Günah Olan Şeyler Nelerdir?

Günah nedir? Yapılması günah olan şeyler nelerdir? Büyük günahlar hangileridir? Günahlar affedilir mi? İslam’da günah kavramı, büyük günahlar ve günahların affı...

Günah, “dinde suç sayılan, Allah’ın emirlerine aykırı olan iş ve söz” demektir.

YAPILMASI GÜNAH OLAN ŞEYLER

Allah Teala, Kur’an-ı Kerim’de, “Zinaya yaklaşmayın, zira o, bir hayâsızlıktır ve kötü bir yoldur.” (17/İsra, 32.) buyuruyor ve aralarında nikâh bağı bulunmayan kadın ve erkeğin cinsî ilişkide bulunmalarını yasaklıyor. Allah’ın bu yasağına uymayarak aralarında nikâh bağı bulunmayan erkek ve kadının zina demek olan cinsî ilişkide bulunmaları günahtır ve suçtur. 

Yine Allah Teala, “Namazı kılın, zekâtı verin” (2/Bakara, 110.) buyuruyor, biri bedenî, diğeri mali olmak üzere, iki ibadeti emrediyor.

Mümin olan bir kimsenin namazını kılmaması, zengin olanın da zekâtını vermemesi aynı şekilde günahtır, dinî bir suçtur.

Bu iki örnekten de anlaşılıyor ki Cenab-ı Hakk’ın emrettiği şeyi yapmamak günah olduğu gibi, yasak ettiği bir şeyi yapmak da günahtır.

Kur’an-ı Kerim’de Günah

Allah’ın emrine aykırı olan her iş ve söz günah olmakla beraber, Kur’an-ı Kerim’de ve Peygamberimizin (s.a.v.) hadislerinde günahlar, büyük ve küçük olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır:

Büyük günah, “kebire”, çoğulu “kebair”, küçük günah, “sağire”, çoğulu “seğair” olarak ifade edilmektedir.

Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmuştur:

“Eğer yasaklandığınız büyük günahlardan sakınırsanız, küçük günahlarınızı örteriz ve sizi şerefli bir yere sokarız.” (4/Nisâ, 31.)

Bir başka ayet-i kerimede ise, “Ufak tefek kusurları dışında günahın büyüklerinden ve çirkin işlerden sakınanlara gelince, şüphesiz Rabbin affı boldur.” (53/Necm, 32.) buyrulmuştur.

Bazı âlimlere göre Allah’ın, adam öldürmek ve zina etmek gibi ceza tayin ettiği ve işleyene cehennemde azap edeceğini bildirdiği her günah, büyük günahtır. (Şerhu’l-makâsıd, II, 175-176.)

Müfessir İbn Kesîr, büyük günah hakkında yapılan en uygun tanımın bu olduğunu söyler. (İbn Kesîr Tefsiri, I, 487.)

Diğer bazı âlimler ise büyük günahları Peygamberimizden (s.a.v.) bu konuda rivayet edilen hadislere dayanarak saymışlar, bunların dışında kalan günahların ise küçük günah olduğunu söylemişlerdir.

Abdullah İbn Abbas (ra.), tevbe edilince büyük günah kalmayacağını, günahta ısrar etmekle de küçük günahın büyük günaha dönüşeceğini söylemiştir. (İbn Kesîr Tefsiri, I, 486.)

Buna göre, küçük günah devamlı olarak yapılacak olursa küçük olmaktan çıkar ve büyük günah olur.

Bunun için Mümin, büyük olsun, küçük olsun, günahı kime karşı yaptığını düşünerek bütün günahlardan sakınmalıdır.

Kim olursa olsun, peygamberlerden başka hiç kimse masum yani günah işlemekten korunmuş değildir, herkes günah işleyebilir.

Peygamberlerde bulunması gerekli sıfatlardan birisi de “ismet” sıfatıdır ki günah işlemekten korunmuş demektir.

Büyük de olsa günah işleyen kimse günahkâr olur, yoksa dinden çıkmış olmaz. Çünkü ayet ve hadisler, büyük günah sahiplerinin de Mümin olduğunu göstermektedir. Bu konuda Ehl-i sünnet âlimleri arasında görüş ayrılığı yoktur.

Büyük günah işleyenler de Peygamberimizden (s.a.v.) itibaren günümüze kadar Müslüman muamelesi görmüşlerdir.

BÜYÜK GÜNAHLARDAN BAZILARI

  1. Şirk

Şirk, Allah’a ortak koşmak, Allah’tan başka ilah olduğuna inanmaktır. Şirk denince akla bu gelir. Bu anlamdaki şirk, sadece büyük günah değil, küfürdür. Çünkü Allah tektir, benzeri ve ortağı yoktur.

Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmuştur:

“İlahınız bir tek ilahtır. O’ndan başka ilah yoktur. O Rahman’dır, Rahim’dir.” (2/Bakara, 163.)

İhlâs suresinde de, “De ki: O Allah birdir. Allah Samed’dir. O, doğurmamış ve doğrulmamıştır. Hiç bir şey O’na eş ya da denk değildir.” (112/İhlas suresi.) buyrulmuştur.

Allah’a ortak koşan kimse, bundan tevbe etmedikçe, Allah Teala onu bağışlamayacağını bildirmiştir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmuştur:

“Allah, kendisine ortak koşulmasını elbette bağışlamaz, bundan başkasını dilediği kimse için bağışlar. Allah’a ortak koşan kimse, büyük günah ile iftirada bulunmuş olur.” (4/Nisâ, 48.)

Şirkin bir çeşidi de, Allah’a yapılan ibadete başkasını ortak kılmak ve araya birtakım aracılar sokmaktır.

İbadet, yalnız Allah’a yapılır ve ancak O’nun hakkıdır. O’ndan başkası ibadete hak kazanmış değildir.

Her gün kıldığımız beş vakit namazın her rekâtında okuduğumuz Fâtiha suresinde, “Ey Rabbimiz, yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz.” diyoruz.

Peygamberimiz (s.a.v.), Allah’tan başkasına ibadet anlamı taşıyan her türlü söz ve davranıştan sakınmamız hususunda bizi uyarmış ve bu konuda şöyle buyurmuştur:

“Hıristiyanların Meryem oğlu İsa’yı övdükleri gibi beni övmeyin. Şüphesiz ki ben Allah’ın kuluyum. Bana, ‘Allah’ın kulu ve O’nun elçisi’ deyiniz.” (Buhârî, “Enbiyâ”, 48.)

Bilindiği gibi Hıristiyanlar, Hz. İsa’yı (a.s.), onu ilahlaştıracak kadar övmüşler ve böylece küfre gitmişlerdir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de, “Andolsun ki Allah, kesinlikle Meryem oğlu Mesih’tir’ diyenler kâfir olmuşlardır. Hâlbuki Mesih, ‘Ey İsrailoğulları! Rabbim ve Rabbiniz olan Allah’a kulluk ediniz. Biliniz ki kim Allah’a ortak koşarsa muhakkak Allah ona cenneti haram kılar, artık onun yeri ateştir ve zalimler için yardımcılar yoktur’ demiştir.” (5/Mâide, 72.) buyrulmuştur.

Hıristiyanların, Hz. İsa’ya (a.s.) —onları uyarmasına rağmen— tanrılık isnat etmeleri, onları küfre götürdüğü için, Peygamberimiz  (s.a.v.) bizi uyararak, böyle korkunç bir hataya düşmememiz maksadıyla kendisine sadece “Allah’ın kulu ve elçisi” dememizin yeterli olduğunu bildirmektedir.

Çünkü Hz. İsa (a.s.) örneğinde olduğu gibi, Peygamber de olsa, bir insanı aşırı derecede övmek ve ona tazim göstermek insanı —Allah korusun— şirke ve küfre götürür.

İnsan insandır ve insan olarak sevilmeli ve sayılmalıdır. Yaratıcıya gösterilmesi gereken sevgi ve saygının bir benzerini yaratığa göstermek, yanlış ve büyük hatadır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de, “İnsanlardan bazısı Allah’tan başkasını Allah’a eşler ve benzerler edinir de onları, Allah’ı sever gibi severler. İman edenler ise daha çok Allah’ı severler.” (2/Bakara, 165.) buyrulmuş, Allah’a gösterilen sevgi ve saygının benzerini onun yaratıklarından herhangi birisine göstermenin doğru olmayacağı bildirilmiştir.

Putperestler de Allah’ı tanıyor ve O’na inanıyorlardı. Ancak putlara, kendilerini Allah’a yaklaştırmak, Allah katında kendilerine şefaatçi olmak için taptıklarını söylüyorlardı.

Allah’a yaklaşmak için vasıtaya ihtiyaç yoktur. Çünkü Allah insana şah damarından daha yakındır. İnsana bu kadar yakın olan yüce yaratıcıya ulaşmak için vasıtaya ihtiyaç olur mu? Elbette olmaz. Yeter ki insan, Allah’ın gönderdiği son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa’ya (s.a.v.) uysun, onun sünnetini benimsesin, bu ona yeter. Zaten Kur’an-ı Kerim de bize bu yolu tavsiye ediyor. Nitekim “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah, son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” (2/Bakara, 165.) buyrulmuştur.

Allah katında şefaate gelince, bu da Allah’ın iznine bağlıdır. Allah izin vermedikçe hiç kimse O’nun katında şefaat edemez. Nitekim bu konuda Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır:

“Allah’ın huzurunda kendisinin izin verdiği kimselerden başkasının şefaati fayda vermez.” (34/Sebe’, 23.)

Bütün bunlar gösteriyor ki her işte Allah’a yönelmeli ve O’nun razı olacağı işleri yapmalı ve ibadette başkasını O’na ortak kılmamalıdır.

Şirkin bir başka çeşidi de riyadır. Riya, gösteriş için ibadet etmek ve hayır işlemektir. Kişi, böylelikle Allah için yapılması gereken bir ibadet ve hayır ile dünyevi bir çıkar sağlamayı amaçlamaktadır.

