Gökyüzüne Manevi Olarak En Yakın Nokta

Burası, gökle yerin âdeta kesiştiği nokta… Dünyanın gökyüzüne -mânevî olarak- en yakın noktası… Bu yüzden “Hazret-i Süleyman’ın mührü” olarak kabul edilen iki yıldızın iç içe geçmiş şekli; gökyüzüyle yeryüzünün kesişme noktası demek olan Kudüs’ün bir sembolü olmuştur.

“Kulunu (Muhammed -aleyhisselâm-’ı) geceleyin, Mescid-i Haram’dan kendisine bazı âyetlerimizi göstermek için etrafını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya götüren Allah, her türlü noksan sıfatlardan münezzehtir. Şüphesiz ki, her şeyi hakkıyla bilen, hakkıyla gören O’dur.” (el-İsrâ, 1)

MESCİD-İ AKSA YOLCULUĞU

Eylül ayının ortalarında, Kurban bayramının üçüncü günü Mescid-i Aksâ’ya doğru yola çıktık. İstanbul’dan kalkan uçağımız, Telaviv’e indi. Birçok kez yurt dışına çıktık. Bazen Müslüman ülkelere, bazen de gayr-i müslim devletlere gittik. Ama bu yolculuğun bizim için mânâsı daha büyük ve derindi.

Bir kere Müslümanların işgale mâruz kaldığı bir coğrafyaya gidiyorduk. Diğer taraftan bu işgal, ilk günkü tazeliği ile “zulüm” ve “baskı” seviyesi artarak devam ediyordu. 60-70 yıllık bir devlet olan İsrail, dünyanın gözü önünde bütün pervasızlığıyla Filistin halkı üzerinde baskılar yapıyor; Amerika, BM dâhil bütün ülkeler kınamakla yetiniyor ve âdeta herkes olup bitene seyirci kalıyordu.

Âilece yola çıkmıştık, tedirgindik. Hukukun, kanunun rafa kalktığı; her şeyin İsrail menfaat ve güvenliği noktasında rahatça yapılabildiği bir toprağa doğru yola çıkıyorduk. Nitekim çevremizde bizi teşvik edenler olduğu gibi, “Ne işiniz var oralarda?!” diyerek mevcut riskleri hatırlatanlar da vardı. Arkadaşlarımızdan yakın bir zamanda oraya gidenlerin anlattıkları da bizi cesaretlendirmiş ve “Yâ nasip!” diyerek yola koyulmuştuk.

Bir tur şirketi ile gitmemiz bizi rahatlatıyordu. En azından sağımızda solumuzda olanları bize anlatacak, gerektiğinde bizden haberdar olup destek olacak kimselerin bulunması, bizi nisbeten güvende hissettiriyordu.

İki saate yakın bir yolculuktan sonra uçağımız, Telaviv’e indi. Pasaport kontrolünde, çıkabilecek problemlere karşı bizi uyardılar. Büyük bir dikkat ve endişe içinde bekledik. Fakat hemen hemen hiçbir problemle karşılaşmadan gişeleri geçtik. Havaalanının içine girdik. Bir anda alıştığımız hava değişmişti. Gözle görülen her yerde İsrail bayrakları, İbranice levhalar, reklâmlar “başka” bir yere geldiğimizi haber veriyordu.

"ÖZ YURDUMUZDA GARİPTTİK"

Bizi kalacağımız yere götürecek otobüsü beklerken yol üstünde çeşitli ülkelerden gelen turistleri görüyorduk. Kendilerince müzik aletli, alkışlı “ilâhilerini” söylüyor; “hac ibadeti için gelmiş” bu dindar(!) hıristiyanlar, varlıklarını rahatlıkla hissettirebiliyorlardı. Aynı şekilde gruplar hâlinde ve tek tek gördüğümüz yahudiler de, kendi ülkelerinde olmanın rahatlığını yaşıyor gibiydiler. Burası yüzyıllar boyunca Müslümanların elinde olduğu hâlde, nedense içimiz buruktu ve “öz yurdumuzda garip”tik.

“Dindar hıristiyan” ifadesini biraz açacak olursak; tek tük başlarındaki rahipler dışında, tamamen modern kültüre ayak uydurmuş, kılığı, kıyafeti ilişkileri diğer insanlarla aynı; sadece boyunlarından sallanan haçlar onları dindar gösteriyordu.

mescidi-aksa

Otobüse bindik ve zihnimizde oluşturduğumuz “dindar yahudi” tipleri, Telaviv sokaklarında gezerken yine uçup gitti. Rehberlerimizin verdiği bilgiler eşliğinde Telaviv içinden geçerek yolumuza devam ettik.

