Ebu Leheb'in Peygamberimize Düşmanlığı

Fahr-i Kâinât Efendimiz’in hâne-i saâdetleri, iki ebediyyet fukarâsı Ebû Leheb ile Ukbe bin Ebî Muayt’ın evleri arasında idi. Bunlar, her türlü pisliği getirip Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kapısının önüne atarlardı. Fahr-i Kâinât Efendimiz’in rakîk ve temiz gönlü, komşularının bu çirkin muâmelesinden incinir:

−Ey Abdi Menaf Oğulları! Bu nasıl komşuluk?! diye sitem eder, pislikleri kapısının önünden yayı ile uzaklaştırırdı. (İbn-i Sa’d, I, 201)

Ebû Leheb, birgün yine aynı menfur hareketini yapmak üzereyken Hazret-i Hamza onu gördü. Pisliği elinden alıp başının üzerine döktü. Ebû Leheb, bir taraftan pislikleri temizlerken, diğer taraftan da Hazret-i Hamza’ya hakâret ediyordu.( İbn-i Esîr, el-Kâmil, II, 70)

Ebû Leheb’in karısı Ümmü Cemîl de Allâh Rasûlü’ne ezâ ve cefâ etmekte kocasından geri kalmaz, her gece dikenli ağaç dallarını büyük bir demet yapar, boynuna bağlar, geceleyin ayağına batması için Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in geçeceği yollara atardı. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise, ipek üzerine basar gibi onların üzerine basar geçerdi.( İbn-i Hişâm, I, 376; Kurtubî, XX, 240.)

Onların bu zulümleri sebebiyle haklarında Tebbet Sûresi nâzil olmuştu. Ümmü Cemîl bunu duyunca, eline büyükçe bir taş alarak Peygamber Efendimiz’i aramaya çıktı. Allâh Rasûlü, o esnâda Hazret-i Ebû Bekir ile birlikte Kâbe’de bulunuyordu.

Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, onun geldiğini görünce Varlık Nûru’na:

−Yâ Rasûlallâh! Bu Ümmü Cemîl’dir. Çirkef bir kadındır. Siz’i görüp eziyet etmesinden korkuyorum. Keşke bu kadın Sana bir zarar vermeden kalkıp gitmiş olsaydın!” dedi.

Fahr-i Kâinât Efendimiz:

−O beni göremez! buyurdu.

Hakîkaten de Ümmü Cemîl yanlarına geldiği hâlde Allâh Rasûlü’nü göremedi. Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın yanında bâzı hezeyanlar savurduktan sonra çekip gitti. (İbn-i Hişâm, I, 378-379; Kurtubî, XX, 234.)

Nübüvvetten önce Peygamber Efendimiz’in kerîmesi Hazret-i Ümmü Gülsüm, Ebû Leheb’in oğlu Uteybe ile, Hazret-i Rukıyye de diğer oğlu Utbe ile nişanlanmış olup henüz evlenmemişlerdi. Tebbet Sûresi nâzil olunca Ümmü Cemîl, oğullarına:

−Rukıyye ve Ümmü Gülsüm dinden çıkmışlardır. Onlardan ayrılın!” dedi.

Ebû Leheb de:

−Muhammed’in kızını boşamazsanız, başım başınıza harâm olsun!” diyerek yemin etti.

Bunun üzerine Allâh Rasûlü’nün yanına gelen Uteybe:

−Ben, Sen’in dînini tanımıyorum. Kızından da ayrıldım. Artık ne Sen bana gel ne de ben Sana gelirim!” dedikten sonra Âlemlerin Efendisi’nin gömleğini yırttı!

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Uteybe’nin yapmış olduğu bu terbiyesizlik karşısında:

−Allâh’ım! Köpeklerinden bir köpeği ona musallat et! diyerek bedduâ etti.

Bir müddet sonra Uteybe bir ticâret kafilesiyle yola çıktı. Zerkâ diye bilinen bir yerde konakladılar. O gece bir arslan gelip çevrelerinde dolaşmaya başlayınca Uteybe:

−Vay anam! Vallâhi Muhammed’in dediği gibi bu beni yiyecek! Kendisi Mekke’de, ben Şam’da olsam da benim kâtilim İbn-i Ebî Kebşe’dir!” dedi.

Arslan o gece çevrelerinde dolaştıktan sonra dönüp gitti. Arkadaşları Uteybe’yi ortalarına alıp uyudular. Arslan geri geldi. Aralarından geçti. Yavaş yavaş ve koklaya koklaya Uteybe’nin yanına kadar vardı, başını yakalayıp öyle bir ısırdı ki, Allâh düşmanı ölümle burun buruna geliverdi.

Uteybe:

−Ben size «Muhammed, insanların en doğru sözlüsüdür.» demedim mi?” diyerek ölüp gitti.

Ebû Leheb, oğlu Uteybe’nin fecî âkıbetini haber alınca:

−Ben size «Muhammed’in oğlum hakkındaki bedduâsından korkuyorum.» dememiş miydim?” dedi.(İbn-i Sa’d, VIII, 36-37; Beyhakî, Delâil, II, 338-339; Heysemî, VI, 19.)

Varlık Nûru -aleyhissalâtü vesselâm- Efendimiz, bu dönemde Ebû Leheb gibi daha nice müşriğin pek çok eziyetlerine mâruz kaldı. Onların hepsine sabır ve tahammülle mukâbele ederek teblîğine devâm etti.

KAYNAK: Osman Nuri TOPBAŞ, Hazret-i Muhammed Mustafa-1, Erkam Yayınları, İstanbul

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.