Bâyezid-i Bistami Hazretleri Kimdir?

Altın Silsile’nin beşinci halkası, Arifler Sultanı Bâyezîd-i Bistâmî Hazretlerinin hayatı...

Bâyezîd -i Bistâmî -rahmetullâhi aleyh- (Altın Silsile 6) - Sesli Kitap

Ebû Yezîd Tayfûr bin Îsâ Hazretleri, hicrî 161 (m. 777) senesinde Bistam’da[1] dünyaya geldi. Babası Îsâ Efendi, gâyet dindar ve sâlih bir zât idi. Annesi de son derece iffetli, ahlâklı, hayâ sahibi, mütevâzı, ibadet ehli, sâliha bir hanımdı. Çokça duâ eder ve rakik kalbi Allah korkusuyla çarpardı. Hayatın değişen şartları ve acı-tatlı sürprizleri karşısında dâimâ Allâh’ın takdîrinden râzı olarak yaşar ve her ahvâlde Hakk’ın rızâsını kazanmaya çalışırdı.[2]

Bâyezîd Hazretlerinin hârikulâde hâlleri, daha doğmadan başlamıştı. Annesi ne zaman ağzına şüpheli bir lokma alacak olsa bebek tepinmeye başlar, lokmayı ağzından çıkarıncaya kadar bu hareketi devam ederdi.[3]

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretlerinin, Câfer-i Sâdık Hazretlerinin torunu İmâm Ali Rızâ Hazretlerinden istifâde ettiği nakledilmektedir.[4]

ÂRİFLER SULTÂNI (SULTÂNÜ’L-ÂRİFÎN)

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri, ilâhî muhabbet deryâsına dalmış bir Hak âşığı idi. Devamlı olarak bedenini mücâhede, kalbini de müşâhede hâlinde tutardı. Tasavvuf yolunun ince ve derin mânâlarına âşinâ idi.[5] Bu sebeple kendisine Sultânü’l-Ârifîn (Ârifler Sultânı), Seyyid-i Ârifân, Pîr-i Bistâm gibi sıfatlar verildi. Sonraki devirlerde bir velîyi medhetmek için; “Asrın Bâyezîd’i” ifâdesinin kullanılması bile, onun mânevî mertebesini ifâdeye kâfîdir.

Bâzı insanlar onun tevhid ve hakîkat ilimlerine dâir sözlerini anlayamadıkları için çeşitli ithamlarda bulunmuş, ona birtakım yanlış fikirler izâfe etmişlerdir. Bu ithamlara ehemmiyet verilmemelidir.[6]

BÂYEZİD-İ BİSTAMİ HAZRETLERİNİN GENÇLİĞİ

Bâyezîd Hazretleri daha çocukken, ilerde büyük bir Allah dostu olacağının emârelerini sergiliyordu. Her hâl ve hareketi ölçülü, sözleri hikmetli, bakışları derin ve mânâlı, yüzü ise nurlu idi.

O zamanın meşhur mutasavvıflarından Şakîk-ı Belhî g hacca giderken Bistâm’a uğramış, bir câmi yanında oynayan çocuklar arasındaki Bâyezîd’i hemen fark etmişti. Şakîk o câmide vaaz ederken, Bâyezîd çocuk hâliyle gelip pür edep onu dinledi. Bâyezîd’in hâli Şakîk’in dikkatinden kaçmadı ve firâset göstererek:

“–Bu çocuk ilerde mâneviyat ricâlinden bir yiğit olacak!” buyurdu.[7]

  • Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri Namaza Nasıl Başladı?

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri küçük yaşta Kur’ân-ı Kerîm okumaya başlamıştı. Ey örtünüp bürünen! Birazı hâriç, geceleri kalk namaz kıl!”[8] âyet-i kerîmesine gelince babasına:

“–Babacığım, Cenâb-ı Hak burada kime hitâb ediyor?” diye sordu. O da:

“–Yavrucuğum, Cenâb-ı Hak burada Resûlullah Efendimiz’i kastediyor. Rabbimiz daha sonra Tâhâ Sûresi’nde bu hükmü hafifletti.” dedi.