Telaviv; çöl ortasında oluşturulmaya çalışılan bir “dünya cenneti” gibiydi. Bir tarafta Antalya sahilleri gibi, pek çok insanın denize girdiği sıcak bir şehir, diğer tarafta yemyeşil parklar, koşan, eğlenen insanlar… İsrail’de turizmin kalbi olan bu şehir, aynı zamanda ekonominin ve bilimsel çalışmaların da merkezi olmuş. 850 bin civarındaki nüfusu, hep yahudiler… Ancak başka ülkelerden de turist olarak buraya gelmiş kimseler var. Burası, İsrail’in ikinci büyük şehri. Modern ve laik yapısıyla, dindar yahudilerin yaşadığı Kudüs’ten ayrılmış ve onlar tarafından âdeta dışlanmış. Bu şehir, üç üniversitesi, onlarca araştırma enstitüsü, ileri teknoloji merkezleri, gökdelenleri ile farklı bir kimliğe bürünmüş. Telaviv’de müslümanlar oturmuyor. Onların bulunduğu bölge, Telaviv’e bitişik Yafa şehri…

KUDÜS'ÜN LİMAN KENTİ "YAFA"

Telaviv ile Yafa arasında, sahildeki caddenin üstünde Hasan Bey Câmii var. O da işgalin tarihini özetliyor. Yıllarca meyhane olarak kullanılmış; 25 yıl önce tekrar ibadete açılmış. Kubbesi, minaresi, Osmanlı hâtırası… Ancak minare sessiz. İsrail genelinde, ezanların dışarıya okunması yasak... Câmi içlerinde okunuyor ezanlar…

Buradan “Güzel Kız” mânâsına gelen “Yafa”ya geçiyoruz. Aynı sahilin devamında bir bölge… Doğu Akdeniz sahilinde dünyanın en eski liman şehirlerinden birisi… “Kudüs’ün liman kenti… Adını büyük tufandan sonra Nûh -aleyhisselâm-’ın burayı kuran oğlu Yafes’ten almış. Bilinen tarihi, milattan önce 2000’lere uzanıyor. Burayı Fenikeliler bir liman şehri olarak kullanmış ve geliştirmiş. Tarihte pek çok kez el değiştirmiş, Müslümanlar ise Amr bin Âs (r.a.) ile Hâlid bin Velid (r.a.) komutasındaki birlikler tarafından altı ay kuşatarak fethetmişler. En parlak günlerini, Osmanlı idaresinde geçirmiş.

Napolyon Mısır’ı işgal edince buradan Ortadoğu’ya girmek istemiş ve Filistin topraklarının başladığı Yafa’ya saldırmıştı. O zaman Osmanlı idaresinde olan Yafa, büyük bir mücadele verdi. Ancak daha fazla kan dökülmesin diye şehri, Napolyon’a teslim etmeye karar verdiler. Napolyon, şehirdeki insanların canına dokunulmayacağı garantisi verdiği halde bu anlaşmaya uymadı ve şehre girince bir günde 8.000 insanı öldürdü, 10.000 civarında evi yaktı, yıktı. Yafa’yı bu şekilde ele geçirdikten sonra, askerî yürüyüşünü devam ettirdi ve karşısına Akka Kalesi çıktı. Bunu da geçince istediği bölgelere kolaylıkla ulaşacaktı. Ancak Akka Kalesi, destansı bir mücadele vererek Napolyon’un önünde geçilmez bir set oldu. Bunun üzerine Napolyon meşhur:

“-Bana Türk ordularını verin, dünyayı ele geçireyim!” sözünü söyledi.

Yafa’da Osmanlı’dan kalan iki büyük hâtıra var. Birincisi, II. Mahmud tarafından yaptırılan ve “Mahmûdiye Câmii” olarak isimlendirilen ulu câmi… Şadırvanı, abdesthâneleri ve yeşillikler içindeki avlusuyla şirin, kullanışlı ve güzel bir cami… Onun hemen yanında, Sultan II. Abdülhamid’in yaptırdığı bir saat kulesi var. Cülûsunun 25. yılının hâtırası olarak burada yaptırılmış. Câminin çevresindeki dükkânlar, binalar, sebiller; Osmanlı geleneğinin bu topraklardaki bir yansıması…

