Ey Kendisine Aşık Olan Nefsim

“Ey kendisine âşık olan nefsim” cümlesini okur okumaz, aklıma düştü selfi çekimlerimiz. İnsanın kendini kendi elleriyle resimlemesi, bir başka gözden bakar gibi kendini göz bebeği eylemesi garip bir duygu. Selfi çekimlerine bakılırsa, “kendi kendini resimlemek” gizli ama yaygın bir ihtiyaçmış. Bu yaygın davranış, aynada kendini aramak gibi kadim bir köke dayanıyor olsa gerek. Kayda değer bir veri. Küçümsenemez bir işaret.

İnsanın fıtratının dibinde bir yerde saklanıyor olmalıymış bu eğilim; yani nefsimize ait. Nefsimize ait olduğunu fark ettiğimiz her şey, Rabbimizi bilmenin malzemesidir, onun için orada tutuluyor olmalıdır. “Nefsini bilen Rabbini bilir!” kaziyesine göre, nefsi bilmelerin cümlesi Rabbi bilmeye vesiledir. Rabbini bilmek ise esma-i hüsna rahlesine diz kırdırır bizi. Selfi çekim, ‘esma-i hüsna’nın tefekkür basamaklarının başını işaretliyor olmalı. En temel duygularımızı fark ederek ancak, esmanın semasına yükseliriz. Düştüğümüz her yere, ayağımızın kaydığı her kuyuya kelime kelime uzanır esma tecellileri. “Kelimelere tutunarak” esmanın semasına yükselme kapısı açık olmalı.

Bugünlerde, yeryüzünün en önemli görsel malzemesi selfi fotoğraflar. Bir gerçeklik. Bir arzu. Bir huzur kaynağı. Mutluluk vesilesi. Okunması gereken bir alfabe gibi selfi. İyiden iyiye bakılası bir ayna. Bu alfabeyi, bu duyguyu, bu arzuyu, bu aynayı değerlendirmek için Mesnevi’nin“ey kendi varlığının görüntüsüne dayanan nefsim…” diye seslenmesi, verimli bir esma okumasına eşik olur diye düşündüm.

“Nefsine olan muhabbetine gelince…” diye devam ediyor bahis. İnsanın kendisini sevmesi, asıl sevmelerin nüvesi, gerçek muhabbetlerin çekirdeği olmalı: “Sen nefsini, lezzetlerinin mahzeni, varlığının merkezi, menfaatinin madeni olması itibarıyla ve sana yakınlığı sebebiyle seviyorsun.” Selfi çubuğunun uzak ucundaki cihaza iştiyakla bakarken aradığımız, tam da bunlar değil mi? Lezzet alma, var olma, fayda bulma ve yakın olma…

VARDAN DA VAR BİR VAR’I OKUYOR OLMALIYIZ

Her selfi çekiminde gizliden gizliye bu dört maksadı fotoğraflıyoruz da farkında değiliz sanki. Aynaya her baktığımızda, yüzümüze düşen ışığın aydınlattığı dört sütun var demek ki... Varlığımıza her dokunduğumuzda, vardan da var bir Var’ı okuyor olmalıyız.

Eğer nefsini, gelip geçici bir lezzet için seviyorsan, bâkî lezzetleri senin istifadene sunduğu gibi, saadetleriyle lezzetlendiğin kimselere de lezzet ihsan eden Zât’ı nihayetsiz bir muhabbetle sevmelisin.

Demek ki, kendini kendine sevgili gören, kendine hakiki Sevgili arıyor. İnsan kendisini Allah’ın sevdiğinden çok sevemez ki… Birincisi; kendini sevmesi, kendisinin var olmasından sonra başladı. Kendini sevmeye bile geç kalan insanın kendini sevme iddiası yolda kalır. İkincisi, başkaları insanı var olduğu için severken-hatta var olduğu halde sevmeyenler bile varken- Allah sevdiği için var eder. Üçüncüsü, insanın kendini sevmesi kendine yetmez, sevdiklerinin de sevilmesini bekler, sevdiklerinin de sevmesini ister. Sevdikleri de sevilmeyen, sevdikleri de sevindirilmeyen insanın, kendini sevmesi imkânsızlaşır, acır kalbi. Kendini sevmeye yetmeyen insanın, kendini hakkıyla sevmesi için Allah insanın sevdiklerini de sever, sevdiklerini de sevindirir, hatta sevdiklerini sevindirmekte insanı sebep kılar. Dördüncüsü, insanın kendini sevmesi, hep sevilmesini garantilemez; tükendikçe insan başkalarının gözünden düşer, sonunda sevilmeye değer yüzü kalmaz. Allah sevdiğini ebedî sever, mezarında unutmayacak kadar sever, ölü yüzünü yeniden ve ebediyen diri kılacak kadar sever.

DEMELİYİZ Kİ...