Bâyezîd Hazretleri okumaya devam edince; (Rasûlüm!) Sen’in, gecenin üçte ikisine yakın kısmını, yarısını ve üçte birini ayakta ibadetle geçirdiğini ve beraberinde bulunanlardan bir topluluğun da (böyle yaptığını) Rabbin elbette biliyor. Gece ve gündüzü takdîr eden, (içinde olup bitenleri kâmilen ölçüp biçen) ancak Allah Teâlâ’dır…”[9] âyet-i kerîmesine geldi:

“–Babacığım, ben gece ibadete kalkan bir grup insandan bahsedildiğini işitiyorum!” dedi. Babası:

“–Evet yavrum, onlar Resûlullah Efendimiz’in ashâbıdır.” dedi.

Bunun üzerine Bâyezîd Hazretleri:

“–Babacığım, Rasûlullah ve ashâbının yaptığı bir şeyi terk etmekte ne hayır olabilir ki?!” dedi.

O günden sonra babası gecelerini ibadetle geçirmeye başladı.

Bir gece Bâyezîd Hazretleri uyandı ve:

“–Babacığım, bana da namazı tâlim et ki seninle birlikte namaz kılayım!” dedi.

Babası ise:

“–Uyu, sen daha küçüksün!” dedi.

Bâyezîd Hazretleri şu karşılığı verdi:

“–Babacığım, kıyâmet günü insanlar amellerini görmek için mezarlarından fırlayıp bölük bölük huzûr-i ilâhîye vardıkları zaman,[10] Rabbim bana;

«–Dünya hayatında ne amel işledin ey kulum?» diye sorduğunda ben de:

«–Ey Rabbim! Babama; “Bana namazı öğret, seninle birlikte namaz kılayım!” dedim, o ise bana “Uyu, sen daha küçüksün!” dedi.» diyeceğim.”

Bunun üzerine babası:

“–Hayır, vallâhi böyle söylemeni istemem!” dedi ve oğluna namazı tâlim etti. Bundan sonra Bâyezîd Hazretleri de çocuk yaşında geceleri hep kalkar ve teheccüd namazı kılardı.[11]

  • Hizmet Edilecek İki Kapı

Annesi onu mektebe göndermişti. “...Bana ve ana-babana şükret!..” (Lokmân, 14) âyet-i kerîmesine geldiklerinde, Bâyezîd Hazretleri hocasından bu âyetin îzâhını istedi. Yapılan tefsîr onu derinden sarstı. Kalemi-defteri bıraktı, izin alıp koşa koşa eve geldi ve kendisini annesinin kollarına attı. Hem ağlıyor, hem de:

“–Ne olur anneciğim!” diye yalvarıyordu. Annesi bu duruma şaşırdı:

“–Ne oldu yavrum?” diye sordu.

Bâyezîd Hazretleri şöyle dedi:

“–Bir şey olmadı anneciğim! Bugün bir âyet-i kerîme dinledim. Allah Teâlâ bu âyette hem kendisine hem de sana hizmet etmemi istiyor. Çok müteessir oldum! Ben iki evde nasıl hizmetçilik yapayım? Buna benim gücüm yeter mi? Ya hizmette kusur edersem!

Anneciğim, Cenâb-ı Hakk’a duâ et, bütün zamanımı sana hizmete vereyim ya da beni Yüce Rabbime bağışla, hep O’na ibadet edeyim!”

Oğlunun bu hâline çok sevinen annesi:

“–Evlâdım, dâimâ hizmetinde bulunman için seni Allâh’a adadım ve kendi hakkımı helâl ettim.” dedi.[12]

  • Kulluk Edebi

Bir gün hadis âlimlerinden bir zât, küçük yaştaki Bâyezîd-i Bistâmî’yi görünce ondaki güzel hâl çok hoşuna gitti. Zekâ ve anlayışını ölçmek için sordu:

“–Güzel çocuk! Namaz kılmasını tam mânâsıyla biliyor musun?”

Bâyezîd-i Bistâmî de ona:

“–Evet, Allâh’ın dilediği kadar kılabiliyorum.” cevâbını verince:

“–Nasıl?” diye sordu.

Bâyezîd-i Bistâmî de:

“–Buyur yâ Rabbî, emrini yerine getirmek üzere huzûruna durdum, hissiyâtıyla tekbîr alıyor, اَللّٰهُ اَكْبَرُ diyorum; Kur’ân-ı Kerîm’i usûl ve kâidelerine uygun bir şekilde tâne tâne okuyor; tâzîm ile rükûya varıyor; tevâzû ile secde ediyor; vedâlaşarak selâm veriyorum.” dedi.

O zât hayran kalarak:

“–Ey zekî çocuk! Sende bu derin anlayış varken, insanların gelip başını okşamalarına niçin izin veriyorsun?” diye sordu.