MESCİD-İ AKSA'DA SABAH NAMAZI

Buradan Kudüs’e doğru yola devam ediyoruz. Kudüs, kadîm şehir… Pek çok peygamberin hatırası bulunan, makamları, kabirleri bulunan bir şehir… Hazret-i İbrahim, Hazret-i İshak, Hazret-i Yâkub, Hazret-i Yûsuf, Hazret-i Dâvud, Hazret-i Süleyman, Hazret-i Mûsa, Hazret-i Îsa ve Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in izleri, hâtıraları bulunan bir belde…

Otelimize yerleştikten sonra Mescid-i Aksâ’ya, sabah namazına gidiyoruz. Daracık sokaklardan, taş binalar ve taş kaldırımlar arasından geçe geçe, labirent gibi yollardan Mescid-i Aksâ’ya ulaşıyoruz. Mekke’deki, Medîne’deki kokunun, havanın bir benzeri… Bu topraklar, bu hava; sanki bu dünyaya âit değil… Mânevî bir hava… Mescid-i Aksâ’yı çevreleyen duvarlardan 144 dönümlük geniş araziye girdiğimizde, kendimizi bambaşka bir diyarda hissediyoruz. Sanki kanatlanıp uçuyoruz. Zeytin ağaçlarının bulunduğu avluda, daracık yollar bir müddet sonra âşina görüntülere bırakıyor kendisini… Karşımıza önce sarı kubbeli, “Kubbetü’s-Sahra” çıkıyor. Kayanın üzerindeki kubbe… Peygamber Efendimiz’in Miraç gecesini, önce ulu’l-azm peygamberlere, sonra da diğer bütün peygamberlere namaz kıldırdığı mekânlardan geçiyoruz. Rivayete göre, Peygamber Efendimizle birlikte göğe yükselmek isteyen ve:

“-Yerinde kal!” emriyle havada asılı gibi kalan “Muallak Taşı”nın bulunduğu yeri, Kubbetü’s-Sahra’yı geçiyor ve bu sefer, Mescid-i Aksâ’yı görüyoruz. İnce, uzun bir bina ve gri bir kubbe… Bu bina, Emevîler döneminde yapılmış.

mescidi_aksa_teravih2

Aslında Mescid-i Aksâ denilen yer; o 144 dönümlük devâsâ arazi… Peygamber Efendimizin “1’e 500 kat sevap verildiğini” haber verdiği bölge, sadece Emevîlerin yaptırdığı mescid değil, o mescidin de bulunduğu geniş bir arazi…

Bu bölge, yahudiler için de çok önemli… Zira yahudiler, burada Hazret-i Dâvud döneminde inşaatına başlanan ve Hazret-i Süleyman tarafından tamamlanan bir “Süleyman Mâbedi” olduğunu kabul ediyorlar. Bu Süleyman Mâbedi, Hazret-i Süleyman zamanında geniş bir hâkimiyete ulaşmış yahudi devletinin hem ibadethanesi, hem de yönetim merkezi…

Daha önce iki farklı dönemde işgalciler, bu büyük mâbedi yıkmışlar. Şimdi bu mâbedin duvarlarından bir tanesi hâlâ ayakta ve yahudiler, Mescid-i Aksâ’ya bitişik bu duvarın diğer yüzünde dileklerini taşlar arasına sıkıştırıp ağlıyorlar. Burası meşhur “Ağlama Duvarı”…

Kudüs, hıristiyanlar için de çok önemli bir şehir… Hazret-i Meryem’in ibadete çekildiği mekân da burada, Hazret-i Îsa’nın doğduğu, peygamberlik vazifesini îfa ettiği, (onlar açısından) çarmıha gerildiği ve göğe yükseldiği yer de burada…

O yüzden geçen yıl buraya 4 milyon civarında hıristiyan, “hacı olmak için” gelmiş. 2015 yılında bu bölgeye gelmiş Müslümanların sayısı ise, 35 bin… Yani yaklaşık yüzde biri… Geçtiğimiz yıldan itibaren Diyanet İşleri Başkanlığı, Kudüs’ü tekrar gündeme almak için turlar başlatmış. THY Kudüs seyahatleri için indirimli seferler düzenlemiş ve geliş gidişleri artırmış. Ancak kafalar hâlâ karışık… Zira geçen yıl Diyanet bir grup müftüyü, bu topraklara ziyaret için getirdiğinde, müftülerden biri:

“-Ne gerek var buralara gelmeye… İsrail’e para kazandırmanın bir anlamı yok!” diye konuşup duruyormuş. Kudüs ve civarını gezdikten sonra ise:

“-Geç kalmışız, buraya daha önce gelmeliymişiz!..” demekten kendini alamamış.