İbadet, yalnız Allah için yapılır ve ancak onun hakkıdır. Başkalarına gösteriş için ibadet yapılmaz. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de, “Her kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, iyi iş yapsın ve Rabbine ibadette hiçbir şeyi O’na ortak koşmasın.” (18/Kehf, 110.) buyrulmuştur.

İnsanlardan çıkar sağlamak için yapılan ibadeti Allah kabul etmez ve böyle ibadete değer vermez. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v.), Allah Teala’nın şöyle buyurduğunu bildirmiştir:

“Ben, ortakların ortaklıktan en müstağni (doygun) olanıyım. Her kim yaptığı amel ve ibadette bana başkasını ortak yaparsa (riyakârlık ederse) onu koştuğu ortağı ile baş başa bırakır (yaptığı amellerin sevabından mahrum eder)ız.” (Müslim, “Zühd”, 5)

Peygamberimiz (s.a.v.) de şöyle buyuruyor:

“Kıyamet gününde insanlardan ilk sorgulanacak üç kişiden biri şehit olan bir kimsedir ki huzura getirilir. Cenab-ı Hak ona verdiği nimetleri sayar, o da eriştiği bu nimetleri saklamayıp kabul eder. Allah Teala ona,

—Bu nimetlere karşılık ne yaptın, diye sorar. O da,

—Senin uğrunda savaştım da şehid düştüm, der. Allah Teala,

—Yalan söylüyorsun, sana cesur desinler diye savaştın, öyle de söylenmiştir, buyurur. Sonra, verilen emir üzerine yüzükoyun sürüklene sürüklene cehenneme atılır.

İkincisi de ilim öğrenip öğretmiş ve Kur’an okumuş bir kimsedir ki bu da getirilir. Cenab-ı Hak ona ihsan buyurduğu nimetleri sayar. O da bu nimetleri saklamayıp itiraf eder. Cenab-ı Hak ona,

—Bu nimetlere karşılık ne yaptın, diye sorar. Adam,

—İlim öğrendim ve öğrettim. Kur’an okudum, der. Cenab-ı Hak,

—Hayır, yalan söylüyorsun, ilmi, sana âlim desinler diye öğrendin. Kur’an’ı, sana (güzel) okuyucu desinler diye okudun. Nitekim bu söz de söylenmiştir, buyurur. Verilen emir üzerine yüzükoyun sürüklenerek ateşe atılır.

Üçüncüsü de, Cenab-ı Hakk’ın kendisine imkân verdiği ve her türlü servetten ihsan buyurduğu kimsedir. Bu da diğerleri gibi huzura getirilir. Cenab-ı Hak ona lütfettiği nimetleri sayar. O da onları inkâr etmeyip itiraf eder. Bunun üzerine Cenab-ı Hak kendisine,

—Bunlara karşılık ne yaptın, diye sorar. Adam,

—Servetimi sırf senin uğrunda harcadım, deyince Cenab-ı Hak,

—Yalan söylüyorsun. Bunları, sana cömert desinler diye yaptın, bu söz de söylenmiştir, buyurur. Sonra verilen emir üzerine bu da sürüklene sürüklene cehenneme atılır. (Müslim, “İmâre”, 43.)

Görülüyor ki Allah Teala gösteriş için yapılan ibadetleri kabul etmeyecek ve böyle hareket eden riyakârları şiddetle cezalandıracaktır.

  1. Adam Öldürmek

Adam öldürmek de büyük günahlardandır. Doğuştan insanın sahip olduğu birtakım temel haklar vardır. Bunların başında hayat hakkı gelir. Herkes yaşama hakkına sahiptir. Bu hakkı insana, onu yaratan Allah Teala vermiştir. Allah’tan başka hiç kimsenin bu haktan onu mahrum etmeye yetkisi yoktur. Buna kalkışan kimse yani başkasının hayatına son veren kimse büyük günah işlemiş ve Allah’ın azabını hak etmiş olur.

Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmuştur:

“Haklı bir sebep olmadıkça Allah’ın haram kıldığı cana kıymayın.” (17/İsrâ, 33.)

Bir başka ayet-i kerimede şöyle buyrulmuştur:

“De ki: Geliniz Rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım. O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın, anaya babaya iyilik edin, fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin, sizin de onların da rızkını biz veririz. Kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayın ve haksız yere, Allah’ın yasakladığı cana kıymayın. İşte şu size anlatılanları Allah tavsiye etti, umulur ki düşünür anlarsınız.” (6/En’âm, 151.)

Dinimiz cana kıymayı insanlık suçu saymıştır. Kur’an-ı Kerim, bir insanı öldürmenin, bütün insanları öldürmek gibi günah olduğunu bildirmiştir. (5/Mâide, 32.)

Kıyamet günü insanlar dünyada yaptıklarının hesabını verirken ilk önce bu suçtan sorguya çekileceklerdir. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v.), “Kıyamet gününde insanlar arasında ilk görülecek dava kan davasıdır.” (Buhârî, “Rikâk”, 48, Müslim, “Kasâme”, 8.) buyurmuştur.

Dinimizin beş ana hedefinden birisi de insan hayatını korumaktır. Bu, insanın sorumlu olduğu görevlerinden birisidir. Bu sebeple, insanın hayatını koruması uğrunda öldürülmesi hâlinde, şehid olacağı Peygamberimiz (s.a.v.) tarafından bildirilmiştir. Bir insanın başkasını haksız yere öldürmesi büyük günah olduğu gibi, kişinin kendi canına kıyması yani intihar etmesi de aynı derecede büyük günahtır. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v.), intihar edenlerin görecekleri feci azabı şöyle haber veriyor:

“Her kim bir dağdan (yüksek bir yerden) kendisini aşağıya atıp öldürürse, cehennem ateşinde sonsuz ve devamlı olarak kendisini yüksekten aşağıya bırakan (bir hâlde azap olunur). Bir kimse de zehir içerek canına kıyarsa zehri elinde içer bir hâlde sonsuz ve devamlı bir surette cehennem ateşinde (azap olunacak)tır. Her kim de kendisini bir demir parçasıyla öldürürse o da bıçağı elinde karnına vurarak sonsuz ve devamlı bir şekilde cehennemde (azap olunacak)tır.” (Buhârî, “Tıbb”, 56.)

İnsan, dünyada çeşitli sıkıntı ve üzüntülerle karşılaşabilir. Güç yetiremeyeceği olayları yaşayabilir. Ancak bunalıma düşerek dengesini yitirmeden olaylara sabretmesi ve Cenab-ı Hakk’a sığınarak O’ndan kurtuluş dilemesi gerekir. Bu, Müminin yapacağı iştir. Yoksa bunalıma düşerek canına kıyması ve böylece kurtulacağını sanması yanlıştır. Peygamberimiz (s.a.v.), ölüm ile yaşlılıktan başka her derdin bir çaresi olduğunu bildirmişlerdir.

Bunun için Mümin, karşılaştığı sıkıntı ve olaylara sabrederek Cenab-ı Hak’tan genişlik diler, kurtuluşu, canına kıymada aramaz.

  1. Namuslu ve İffetli Kimselere İftira Etmek

Toplumu rahatsız eden hastalıkların en çirkin olanlarından birisi de iftiradır. İftira, bir kimsenin yapmadığı bir şeyi yaptı demek, söylemediği bir sözü söyledi diyerek ona isnat etmektir.

Dinimiz insanın şerefine ve iffetine büyük önem vermiş, toplum içinde saygınlığının korunmasını emretmiştir. Bunun içindir ki ona iftirada bulunmayı büyük günah saymıştır. Esasen dinimiz kesin bilgimizin olmadığı konular hakkında dikkatli olmamızı öğütlemiştir. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyruluyor: 

“Hakkında bilgi sahibi olmadığın şeyin ardına düşme, Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi yaptığından sorumludur.” (17/İsrâ, 36.)

İnsan, her duyduğu söze, hakkında araştırma yapmadan inanmamalı ve onu yaymamalıdır. Sonunda duyduğu o sözün yalan olduğu, gerçekle ilgisi bulunmadığı anlaşılırsa bundan üzülür. Nitekim Cenab-ı Hak bizi uyararak şöyle buyuruyor:

“Ey Müminler, eğer fasık (günahkâr)ın biri size bir haber getirirse, onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa sataşırsınız da sonra yaptığınıza pişman olursunuz.” (49/Hucurât, 6.)

Peygamberimiz (s.a.v.) de şöyle buyurmuştur:

“Kişiye, her duyduğunu konuşması, yalan olarak yeter.” (Müslim, “Mukaddime”, 3.)

İftiranın çeşitleri vardır, en kötüsü ve en çirkini iffetle, ırz ve namusla ilgili olanıdır.

İffetli bir kadına iftira etmek onun şerefini altüst eder, yuvasını yıkar ve ailesini perişan hâle getirir. Günahsız yere ölünceye kadar üzüntü çekmesine sebep olur. Bunun içindir ki Peygamberimiz, iffetli kadınlara iftira etmeyi, insanı helak edici günahlardan saymış, şöyle buyurmuştur:

—İnsanı mahveden yedi şeyden kaçının.

—Ey Allah’ın Resulü, bu yedi şey nedir, diye sorduklarında, Peygamberimiz (s.a.v.),

—Allah’a ortak koşmak, sihir (efsun) yapmak, Allah’ın, öldürülmesini haram kıldığı bir kimseyi haksız yere öldürmek, faiz yemek, yetim malı yemek, düşmana hücum anında savaştan kaçmak, namuslu, kendi hâlinde Mümin kadınlara zina iftirası yapmaktır. (Buhârî, “Tıbb”, 48, Müslim, “İmân”, 38.)

İftiraya uğrayan kimse çoğu zaman kendisini savunamaz ve üzerine atılan pisliği temizleyemez. Bu durumda olan kimsenin Allah’a sığınmaktan başka çaresi kalmaz. Bu çaresizlik içerisinde Allah’a yönelen ve O’na yalvaran kimsenin duasını Allah Teala’nın kabul edeceği Peygamberimiz (s.a.v.) tarafından bildirilmiştir.

Bir gün Allah’ın huzurunda yaptıklarının hesabını bizzat Allah’a vereceğine inanan kimse hiçbir zaman başkasına iftira etmez, kesin bilmediği bir şeyi konuşmaz.

