Ehl-i Suffe Kimlerdir?

Ehl-i Suffe nedir, kime denir? Ehl-i Suffe’nin fazileti nedir? Ehl-i Suffe hakkında hadis-i şerifler.

Sözlükte “gölgelik” anlamına gelen suffe, Mescid-i Nebevî’nin giriş kısmında Medine’de evleri ve kalabilecek yakınları olmayan sahâbîlerin barınması için yapılan mekânın adı olmuştur. Burada kalan ve çoğunluğunu muhacirlerden oluşan topluluğa “ashâbü’s-Suffe / ashâb-ı Suffe” veya “ehlü’s-Suffe / ehl-i Suffe” denilmiştir.

EHL-İ SUFFE KİMLERDİR?

Kıble değiştiğinde Mescid’in arka tarafının üstü örtüldü, küçük bir tavan yapıldı. Böyle yerlere “Suffe” veya “Zulle” denirdi. İlk müşterileri, açıkta kalan fakir muhâcirler olduğu için buraya “Suffetü’l-Mühâcirîn” de denir. Daha sonra Medîne’ye gelen yabancı heyetler ve fertler de Suffe’ye dâhil olmuşlardır.

Ehl-i Suffe, muhtelif kabilelerin karışımından müteşekkil oldukları için Allah Rasûlü (s.a.v) onlara “el-Evfâd” ismini de vermişti. (Ahmed, VI, 390-391)

Medîne-i Münevvere’ye gelen biri, tanıdığı varsa onun evine misâfir olurdu, yoksa Suffe’de kalırdı. (Ahmed, III, 487)

Ensâr’dan zühd ve fakr hayâtını seven bazı sahâbîler de, evleri olduğu hâlde Suffe’de kalıyorlardı. Kâ’b bin Mâlik, Hanzala bin Ebî Âmir, Hârise bin Nu’mân (r.a) gibi…

Şu kadını da Ashâb-ı Suffe’den saymak mümkündür:

Hz. Âişe (r.a) şöyle buyurmuştur:

“Arap kabîlelerinden birinde siyah bir câriye vardı ki, âzâd edildiği halde yine o kabîle ile berâber ikâmet ediyordu. Bir gün bana şu hâdiseyi anlattı:

«‒Yanlarında kaldığım kabileden, üzerinde kırmızı sırımlardan yapılmış bir gerdanlık bulunan küçük bir kızcağız (gelin) çıktı. Bir ara gerdanlığı üzerinden çıkardı veya gerdanlık üzerinden düştü. Gerdanlık yerde dururken oraya bir çaylak geldi ve onu et parçası zannederek kapıp kaçtı. Gerdanlığı çok aradılar ancak bulamadılar. Bunun üzerine beni (hırsızlıkla) ithâm ettiler.»

Her tarafı aramaya başlamışlar, hattâ cariyenin ön tarafını bile aramışlar. Câriye sözlerine şöyle devam etti:

«‒Vallâhi ben onlarla beraber ayakta durup beklerken çaylak gelip gerdanlığı attı. O da tam ortalarına düştü:

“‒İşte beni itham ettiğiniz şey! Siz onu benim çaldığımı söylediniz, hâlbuki ben berîyim. İşte o, aradığınız gerdanlığın ta kendisi!” dedim.»

O siyah câriye, Rasûlullâh (s.a.v) Efendimiz’e gelip Müslüman oldu. Mescid-i Şerîf’in bir kenarında ona mahsus bir kıl çadır veya küçük bir oda vardı. Yanıma gelir ve benimle sohbet ederdi. Ne zaman yanıma otursa mutlaka:

«‒Yevmü’l-Vişâh (Gerdanlık günü), Rabbimizin hayret verici işlerinden biridir.

Şüphesiz ki O, beni küfür diyarından kurtardı.» derdi. Bir gün ona:

«‒Nedir bu hâlin? Ne zaman benimle otursan mutlaka bunu söylüyorsun!» dedim.

