Fıtratla Oynama

Bu dünyadaki en cahil varlık nefs-i emmâredir. Çünkü o (başkasının değil) kendisinin düşmanıdır... Kendisinin kötülüğünü ister. Bütün gayreti kendini helak etmektir... Mevlâ’sı ve üzerindeki nimetlerin sahibi olan Rabbi’ne isyan etmek ve düşmanı olan şeytana itaat etmek ister.

İnsan denen varlık anlaşılması zor bir muammadır. Diğer varlıklardan farklı olarak akıl ile donatılmıştır ama o çoğu zaman aklı ile değil de duyguları ve arzuları ile hareket eder. Arzuları; akıl, nefis ve beşeri tabiatımız gibi kendi iç merkezlerimizden veya melek ve şeytan gibi dışarıdaki varlıkların fısıltılarından kaynaklanır. Doğru davranış için arzularımızın kaynağını tespit etmek son derece önemlidir. Zira nefis ve şeytandan gelen fısıltıların ortaya çıkardığı arzular zararlı ve gereksiz, beşeri varlığımızın ortaya çıkartığı arzular ise çoğu zaman faydalı ve gerklidir. İnsanlar doğru olsun yanlış olsun gittikleri yolu çoğu zaman akılları ile düşünerek değil nefsani ve şeytani duyguların tesiri altında körükörüne tercih ederler. Bu sebeple diğer sufiler gibi İmam Rabbanî de salike öncelikle kalbini faydasız duygulardan korumayı tavsiye eder:

Kulun Mevlâ’sından başka bir muradı ve mat­lû­bu olmaması gereklidir. Eğer kul bu hali yakalayamazsa, kafasını ve ayağını kulluk bağından çıkarmış olur. Böylece kul nefsinin isteklerinin esiri olur, hevâ ve hevesine uyarak, şeytanın emrine girer, nefsinin kölesi olur. Kulun Mevlâ’sından ve Onun muradından başka bir muradı ve matlûbunun olmama bahtiyarlığına ulaşması kâmil bir bekâ ve tam bir fenaya ermek manasına gelen velâyet-i hâssaya ulaşmasına bağlıdır. (Mektubat, III. C., 27. Mektup)

İmam Rabbani gereksiz arzulara son vermek ile insanın beşeriyetinden doğan arzuların birbirine karıştırılmaması gerektiğini söyler. Bu mesele genelde pek çok sufi tarafından yanlış anlaşılmıştır. Zira İmam’a göre insanın bir beşer olarak fıtratına konan ihtiyaçları vardır ve bunları yerine getirmek kötü görülemez. Salikin maneviyat yolunda ilerlemesi onun beşeriyetten çıkarak melek olması ve maddi ihtiyaçlarının tamamen yok olması demek değildir. Eğer kemâlât bunda olsaydı şüphesiz Rabbimiz bizi melekler gibi yaratır veya onlar gibi olmamızı bizden isterdi. Bu sebeple tabiatımızın gereği olan yeme ve içme gibi makul arzuları gerektiği ölçüde yerine getirmek maneviyata aykırı görülemez:

Kâmil zatlar da bazı şeyleri isteyebilir ve bazı temennilerde bulunabilirler. Nitekim peygamberlerin İmamı, velîler sultânı Peygamber Efendimiz (s.a.v) soğuk suyu ve tatlıyı severdi. Bununla beraber onun esas büyük arzusu ümmetinin hidâyetine dâir olup bu Kurân-ı Kerîm’de beyan edilmiştir.

BAZI ARZULARIN SEBEBİ KULUN FITRATIDIR

İnsanın dünya hayatı sürdükçe o arzular da devam edecektir. Dolayısıyla sıcaklık zamanında insan fıtratı, irade dışı olarak soğuğa; soğuk zamanda ise mecburen sıcaklığa meyledecektir. Bu tür bir istek ve ihtiyaçlar kulluğa aykırı olmaz ve bu ihtiyaçları karşılayanlar hevâ ve hevesine önem vermiş de sayılmaz. Çünkü tabiatın gereklerini yapmak, mükelleflik dairesinin dışında olup, bunun kaynağı nefs-i emmârenin hevâsı değildir.