  1. Zina

Büyük günahlardan birisi de zinadır. Zina, aralarında meşru bir evlilik olmayan, nikâh bağı bulunmayan kimselerin cinsî ilişkide bulunmalarına denir. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmuştur:

“Zinaya yaklaşmayın. Çünkü o, şüphesiz bir hayâsızlıktır, kötü bir yoldur.” (17/İsrâ, 32.)

Peygamberimiz (s.a.v.) de, “Müminleri, Allah’tan daha çok, fenalıklardan koruyan kimse yoktur. Bunun için Allah Teala açık kapalı fuhşiyatı (zinayı) haram kılmıştır.” (17/İsrâ, 32.) buyurmuştur.

Zinanın, ahlaki, sosyal, hukuki ve sıhhi pek çok zararları vardır. Toplumların çekirdeği ailedir. Sağlıklı nesil bu yuvada yetişir. Çocuk fiziki gelişmesini de, ahlak ve terbiyesini de önce buradan alır. İnsan sevgisinin kaynağı ailedir. Bu yuva için en büyük tehlike zinadır. Zina her şeyden evvel ailenin teşkilini engeller. Kurulmuş olan ailenin ise dağılmasına ve perişan olmasına sebep olur.

Zina, insanın sağlığı için de zararlıdır. Pek çok zührevi hastalıkların kaynağının zina olduğu tıbben sabit olmuştur. Hatta bugün insan sağlığını tehdit eden AIDS hastalığı da çoğunlukla üreme organları yoluyla bulaşmaktadır.

Zinanın yaygın hâle geldiği toplumlarda ölüm olaylarının çoğalacağını haber veren Peygamberimiz (s.a.v.), bu noktaya dikkatimizi çekmiştir. (et-Tergîb ve’t-terhîb, III, 286.)

Zina ile ana rahmine düşen çocukların çoğu kere doğmaları engellenir. Dünyaya gelenler ise ortada kalarak perişan olur. Anne ve baba şefkatinden mahrum kalır. Çocuğuna sonsuz şefkat ve merhametle dolu ve çocuğu için her fedakârlığa katlanan annenin çocuğunu terk etmesine zorlayan, bu yüz kızartıcı kötülüktür. Böylece zina insanı en büyük özelliğinden, sevgi ve merhamet duygusundan yoksun hâle getirir.

Bunun içindir ki dinimiz, bir kadınla bir erkeğin yalnız bir yerde baş başa kalmalarından sakınmalarını tavsiye etmiştir. Durumu müsait olanların hemen evlenmelerini emretmiş, evlenmenin gereksiz masraflarla zorlaştırılmamasını öğütlemiştir.

Dinimiz, çocuk sahibi olmanın —bazılarının sandığı gibi— insanı fakir yapmayacağını, aksine evlenenlerden fakir olanları Allah Teala’nın zengin yapacağını bildirmiştir. Kendini haramdan korumak kastıyla evlenmek isteyenlere yardımcı olunmasını tavsiye etmiştir.

Yesrib’den (Medine) gelip Mekke’nin kenarında Akabe denilen yerde Peygamberimizle (s.a.v.) buluşan ve onu dinledikten sonra Müslüman olmak isteyenlere Peygamberimiz (s.a.v.),

“Allah’a ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocukları öldürmemek, kendiliğinizden uyduracağınız hiçbir yalanla bühtan ve iftirada bulunmamak, doğru işte isyan etmemek üzere bana biat ediniz...” (et-Tergîb ve’t-terhîb, III, 286.) buyurmuştur.

Sonuç olarak zina, büyük günahlardandır. Olgun iman ile bir arada barınmaz. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v.),

“Zina eden kişi zina ettiği sıra (tam ve olgun) Mümin olduğu hâlde zina etmez.” (et-Tergîb ve’t-terhîb, III, 286.) buyurmuştur.

  1. Savaştan Kaçmak

Dinî görevlerimizden birisi de vatanı korumak, gerektiğinde bu uğurda savaşarak ölmektir.

Vatan, Müslümanların vazgeçemeyecekleri çok önemli bir varlıktır. Çünkü din, namus ve bağımsızlık gibi kutsal değerler, ancak vatan sayesinde korunabilir. Bundan dolayı vatan için katlanamayacağımız hiçbir fedakârlık yoktur. Esasen buna mecburuz da. Aksi takdirde her an —Allah Korusun— vatansız kalma ve yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalabiliriz.

Vatan savunması için askerlik yapmak, dinî bir görevi ifa etmek demektir. Çünkü vatan savunması aynı zamanda dinin, namus ve şerefin de savunması demektir. Bunları savunmanın ise dinî bir görev olduğunda şüphe yoktur.

Dinimiz askerliğe büyük önem vermiştir. Sınırda bir gün bir gece nöbet beklemenin, bir ay gündüz nafile oruç tutup gece namaz kılmaktan daha hayırlı olduğunu Peygamberimiz (s.a.v.) haber vermiştir. (Nesâî, “Cihâd”, 39.)

Askerlik, vatanı savunmak için hazırlıklı olmak demektir. Barış içinde yaşamak için bu gereklidir. “Hazır ol cenge, eğer ister isen sulhusalah” sözü bunu ne güzel ifade etmektedir. Barış içinde yaşamak isteyen savaşa hazır olmalı ve savaş için gerekli olan her şeyi hazır bulundurmalıdır.

Konu ile ilgili olarak Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyruluyor:

“Düşmanlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet hazırlayın.” (8/Enfâl, 60.)

Askerlik, gerektiğinde savaşmak içindir. Vatan için savaşmak, Allah’ın emridir. Buna cihad diyoruz. Hangi amelin daha üstün olduğunu soran kimseye Peygamberimiz (s.a.v.), “Allah’a iman etmek ve onun yolunda savaşmaktır.” (Buhârî, “İmân”, 18, Müslim, “İmân”, 36.) buyurmuştur.

Vatan uğrunda ölenlere şehit denir. Şehitlik ise bir Müslümanın dünyada erişebileceği en yüksek mertebedir. Düşmanla savaşmak ve şehit olmak, ne kadar büyük mükâfata erişmeye vesile ise savaştan kaçmak da o kadar büyük suç ve günahtır. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmuştur:

“Ey Müminler, (savaşta) toplu hâlde kâfirlerle karşılaştığınız zaman, onlara arkanızı dönmeyin (korkup kaçmayın). Tekrar savaşmak için bir tarafa çekilme veya diğer bölüğe ulaşıp mevzi tutma durumu dışında kim öyle bir günde onlara arka çevirirse (korkup kaçarsa) muhakkak ki o, Allah’ın azabı ile döner, yeri de cehennemdir. O ne kötü varılacak yerdir.” (Buhârî, “İmân”, 18, Müslim, “İmân”, 36.)

Bir savaş anında Devletin orduya katılma çağrısına uymamanın ve kaçaklık gösterilmesinin Allah Teala ile Peygamberi tarafından en ağır nefret ve şiddetle karşılandığını Tebük seferine katılmayan üç kişi ile ilgili olayda görüyoruz.

Olay şudur:

Tebük seferine mazeretleri olmadığı hâlde katılmayan Ka’b ibn Mâlik, Murâre b. er-Rebî el-Amrî ve Hilâl b. Ümeyye el-Vâkıfî Peygamberimiz (s.a.v.) tarafından çok ağır bir şekilde cezalandırılmışlardı. Peygamberimiz (s.a.v.), Müslümanların bu üç kişi ile konuşmasını yasakladı. Gerçekten bu çok ağır bir ceza idi. Çarşı pazarda dolaşırken karşılaştıkları hiç kimse bunlara selam vermez, konuşmaz, yüzlerini dönerdi. Bunlar çok daralmış ve bunalmışlardı. Allah’a yalvarıyor, bu suçlarının bağışlanmasını diliyorlardı. Nihayet elli gün sonra Cenab-ı Hak tevbelerini kabul buyurmuş ve kendilerini bağışladığını bildirmişti.

Konu ile ilgili şu anlamdaki ayet inmiştir:

“Ve (savaştan) geri bırakılan üç kişinin de tevbelerini kabul etti. Yeryüzü, genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları kendilerini sıktıkça sıkmıştı. Nihayet Allah’tan, yine Allah’a sığınmaktan başka çare olmadığını anlamışlardı. Sonra (eski hâllerine) dönmeleri için Allah onların tevbesini kabul etti. Çünkü Allah, tevbeyi çok kabul eden, pek esirgeyendir.” (Buhârî, “İmân”, 18, Müslim, “İmân”, 36.)

Bundan sonraki seferlere Müslümanlar topyekûn katılmışlar, kaçan ve geri kalan olmamıştı.

  1. Sihir

Sihir de büyük günahlardandır.

Sihir sözlükte, “sebebi gizli ve ince olan şey” demektir. Din örfünde ise sebebi gizli olan ve gerçek olmadığı kabul edilen şeye denir ki göz bağcılık ve hilekârlık şeklinde cereyan eder. Türkçemizde buna “büyü” ve “efsun” diyoruz. Bunu sanat edinene de “ Sihirbaz” adı verilir.

Sihrin tarihi çok eskidir, ilkel topluluklara kadar dayanır. Sihrin değişik yolları ve pek çok çeşitleri vardır.

Gerçekle ilgisi bulunmayan ve sırf gözbağcılıktan ibaret olan sihir olduğu gibi, gerçek netice ve etkileri olan sihirler de vardır.

Büyük Müfessir Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Fahreddîn Râzî’nin, tefsirinde işaret ettiği sihrin sekiz çeşidini açıkladıktan sonra, bunları şöyle özetliyor:

“Buraya kadar saydığımız sekiz kısım sihir, dönüp dolaşır iki esasta toplanır.