Bunun üzerine bana bu kıssayı anlattı.” (Buhârî, Salât, 57, Menâkıbu’l-Ensâr, 26)

Ehl-i Suffe’nin adedi devamlı artar ve eksilirdi. 70 kişi oldukları nakledilmiş, sâdece Sa’d bin Ubâde (r.a)’in 300 kişiye yemek yedirdiği olmuş, bu esnâda diğer sahâbîlere misafir olanların adedi ise bilinmiyor.

Ehl-i Suffe, ilme, ibâdete ve zikre teksif olurlar, bir yerde cihâd zuhur ettiğinde hemen oraya koşarlardı.

Kendilerini soğuktan koruyacak ve bütün vücutlarını örtecek tam bir elbiseleri yoktu. Ebû Hüreyre (r.a) şöyle buyurur:

“Ben Suffe Ehli’nden yetmiş kişiyi gördüm. Hiçbirinin vücûdun belden üst tarafını örten bir elbisesi (ridâ) yoktu. Ya belden aşağı giyilen bir izâr ya da boyunlarına bağlayıp aşağıya saldıkları bir elbiseleri vardı. Bunların bir kısmı baldırlarının yarısına, bir kısmı da topuklarına erişirdi de avret yerleri görülmesin diye elbiselerini elleriyle toplarlardı.” (Buhârî, Salât, 58)

Yani hiçbiri vücûdunu tam olarak örtecek iki parça kumaş bulamıyordu.

Yiyecekleri çoğunlukla hurma idi. Efendimiz (s.a.v) onlara her gün kişi başı yarım müdd hurma verirlerdi. Elinde olsa et gibi farklı yemekler de ikram etmek istediğini ifade ederek sabretmelerini tavsiye buyururlardı. Âhirette kendilerine ihsân edilecek nimetleri bilseler, bu yokluğa hiç üzülmeyeceklerini ifâde buyururlardı. Allah Rasûlü (s.a.v) Efendimiz’in eline ne geçerse Ehl-i Suffe’ye ikrâm ederlerdi.

Ebû Hüreyre (r.a) şöyle buyurur:

“Suffe Ehli, İslâm misâfirleriydi. Onların ne sığınacak bir âileleri ne malları ne de bir kimseleri vardı. Bir sadaka geldiğinde Peygamber Efendimiz onlara gönderir, kendisi ondan hiçbir şey almazdı. Şâyet gelen bir hediye ise yine onlara gönderir, kendileri de ondan bir parça alırlardı. Böylece gelen hediyeyi ashâbıyla paylaşırlardı.” (Buhârî, Rikâk, 17)

AÇLIKTAN BAYILAN SAHABİLER

Fedâle bin Ubeyd (r.a) şöyle anlatır:

“Rasûlullâh Efendimiz (s.a.v) ashâbına namaz kıldırırlarken, onlardan bazıları, açlığın verdiği tâkatsizlik sebebiyle ayakta duramayarak yere düşerlerdi. Bunlar Suffe Ashâbı idi. Çölden gelen bedevîler; «Bunlar deli!» derlerdi. Allâh Rasûlü (s.a.v) namazı bitirdiklerinde açlıktan bayılanların yanına gelir ve onları tesellî ederek:

«Allâh Teâlâ’nın katında sizin için neler hazırlandığını bir bilseydiniz, daha fazla yoksul ve muhtaç olmayı isterdiniz.» buyururlardı.”

Râvî Fedâle (r.a): “Ben o gün Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz ile beraberdim” buyurur. (Tirmizî, Zühd, 39/2368)

HİZMETÇİDEN DAHA HAYIRLI

Hz. Ali (r.a) bir zâta:

“Sana kendim ve Fâtıma bint-i Rasûlillah (s.a.v) hakkında bir şey anlatayım mı ki o âilesinin Efendimiz (s.a.v)’e en sevgili olanı idi?” der. O zât da “‒Evet, anlatın!” karşılığını verince şöyle buyurur:

Hz. Fâtıma (r.a) değirmen çevirdiği için elinde, kırba ile su taşıdığı için boynunda yaralar oluşur, evi süpürdüğü için de üstü başı toz-toprak içinde kalırdı. Bir ara Allah Rasûlü’ne bâzı savaş esirleri getirilmişti. Fâtıma’ya:

«–Babana gidip bir hizmetçi istesen!» dedim. Fâtıma (r.a) gitti, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in, o esnâda bâzı kimselerle konuştuğunu gördü ve geri döndü. Ertesi gün Allah Rasûlü (s.a.v) Fâtıma’ya gelerek:

«–Kızım ihtiyacın ne idi?» diye sordu. Fâtıma (r.a) sükût edip cevap vermedi. Ben araya girip:

«–Ben anlatayım ey Allâh’ın Rasûlü!» dedim ve vaziyeti anlattım. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v):

“–Ey Fâtıma! Allah’tan kork! Allâh’ın farzlarını edâ et! Âilenin işlerini yap! Yatağına girince otuz üç kere Sübhânallah, otuz üç kere el-Hamdü lillâh, otuz dört kere Allâhu ekber, de! Böylece hepsi yüz yapar. Bu senin için hizmetçiden daha hayırlıdır.” buyurdular. Fâtıma (r.a):

«−Allah’tan ve Rasûlü’nden râzıyım!» dedi. Rasûlullah (s.a.v) onlara hizmetçi vermediler.” (Ebû Dâvûd, Harac, 19-20/2988-2989. Bkz. Buhârî, Humus, 6)

Diğer rivâyete göre Efendimiz (s.a.v) şunları da söylediler:

“–Vallâhi Ehl-i Suffe’nin açlıktan karınları sırtlarına yapışırken ve ben de onlara sarf edecek bir şey bulamazken onları bırakıp da size hizmetçi veremem. Esirleri satıp onlardan aldığım ücretleri Ashâb-ı Suffe için harcayacağım.” (Ahmed, I, 106; Heysemî, X, 100)

Ebû Hüreyre (r.a) şöyle buyurur:

“Bir gün Ashâb-ı Suffe’nin arasındaydım. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) bize Acve hurması gönderdi. Hurmalar ortamıza döküldü. Açlıktan ikişer ikişer yemeye başladık. Arkadaşlarımızdan biri iki hurmayı aynı anda yediği zaman diğerlerine; «Ben çift yedim siz de çift çift yiyin!» diyordu.” (İbn-i Hibbân, Sahîh, XII, 37/5233; Hâkim, IV, 133/7132)

Ebû Talha (r.a) bir gün Efendimiz (s.a.v)’in yanına vardığında, O’nun ayakta Ashâb-ı Suffe’ye Kur’ân öğrettiğini gördü. Allah Rasûlü (s.a.v), açlıktan iki büklüm olan belini doğrultmak için karnına taş bağlamışlardı. İşte Rasûl-i Ekrem Efendimiz ve ashâbının meşgûliyeti, Allah’ın kitâbını anlamak ve öğrenmek, arzu ve iştiyakları da Kur’ân’ı tekrar tekrar okumak ve dinlemekti. (Ebû Nuaym, Hilye, I, 342)

FAKİRLERE KARŞI İNSANLARIN EN HAYIRLISI

Ebû Hüreyre (r.a) şöyle buyurur:

“İnsanlar, «Ebû Hüreyre çok fazla (hadîs) rivâyet ediyor» diyorlar. Hâlbuki bunun sebebi, karın tokluğuna devamlı Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’in yanında bulunmamdır. Hiç mayalı ekmek yemez, gösterişli elbise giymezdim. Bana kadın veya erkek hiç kimse de hizmet etmezdi. Ve sık sık açlıktan karnıma taş bağlardım. Bir kimseden sadece beni eve götürüp karnımı doyursun diye ezberimde olan bir âyet okutmasını isterdim. Fakirlere karşı insanların en hayırlısı Câfer bin Ebî Tâlib (r.a) idi; o bizi eve götürür ve evinde ne varsa bize yedirirdi. Hattâ çoğu zaman boş yağ tulumunu bile bize ikrâm ederdi, onu yarardı, bizde içinde kalanı yalardık…” (Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 10. Krş. Buhârî, İlim, 42)

“Muhâcir kardeşlerimiz çarşıda, pazarda ticâretle; Ensâr kardeşlerimiz tarlada, bahçede ziraatle meşgûl iken, Ebû Hüreyre karın tokluğuna Allâh Rasûlü’nün yanında bulunuyor, onların şâhid olmadığı nice şeylere şâhid oluyor, ezberleyemediklerini ezberliyordu.” (Buhârî, İlim, 42. Krş. Müslim, Fedâil, 159, 160)