Zira o zât, bu takdir ve iltifatların, Bâyezîd’in nefsini gurura sevk edebileceğini ve onun buna mahal vermemesi gerektiğini düşünüyordu.

Genç Bâyezîd-i Bistâmî ise şu ârifâne karşılığı verdi:

“–Onlar hakîkatte benim başımı değil, Allah Teâlâ’nın beni süslediği o güzelliği meshediyorlar. Bana âit olmayan bir şeye dokunmalarına nasıl mânî olabilirim?”[13]

İşte gönlün ulaşması gereken kulluk edeplerinden biri de, bu misalde olduğu gibi, bütün güzellikleri Allah’tan bilmek, onu aslâ nefsine izâfe etmemektir.

BÂYEZÎD-İ BİSTÂMÎ HAZRETLERİNİN SÜNNET-İ SENİYYE’YE BAĞLILIĞI

Hakk’a vuslat yolunda mesâfe alabilmek; ancak Kur’ân-ı Kerîm’in hükümlerine itaat etmeye, Rasûlullah Efendimiz’in Sünnet-i Seniyye’sine riâyet etmeye ve Allah dostlarının örnek hâl, ahlâk ve davranışlarına büyük bir titizlikle tâbî olmaya bağlıdır. Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri de bütün Hak dostları gibi, Sünnet-i Seniyye’yi büyük bir şevk ile îfâya gayret ederdi. Ondan zerre kadar tâviz vermezdi.

Bir gün, insanlar arasında velî diye meşhur olmuş bir kişiyi görmek için müridleriyle yola çıkmıştı. O zât evinden çıkıp mescide giderken, kıbleye doğru tükürdü. Bâyezîd Hazretleri, o zâtın bu ham ve lâkayd hâlinden çok müteessir oldu ve selâm bile vermeden hemen geri döndü. Talebelerine de şöyle dedi:

“–Bu zât Rasûlullah Efendimiz’in öğrettiği edeplerden birine riâyet hususunda bile güvenilir değil! Hakk’ın esrârı hususunda kendisine nasıl güvenilecek!”[14]

  • Sünnete Bağlılık

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretlerinin şu sözleri, onun Sünnet-i Seniyye’ye ne kadar bağlı olduğunu göstermeye kâfîdir:

“Allah Teâlâ’dan beni yeme-içme ve zevce ihtiyacından kurtarmasını istemeyi düşündüm, sonra kendi kendime:

«–Allah Teâlâ’dan böyle bir şey istemek benim için nasıl câiz olabilir ki?! Rasûlullah r böyle bir şey istememiş!» dedim ve bu düşüncemden vazgeçtim.”[15]

Bâyezîd Hazretleri, her hâlini Rasûlullah Efendimiz’in hâliyle mîzân ederdi. Efendimiz onun için tam bir fiilî kıstas idi. Onun mühim nasihatlerinden biri de şöyledir:

“Kim Kur’ân-ı Kerîm kıraatini ve zühd hayatını terk eder, cemaate devam etmez, cenâzelere katılmaz, hastaları ziyaret etmez de sûfî olduğunu iddiâ ederse, o ancak bid’atçidir.”[16]

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri bir gün yolda gidiyor, bir genç de ayak izlerine basarak onu takip ediyordu. Şeyhin üzerinde bir kürk vardı. Genç:

“–Efendim, kürkünüzden bir parça verseniz de bereket ve feyzinizden istifâde etsek!” dedi. Hazret ona şu muhteşem cevâbı verdi:

“–Kürkünü değil, bizzat Bâyezîd’in derisini giysen, onun yaptığı amelleri yapmadıkça bir fayda göremezsin!”[17]

BÂYEZÎD-İ BİSTÂMÎ HAZRETLERİNİN NEFİSLE MÜCÂHEDESİ

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri, mânevî hayatının merhalelerini temsîlî bir ifâdeyle şöyle îzah eder:

“On iki yıl nefsimin demircisi oldum, onu riyâzat körüğüne koyup mücâhede ateşiyle kızarttım. Kınama örsüne koyup melâmet ve mahviyet çekiciyle dövdüm. Sonra beş yıl nefsimin aynası oldum. Yani onu murâkabeye aldım. Türlü türlü ibadet ve tâat ile bu aynayı cilâladım. Sonra bir yıl ibret gözüyle baktım ve rûhumda, gururdan, ibadetlerime güvenmekten ve amelimi beğenmekten meydana gelen büyük bir iptilânın mevcut olduğunu gördüm. Bu musîbeti kesip atmak için beş yıl daha gayret ettim ve nihâyet îmânım kemâle erdi, İslâm’ın o rûhânî lezzetine yeniden nâil oldum.”[18]