Biri, sırf yalan, dolan, sadece saçmalama ve iğfal olan söz veya fiil ile etki yapan sihir, diğeri de az çok bir gerçeğin su-i istimal edilmesiyle ortaya konan sihirdir. Sihrin bütün niteliği, hayali, hakikat zannettirecek şekilde insan ruhu üzerinde aldatıcı bir tesir meydana getirmekten ibaret olduğu hâlde, bunun bir kısmı tamamıyla hayal, diğer bir kısmı da bazı gerçeklerle karışıktır.” (Hak Dini Kur’an Dili, I, 369, 2/Bakara, 102. ayet-i kerimenin tefsiri.)

Sihrin en büyük tesiri ruhlar üzerindedir. Düşünceleri bozar, gönülleri çeler, ahlakı perişan eder. Karı ile kocanın arasını ayırır, aile yuvasını yıkar. Komşuları birbirine düşürür, toplumu büyük fitnelerle karşı karşıya bırakır.

İşte bunun içindir ki dinimiz sihri yasaklamış, sihirbazların kötü ruhlu insanlar olduklarını, dünyada da, ahirette de perişan olacaklarını bildirmiştir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de,

“Büyücü nereye varırsa iflah olmaz.” (20/Tâhâ, 69.) buyrulmuştur.

Hiç şüphe yok ki öyledir, karı ile kocayı birbirinden ayıran, aile yuvasını yıkan, komşuları, dostları birbirine düşüren, toplum fertleri arasındaki birlik ve bütünlüğü bozan insan kötü ruhludur. Cenab-ı Hak, böylelerine hiçbir vakit mutluluk nasip etmez.

Buhârî ve Müslim’in rivayet ettikleri metni yukarda geçen hadis-i şerifte fert ve toplumları mahveden yedi günah sayılırken bunlardan bir tanesinin de büyü olduğu bildirilmiştir.

Sihirbazın sihir yapması günah olduğu gibi bir Müslümanın herhangi bir probleminin çözümü için sihirbaza gitmesi de aynı şekilde günahtır. Çünkü bu, onu tasvip ve ona inanma anlamı taşır. Peygamberimiz (s.a.v.),

“Bazı şeyleri uğursuzluğa yoran ve başka birine bu tür yorumlar yaptıran, fala bakan veya baktıran, sihir yapan veya yaptıran bizden değildir. Kim bir falcıya gider de onun söylediğini doğrularsa o kimse Muhammed’e (sas.) indirileni inkâr etmiş olur.” (et-Tergîb ve’t-terhîb, IV, 33, Hadisi Bezzâr rivayet etmiştir.) buyurmuştur.

Konu ile ilgisi olması bakımından kehanet ve falcılıktan da kısaca söz etmekte yarar vardır. Çünkü dinimiz kehaneti de falcılığı da yasaklamış, bunların hurafe, aslı olmayan saçma şeyler olduğunu bildirmiş, bunlarla mücadele etmiştir.

Kehanet ve Falcılık

Kehanet, gelecek zamanda olacak bir olayı önceden haber vermek demektir. Bu işle uğraşana yani gelecekten haber verdiğine inanılan kimseye de “kâhin” denir.

İnsan, tarihin her devrinde ve hemen her toplumda geleceğe ait olayları önceden öğrenmek istemiştir. Kehanet ve falcılık ise bu isteğe bir cevap olarak ortaya çıkmıştır.

Dinimiz her çeşit hurafe ile mücadele ederken, kehanetle ve falcılıkla da mücadeleyi ihmal etmemiştir. Çünkü kâhin ve falcı, gelecekte olup bitecek olaylardan haber vermek üzere ortaya çıkan birtakım çıkarcı açıkgözlerdir. Bildiklerini iddia ettikleri şey gayb bilgisidir. Bunu ise Allah’tan başka hiç kimse bilmez. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmuştur:

“Gaybın anahtarları Allah’ın yanındadır. Onun için gaybı ancak O bilir...” (6/En’âm, 59.)

“De ki: Göklerde ve yerde Allah’tan başka kimse gaybı bilmez.” (27/Neml, 65.)

“(Ey Muhammed!) De ki: Ben size, Allah’ın hazineleri yanımdadır demiyorum, gaybı da bilmem, size ben bir meleğim de demiyorum. Ben bana vahyolunan Kur’an’dan başkasına uymam..” (6/En’âm, 50.)

Kıyametin ne zaman kopacağı sorusuna Peygamberimiz (s.a.v.),

“Bu konuda sorulan, sorandan daha bilgili değildir.” (Buhârî, “İmân”, 37.) diye cevap vermiştir.

Bütün bunlar gösteriyor ki kâhinlerin bildiklerini iddia ettikleri geleceğe ait bilgileri Allah’tan başka kimse bilmez. Bunun için kâhine gidip ondan geleceğe ait bilgi istemeyi dinimiz yasaklamıştır.

Peygamberimiz (s.a.v.) bu konuda şöyle buyurmuştur:

“Kim kâhine veya arrafa (yitiğin veya çalınan malın yerini haber verdiğine inanılan kimse)’ye gider ve onun söylediğini tasdik ederse, o kimse Muhammed’e indirileni inkâr etmiş olur.” (Buhârî, “İmân”, 37.)

“Her kim arrafa (çalınan bir şeyin veya yitiğin yerini haber veren kimse)ye gelip ondan bir şey sorar da onu tasdik ederse, o kimsenin kırk gün namazı kabul olmaz.” (Müslim, “Selâm”, 35.)

Falcılık da kehanet gibi gelecekten haber vermektir ki dinimizce yasaktır ve günahtır. 

İslamiyet’ten önce Arapların “ezlam” denilen fal okları ile yaptıkları falcılık çok yaygın idi. Bu oklar üç parça idi. Bunlardan birinde “yap”, öbüründe “yapma” yazılı idi, üçüncüsü de boştu. Bir iş yapmak isteyen veya yola çıkmayı düşünen kimse bu işin ve bu yolculuğun yararlı olup olmadığını bu oklarla anlamak isterdi. “Yap” yazılı ok çıkarsa yapmak istediği işi yapar veya yola çıkardı, “yapma” yazılı ok çıktığında da o işi yapmaz veya yola çıkmazdı. Boş olan okun çıkması hâlinde de yazılı ok çıkıncaya kadar fala devam ederdi.

İslamiyet gelince, bütün aslı olmayan anlayışlar gibi bunu da yasaklamış ve bunun şeytan işi pislik olduğunu bildirmiştir. (5/Mâide, 90.)

Yasak olan sadece “ezlam” denilen oklarla fala bakmak değil, bu gün yıldız, kahve, bakla, iskambil kâğıdı gibi araçlarla yapılan falcılık günah olduğu gibi, bunlara inanmak da günahtır.

  1. Riba-Faiz

  2. Alkollü ve Uyuşturucu Maddeler Kullanmak

  3. Rüşvet

  4. Kumar

  5. Yetim Malı Yemek

İnsanların durumları hep aynı değildir. Bir kısmı zengin, bir kısmı da fakirdir. Bir kısmının sağlığı iyi olduğu hâlde, bir kısmı hasta ve sakattır. Ailesiyle huzur içinde yaşayanlar yanında yuvası yıkılmış ve ocağı sönmüş, boynu bükük, öksüz yetimler de vardır.

Dinimiz, toplum fertlerinin birbirleriyle yardımlaşmalarını öğütlerken, yoksulları görüp gözetmemizi, öksüzleri kendi çocuklarımız gibi koruyarak eğitip yetiştirmemizi tavsiye eder.

Peygamberimiz (s.a.v.),

“Gerek kendisine ve gerek başkasına ait herhangi bir yetimi görüp gözetmeyi üzerine alan kimse ile ben, cennette şöyleceyiz.” buyurarak şehadet parmağıyla orta parmağına işaret etmiştir. (Müslim, “Zühd”, 2.)

Öksüzler, bizlere Allah’ın emanetidir. Onların anası da babası da biziz. Onların eğitilip yetiştirilmesi ve topluma yararlı birer insan hâline getirilmesi bizim görevimizdir.

Öksüzlerin yalnız kendilerini değil, onlara ait malları da korumak, bize Allah’ın emridir. Mallarını, zayi olmaması için, kendi malımız gibi koruyacak, büyüdüklerinde ise kendilerine teslim edeceğiz.

Konu ile ilgili olarak Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyruluyor:

“Ergenlik çağına erişinceye kadar yetimin malına yaklaşmayınız. Meğer ki en güzel bir niyet ve maksatla ola.” (6/En’âm, 152.)

Yetimlerin mallarına kötü bir niyet ve maksatla yaklaşıp onları kendi mallarına katarak yiyenlerin büyük vebal altında kalacakları Kur’an-ı Kerim’de bildirilmekte ve şöyle buyrulmaktadır:

“Yetimlere mallarını verin, temizi pis olanla değişmeyin. Mallarınızı onların mallarına katarak yemeyin. Çünkü bu, büyük bir günahtır.” (4/Nisâ, 2.)

“Haksızlıkla yetimlerin mallarını yiyenler, şüphesiz karınlarına ancak ateş tıkınmış olurlar, zaten alevlenmiş ateşe gireceklerdir.” (4/Nisâ, 10.)

Başkasına ait olan bir malı haksız bir şekilde elde edip yemek de haram ve günahtır. Eğer bu mal, kendi malımız gibi korumak ve büyüdüğünde kendisine vermekle yükümlü olduğumuz bir yetime ait ise onu haksız olarak kendi malımıza katmak suretiyle yemek ise büyük günahlardandır.

Olgun Mümine yakışan, böyle bir günahı işlememek ve kendini ateşe atmamaktır.

  1. Anne ve Babaya Asi Olmak

Dinimiz, Müslümanın bütün görevlerini iki maddede özetlemiştir.

Birisi, yalnız Allah’a ibadet etmek, diğeri de O’nun yaratıklarına şefkat ve merhamet göstermektir.

Yaratıklar içinde öncelik, anne ve babaya verilmiş, onlara itaat edilmesi emredilmiştir. Çünkü insanı yaratan Allah’tır. Anne ve baba dediğimiz “ebeveyn” de onun dünyaya gelmesine sebeptirler. Ayrıca onu yetiştirip terbiye edilmesini ve topluma yararlı bir insan hâline gelmesini sağlayan kişilerdir. Bu uğurda her türlü fedakârlığa, bir karşılık beklemeden seve seve katlanan onlardır.

