiddetlenince ashâb-ı kirâm, şecaati ve sebâtı sebebiyle O’nun ardına saklanırlardı. Kaçanlar, Allah Rasûlü’nün bu sebâtını ve Hz. Abbâs’ın dâveti işitince “Lebeyk, lebbeyk!...” diye toplanmaya başladılar ve ikinci hamle başladı. Bu sefer büyük bir şecaat, sadâkat, azim, îmân ve tevekkülle savaşıyorlardı. Efendimiz (s.a.v) Allah’a dua ediyor ve yardım istiyorlardı.

Rasûlullah (s.a.v), boz katırının üzerinde üzengilere basarak dikilip müslümanların Hevâzinlilere kılıçla giriştiklerini görünce:

“–İşte bu, tandırın tutuştuğu (savaşın kızıştığı) vakittir!” buyurdular. Sonra Rasûlullah (s.a.v) yerden bir avuç kum alıp düşman askerlerinin yüzlerine doğru atarak:

“–Muhammed’in Rabbi’ne yemin olsun ki hezimete uğradılar!” buyurdular.

“Sonra Allah Teâlâ, Rasûl’ü ile mü’minler üzerine sekînetini (sükûnet ve huzur duygusu) indirdi, sizin görmediğiniz ordular (melekler) indirdi de kâfirlere azap etti. İşte bu, o kâfirlerin cezasıdır.” (et-Tevbe, 26)

Hevâzin ve Sakîf, müslümanların ikinci hamlesine fazla dayanamayıp kaçmaya başladılar. Bütün mallarını, evlatlarını ve hanımlarını meydanda bırakıp kaçtılar. Düzenli bir çekilme harekâtı yapamadıkları için pek çok kayıp verdiler. Çok sayıda ölü ve esir vardı. Müslümanlar uzun süre peşlerini takip ettiler. Hz. Abbâs (r.a) şöyle anlatır:

“–Gidip baktığımda savaş gördüğüm gibi aynı şiddette devam ediyordu. Vallahi, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in yüzlerine kum atmasından sonra derhal düşmanlarımızın kuvvetinin azaldığını ve işlerinin tersine döndüğünü gördüm! Nihayet Allah onları hezimete uğrattı. Efendimiz’in katırını tepip onları takip ettiğini hâlâ gözlerimle görür gibiyim!”[7]

Rasûlullah (s.a.v) kadınların ve çocukların öldürülmesini yasakladılar.

Rebâh ibn-i Rebî (r.a) şöyle anlatır:

“Biz Rasûlullah (s.a.v) ile bir savaşta idik. İnsanları bir şeyin etrafında toplanmış halde görünce:

«‒Bunlar neyin etrafında toplanmışlar, bak gel!» buyurarak (oraya) bir adam gönderdiler. (Bu adam oraya bakıp) geldi ve:

«‒Öldürülmüş bir kadının etrafında (toplanmışlar)» dedi. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.v):

«‒Savaşta kadın aslâ öldürülmez!» buyurdular.

İleri birliğin başında da Hâlid ibn-i Velid (r.a) vardı. Rasûlullah (s.a.v) derhal bir haberci gönderip:

«‒Hâlid’e söyle hiç bir kadını ve (savaşın dışında bir iş için) kiralanmış (ve emir altında) olan kimseleri öldürmesin!» buyurdular.” (Ebû Dâvûd, Cihâd, 111/2669)

Kendilerine, bazı çocukların öldürüldüğü haber verilince gazaplandılar ve:

“–Bazılarına ne oluyor ki bugün öldürmekte aşırı gidiyorlar, işi çocukları öldürmeye kadar vardırıyorlar?” buyurdular. Oradakilerden biri:

“–Yâ Rasûlallah! Onlar, müşriklerin çocukları değil mi?” diye sordu. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v):

“–Sizin en hayırlılarınız da müşriklerin çocukları değil midir?” buyurdular. Sonra da şöyle devam ettiler:

“–Dikkat ediniz! Çocukları öldürmeyiniz! Dikkat ediniz! Çocukları öldürmeyiniz! Her çocuk, İslâm fıtratı üzere doğar, dili dönünceye kadar böyle gider. Sonra anne babası onu yahudi veya hristiyan yapar.” (Ahmed, III, 435)

Müslümanlar 4 şehid vermişlerdi.

Mağlûb olan Hevâzin ordularından bir kısmı Tâif’e, bir kısmı Nahle’ye gitti, bir kısmı da Evtâs’ta ordugâh kurdu.[8]

Allah Rasûlü (s.a.v) cepheden kaçanları azarlamadılar. Ganimetlerin Ciʻrâne’de toplanmasını emrettiler ve Tâif üzerine yürüdüler. Ebû Mûsâ el-Eş’arî’nin amcası Ebû Âmir’in kumandasında bir kuvveti de, Evtâs Vâdisi’ne gönderdiler.

Huneyn Gazesi’nde Hevâzin kabilesinden çok sayıda esir ele geçirilmişti. Rasûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) Büsr bin Süfyân’a elbise sağlamasını emrettiler, Büsr de satın aldığı elbiseleri esirlere giydirdi. (İbn-i Hişâm, IV, 135; Vâkıdî, III, 943, 950-954)

Dipnotlar:

[1] Ebû Dâvûd, Harâc, 24-25/3023. [2] Bkz. Ebû Dâvûd, Büyû’, 88/3562; Muvatta, Nikâh, 44; Vâkıdî, II, 863. [3] Muvatta’, Nikâh, 44-45. [4] el-A’râf, 138. [5] İbn-i Hişâm, IV, 74; Vâkıdî, III, 898-899; Taberî, Târih, III, 128-129. [6] Buhârî, Cihâd, 167, Meğâzî, 54; Ebû Dâvûd, Cihâd, 103/2658. [7] Müslim, Cihâd, 76; Ahmed, I, 207; Abdurrezzak, V, 380; Heysemî, VI, 180; Zührî, Megâzî, s. 92-93; İbn-i Hişâm, IV, 74; Vâkıdî, III, 897-899, 902-904; İbn-i Sa’d, II, 151; Taberî, Târih, III, 128-129; Beyhakî, Delâil, V, 120, 138-139; İbn-i Esîr, Kâmil, II, 264; İbn-i Seyyid, Uyûnu’l-eser, II, 192. [8] İbn-i Hişâm, IV, 84.

Kaynak: Dr. Murat Kaya, Siyer-i Nebi.

İslam ve İhsan

HUNEYN SAVAŞI

Huneyn Savaşı

HUNEYN SAVAŞI’NDAN ÇIKARILACAK DERSLER

Huneyn Savaşı’ndan Çıkarılacak Dersler

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.