Yine Bâyezîd Hazretleri, şöyle buyurur:

“Her hastalığı tedâvi edip iyileştirdim, ancak nefsimi tedâvi kadar zor bir şey görmedim. Hâlbuki bana nefsimden daha değersiz ve kolay gelen bir şey yoktu.”[19]

“Nefsimi ilâhî vuslata yolculuk yapmaya dâvet ettim, bu zor yolculuk hususunda nefsim direndi ve bana güçlük çıkardı. Ben de nefsin bütün dünyevî arzularını bertaraf ederek Cenâb-ı Hakk’ın huzûruna yöneldim!”[20]

  • Allah’a Vâsıl Olabilmek

Velhâsıl, Cenâb-ı Hakk’a vâsıl olabilmek için nefsin arzularını bertaraf etmek ve benliğin dik yokuşlarını aşabilmek zarurîdir. Zira bir mü’minin, enâniyet ve nefsâniyet tezâhürü olan gurur, kibir, ihtiras, öfke gibi bütün mânevî felâketlerden kendini koruyabilmesi, ancak kendi aslının “yokluk ve hiçlik” olduğunu lâyıkıyla idrâk etmesine bağlıdır. Bu gönül kıvâmına erebilenler için, çile ve ıztıraplar karşısında nefsin isyankâr feryatlarını susturabilmek ve o imtihan tecellîlerinin hikmet tarafına teksîf olabilmek son derece kolaydır.

Nitekim Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri bir gün sokaktan geçerken yanlışlıkla üzerine kül dökülmüştü. Her tarafı kirlenen Bâyezîd Hazretleri, hiçbir kızgınlık emâresi göstermedi. Bilâkis Allâh’a şükredip elleriyle yüzünü sildi. Ardından da bu hâdiseyi hikmet ve ibret nazarıyla seyrederek:

“–Aslında ben ateşe müstahaktım, ama Cenâb-ı Hak lûtfuyla beni affedip üzerime ateş yerine kül döktürdü de, beni mânen îkaz buyurdu. Bunda ne üzülecek ne de kızacak bir şey var!” dedi.[21]

BÂYEZÎD-İ BİSTÂMÎ HAZRETLERİNİN ALLAH KORKUSU VE TAKVÂ HAYATI

Bâyezîd g, Allah Teâlâ’yı zikrederken büyük bir vecd ve istiğrak hâli yaşardı. Namaz kılarken, âdeta kemiklerinin çatırdadığı duyulurdu. Bu hâl, onun Cenâb-ı Hakk’a karşı duyduğu haşyetin ve ilâhî emirlere bağlılığın bir eseri idi.[22]

Yalnızken bile Allah Teâlâ’nın huzûrunda olduğunu düşünerek dâimâ diz üstü otururdu.[23] Şöyle buyururdu:

“Otuz senedir her namaz kılarken kendimi, nefsânî arzularını hakkıyla bertaraf edememiş bir zavallı gibi hissettim.”[24]

  • İki Şeyi Unutma

Bir kişi gelip:

“–Bana öyle bir şey öğret ki, kurtuluşuma vesîle olsun!” deyince Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri şöyle buyurdu:

“–Şu iki cümleyi aklında tut, ilim olarak bunu bilmen sana kâfîdir:

1) Hak Teâlâ sana şah damarından daha yakındır, her şeyi bilir ve görür. [O hâlde kendini dâimâ ilâhî kameraların altında bil!]

2) Allah Teâlâ’nın senin ameline ihtiyacı yoktur. [Aksine senin O’na muhtaç olduğunun idrâki içinde amel-i sâlih işlemeye bak!]”[25]

  • Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri ve Mecusi

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri bir gün câmiye gidiyordu. Yağmur yağmış, yollar çamur olmuştu. Ayağı kayınca düşmemek için oradaki duvara tutundu. Bu hengâmede duvarı kirletmiş oldu. Sonra düşündü ve kendi kendine:

“–Henüz ezana vakit var. Önce duvarın sahibine gidip helâllik alsam daha iyi olacak!” dedi. Gidip duvarın sahibini buldu. Meğer adam mecûsî imiş. Durumu anlatıp helâllik diledi. Mecûsî hayretle:

“–Dîniniz gerçekten bu kadar dikkatli ve ihtiyatlı davranmanızı emrediyor mu?” diye sordu.