Bu itibarla insan, önce kendisini yoktan var eden Allah’a ibadet etmek, sonra da onun var olmasının sebebi olan anne ve babasına itaat etmekle yükümlüdür. Bu husus Kur’an-ı Kerim’de (17/İsrâ, 23.) ve hadis-i şeriflerde (Buhârî, “Cihâd”, 1, Müslim, “Îmân”, 36.) böylece bildirilmiştir.

İşte bunun içindir ki dinimiz anne ve babaya saygısız davranmayı ve âsi olmayı yasaklamış ve bunu büyük günahlardan saymıştır. Peygamberimiz (s.a.v.), “Büyük günahlar, Allah’a ortak koşmak, anne ve babaya isyan etmek, adam öldürmek ve yalan yere yemin etmektir.” (Buhârî, “Eyman”, 16.) buyurmuştur.

Allah Teala, insanların işledikleri günahlardan, dilediklerinin cezasını ahirete erteleyeceğini, yalnız anne ve babaya yapılan saygısızlığın cezasını ölmeden önce de dünyada sahibine vereceğini, Peygamberimize (s.a.v.) bildirmiştir.

Peygamberimiz (s.a.v.) de şöyle buyurmuştur:

“Üç dua var, bunların kabul olunacağında şüphe yoktur, mazlumun —haksızlığa uğramış olanın— duası, misafirin duası, anne ve babanın çocuklarına olan duaları.” (Tirmizî, “Birr”, 7.)

“Üç şey vardır ki bunlar ile yapılan amelin faydası olmaz: Allah’a şirk koşmak, anne ve babaya asi olmak ve savaştan kaçmaktır.” (et-Tergîb ve’t-terhîb, III, 328, hadisi, Taberânî rivayet etmiştir.)

Anne ve babaya, özellikle yaşlandıklarında yapılacak hizmet ve itaat, kişinin cennete girmeyi hak etmesine, aksi ise cenneti kaybetmesine sebeptir. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v.),

—Burnu sürtülsün (yani rezil ve rüsva olsun), yine burnu sürtülsün, yine burnu sürtülsün, buyurunca,

—Kimin, ey Allah’ın Resulü, diye soruldu. Peygamberimiz (s.a.v.),

—Anne babasından birinin veya ikisinin ihtiyarlıklarına yetişip de sonra cennete giremeyenin” buyurdu. (Müslim, “Birr”, 3.)

Anne ve babaya yapılan saygısızlıkla ilgili Peygamberimizin (s.a.v.) daha pek çok uyarıları vardır. Sonuç olarak şu hadis-i şerifle konuyu bitirelim:

“Allah’ın rızası, anne ve babanın rızasındadır. Allah’ın gazabı anne ve babanın gazabındadır.” (Tirmizî, “Birr”, 3.)

  1. Yalan ve Yalan Yere Şahitlik

İnanan bir insan için imandan sonra en güzel sıfat, hiç şüphe yok ki doğruluktur. Doğruluk, Peygamberlerde bulunması gerekli beş sıfattan birisidir.

Doğruluk, ahlakın temeli ve bütün faziletlerin başıdır. Doğruluk, ne derece bir fazilet ise bunun karşıtı olan yalancılık da o kadar kötü bir huydur. Bunun için dinimiz, yalan konuşmayı yasaklamıştır.

Mümin yalan konuşmaz. Çünkü Mümin güvenilir kimse demektir. Yalan ise buna engeldir. Peygamberimize (s.a.v.),

—Mümin korkak olur mu, diye sorulmuş.

—Olabilir, buyurmuş.

—Mümin cimri olur mu, diye sorulunca, Peygamberimiz (s.a.v.),

—Olabilir demiş.

—Mümin yalancı olabilir mi? denilince, Peygamberimiz (s.a.v.),

—Hayır, olamaz, buyurmuştur. (Tenviru’l-havâlık alâ Muvattai’l-İmam Mâlik, II, 252.)

Yalan, insan için en kötü sıfat olan münafıklık belirtisidir. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

“Münafığın belirtisi üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler, söz verdiği zaman sözünde durmaz, kendisine bir şey emanet edildiği zaman hıyanet eder (onu korumaz).” (Buhârî, “İmân”, 25, Müslim, “İmân”, 25.)

Yalancının dünyada da ahirette de yüzü karadır. Çünkü insan, yalan konuştukça ve yalanı benimsedikçe Allah katında yalancılardan yazılır.

Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor:

“Doğruluğu benimseyin —ondan ayrılmayın— zira doğruluk iyiliğe götürür, iyilik de cennete iletir. Kişi doğru söyledikçe, doğruyu araştırdıkça Allah katında doğru yazılır. Yalandan kaçının, zira yalan kötülüğe götürür. Kötülük de cehenneme iletir. Kişi yalan söyledikçe ve yalan peşinde koştukça Allah katında yalancı yazılır.” (Buhârî, “Edeb”, 69, Müslim, “Birr”, 29.)

Peygamberimiz (s.a.v.), çocukları yatıştırmak ve oyalamak için onlara yalan söylemenin de günah olduğunu, bundan da sakınılması gerektiğini bildirmiştir.

Abdullah b. Amr (ra.) diyor ki:

“Peygamberimiz evimizde bulunduğu bir günde, annem, “yavrum gel, sana bir şey vereceğim” diye beni çağırdı. Peygamberimiz (s.a.v.) anneme,

—Çocuğa ne vermek istedin, diye sordu. Annem,

—Hurma vermek istedim, dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.),

—Eğer bir şey vermeyeydin (de çocuğu böylece aldataydın) sana bir yalan günah yazılırdı, buyurdu. (Ebû Dâvûd, “Edeb”, 88.)

Yalanın her çeşidi günah olmakla beraber, en çirkini yalan şahitliğidir. Hatır için yahut çıkar için mahkemede yalan şahitliği yapmak büyük bir günahtır.

Yalancı şahit, önce, başkasının dünyasını yapacağım, gönlünü hoş edeceğim diye kendi ahiretini yıkmış olur. Sonra da yaptığı yalan şahitlikle hakkın kaybolmasına ve günahsız insanların eziyet görmelerine, mağdur olmalarına sebep olur.

Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyruluyor:

“Ey müminler, adaleti titizlikte ayakta tutan, kendiniz, anne babanız ve akrabalarınız aleyhinde de olsa Allah için şahitlik eden kimseler olunuz. (Haklarında şahitlik ettikleriniz) zengin olsunlar, fakir olsunlar Allah onlara (sizden) daha yakındır. Hislerinize uyup adaletten sapmayın, (şahidliği) eğer büker yahut şahitlik etmekten kaçınırsanız (biliniz ki) Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (4/Nisâ, 135.)

Peygamberimiz (s.a.v.) de,

—Büyük günahların en büyüğünü size bildireyim mi, buyurdu. Ashab,

—Evet, bildir, ey Allah’ın Resulü, dediler. Peygamberimiz (s.a.v.),

—Allah’a ortak koşmak, anne ve babaya asi olmak, buyurdu. Sonra, dayanmakta olduğu yerden doğrulup oturdu ve,

—İyi dinleyin, bir de yalan şahitliğidir, buyurdu.

Peygamberimiz (s.a.v.) bu sözü durmadan tekrar ediyordu. Ashab, “Keşke sükût buyursalar.” dedi. (Buhârî, “Şehadet”, 10, Müslim, “İmân”, 38.)

Yalan şahitliği yapan kimse üç çeşit günah işlemiş oluyor: Yalan konuşma, haksız olan kimseye yardım etme ve haklı olanı perişan duruma düşürmedir. Öyle ise Mümin yalan konuşmaz ve yalan şahitliği yapmaz. Bunlar, Müslümana asla yakışmayan kötü huylardır.

  1. Gıybet (Çekiştirmek)

Büyük günahlardan birisi de gıybettir. Ebû Hureyre’nin (ra.) rivayetine göre, Peygamberimiz (s.a.v.),

—Gıybet nedir bilir misiniz, diye sordu. Ashab,

—Allah ve Peygamberi daha iyi bilir, dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.),

—Kardeşini gıyabında (arkasında) onun hoşlanmadığı bir şey ile anmandır, buyurdu. Ashab,

—Kardeşimde dediğim varsa ne buyurursunuz, dediler Peygamberimiz (s.a.v.),

—Eğer dediğin ayıp, kardeşinde varsa o zaman gıybet olur. Yoksa, ona bühtan ve iftira etmiş olursun, buyurdu. (Müslim, “Birr”, 20, Ebû Dâvûd, “Edeb”, 40.)

İnsanın en çok dikkat etmesi gerekli organlarından birisi, hiç şüphe yok ki dilidir. Peygamberimiz (s.a.v.),

“Bir insan, manasını düşünmeden bir söz söyleyiverir ki o yüzden cehennemin, doğu ile batı arasındaki mesafeden daha uzak bir yerine düşer.” (Müslim, “Zühd”, 7.) buyurmuş ve dilimize sahip olmamızı öğütlemiştir.

Dilin pek çok manevi hastalıkları vardır. Bunlardan birisi de gıybettir. Gıybet, yukarıdaki hadis-i şerifte de ifade buyrulduğu üzere, bir insanın arkasından onun kusurunu söylemek, onu çekiştirmektir.

Bu kusur, onun fiziğiyle, soyu ile ahlakıyla, kılık ve kıyafetiyle, dini ile ilgili olabilir. Boyu kısadır, babası kötü bir insandır, riyakârdır, yalancıdır, kumarbazdır, güvenilmez kişidir gibi.

Bu ve benzeri kusur ve ayıpları din kardeşinin gıyabında söylemek gıybettir ve günahtır.

Kur’an-ı Kerim’de Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:

“Biriniz diğerini gıybet etmesin, sizden biri ölü kardeşinin etini yemek ister mi? Elbette bundan tiksindiniz. O hâlde Allah’tan korkunuz. Allah, tevbeleri kabul eder, çok esirger.” (49/Hucurât, 12.)