Öyleyse demeliyiz ki selfi fotoğraftaki sevgili kendimize:

“Sen seni sevmeye bile geç kaldın. Başkaları sevdiği için değil, sen seni sevdiğin için de değil, seni hiç koşulsuz sevmiş Vedud’un var senin. Var olmanı bile şart koşmamış. Sen kendini sevmeden seni seven Allah’tır; başkası değil. Kendini sevdiğinden çok sev Vedud’u. Seni yoklukta bırakmayacak kadar seven bir Rahman’ın var senin. Sendeki sevgiyi var edeni sevmeyi, seni sevgili olarak seçenin sevgilisi olmayı, selfindeki senden daha çok sev, selfi’nde görmek istediklerinden daha çabuk geç Rahman’ın yanına. Sadece seni sevmekle kalmıyor, sevdiklerini de sevenlerini de sevgisiz bırakmıyor Rahîm. Senin elinin uzanamadığı, yüreğinin yetişemediği, ilgi ve alakanın dokunamadığı sevdiklerini, sen sevinesin diye, sen sevildiğini bilesin diye seviyor, sevindiriyor. Sevdiklerinden beklediğin sevgiden daha fazlasını almışsın Rauf-u Rahim’inden. Eksikliğine razı olamayacak kadar ciddi seviyor seni O. Eğiliyor üzerine, yokluğunda bile inkâr etmiyor var olma arzunu. ‘İlle de sen…’ diyor her an. Yeniliyor tenini yeni baştan. Gözlerine hep yeni ışıklar düşürüyor, odana hep yeni gün gönderiyor, sofrana hep yeni lezzetler sunuyor. Kimseler sevmezken seni sevmesinden belli ki, kimseler sevmiyor olduğunda yine sevecek seni Bâki’n. Topraktan çıkaracak bedenini Bais’in. Yeniden ihya edecek seni Hayy-ı Kayyûm’un.

“Hayal bile edemediğin lezzetleri senin önüne koyan Rezzak-ı Kerim’i hem senin sevdiklerini hiç umulmadık renklerle, seslerle, ahenklerle, yağmurlarla, huzur anlarıyla, teşekkür nefesleriyle sevindiren Latif-i Habîr’i sevmenin lezzeti, her lezzetin üstünde olmalı değil mi?”

Selfi niye çekilir? İnsan kendini neden karşıda görmek ister. Kendini karşısına alıp da seyretmeyi neden ister? Seyrettiği manzaranın kendisi olmasını neden isteyebilir bir insan? Neden manzara olmak ister? Ne arar kendisinde? Bir de “ölümsüzleştirelim şu anı!” demeye nasıl olur da yüreklenir, renkler bile solarken, ışıklar tükenirken?

Cevap Said Nursi’den:

Eğer nefsin, vücudunun merkezi ise, Rabbin senin Mûcid’in olduğu gibi, hem senin varlığının hem de varlıklarıyla alakadar olduğun herkesin varlığının Kayyûm’udur.

DİNLE BENİ

Dinle beni şimdi sevgili kendim, çok önemli selfim:

“Hem süreklilik istiyorsun kendini selfi’nin sıcağına atarken hem de yanındakilerin yakınlığını arzu ediyorsun. Var olmayı bunca severken, kendini var eden vardan da var Var’a, kendin olmanı sana bağışlayan Mûcid’ine, varlığında ısrar eden Kayyûm’una muhabbetin az değil mi? Her vesileyle güzellerin ve önemlilerin yanında görünmek isteyen sen, kendini bunca güzelliğin başköşesine oturtan Hallâk-ı Kerim’ini görmek istemen gerekmez mi? Selfi’nin en önünde olmak için çabalıyorsun da, kendini varoluşun tacı yapan, şuurlu insan olmanı takdir edip seni muhatabı seçen, indirdiği Söz’üyle senin varlığını önemseyen, duanı dinleyen Â’lâ Rabbine minnet etmen çok mudur? ‘İlle de bu manzaranın başköşesinde olayım’ derken, görmeyen seni görür eyleyen, görülmeyen seni güzellerin göreceği bir yüzle sevdiren ve sevindiren Musavvir’ine, ‘işte bu ben!’ diyecek kadar seni parlatan Basir’ine nazarında yer vermeyecek misin?

“Sevgili ben, sayın kendim, biricik selfim benim,

Âh, nasıl da çabuk unutuyorsun. Elindeki her şeyi sıradanlaştırıyorsun. Selfi çekimine tuttuğun yüzünün kendine sürpriz olduğunu hatırlamaz oldun. Fotoğrafın en başına koyduğun yüzünün biricikliğinin mührü olduğunu göremiyorsun. Oysa elinde olanlar da, elinde olmasını istediklerin de, boş bile olsa ellerin de nimet sana. Asla hafif gelmemecesine. Hiç yoktan verilen az olur mu hiç? Hiç hak etmediği halde bulduğun sıradan olur mu hiç?

Hiçbir şeyin olmasa bile, ‘yok benim bir şeyim’ cümlesinin öznesi olman, yani kendin olman, her şeyden büyük nimet değil mi sana? Aşk olsun, ‘ben’ deme yetkin olmasa ama her şey yanında olsa, ‘benim’ diyebilecek miydin en ufak bir şeye? Görmüyor musun ‘ben’ diye bilmen kendini, ‘benim’ dediğin, ‘benim’ demek için koşturduğun her şeyden daha değerli. Malik-i Kerim’ine güvenmez misin? Seni onurla var eden Aziz’ini hatırlamaz mısın? Yararlanmalarının hepsi kendi varlığın sayesinde… En büyük fayda, en tatlı rızık kendine ‘ben kendim’ diyebilmen senin. Var oluşun en büyük fayda. Hayat sahibi oluşun en umulmadık hediye. İnsan oluşun sürprizlerin hepsinden sürpriz… Bilsen ki; göründüğün selfi’lerde Yaratıcının emeği, senin kendi emeğinden fazla. Çok fazla… Kendin değilsin selfi sahibi… Seni kendinden çok kendin eden Rabbin…

Kaynak: Senai Demirci, Altınoluk Dergisi, Sayı: 381

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.