MUHACİRLERİN FAKİRLERİ

Hz. Ebûbekir’in oğlu Abdurrahman (r.a) şu hâdiseyi nakleder:

“Suffe Ashâbı gâyet fakir kimselerdi. Bir defâsında Nebî (s.a.v) şöyle buyurdular:

«−İki kişilik yemeği olan, (Suffe Ashâbı’ndan) bir üçüncüsünü; dört kişilik yemeği olan da bir beşincisini ve hattâ altıncısını yemeğe buyur edip götürsün!»

Babam Ebûbekir, onlardan üç kişiyi evimize getirdi. Rasûlullah (s.a.v) de on kişiyi hâne-i saâdetlerine götürüp ikrâm ettiler…

Allâh’a yemin ederim ki, yediğimiz her lokmanın ardından yemek daha da artıyordu. Nihâyet misâfirler doydular. Yemek de ilk getirildiğinden daha fazla olarak ortada duruyordu. Hz. Ebûbekir, yemeğe baktı ve hanımına hitâben:

«−Ey Benî Firâs’ın kızı! Bu ne hâl?» dedi. O da:

«−Gözümün nûruna yemin ederim ki, yemek şimdi öncekinden üç misli daha fazla!» dedi.

Babam yemeğin geri kalanını Allah Rasûlü’ne gönderdi. Rasûlullah (s.a.v) bu yemekten yediler. Kalan yemek, orada sabaha kadar durdu. Biz Müslümanlarla bir kabîle arasında anlaşma vardı. Anlaşmanın süresi bittiği için onlar Medîne’ye gelmişlerdi. İçlerinden sözcü olarak on iki kişi ayırdık. Her biri ile beraber kaç kişinin bulunduğunu Allah bilir. İşte onların hepsi o yemekten yediler.” (Bkz. Buhârî, Mevâkît 41, Menâkıb 25, Edeb 87-88; Müslim, Eşribe 176, 177)

FAKİR MUHACİRLER

Berâ bin Âzib (r.a) şöyle anlatır:

Ensâr, hasat mevsiminde hurma salkımlarından getirip Mescid-i Nebevî’deki iki direk arasına bağlanan bir ipe asar, fakir Muhâcirler de ondan yerlerdi. Bazıları, oraya konan hurma hevenklerinin çokluğuna bakarak, bir beis olmayacağı düşüncesiyle, iyilerin arasına kötü hurmaları da koydular. Allah Teâlâ böyle yapanlar hakkında şu âyet-i kerimeyi inzâl buyurdu:

“Ey iman edenler! Kazandıklarınızın ve yerden sizin için çıkardığımız nîmetlerin iyilerinden (Allah için) infak edin. (Size verildiği takdirde) gözünüzü yummadan alamayacağınız (basit ve değersiz) şeyleri, hayır diye vermeye kalkışmayın! Allah’ın her şeyden müstağnî ve övülmeye lâyık olduğunu bilin!” (el-Bakara, 267) (Vâhidî, s. 90)

Avf bin Mâlik (r.a) demiştir ki:

Rasûlullah (s.a.v) elinde bir asâ ile yanımıza Mescid’e geldiler. Bir kişi, Mescid’e (sadaka olarak) âdî bir kuru hurma salkımı asmıştı. Rasûlullah (s.a.v) asâ ile bu hurma salkımına dürttüler ve şöyle buyurdular:

“‒Bu sadakanın sahibi dileseydi, bundan daha iyisini vere­bilirdi. Bu sadakanın sahibi, kıyamet günü âdi hurma yiye­cektir.” (Ebû Dâvûd, Zekât, 17/1608)

Mescid’e hurma salkımı asma âdeti, daha sonraki asırlarda da devam etmiştir. (Semhûdî, Vefâü’l-vefâ, II, 51)

BİZE KUR’AN’I VE SÜNNET’İ ÖĞRETECEK İNSANLAR GÖNDERSENİZ

Enes (r.a) şöyle anlatır:

Birtakım kimseler Peygamber (s.a.v) Efendimiz’e gelerek, “Bize Kur’ân’ı ve Sünnet’i öğretecek insanlar gönderseniz!» dediler. Rasûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v), içlerinde dayım Harâm’ın da bulunduğu, Ensâr’dan kendilerine kurrâ denilen yetmiş kişiyi onlara gönderdi. Bunlar Kur’ân okuyor, geceleri onu aralarında müzâkere edip öğreniyorlardı. Gündüzleri ise su getirip Mescid’e koyuyorlar, odun toplayıp onu satıyorlar, bedeliyle de Suffe ehline ve fakirlere yiyecek satın alıyorlardı. İşte Nebî (s.a.v) onlara bu kişileri göndermişti…” (Müslim, İmâre, 147. Bkz. Buhârî, Cihâd, 9)

İSLAM’IN MİSAFİRLERİ

Ebû Hüreyre (r.a) bir hatırasını şöyle anlatır:

Kendisinden başka ilâh olmayan Allah’a yemin ederim ki ben bazen açlıktan karnımı yere dayar, bazen de mideme taş bağlardım. Bir gün sahâbîlerin geçtikleri yol üzerine oturmuştum... Rasûlullah (s.a.v) benim yanımdan geçtiler ve beni görünce tebessüm ettiler. Kalbimden geçeni yüzümden anladılar ve:

“−Ebû Hüreyre!” buyurdular. Ben:

“–Buyurunuz, yâ Rasûlallah!” dedim. Rasûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v):

“−Beni takip et” buyurdular ve yollarına devam ettiler.

Ben de peşlerinden yürüdüm. Allah Rasûlü (s.a.v) evlerine girdiler, ben de girmek için izin istedim, izin verdiler, içeri girdim. Bir kap içinde süt buldular ve:

“−Bu süt nereden geldi?” diye sordular. Âilesi:

“–Falan erkek veya falan kadın onu size hediye etti” dediler. Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v):

“− Ebû Hüreyre!” diye seslendiler. Ben:

“–Buyurunuz, yâ Rasûlallah!” dedim.

“−Suffe ehline git, onları bana çağır” buyurdular.

Ebû Hüreyre (r.a) der ki:

Suffe ehli İslâm’ın misafirleriydi. Onların ne sığınacak aileleri, ne malları, ne de bir kimseleri vardı. Peygamber Efendimiz’e bir sadaka geldiğinde onlara gönderir, kendisi ondan hiçbir şey almazlardı. Şayet bir hediye gelmişse ondan bir parça alır, kalanını onlara gönderir, böylece gelen hediyeyi onlarla paylaşmış olurlardı. Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’in Suffe ehlini davet etmesi hoşuma gitmedi. Kendi kendime:

“−Bu süt, Suffe ehli arasında kime yetecek ki! O sütü içmek sûretiyle kuvvetlenmeye ben daha çok hak sahibiyim. Hâlbuki onlar geldiğinde Rasûlullah (s.a.v) bana emreder, ben de onlara veririm; belki de o sütten bana kalmaz. Fakat Allah’ın ve Rasûlü’nün emrine itaat etmemek de olmaz” dedim.

Neticede gittim ve kendilerini davet ettim. Onlar bu daveti kabul ettiler ve girmek için izin istediler. İzin verildi, içeri girip oturdular. Peygamber Efendimiz (s.a.v):

“−Ebû Hüreyre!” diye seslendiler. Ben:

“–Buyurunuz, yâ Rasûlallah!” dedim.

“−Al, onlara ver!” buyurdular.

Ben de süt kabını aldım ve sırayla vermeye başladım. Kabı alan kanıncaya kadar içiyor, sonra geri veriyor, ben bir başkasına veriyordum; o da kanıncaya kadar içiyor sonra geri veriyordu. En sonunda kabı Nebî (s.a.v)’e verdim. Topluluğun hepsi süte kanmışlardı. Rasûlullah (s.a.v) kabı alıp elinde tuttular ve bana bakıp tebessüm ettiler. Sonra:

“−Ebû Hüreyre!” buyurdular.

“–Buyurunuz, yâ Rasûlallah!” dedim.

“−Bir ben kaldım, bir de sen” buyurdular.