İmam Gazâlî, gıybetin, belli başlı sebeplerinden birinin kin olduğunu söylüyor. Bir kimse başkasına duyduğu kin sebebiyle onu çekiştirmekten ve aleyhinde konuşmaktan zevk alır, diyor. Hâlbuki Mümin kin gütmez. Ona yakışan bağışlamaktır, hoş görmektir.

Hz. Âişe diyor ki ben bir gün Peygamberimize (s.a.v.),

—Ey Allah’ın Resulü, Safiyye’nin —ki bu da Peygamberimizin eşi idi— şöyle, böyle oluşu —ravilerden bazılarına göre kısa boylu oluşunu kastederek— sana yeter, demiştim de Peygamberimiz (s.a.v.),

—Âişe, öyle bir söz söyledin ki eğer o söz denizin suyu ile karışsa her hâlde onu bozardı.

Hz. Âişe diyor ki: Ben yine bir gün Peygamberimize (s.a.v.) bir kimsenin fiziki durumu ile davranışlarını taklit ve hikâye etmiştim. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.),

Karşılığında bana dünyayı verseler bile bir insanı hoşlanmayacağı bir şey ile taklit ve tavsif etmeyi kesinlikle sevmem, (Ebû Dâvûd, “Edeb”, 40, Tirmizî, “Birr”, 20.) buyurdu.

Peygamberimiz (s.a.v.), Müslüman kardeşini gıyabında çekiştirenlerin korkunç bir şekilde azap edileceklerini bildirmiş ve şöyle buyurmuştur:

“Ben mirac ettirildiğim gece, bir kavmin yanından geçtim. Bunlar, bakırdan tırnaklarıyla yüzlerini ve göğüslerini tırmalıyorlardı. Ben,

—Ey Cebrail, bunlar kimlerdir, diye sordum.

—Bunlar, insanların etlerini yiyen (gıybet eden)ler, onların şeref ve iffetlerine dokunanlardır, dedi. (Ebû Dâvûd, “Edeb”, 40.)

Gıybet etmek günah olduğu gibi, yapılan gıybeti dinlemek de günahtır. Müslüman, kardeşi bir yerde çekiştirilirken, onun iffet ve namusuna dokunulurken, bunu duyan kimseye düşen görev, buna mani olmaktır. Çünkü bir Müslümanın kanı ve malı gibi, ırz ve namusu da haramdır yani, her türlü tecavüzden korunmuştur.

Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor ki:

“Bir kimse, kardeşinin ırz ve şerefini çekiştirene karşı onu savunursa, Allah Teala kıyamet günü o kimseyi cehennemden uzaklaştırır.” (Tirmizî, “Birr”, 20.)

Gıybet eden kimse günahkârdır. Bu günahından kurtulmak için yalnız tevbe etmek, Allah’tan af ve bağış dilemek yeterli değildir. Hem tevbe etmeli, hem de gıybet ettiği kardeşine giderek ondan hakkını helal etmesini dilemelidir. Ancak o zaman bu günahtan kurtulmuş olur.

  1. Koğuculuk (Söz Götürüp Getirmek)

Dinimiz bütün Müslümanları kardeş yapmış ve kardeşliğe zarar verecek her şeyi de yasaklamıştır.

Kardeşliğe zarar veren çirkin davranışlardan birisi de koğuculuktur. Arapçada buna nemime, bu işi yapana da nemmam denir.

Koğuculuk, ara bozmak için birinden laf alıp diğerine götürmektir. Bu, çok kötü bir huydur, Mümine asla yakışmaz. Böyle söz götürüp getirmek, insanları birbirine düşürür. Kardeşi kardeşe düşman eder. Baba ile evladı, karı ile kocayı birbirinden ayırır. Büyük fitnelere sebep olur.

Müminin görevi, dargınları barıştırarak insanların arasını bulmaktır. Yoksa insanlara laf taşıyarak aralarını açmak ve onları birbirine düşman etmek değildir.

Koğuculuk yapanlar daha mezarda Allah’ın azabına uğrayacaklardır.

İbn Abbas (Allah onlardan razı olsun) diyor ki: Peygamberimiz (s.a.v.) iki kabrin yanından geçerken,

—Bu mezarlarda yatanlar azap görüyorlar. Hem de (kendilerince) azap görmeleri büyük bir şey için değildir, buyurdu. Sözüne devam ederek,

—Evet, (onlar her ne kadar bunu basit görüyorlarsa da) günahları büyüktür. Biri idrardan sakınmaz, iyice temizlenmezdi. Diğeri de koğuculuk ederdi, buyurdu. (Buhârî, “Cenâiz”, 89, Müslim, “Tahâre”, 111.)

Diğer bir hadis-i şerifte ise şöyle buyrulmuştur:

“Ara bozmak için laf götürüp getiren kimse cennete giremez.” (Buhârî, “Edeb”, 50, Müslim, “İmân”, 45.)

Peygamberimiz (s.a.v.), arkadaşlarından hiçbiri hakkında kendisine söz getirilmesini hoş karşılamaz ve “Ashabımdan hiçbiri diğeri hakkında hoşlanmayacağım bir şeyi bana ulaştırmasın. Çünkü ben, hepinize salim bir kalp ile —sevgi dolu gönül ile— çıkmayı isterim.” (Ebû Dâvûd, “Edeb”, 33.)

İki yüzlülük Mümin için en çirkin sıfatlardan biridir. Peygamberimiz (s.a.v.),

“Şüphesiz insanların en kötü olanları da ikiyüzlü kimselerdir ki birine bir yüzle, diğerine başka bir yüzle gelirler.” (Buhârî, “Ahkâm”, 27, “Edeb”, 49.)

Konu ile ilgili olarak Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyruluyor:

“Yemin edip duran, aşağılık, daima kusur arayıp kınayan ve durmadan söz taşıyana boyun eğme.” (68/Kalem, 10-11.)

  1. Suizan (Başkasını kötü sanmak)

Allah Teala, Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruyor:

“İyice bilmediğin bir şeyin ardına düşme...” (17/İsrâ, 36.)

Ayet-i kerime çok önemli bir konuda bizi uyarıyor, iyice bilmediğimiz ve görmediğimiz kimseler hakkında söz söylememizi, fena düşünce taşımamızı yasaklıyor. Çünkü insanın duyduğu şeylerin çoğu yalan, bir kısmı da kin ve garazın ürünü olabilir. Bunun içindir ki kesin bilgiye dayanmayan şeylerden sakınmak gerekir.

Esasen Mümin her şeyde dikkatli ve ihtiyatlı davranır. Çünkü Peygamberimiz (s.a.v.), “Her işittiğini söylemek, insana yalan olarak yeter.” (Müslim, “Mukaddime”, 3.) buyurmuştur.

İyice bilmediğimiz bir şeyi söyleyip, sonunda onun, söylediğimiz gibi olmadığı anlaşılınca mahcup olur, biz öyle sanmıştık, demek zorunda kalırız. Hele kesin bilgiye dayanmayan, sadece tahminden ibaret olan bir duyum ile din kardeşimizi kötü zanneder ve onun hakkında yanlış bir kanaate varırsak büyük haksızlık yapmış, günaha girmiş oluruz. Hiç kimsenin, bazı tavır ve davranışlarından şüpheye düşerek onun kötülüğüne hükmetmemeliyiz.

İtbân b. Mâlik (ra.) şöyle anlatıyor:

Ben, kavmim Benî Sâlim’e namaz kıldırırdım. Beni Sâlim ile aramızda bir dere vardı. Yağmur yağdığı zaman onların mescidine gitmem zor oluyordu. Bunun üzerine Peygamberimize (s.a.v.) gelip,

—Ey Allah’ın Resulü, gözlerim zayıfladı yağmur yağdığı vakit aramızda olan dere akıyor da onu geçip mescide gitmem zor oluyor. İstiyorum ki bana gelip evimin bir yerinde namaz kıldırasın da namaz kıldığın yeri namazgâh edineyim (mescide gidemediğim zaman namazımı orada kılayım), dedim. Peygamberimiz (Bedir savaşına bizzat katılmış bulunan bu zatın gönlünü hoş etmek üzere),

—İnşallah bunu yaparım, dedi. Ertesi sabah Peygamberimiz ile Ebu Bekir, güneş yükseldiği vakit bana geldiler. Peygamberimiz evime girmek için izin istedi, buyur ettim. Eve girince de oturmadı.

—Nerede namaz kılmamı istersin, buyurdu. Namaz kılmasını istediğim yeri kendilerine gösterdim. Peygamberimiz hemen namaza durdu. Biz de arkasında saf olduk. İki rekât kıldırıp selam verdi. Biz de selam verdik. Kendisi için hazırlanan içyağı ile pişirilmiş un çorbasına onu alıkoyduk. Mahalle halkı Peygamberimizin evimi şereflendirdiğini duyunca evimize gelip doldular. Mahalle halkından biri (Mâlik b. ed-Duhşum’u kastederek),

—Malik nerede diye sordu. Mecliste bulunanlardan birisi,

—O, Allah’ı ve Peygamberini sevmeyen bir münafıktır, dedi.

Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.),

—Böyle deme, görmüyor musun, O, Allah’ın rızasını kastederek

—Lâ İlâhe İllallah, diyor, buyurdu. Adam,

—Allah ve Peygamberi daha iyi bilir, fakat biz, Allah’a yemin ederiz ki Malik’in münafıkları sevdiğini ve onlarla konuştuğunu görüyoruz, deyince, Peygamberimiz (s.a.v.),

—Allah Teala’nın rızasını gözeterek “Lâ İlâhe İllâllah” diyen kimseyi Allah Teala cehennem’e haram kılmıştır, buyurdu (kesin bilgiye dayanmayan bu tahminin yanlış olacağını bildirdi. (Müslim, “Mesâcid”, 47.)

Allah Teala, Kur’an-ı Kerim’de, “Ey müminler, zannın çoğundan sakının, zira zannın bazısı vardır ki günahtır.” (49/Hucurât, 12.) buyuruyor. 

Peygamberimiz (s.a.v.) de, “Suizan etmekten sakınınız, çünkü zan, sözlerin en yalanıdır.” (Buhârî, “Edeb”, 58, Müslim, “Birr”, 9.) buyurmuştur.

