Emanet ile İlgili Hikaye

İslam’da emanet şuurunun önemi nedir? Emanet bilinci ile ilgili ibretlik bir hikaye...

Emn; güvenmek, korku ve endişeden emin olmak demektir. Bu kökten türetilen emânet ise güvenilir olmak anlamına gelir. Hıyânetin zıddı olarak eminlik, emin olma anlamında isim şeklinde kullanılır. Ayrıca güvenilen bir kimseye koruması için geçici olarak tevdi edilen şey mânasına da gelmektedir. Bütün anlamlarıyla “emanet” hayatın merkezinde yer alan en önemli kavramlardan biridir. Kişinin kendisinin güvende olması, Kureyş suresinde bildirilen ve hayat için zaruri olan iki ihtiyaçtan biridir. Kendini emniyete alan birinin başkalarına güven vermesi de toplum hayatının sağlıklı yürümesi için zaruridir. Güvenin ortadan kalkması ise toplumsal bir felâket, âdeta bir kıyamettir.

İnsanların idaresini veya herhangi bir işlerini yüklenmek en büyük emanetlerden birini üzerine almak demektir. Bu mevkie gelen birinden beklenen de güvenilir olmak ve kendisine verilen emanete sahip çıkmak, getirildiği makamı kendi mülkü zannetmemektir. Rasûlullâh (s.a.v) Ezd kabilesine mensup İbn Lütbiye isminde bir zâtı zekât toplamak üzere vazîfelendirmişti. Bu zât, vazifesini yapıp Allah Rasûlü’nün huzûruna gelince:

“–Şu mallar sizin, bunlar da bana hediye edilenler” dedi. Bunun üzerine Âlemlerin Fahr-i Ebedîsi (s.a.v) minbere çıktı ve Allâh’a hamd ü senâdan sonra şöyle buyurdu:

“Allâh Teâlâ’nın benim idâreme verdiği işlerden birine, sizlerden birini tayin ediyorum, sonra da o kişi dönüp geliyor ve bana; «Şunlar size ait olanlar; bunlar da bana hediye edilenler» diyor. Eğer o kişi sözünde doğru ise, babasının veya anasının evinde otursaydı da kendisine hediyesi gelseydi ya! Allâh’a yemin ederim ki, sizden biriniz haksız olarak bir şey alırsa, kıyamet gününde o aldığı şeyi yüklenmiş vaziyette Allâh’ın huzûruna çıkar. Bu, böğüren bir deve veya bağıran bir inek yahut da meleyen bir koyun olabilir.”

Sonra Rasûlullah (s.a.v), ellerini iyice yukarıya kaldırıp: “Allâh’ım! Tebliğ ettim mi?” buyurdu.[1]

SULTAN VAHDETTİN’İN İTALYA KRALINA CEVABI

Bu hadîs-i şerîfin bir yansıması tarihimizde şöyle yaşanmıştır: Sultan Vahdettin Han, İstanbul’dan çıkmadan evvel, Hazîne-i Hümâyûndan makbuz mukâbilinde Kıyâmetnâme adlı kitabı yanına getirtmişti. Vatanını terk etmek mecbûriyetinde bırakıldığı zaman, o dönemde minyatürleri iki milyon değerinde olan bu eseri, makbuzunu getirterek tekrar Hazineye iâde etti. Yakınları kendisine:

“–Padişahım! Hazine-i Hümâyûnunuzdaki bütün eşya ecdâdınıza ve hânedânınıza, hükümdarlar tarafından hediye edilen şeylerdir. Bunlar sizin öz malınızdır. Bâhusûs iâde buyurmak istediğiniz kitabın iki, belki üç milyon altına alıcısı hazırdır. Hiç olmazsa bunu bir ihtiyat olarak nezd-i şâhânenizde alıkoymak doğru değil midir?”  dediklerinde Sultan Vahdettin şu cevâbı vermiştir:

“–Haklısınız, bunlar hesâbını kimseye vermekle mükellef olmadığımız şahsî malımızdır. Fakat ecdâdım bu milletin hükümdarları olmasaydılar, onlara kim bu hediyeleri verirdi? Binâenaleyh bu kıymet biçilmez eşyâ ve evânîde (kaplarda), benim kadar milletimin de hakkı vardır. Ben bu ihâneti kabul edemem!”[2]