“–Doğru söylediniz, yâ Rasûlallah” dedim.

“−Otur da iç” buyurdular. Ben de oturdum ve içtim. Sonra yine:

“−İç, iç” buyurdular. Yine oturdum ve içtim. Rasûl-i Ekrem durmadan:

“−İç, iç” buyuruyorlardı. Sonunda ben:

“–Hayır. Seni hak peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, artık içecek yerim kalmadı” dedim.

“−Bana ver” buyurdular.

Kabı Rasûl-i Ekrem’e verdim, Allah Teâlâ’ya hamdettiler, besmele çektiler ve kalan sütü kendileri içtiler. (Buhârî, Rikâk, 17)

ENSAR’DAN 70 GENÇ

Enes (r.a) şöyle buyurur:

“Ensâr’dan 70 genç vardı, Kurrâ diye isimlendirilirlerdi. Mescid’de bulunurlardı, akşam olup hava karardığında Medîne-i Münevvere’nin kenârında tâyin ettikleri bir yere çekilirler, orada sabaha kadar Kur’ân-ı Kerîm dersi yapar, onun mânâlarını anlamak için uzun uzun müzâkerelerde bulunurlar ve uzun uzun namaz kılarlardı. Âileleri onların Mescid’de olduğunu, Mescid’deki Ehl-i Suffe de gençlerin evlerine gittiğini zannederlerdi. Sabah olduğunda gücü olan gençler civardaki kuyulardan Mescid’e tatlı su getirir, dağdan odun getirip bunları Rasûlullâh (s.a.v) Efendimiz’in odasının duvarına dayarlardı. (Efendimiz [s.a.v]’in ihtiyacı dışındaki odunları satıp Ehl-i Suffe’ye yiyecek alırlardı.) Mâlî imkânı yerinde olan gençler de toplanıp bir koyun satın alır, onu hazırlayıp pişirir ve yine Efendimiz (s.a.v)’in odasının duvarına asarlardı. (Bu şekilde imkânları nisbetinde infâk eder ve muhtaç mü’minlere ikramlarda bulunurlardı.)

Nebî (s.a.v) onların hepsini muallim olarak Arap kabîlelerine gönderdiler. Onlar Bi’r-i Maûne’de ihânete uğradılar. Hâinlerle çarpışarak şehîd oldular. Allah Rasûlü (s.a.v) Efendimiz’in onlara üzüldükleri kadar hiçbir şeye üzüldüklerini görmedim. Bu hâdise Efendimiz (s.a.v)’e o kadar ağır geldi ki Kurrâ’nın kâtillerine (bir ay boyunca) sabah namazından sonra bedduâ ettiler.”[1]

EHL-İ SUFFE’NİN FAZİLETİ

Ashâb-ı kirâm arasında fazîlet bakımından Hulefâ-i Râşidîn, Aşere-i Mübeşşere ve Ashâb-ı Bedir’den sonra Ashâb-ı Suffe gelirdi. Allâh Teâlâ onları muhtelif âyetlerde medhetmiştir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

(Yapacağınız hayırlar) kendilerini Allâh yoluna adamış, bu sebeple yeryüzünde kazanç için dolaşamayan fakirlere olsun. Bilmeyen kimseler, iffetlerinden dolayı onları zengin zannederler. Sen onları sîmâlarından tanırsın. Çünkü onlar yüzsüzlük ederek istemezler. Yaptığınız her hayrı muhakkak Allâh bilir.” (el-Bakara, 273)

Dipnot:

[1] Bkz. Ahmed, III, 235, 137; Buhârî, Cenâiz, 41, Cihâd 9, Vitr 7, Meğâzî 28; Müslim, İmâre, 147.

Kaynak: Dr. Murat Kaya, Siyer-i Nebi.

İslam ve İhsan

ASHÂB-I SUFFE NEDİR, KİME DENİR?

Ashâb-ı Suffe Nedir, Kime Denir?

EHLİ SUFFE KİMLER? EHLİ SUFFE'NİN ÖZELLİKLERİ VE FAZİLETİ

Ehli Suffe Kimler? Ehli Suffe'nin Özellikleri ve Fazileti

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.