“–Evet!” cevâbını alınca da:

“–O hâlde ben de Allâh’a ve Rasûlü Muhammed Mustafâ’ya (s.a.v.) îmân ettim!” dedi. Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri’nin bu güzel davranışı bereketiyle o evdekilerin hepsi müslüman oldu.[26]

Bâyezîd g, mescid ve tekkelerin hâricinde hiçbir duvara yaslanmazdı. Derdi ki:

“–Hak Teâlâ her bir zerrenin hesâbını soracaktır. Şu (duvara yaslanıp ona zarar vermek ise) zerreden daha büyük bir haktır!”[27]

Bayram günleri dışında Bâyezîd Hazretlerini oruçsuz gören olmazdı. O, bu hâlde iken Allâh’a kavuşmuştur. Onun buna benzer daha nice fazîlet misalleri eserlerde nakledilmektedir.[28]

BÂYEZÎD-İ BİSTÂMÎ HAZRETLERİNİN ZÜHD HAYATI

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretlerine göre zâhid, hiçbir mal ve mülke sahip olmayan kişi değildir. Lâkin asıl zâhid, malını mülkünü kendine izâfe etmeyen, hakîkatte hiçbir şeye mâlik olmadığı şuuru içinde yaşayan ve gönlünü fânî varlıklara esir etmeyen kişidir.[29]

Zira meşrû kazancıyla servet sahibi olan mü’min de Hak katında makbûl bir kuldur. Böyle kullar dâimâ; “Mülk Allâh’ındır, hepsi Rabbimiz’e âittir, bizler ancak birer emânetçiyiz.” idrâki içinde olup, sahip oldukları her şeyden Allah yolunda infâk ederler. Fânî dünyanın aldatıcı oyuncaklarına gönül kaptırmaz, kalplerini dünya servetinin kasası olmaktan muhâfaza ederler.

Şu ifâdeler, Bâyezîd-i Bistâmî Hazretlerinin dünyaya bakış tarzını ne güzel hulâsa eder:

“Dünyanın ne kıymeti var ki, ona karşı zâhid davranmaktan bahsedilsin!”[30]

“Dünya, ehli için aldanış içinde aldanıştır. Âhiret, ehli için sürur içinde sürurdur. Allâh’a muhabbet ise nurdan bir sürur ve nûr üstüne nûrdur.”[31]

  • Dünya İle Âhireti Tercih Eden Kimselerin Vasıfları

Yine Bâyezîd Hazretleri dünyayı tercih eden ile âhireti tercih eden kimsenin vasıflarını şöyle sıralar:

Dünyayı âhirete tercih eden kişinin:

- Câhilliği bilgisinden,

- Gafleti zikrinden,

- Günahı sevâbından çok olur.

Âhireti dünyaya tercih eden sâlih kişinin ise:

- Sükûtu konuşmasından,

- Fakirliği zenginliğinden (yani kanaati hırs ve tamahından),

- Son nefes endişesi, sevincinden fazla olur. Kalbinde muhabbet gâlip olur. Sırrı, yakınlık makâmında bulunur. Nefsi, hizmet bağıyla bağlanır. Kalbi, takvâ ve rızâ-yı ilâhî istikâmetinde olur. Rûhu, sohbetin ünsiyetiyle huzur bulur.”[32]

Hakîkî zühde üç fasılda erdiğini ifâde eden Bâyezîd Hazretleri; “Birinci fasılda dünya ve içindekilere, ikinci fasılda âhiret ve içindekilere, üçüncü fasılda ise Allah Teâlâ’dan gayri her şeye karşı zâhid oldum, onları gönlümden çıkardım.” buyurur.[33]

Yine bu hususta şöyle buyurmuştur:

“İlk hacca gittiğimde sadece Kâbe’yi gördüm. İkinci gidişimde hem Kâbe’yi hem de Kâbe’nin Rabbi’ni gördüm. Üçüncü gidişimde ise sadece Kâbe’nin Rabbi’ni gördüm.”[34]

Mânevî tekâmül için kalbi dünya muhabbetinden korumak kadar, “az yeme”nin de ehemmiyetine dikkat çeken Bâyezîd Hazretleri şöyle buyururdu:

“Açlık, bulut gibidir. Kişi az yemeye riâyet edince, kalbi hikmet yağmurları yağdırmaya başlar.”[35]

HÂLIK’IN NAZARIYLA MAHLÛKÂTA BAKIŞ TARZI

Ârifler Sultânı Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri, din kardeşlerine saygısızlık etmenin ve onları hor görmenin, insanın mânevî hayatına çok büyük zararlar verdiğini ifâde eder[36] ve şöyle buyururdu:

“Halka, avâm nazarıyla bakan, yani onları hor ve hakîr gören kişi onlardan nefret eder. Hâlık’ın nazarıyla bakan ise onlara merhamet eder.”[37]

  • Allah Şu 8 Şeyi İkram Etti

Bir kişi Bâyezîd-i Bistâmî Hazretlerine gelip:

“–Bu makâmı ne ile elde ettin?” diye sormuştu. Hazret şu hikmetli cevâbı verdi:

“–Şu makam iddiâsını bırak! Lâkin Cenâb-ı Hak bana şu sekiz şeyi ikram etti:

1) Kendimi gerilerde, halkı ise benden önde gördüm. [Tevâzû.]

2) O’nun kullarına olan şefkatimden ötürü, hepsinin yerine Cehennem’de yanmaya râzı oldum. [Sonsuz bir şefkat.]

3) Hayatta hedefim dâimâ, bir mü’minin gönlünü ferahlandırmak oldu. [Diğergâmlık, îsâr, din kardeşini kendine tercih etme.]

4) Bugünden yarına hiçbir şey saklamadım. [İnfak, cömertlik, tevekkül.]

5) Allah Teâlâ’nın rahmetini kendimden çok insanlar için istedim. [Cenâb-ı Hakk’ın Rahmân sıfatının kulundaki zirve tecellîsi.]

6) Mü’minleri sevindirmek ve gönüllerindeki gamı gidermek için bütün gücümle gayret ettim. [Yalnızların, kimsesizlerin ve mâtemlerin civârında bulunmak.]

7) Şefkatimden dolayı, karşılaştığım mü’minlere önce ben selâm verdim. [Selâm, din kardeşine duâ etmek, onun hakkında hayır dilemek, gönül almak ve muhabbet vesîlesi.]

8) Kendi kendime; «Eğer Allah Teâlâ kıyâmet günü beni affedip şefâat hakkı verirse, önce bana ezâ ve cefâ edenlere, sonra iyilik ve ikramda bulunanlara şefâat edeceğim.» diye karar verdim.”[38]

Aynı şekilde Hallâc-ı Mansûr da kendisini taşlayanlar için:

“Yâ Rabbî, onlar hakîkati bilmiyorlar, benden evvel onları affet!” diye duâ etmiştir.

  • Mahlukata Bakış Tarzı

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretlerinin Yaratan’dan ötürü yaratılanlara şefkat ve merhameti öyle geniş ve derin idi ki, mahlûkâtın ıztırâbını kendi ıztırâbı bilirdi. Bir gün fenâ hâlde dövülmüş bir merkep görmüştü. Öyle ki hayvan kan revân içinde yerde yatıyordu. O kadar müteessir oldu ki, onun da yanlarından aşağıya doğru kan sızmaya başladı.[39]

Şüphesiz ki bu hâl, Hâlık’ın şefkat nazarıyla mahlûkâta bakış tarzının zirve noktasıdır.

Sultânü’l-Ârifîn Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri, bir yere seyahat ederken bir ağaç altında durup yemek yemişti. Ardından yoluna devam etti. Bir hayli yol aldıktan sonra torbasında bir karınca gördü ve:

“–Allâh’ın bu mahlûkunu vatanından ayrı düşürdüm.” diyerek geri dönüp karıncayı yerine bıraktı.[40]

  • Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri Nasıl Âriflerin Sultânı Oldu?

Yine Bâyezîd Hazretleri bir gün müridleriyle daracık bir yoldan giderken karşılarına bir köpek çıkmıştı. O Ârifler Sultânı, geri çekildi ve köpeğe yol verdi. Müridlerinden biri, içinden:

“–Allah Teâlâ insanı mükerrem (üstün ve hürmete lâyık) kılmışken, Bâyezîd Hazretleri müridlerini geri çekip köpeğe yol verdi, bu ne acâyip bir hâl!” dedi.