Gerçekten buraya gelmeyen, bu manzarayı, bu havayı yerinde tatmayan öncelikle kendisi kaybeder. Burası, gökle yerin âdeta kesiştiği nokta… Dünyanın gökyüzüne -mânevî olarak- en yakın noktası… Bu yüzden “Hazret-i Süleyman’ın mührü” olarak kabul edilen iki yıldızın iç içe geçmiş şekli; gökyüzüyle yeryüzünün kesişme noktası demek olan Kudüs’ün bir sembolü olmuştur. Ecdâdımız da bu sembolü pek çok yerde kullanmıştır. Gerçekten Kudüs, semâvî âlemlere yolcu olanların son ayak bastığı toprak olmuş. Hazret-i Îsâ buradan ref edilmiş, Peygamber Efendimiz buradan Mîrac’a yükselmiş.

KUDÜS'TE GÖRDÜKLERİMİZ

Aslında bu yazıda, uzun uzun Kudüs ve civarında gördüklerimizi anlatmak isterdik. Meselâ Hazret-i İbrahim, eşi Sâre Vâlidemiz, Hazret-i İshak ve eşi Refika annemiz ile Hazret-i Yakub ve Hazret-i Yusuf’un kabirlerinin bulunduğu, “dördüncü harem” denilen “el-Halil” şehrinden… Buranın nasıl bir oldu bittiyle Müslümanların elinden alınıp iki peygamber kabrini ziyaretin nasıl Müslümanlara yasak edildiğinden…

Nureddin Zengi’nin bu bölgelere olan hasretinden ve Müslümanların tekrar eline geçmesi idealinden… Onun ardından gelip Nureddin Zengi’nin yaptırdığı üç minberden birini el-Halil Şehri’ne, diğerini Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’ya, üçüncüsünü de Şam Ümeyye Câmii’ne yerleştiren ve bu beldeleri Haçlıların elinden alan Selahaddin-i Eyyûbî’den…

Aynı şekilde bu yazıda deniz seviyesinin 350 metreden ziyade altında bulunan Lût Gölü mıntıkasından ve bu gölün daha da derinlere inen ibretlik geçmişinden bahsetmek gerekirdi. Şimdi bu lânetli yerler, İsrail tarafından “Ölü Deniz” ismiyle kozmetik üretim merkezine dönüştürülmüş ve insanların turistik câzibe merkezi yapılarak para basma makinesi olmuş.

UTANÇ DUVARI

Filistin’i bir ucundan diğerine kesen “utanç duvarından”; bir hiç uğruna 14 yaşından küçük çocukların yıllarca İsrail zindanlarında çektikleri işkencelerden, Kudüs yahudilerinin ortalama “on çocuğa ulaşacak” seviyedeki nüfus artışının teşvik edilmesinden ve her çocuk için bağlanan maaşlardan… Yahudilerin nasıl iskân politikaları geliştirdiğinden, dünyanın 78 bölgesinden getirilmiş 78 ırktan yahudiyi Siyonizm hedefleri çerçevesinde nasıl tek bir millete dönüştürmeye çalıştıklarından… Mescid-i Aksâ’yı yıkmak üzere hazırladıkları 67 tünelden… Bu “arkeolojik kazı” bahanesiyle yıkmayı hedefledikleri Mescid-i Aksâ’nın yerine yapmak istedikleri “3. Süleyman Mâbedi”nden… Bunun için bütün hazırlıkların tamamlandığından… “Golden Menora” dedikleri ve yahudilerin sembollerinden biri olan yedi kollu altından yapılmış bir şamdandan…

FİLİSTİNLİ_GENCLER

Tih sahrasında, azgın kavmiyle 40 yıl geçiren Hazret-i Mûsâ’dan ve onun asırlar boyu “Mûsâ Nebi” şenliklerinin yapıldığı makamından/kabrinden bahsetmek gerekirdi. Ancak yerimiz dar… Biraz da merak uyandırıp yerinde görüp hissetmenizi isterim.

Ancak bir hatıramı paylaşayım ve Filistin’den bir kardeşimizin selâmını ulaştırarak yazımızı noktalayayım.

Mescid-i Aksâ’nın yedi kapısı var ve bu kapıların her birinde tam donanımlı yahudi askerleri nöbet bekliyor. Çıkabilecek her türlü karışıklığa anında müdahale edecek birlikler ise hazır kıta, mescid çevresinde… İçeride ise, tek bir çakısı bile olmayan Filistin polisleri… Geçiş kontrol noktalarında… Kudüs’te oturan Filistinliler her istedikleri zaman Mescid-i Aksâ’ya giremiyorlar. Kudüs civarındaki bölgelerden ise buraya gelmek neredeyse imkânsız… Neredeyse 20 yıldır buraya giremeyen Filistinliler var.