Yukarıdaki ayet-i kerime suizandan sakınmamızı emrediyor ve hiç kimsenin gizli hâllerini, ayıp ve eksiklerini araştırmamamızı öğütlüyor. Başkalarının kusurlarını araştıranların gizli hâllerini Allah Teala ortaya çıkarır. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

“Müslümanların ayıplarını araştırmayın. Her kim Müslümanların ayıplarını araştırırsa, Allah Teala da onun ayıbını takip ederek, evinin içinde de olsa onu rezil ve rüsva eder.” (Tirmizî, “Birr”, 83.)

Rivayete göre Hz. Ömer halife iken Medine’de geceleyin kontrol için gezerdi. Bir gece bir evde şarkı söyleyen bir adamın sesini duydu. Duvardan aşarak içeri girdi, baktı ki bir adam yanında bir kadın, bir de şarap var. Adama,

—Ey Allah’ın düşmanı, sen günah işleyeceksin de Allah seni örtecek mi sandın, dedi. Adam,

—Acele etme, ey müminlerin emiri, ben bir günah işledim ise sen üç konuda günah işledin. Allah Teala, “Ayıpları araştırmayın” buyuruyor, sen gizliliği araştırdın. Allah Teala, “Evlere kapılarından girin.” (2/Bakara, 189.) buyuruyor, sen ise duvardan girdin. Allah Teala, “Kendi evinizden başka evlere geldiğinizi fark ettirip ev halkına selam vermedikçe, girmeyin.” (24/Nûr, 27.) buyuruyor, sen ise benim evime izin almadan girdin, dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer,

—Nasıl, şimdi sizi affedersem, siz de beni affeder, tevbe eder misiniz, dedi ve bu şekilde bıraktı çıktı. (Suyûtî, ed-Dürrü’l-mensûr, VI, 93.)

Görülüyor ki kötü zanda bulunmak ve din kardeşinin gizli kusur ve ayıplarını araştırmak dinimizde yasak ve günahtır.

Böyle bir günah işleyen kimse bu günahtan kurtulmak için hem tevbe etmesi ve hem de suizanda bulunduğu kimselerden haklarını helal ettirmesi gerekir.

Zannın hepsi günah değildir. Hüsnü zan (başkasını iyi sanmak) bunlardandır. Peygamberimiz (s.a.v.), “Sizden biriniz sakın Allah’a hüsnü zan etmeden ölmesin.” (Müslim, “Cennet”, 20.) buyurmuştur. 

Hüsnü zan beslediğimiz yani iyi sandığımız kimse, zannettiğimiz gibi değil ise bize bundan ötürü bir sorumluluk yoktur. Çünkü biz kesin bilmediğimiz bir konuda kişilere ancak hüsnü zanda bulunabiliriz. Aksi takdirde kötü zanda bulunur isek Allah’ın emrine aykırı hareket etmiş olmakla günaha girmiş oluruz.

Müslümana Kâfir Denilmez

İman, inanılması gereken şeyleri kalp ile tasdik etmektir. Dil ile ikrar, yani inandığını dil ile ifade etmek kalpteki imanın göstergesidir. Kalben inanan ve inandığını dili ile söyleyen kimse Mümindir, Müslümandır. İnanç esaslarını inkâr etmedikçe o kimseye kâfir denmez.

İnanan bir kimsenin inancının gereği olarak Allah’ın emirlerini yerine getirmesi ve yasakladığı şeylerden sakınması gerekir. Ancak, dini hükümleri hafife almak veya haramları helal saymak gibi bir düşünce ile değil de nefsine uymak ve tembellik dolayısıyla emirleri yerine getirmeyen ve yasakları işleyen kimse görevini yapmadığı için günahkâr olur, fakat dinden çıkmaz. Böyle bir kişiye kâfir denemez. O kimse yine Mümindir.

Allah Teala, Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruyor:

“Ey İman edenler! Samimi bir tevbe ile Allah’a dönün. Umulur ki Rabbiniz sizin kötülüklerinizi örter.” (66/Tahrîm, 8.)

Yüce Rabbimiz, günah işleyen kullarına Mümin olarak hitap edip onları tevbe etmeye çağırırken bir Müslüman diğer bir Müslümana günah işlediğinden dolayı nasıl kâfir diyebilir? Bir Müslüman, din kardeşini fasık (yoldan çıkmış sapık) veya kâfir olmakla suçlayıp teşhir edemez. Böyle bir davranış Müslümana asla yakışmaz. Böyle bir davranışın çok vahim ve tehlikeli sonucunu Sahîh-i Buhârî’de yer alan bir hadis-i şeriften öğreniyoruz.

Ebû Zer’den (ra.) rivayet edilen hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor:

“Hiçbir kimse, başka bir kişiye fasık (yoldan çıkmış sapık) diye söz atamaz, kâfir diyemez. Eğer fasık dediği kimse fasık, kâfir dediği kimse de kâfir değilse, bu sıfatlar muhakkak onları söyleyen kimseye döner.” (Buhârî, “Edeb”, 44.)

Bu hususta diğer bir hadis-i şerifte de şöyle buyrulmuştur:

“Bir kimse din kardeşine kâfir derse, bu söz ikisinden birine döner.” (Buhârî, “Edeb”, 73, Müslim, “İmân”, 26.)

Yani bir Müslüman din kardeşini fasık veya kâfir olmakla suçlarsa, suçladığı kimse gerçekten öyle olsa bile onu suçlayıp teşhir etmek caiz değildir. Eğer fasık dediği kimse fasık değilse kendisi fasık olur, kâfir olduğunu iddia ettiği kişi kâfir değilse, bu söz geriye dönerek söyleyenin kâfir olmasına sebep olur.

Çünkü o, bu sözle bir Müminin kâfirliğine hükmetmiştir. Hükmettiği kişi gerçekten kâfir değilse kendisinin küfrüne hükmetmiş olmaktadır. (Umdedü’l-Kârî, XXII, 157.) Böyle bir suçlama ise bir Müslümanın kendi kendine yapacağı çok büyük bir kötülük olur.

Bu konuda başka bir hadisin anlamı da şöyledir:“Her kim, bir adama: Ey kâfir veya Allah’ın düşmanı der de o adam dediği gibi değilse, o sözler bunları söyleyene döner.” (Riyâzü’s-sâlihîn, III, 259.)

O hâlde Müslümana düşen, başkalarında gördüğü kötü davranışları yayarak onları üzmek değil, öğüt vermek ve yapıcı bir şekilde uyarıda bulunmaktır.

Bir Müslümana kâfir demek son derece sakıncalıdır. Çünkü başkasının kâfir olmasına razı olmak demektir ki bu, bir Müslüman için düşünülemez. Kaldı ki bir Müslümanın kâfirliğine hükmetmek çok zordur.

Şöyle ki bir kimsenin kâfir olduğunu gösteren birçok ihtimal yanında kâfir olmadığını gösteren bir ihtimal de varsa, o kimsenin kâfir olmadığı tercih edilir. (Dürer, I, 324.)

Hatta bir kimsede bulunan yüz ihtimalden doksan dokuzu kâfir olduğunu, bir ihtimal de kâfir olmadığını gösterse, yine o kimsenin Müslümanlığına hükmedilir. (Aliyyü’l-Kâri, Şerhu’l-fıkhı’l-ekber, s. 296.)

Bir kimsenin yaptığı ibadetlerle gösteriş yaparak başkalarına karşı üstünlük taslaması da doğru değildir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de, “Kendinizi temize çıkarmayın, çünkü o, (Allah) kötülükten sakınanı daha iyi bilir” (53/Necm, 32.) buyrulmuştur. Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor ki:

“Bir adam: Vallahi Cenab-ı Hak falan kişiyi affetmez, dedi. Bunun üzerine Aziz ve Celil olan Allah,

“Falan kimseyi affetmeyeceğimi kim temin edebilir? Muhakkak ki ben o adamı bağışlar, senin amelinin sevabını da iptal ederim.” buyurdu. (Müslim, “Birr”, 137.)

Başkalarını kötülemek, onların kusur ve hatalarını teşhir ederek kendini temize çıkarmak, doğru olmadığı gibi Allah’ın kimi affedip kimi affetmeyeceği hususunda hüküm vermek de kimsenin yetkisinde değildir. Müslüman, başkalarının kusurları ile meşgul olmamalı, kendi kusurlarını düzeltmeye çalışmalıdır.

  1. Alay Etmek

Dinimiz bütün Müslümanları kardeş yapmış, kardeşliğe yakışmayan, kardeşler arasını açacak olan her türlü söz ve davranışı da yasaklamıştır.

Bu sebeple dinimiz, bir kimse ile alay etmenin, onu incitecek söz söylemenin, kötü ad takmanın büyük günah olduğunu bildirmiş ve bundan sakınılmasını emretmiştir.

Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmuştur:

“Ey Müminler! Bir topluluk diğer bir topluluğu alaya almasın. Belki de onlar kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da kadınları alaya almasınlar. Belki onlar kendilerinden daha iyidirler. Kendi kendinizi ayıplamayın, birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın. İmandan sonra fasıklık ne kötü bir isimdir. Kim de tevbe etmez ise böylesi kimseler zalimlerdir.” (49/Hucurât, 11.)

Peygamberimiz (s.a.v.) de “Birbirinize haset etmeyiniz. Alışverişte birbirinizi aldatmayınız. Birbirinize dargın durmayınız ve birbirinizden yüz çevirmeyiniz. Birbirinizin bitmek üzere olan pazarlığını bozmayınız. Allah’ın kulları kardeş olunuz. Müslüman, Müslümanın kardeşidir, ona zulmetmez, onu yardımsız bırakmaz, ona hor bakmaz.” buyurmuş, sonra da üç defa göğsüne işaret ederek “Takva işte buradadır. Bir kimsenin kötü olabilmesi için Müslüman kardeşini hor görmesi yeter. Müslümanın Müslümana kanı, malı, ırzı haramdır” (Müslim, “Birr”, 10.) buyurmuş ve Müslümanı hor görmenin ne kadar kötü bir davranış olduğunu bildirmiştir.