İmam böylece fıtratın kanunlarını inkâr eden Hristiyanlık ruhbanlığı ve Hindu mistisizmi ile İslam tasavvufunun en önemli farkını ortaya koymuş olur. Zira sözü geçen bu batıl dinlerin salikleri maneviyat adına Allah’ın fıtratlarına koyduğu ihtiyaçları inkâr ederler. Evliliği yasaklar, riyazat hususunda da o kadar ileri giderler ki bir kısmı açlıktan ölür. Hâlbuki bu tür sapkın tutumlar Peygamberimiz tarafından yasaklanmıştır. İslam’ın ve tabiatı ile sufilerin kaçınmaya çalıştığı arzular gereksiz ve süfli olanlardır:

Zira nefsin meyli genelde mubahların fuzuli olanlarına, ya da haram ve şüpheli şeylere olur. Zorunlu ve kaçınılmaz olan şeylerde nefsin bir dahli olmaz. Boş işlerle ilgilenme ve oyalanmanın kaynağı, mubahların fuzuli olanları ile meşgul olmaktan kaynaklanmaktadır. Çünkü mubahın fazlası ve fuzuli olanı, haramın hemen yanı başında durmaktadır. İnsan, lanetli şeytanın saptırması sonucu ayağını oradan birazcık kaldırsa istemese bile onu haram dairesinin içine atacaktır. O halde (süluka girenler için) mubah sahasını sadece zaruri olanlarla sınırlı tutmak son derece elzemdir. Çünkü buranın ötesi fuzuli ve gereksiz mubahların sahasıdır.

Bu sebeple salik aklına her gelen arzunun peşine hemen düşmemeli, harekete geçmeden önce bu arzunun hangi kaynaktan geldiğini araştırmalıdır. İmam bunların iki kaynaktan ortaya çıktığını söyler, bunlardan birincisi meleklerin ilhamı diğeri ise şeytanın vesvesedir:

Arzuların ortaya çıkmasına sebep olan haricî sebepler iki kaynaktan gelir. Bu dış sebep, insanı hayra yönlendiren Rahmân’ın nasihatçisi olabilir. Nitekim her müminin kalbinde Allah Teâlâ’nın bir nasihatçisi vardır. Yahut bu dış sebep insanın içine düşmanlık ve şer tohumları atan şeytan olabilir. “(Şeytân) Onlara söz verir, umut verir, fakat şeytanın onlara sözü, aldatmadan başka bir şey değildir.” (Nisa, 76)

İmam’a göre bunlardan şeytanî olan duyguları alt etmek nispeten kolaydır. Zira şeytan dışarıdan bu vesveseleri kalbimize atar. Halbuki nefisten gelen arzuları alt etmek kolay değildir, zira o içeridedir, özümüzde gizlidir:

Hülâsa, kaynağı nefs-i emmâre olan her fesat zâti bir hastalık ve öldürücü bir zehir olup kulluk makamına ters düşmektedir. Bunun aksine Şeytanın fısıldaması da olsa dıştan gelen her türlü kötü düşünce, kolayca manevi bir tedaviyle giderilebilen geçici hastalıklardandır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur: Şüphesiz şeytanın hilesi zayıftır. (Nisa, 120) Bizim belamız nefisimizdir... Ruhumuzun düşmanı ve kötü arkadaşımız olan nefisimiz... Dış düşmanımız olan şeytan ancak, nefisimizin yardımı sonucunda bize galebe çalar ve bizi yerimizden uzaklaştırır.

 Nefisle uğraşmanın başka bir zorluğu ise onun bizzat kendisine düşman olmasıdır. Kendisinin kötülüğünü isteyen bir varlığı terbiye etmek kolay değildir, bu ancak kâmil mürşidlerin yardımı ile olabilir.

Netice olarak bazı sufilerin nefis terbiyesi adına tabiatın gereği olan ihtiyaçlarını inkar etmeleri doğru değildir. Tabiatımızın gereği olan fıtri ihtiyaçları karşılamak, maneviyata engel değildir. Önemli olan bunu yaparken israfa ve aşırılığa düşmemektir. İfrat tefriti doğurduğundan bu konudaki gereksiz zorlamalar tam tersi etki yapar, tabiatın gereği olan makul ve helal istekler yerine getirilmediğinde bir süre sonra nefis daha büyük haramları kolayca sahibine işletir.

KAYNAK: Altınoluk Dergisi, Mayıs, Sayı: 339

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.