Vahdettin Han, emanet bir kitap hakkında gösterdiği bu hassasiyeti ümmetin en büyük emaneti olan hilafet konusunda da göstermiştir. İtalya kralı Viktor Emanuel daha veliaht iken Truva harabelerini ziyaret için 1900’de İstanbul’a gelmişti. Sultan Abdülhamid de kendisine mihmandar olarak Şehzâde Vahdettin Efendi’yi tayin etmişti. O tarihten beri aralarında mektuplaşma eksik olmazdı. Sultan Vahdettin vatanından çıkarılıp İtalya’ya gittiğinde ve otelde yokluk ve sıkıntılar içinde günler geçirirken, durumu haber alan Kral Viktor Emanuel, ser-yâverini ona gönderdi. Yâver şöyle dedi:

“Metbûum (kendisine tâbî bulunduğum) Kral hazretleri, Zât-ı Şâhâneleri’nin memleketlerini bazı hâdisât dolayısıyla terk ettikten sonra, kendi ülkelerine misâfir olmalarını büyük bir ibtihâc (sevinç) ile karşılamışlardır. Kendileri İtalya toprağına ayak bastıkları günden itibaren, misâfir-i hassı olduklarını arz ederler. Kral hazretleri Zombardo’da bir, Floransa civarında bir şato, Venedik’te bir saray, Napoli’de yine bir sarayı olduğunu ve bunlardan hangisinde ikamet arzu ederlerse, arabalara varıncaya kadar her şeyi mevcut olarak bütün personeliyle emirlerine âmâde olduğunu hatırlatmayı bir vazife bilir. Haşmetpenâh irâdenizi bekliyor!..”

Miralay Tâhir Bey, Kral’ın dâvetini birer birer, ağır ağır tercüme etti. Sultan Vahidüddin uzun uzun düşündü, yutkundu:

“–Tâhir Bey, söyleyeceğim sözleri bir harfini bile değiştirmeden olduğu gibi tercüme edeceksin!..” dedi.

“–Emredersiniz efendim!”

“–Biraderim Kral hazretlerine, gösterdiği misafirperverlikten dolayı samimiyetle teşekkür ederim. Fakat bu davetlerini kabule büyük bir mânî vardır.” Tâhir Bey afalladı ve sordu:

“–Ne gibi mânî efendim?”

“–Söyleyeceğim. Memleketimdeki vukûât ve hâdisât, her ne kadar beni muvakkaten veya ebediyen tâc ve tahtımdan ayırdıysa da, üzerimde «Halîfelik» sıfatı mevcuttur. Ben bütün Müslümanların reis-i rûhânîsiyim, Peygamber postunda oturuyorum. Bu sıfat, kendi dînimden olmayan bir zâtın teklîfini kabulden beni meneder. Bundan dolayı biraderim Kral hazretlerinin bu dâvetini kabul edemeyeceğim, beni mâzur görmelerini ricâ ederim.”

Tâhir Bey büsbütün afalladı. Zira gerek Sultan Vahdettin’i, gerekse maiyyetini bu vaziyetten kurtaracak ancak böyle bir çare olabilirdi. Tâhir Bey tercümanlığı bir tarafa bıraktı ve mahlûʻ (tahtından indirilmiş) Hükümdar’ı ikna etmeye çalıştı:

“–Efendimiz, bugün iyi kötü sâyenizde yaşıyoruz, fakat hazıra dağ dayanmaz, bunun yarını da var!” Sultan Vahdettin aynen şöyle diyerek meseleyi kesip attı:

“–Ne yapalım azizim Tâhir Bey, soğan ekmek yeriz.”

Ser-yâver vaziyeti öğrendikten sonra Sultan Vahdettin’i askerce selamladı ve salondan çıktı.[3]

Gerçekten çok zor günler geçiriyor olmasına rağmen Sultan Vahdettin’in sahip olduğu bu emânet şuuru takdire şâyandır. Allah, ashâb-ı kirama ve kahraman ecdadımıza gani gani rahmet eylesin.

Dipnotlar:

[1] Müslim, İmâre, 26. Krş. Buhârî, Zekât, 3. [2] Refi‘ Cevad Ulunay, Bu Gözler Neler Gördü?, İst. 2004, s. 42; Kadir Mısıoğlu, Bir Mazlum Padişah: Sultan Vahideddin, İstanbul 2005, s. 98-99. [3] Ulunay, Bu Gözler Neler Gördü? s. 41-43; Mısıroğlu, Sultan Vahideddin, s. 96-100.

Kaynak: Murat Kaya, Altınoluk Dergisi, Sayı: 466

İslam ve İhsan

PEYGAMBERİMİZİN HAYATINDAN AHDE VEFÂ ÖRNEKLERİ

Peygamberimizin Hayatından Ahde Vefâ Örnekleri

EMANET VE AHDE VEFA İLE İLGİLİ ÖRNEKLER

Emanet ve Ahde Vefa İle İlgili Örnekler

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.