Bir insanla alay etmek, onu değersiz görmek demektir. Hâlbuki insan, saygınlığı olan bir varlıktır. Allah’ın itibar ettiği insanı hakir görmek yanlıştır, hatadır. Kaldı ki Cenab-ı Hak alay edilen kimsenin Allah katında alay edenden daha değerli olabileceğini bildirmekte, medeni olmayan bu davranıştan vazgeçilmesini emretmektedir.

Allah Teala, gerek el ile gerek dil ile şunu bunu itip kakmayı, kırıp incitmeyi âdet edinmiş dedikoducularla ilgili olarak şöyle buyuruyor:

“Arkadan çekiştirmeyi, yüze karşı eğlenmeyi ve başkalarını ayıplamayı ve servet biriktirip onu saymayı âdet edinenlere yazıklar olsun. O, malının kendisini ebedi kılacağını mı zanneder? Hayır, andolsun o hutameye atılır. Hutamenin ne olduğu sana söylendi mi? Allah’ın tutuşturulmuş, yandıkça tırmanıp kalplerin ta üstüne çıkan ateştir. Onlar bu ateşin içinde sütunlara bağlanmışlar ve o vaziyette kapılar üzerine kapatılmıştır.” (104/Hümeze suresi.)

O hâlde, başkası ile alay etmek, onu üzer ve incitir. Başkasını haksız yere inciten ise günah işlemiş olur. Çünkü dinimiz, değil insana, diğer canlılara bile eziyet etmeyi haram kılmış, yasaklamıştır.

  1. Hırsızlık ve Haksızlık

Dinimize göre insanın hayatı, ırz ve namusu gibi malı da mülkü de mukaddestir, dokunulmazdır. Bir insanın canına kıymak, ırz ve namusuna tecavüz etmek nasıl büyük günah ise onun malını haksız yere elinden almak da aynı şekilde haram ve günahtır.

Haksız kazanç denilince akla hırsızlık gelir, hırsızlıkla elde edilen kazanç gelir. Hile ile dolandırıcılıkla, yankesicilikle, yalan şahitlikle, rüşvetle ve benzeri meşru olmayan herhangi bir yolla başkasının malını elinden almak da bir çeşit hırsızlıktır ve haramdır.

Allah Teala, Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmuştur.

“Ey Müminler! Aranızda karşılıklı rızaya dayanan ticaret olması hâli müstesna, mallarınızı batıl (haksız ve haram yollar) ile aranızda yemeyin ve kendinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah size merhamet eder.” (4/Nisâ, 29.)

Peygamberimiz (s.a.v.) de şöyle buyurmuştur:

“Kim haksız bir iddiada bulunur, kendisinin olmayanı kendisinin yapmağa çalışırsa bizden değildir. O cehennemdeki yerine hazırlansın.” (İbn Mâce, “Ahkâm”, 6.)

İnanmış olan bir insan, hiç kimsenin malına haksız yere el uzatmaz. Tarlada, bağda ve bahçede komşularının hududuna tecavüz etmez.

Kişilerin mülkiyetinde olan mal ve topraktan haksız yere bir şey almak nasıl günah ise kamuya ait mal ve topraktan bir şey çalmak da aynı şekilde günahtır. Çünkü bunda topyekûn milletin, henüz tüyü bitmemiş yetimin hakkı vardır.

Haksızlık ve hırsızlıkla zimmetine mal, para ve toprak geçirenlerin kıyamet gününde cezalandırılacakları Peygamberimiz tarafından bildirilmiş ve şöyle buyrulmuştur:

“Kim haksız olarak başkasına ait yerden bir şey alırsa, kıyamet gününde gasp ederek aldığı yer ile yedi kat yere batırılır.” (Buhârî, “Mezâlim”, 13, Müslim, “Müsakât”, 30.)

“Bir kimse haksız olarak bir başkasının yerine tecavüz ederse, o yerin yedi katı da o kimsenin boynuna geçirilir.” (Buhârî, “Mezâlim”, 13, Müslim, “Müsakât”, 30.)

Hâlbuki Müslüman Müslümanın kardeşidir, ona zulmetmez, haksızlık yapmaz. Bilir ki bir gün Cenab-ı Hakk’ın huzurunda yaptıklarının hesabını verecek, yaptığı günahların cezasını çekecektir. Bunun içindir ki Peygamberimiz (s.a.v.), Müminlerin Allah’ın huzuruna haksız kazançla, kul hakkı ile gitmemelerini öğütlüyor, şöyle buyuruyor:

“Bir kimse din kardeşinin iffetine yahut malına haksız olarak dokunmuş ise, altın, gümüş bulunmayan (kıyamet) gününden evvel ondan helallik alsın. Aksi takdirde yaptığı haksızlık oranında onun iyiliklerinden alınıp hak sahibine verilir. İyiliği yoksa hak sahibinin günahlarından alınıp haksızlık edene yükletilir.” (Buhârî, “Mezâlim”, 10.)

Çünkü kıyamet günü herkese hakkı ne ise verilecek, hiç kimseye haksızlık yapılmayacaktır.

GÜNAHLAR AFFEDİLİR Mİ?

Tevbe Nedir?

Tevbe, sözlükte “rücu etmek, dönmek” demektir. Din örfünde ise “işlenmiş bir günaha pişman olup, bir daha işlemeyeceğine dair Allah’a söz vermek ve O’ndan af dilemek”tir.

Tevbe, Cenab-ı Hakk’ın biz kullarına bir lütfudur. İşlediğimiz günahlardan kurtulmanın yoludur.

İnsanın yaptığı günah için tevbe kapısı açık tutulmuştur.

Peygamberlerden başka hiç kimse masum değildir, günah işleyebilir. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v.), “Âdemoğlunun hepsi günah işler. Günah işleyenlerin en hayırlısı ise tevbe edenlerdir.” (İbn Mâce, “Zühd”, 30.) buyurmuş, insanın hatasız olamayacağını bildirmiştir.

İnsanın, hatasının çokluğu onu ümitsizliğe düşürmemeli, yaptığı hatalardan pişmanlık duyarak Allah’a yönelmesi hâlinde Cenab-ı Hakk’ın tevbesini kabul etmek suretiyle kendisini bağışlayacağını bilmelidir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmuştur:

“Allah, kullarından tevbeyi kabul eden, kötülükleri bağışlayan ve yaptıklarınızı bilendir.” (42/Şûrâ, 25.)

Tevbe, Allah’ın emridir. İşlediğimiz günahlar için tevbe etmemizi Cenab-ı Hak emrediyor. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyruluyor:

“Ey Müminler, hepiniz Allah’a tevbe ediniz ki felah bulasınız.” (24/Nûr, 31.)

“Ey iman edenler, bir daha (günaha) dönmeyecek tevbe ile tevbe ediniz.” (66/Tahrîm, 8.) 

Peygamberimiz (s.a.v.) de, “Ey insanlar! Allah’a tevbe edin ve O’ndan mağfiret dileyin, ben günde yüz kere tevbe ediyorum.” (Müslim, “Zikr”, 12.) buyurmuştur.

Müminin son nefesindeki tevbesinin de geçerli olacağı umulursa da tevbeyi bu kadar geciktirmek hiç doğru değildir. Hatanın hemen peşinden tevbe etmeli, Cenab-ı Hakk’ın sonsuz rahmet ve mağfiretine sığınmalıdır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de,

“Allah’ın kabul edeceği tevbe, ancak bilmeden kötülük edip de sonra tez elden tevbe edenlerin tevbesidir, işte Allah, bunların tevbesini kabul eder. Allah, her şeyi bilendir, hikmet sahibidir. Yoksa kötülükleri yapıp yapıp da içlerinden birine ölüm gelip çatınca “Ben şimdi tevbe ettim” diyen ve kâfir olarak ölenler için (kabul edilecek) tevbe yoktur. Onlar için acı bir azap hazırlanmıştır.” (4/Nisâ, 17-18.) buyrulmuştur.

Ayet-i kerimelerden anlaşılan şudur: Can çekişme durumundan önce henüz yaşamaktan ümidini kesmeden küfürden tevbe ederek iman etmek geçerlidir. Fakat can çekişme hâlinde yaşamaktan ümidini kesmiş olan kimsenin küfürden tevbe ederek iman etmesi geçerli değildir. İman ettikten sonra iyi amel yapabilecek bir zaman bulunmalıdır.

Fakat günahkâr müminin son nefesindeki tevbesi de geçerli olabilir. Çünkü Allah’ın rahmetinden ümit kesilmez.

Günahlar iki kısımdır. Bir kısmı, içki gibi yalnız Allah’a karşı olup, kul hakkıyla ilgisi olmayan günahlardır.

Tevbenin Kabul Şartları

Bu gibi günahlardan tevbe etmenin üç şartı vardır:

  1. Günahı terk etmek.
  2. Yaptığına pişman olmak.
  3. Bir daha yapmamaya karar vermek.

Diğer bir kısmı da rüşvet almak, iftira etmek gibi, insan hakkıyla ilgili olan günahlardır.

Bu gibi günahlardan tevbe etmenin, yukarıdaki şartlara ilaveten bir şartı daha vardır ki o da, hak sahibine hakkını vermek yahut onunla helalleşmektir.

Böylece şartlarına uyarak günahlarına tevbe eden kimsenin tevbesi makbul olur ve Cenab-ı Hak o kimseyi bağışlar, hem de tevbe ettiği için ondan razı olur. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v.), “Kulunun tevbesinden dolayı Allah Teala’nın sevinci, sizden birinizin ıssız çölde devesini kaybedip de tekrar bulduğundaki sevincinden daha fazladır.” (Buhârî, “Daavât”, 4, Müslim, “Tevbe”, 1.) buyrulmuştur.

Allah Teala, tevbesini kabul buyurduğu kimsenin günahlarını bağışlar, kötülüklerini de iyiliklere çevirir.

Kaynak: İslam İlmihali, Diyanet

İslam ve İhsan

GÜNAH NE DEMEK?

Günah Ne Demek?

BÜYÜK GÜNAHLAR

Büyük Günahlar

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.