Hazret, onun içinden geçenleri fark ederek şu îzahta bulundu:

“–Gönlümde öyle bir zuhûrat oldu ki, sanki köpek hâl lisânıyla bana; «Benim kusurum ne idi ki ezelde köpeklik postunu sırtıma geçirdiler. Sen ne yaptın ki sana Âriflerin Sultânı hil’atini giydirdiler? Bu hâlin sırrı nedir?» dedi. İşte bunun için ona yol verdim.”[41]

  • Tefekkür Nerede Yapılır?

Velhâsıl bir mü’min, Allâh’ın herhangi bir mahlûkunu gördüğü zaman tefekkür hâlinde olmalı; “Ben onun, o da benim yerimde olabilirdi.” diyerek Cenâb-ı Hakk’ın bu muazzam lûtuf, ihsan ve ikramına karşı şükrünü artırmalıdır. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini, kendi katından (bir lûtuf olmak üzere) size âmâde kılmıştır. Elbette bunda tefekkür eden bir toplum için ibretler vardır.” (el-Câsiye, 13)

Kula düşen; son nefese kadar hamd, şükür ve zikir hâlinde yaşayabilmektir.

BÂYEZÎD-İ BİSTÂMÎ HAZRETLERİNİN KERAMETLERİ

Pek çok kerâmeti nakledilmekle birlikte Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri kerâmete değil, istikâmete ehemmiyet verir ve şöyle buyururdu:

“Kendisine kerâmetler verilmiş, hattâ havada bağdaş kurup oturan birini görseniz bile hemen ona aldanmayın! İlâhî emir ve nehiylere riâyet ediyor mu, ilâhî hudutları muhâfaza ediyor mu, şer’î hükümleri hakkıyla edâ ediyor mu, ona bakınız!”[42]

Zira ilâhî hükümlere riâyet etmeyen kimselerden zuhûr eden fevkalâde hâller, kerâmet değil istidrâcdır.

Bir gün Bâyezîd-i Bistâmî Hazretlerine:

“–Su üstünde yürüyormuşsunuz!” dediler.

“–Bir çöp de su üstünde yüzer.” cevâbını verdi.

“–Havada uçuyormuşsunuz!”

“–Kuş da havada uçar.”

“–Bir gecede Kâbe’ye gidiyormuşsunuz!”

“–Bir cin veya şeytan da bir gecede Hindistan’dan Demâvend’e gidiyor.”

“–Peki o hâlde gönül erlerinin işi nedir?”

“–Allah Teâlâ’dan başka kimseye gönül bağlamamak!”[43]

Hakîkaten kulluk hayatında mühim olan, kerâmete ulaşmak değil, Kerîm olan Cenâb-ı Hakk’a vâsıl olmaktır. Bu sebeple Allah dostları, fizikî kerâmetlere ehemmiyet vermemiş, onlara takılıp kalmayı hoş görmemiş, bütün himmet ve gayretlerini asıl kerâmet olan “istikâmeti muhâfaza” üzerine teksif etmişlerdir.

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretlerinin şöyle dediği nakledilir:

“Bir gün Dicle Nehri’nin karşı yakasına geçecektim. Nehrin iki yakası bana yol vermek için birleşti. Derhâl kendimi toparladım ve Dicle’ye şöyle dedim:

«–Yemin olsun ki ben buna kanmam! Zira sandalcılar insanı yarım akçeye karşıya geçiriyorlar. (Ama sen, otuz yıldan beri mahşer için hazırladığım amel-i sâlihlerimi istiyorsun.) O hâlde yarım akçe için otuz yıllık ömrümü ziyan edemem. Bana Kerîm gerek, kerâmet değil!»”[44]

MÂRİFETULLAH

Ârifler Sultânı Bâyezîd-i Bistâmî Hazretlerine:

“–Ârifin alâmeti nedir?” diye suâl edilince:

“–Allah Teâlâ’nın zikrine ara vermemesi,[45] O’nun hakkını îfâ etmekten yorulmaması ve O’ndan başkasıyla ünsiyet etmemesidir!” cevâbını vermiştir.[46]

Yine şöyle buyurmuştur:

“Ne mutlu o kimseye ki, bir tek endişesi vardır (yani dâimâ bir ve tek olan Allâh’ı zikir hâlindedir). Kalbini; gözünün gördüğü, kulağının duyduğu mâlâyânî şeylerle meşgul etmez. Kim mârifetullah sırrına ererse, kendisini Allah’tan alıkoyan her şeyden yüz çevirir.”[47]