Biz de bu askerlerin arasından beş vakit Mescid-i Aksâ’ya gitmeye çalıştık. O küçük bedenleri, telsizinden tam otomatik silahlarına rağmen, gözlerinde “zulüm yapmış olmanın” korkaklığı vardı. Bir taraftan kendilerini “Arz-ı Mev’ud”la o toprakların gerçek sahibi gibi görmeye ve göstermeye çalışıyorlar; diğer taraftan insanlık dışı yöntemler ve haksızlıklarla “insanlıktan” çıkıyorlar. İşte bu yüzden ne kadar güçlü görünürlerse görünsünler, aslında korkuyorlar. Burada geçici olduklarını; kanla, zulümle her şeyin hallolmayacağını biliyorlar. Yığdıkları tankların, tüfeklerin, silahların metal gölgesine sığınıyorlar. Ama onları tutacak bir yürekleri yok!

Bir taraftan kıyameti getirmeye çalışıyorlar; bir taraftan Ğarkad ağaçları dikerek onların arkasına sığınırız, kurtuluruz diye ümid ediyorlar. Ancak gözler, her şeyi anlatıyor. Bizzat gözlerinin içine içine baktım. Korkmadık, korkmuyoruz, biz buradayız ve hep burada olacağız dercesine… Ben gözlerimle böyle konuştukça onların ezildiğini, çaresizce bakışlarını kaçırdığını gördüm. Allah, onların kalplerine korkuyu yerleştirmişti. Birbirlerinden ve ellerindeki silahlardan destek almaya çalışıyorlardı.

MESCİD-İ AKSA'NIN AVLUSUNDA SON SÖZLER

Son olarak Türkiye’de de okumuş bir Filistinli kardeşimiz, bize Mescid-i Aksâ’nın avlusunda şu sözleri söyledi. (Burada onun ismini özellikle vermiyorum, bizim vesilemizle kendisine bir zarar verilmesini istemem.)

“-Siz ey Türk kardeşlerim! Buranın gerçek sahibi sizlersiniz. 1517’den 1918 yılına kadar 401 yıl boyunca siz buralara hükmettiniz. Şu Mescid-i Aksa’nın etrafını çeviren surları, Kanunî Sultan Süleyman yaptırdı. Kubbe-i Sahrâ’nın son şeklini siz verdiniz. Mescid-i Aksâ’nın çevresindeki şu taş evlerin % 70’i Osmanlı eseri… Buralar sizin emanetiniz.

Buraya daha çok ve daha sık gelmelisiniz. Çünkü burası Müslümanların ilk kıblesi… Çünkü Peygamber Efendimiz buradan Mîrâca yükselmiş. Kur’ân-ı Kerim, bu bölgeyi «etrafının bereketli kılındığı yer» olarak târif etmiş. Pek çok peygamber burada doğmuş, burada yaşamış ve buraya defnedilmiş.

Sizin buraya gelişiniz, Müslümanları sevindirir. İslâm düşmanlarını üzer, korkutur.

Bir anne-babanın üç evladı olsa, her birini aynı sevdiği hâlde içlerinden birisi hasta, gurbette ve mahzun olsa, bütün ilgisini ona yöneltir. Mekke-Medîne-Kudüs, Allâh’ın ehemmiyet verdiği üç mekândır. Bunlar içinde Müslümanların ilgisine en çok muhtaç olan şu an Kudüs’tür.

Peygamber Efendimiz, “Üç mescid dışında, (Kâbe, Mescid-i Nebevî ve Mescid-i Aksâ) yolculuk yapmaya gerek yoktur.” (Buhârî, Enbiyâ, 8; Müslim, Mesâcid, 2) buyurmuştur. Burada yapılan ibadet, hadîs-i şerîfe göre, 500 kat mükâfatla ödüllendirilir.

O hâlde biz sizinle seviniyoruz, yalnız olmadığımızı hissediyoruz. Güçleniyoruz. Siz buraya geldiğinizde de düşmanlarımız üzülüyor, korkuyor. O yüzden hep gelin, her fırsatta gelin.

Bizim kalbimiz de Türkiye’deki kardeşlerimizle ve onlar için atıyor. Sizin başınıza gelen şeyi, biz burada yüreğimizin içinde hissediyoruz. Sizin sevinciniz bizi sevindiriyor, sizin üzüntünüz bizi yıkıyor. Çünkü biz, aynı vücudun organlarıyız!”

Kaynak: Halime Demireşik, Şebnem Dergisi, 141. Sayı

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.