Ona göre ârif, uykusunda bile Allah Teâlâ ile beraberdir, dâimâ rızâ-yı ilâhîyi tahsil etmenin gayreti içindedir. Mâsivâ ile meşgul olmaz, Allah Teâlâ’dan başkasını aramaz.[48]

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri, Hakk’a vuslat yolunun uzun, engebeli, med ve cezirlerle dolu olduğunu ve O’na vâsıl olmanın kolay olmadığını her fırsatta ifâde ederdi. Hakk’a erdiğini zannedenlerin, aslında henüz yolun başında olduklarını söyler ve kendisi için de; “Sayısız makâmı geride bıraktıktan sonra bile, hâlâ işin başlangıcında olup hakîkate eremediğimi gördüm!” buyururdu.[49]

MUHABBETULLAH

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri, ilâhî muhabbet deryâsına dalmış, büyük bir Hak âşığı idi. Bir defasında Yahya bin Muâz ona mektup yazarak:

“–Burada biri var, muhabbet deryâsından bir kâse içti, ondan sonra bir daha susuzluk çekmedi!” demişti.

O Hak âşığı ise, Yahya bin Muâz’a şu cevâbı yazdı:

“–Hâlinin zayıflığına taaccüb ettim! Burada biri var, bütün kâinâtın denizlerini yudumladığı hâlde hâlâ: «Aman su! Daha yok mu?» diyor.”[50]

Kişi vardır, mârifetullah yolundaki susuzluğu bir bardak suyla gider. Kişi vardır, bu yolda deryâları içer de yine susuzdur. Bu hâl, kulun mânevî istiâbını ortaya koymaktadır.

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri bir gün:

“–Bütün insanlar hesaptan kaçarlar, ben ise Cenâb-ı Hak’tan beni hesâba çekmesini istiyorum.” dedi. Kendisine:

“–Niçin?” diye sorulunca, şu muhteşem cevâbı verdi:

“–Belki Cenâb-ı Hak, hesap esnâsında bana; «–Ey kulum!» diye hitâb eder, ben de «–Lebbeyk/buyur yâ Rabbî!» derim. O’nun bana; «Ey kulum!» buyurması, benim için dünya ve içindekilerden daha sevimlidir. Sonra bana dilediğini yapsın!”[51]

  • Allah Aşıkları

Allah âşıklarının hâlini şöyle târif ederdi:

“Cenâb-ı Hakk’ın bâzı has kulları vardır ki, eğer Cennet’te onları cemâlinden birazcık mahrum bırakacak olsa, Cehennemliklerin azaptan kurtulmak için Allah Teâlâ’ya yalvardıkları gibi, onlar da bu mahrûmiyetten kurtulmak için yalvarırlar.”[52]

Cenâb-ı Hakk’a şu münâcâtta bulunmuştur:

“İlâhî, benim Sana olan muhabbetime şaşmıyorum, zira ben hakir bir kulum. Ben asıl Sen’in beni kulun olarak sevmene şaşıyorum. Çünkü Sen, Yüce bir Rab olduğun hâlde zelil bir kulu seviyorsun!”[53]

  • İlahi Muhabbet ve Tazim

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri, ilâhî muhabbet ve tâzîmini ifâde sadedinde de şöyle buyurmuştur:

“Otuz senedir devam ettiğim bir âdetim vardır: Ne zaman Cenâb-ı Hakk’ı zikretmek istesem, O’nun zikrini tâzîm için ağzımı ve dilimi iyice yıkarım.”[54]

Cenâb-ı Hakk’ın zikrine gösterilen tâzîmin Allah katındaki kıymet ve fazîletine dâir şöyle bir hâdise de nakledilir:

Büyük velîlerden İbrahim bin Edhem Hazretleri, bir ayyaşın pis kokulu ve bulaşık ağzını yıkamıştı. Bunu niçin yaptığını soranlara da:

“–Eğer yüce Allâh’ın adını zikretmek için yaratılan dili ve ağzı bulaşık olarak bıraksaydım, hürmetsizlik olurdu...” demişti.

Sarhoş ayıldığında ona:

“–Horasan zâhidi İbrahim bin Edhem senin ağzını yıkadı...” dediler. Bu durumdan mahcub olan ayyaşın gönlü de uyandı ve:

“−Öyleyse ben artık tevbe ettim...” dedi.

Bu tevbeye vesîle olan İbrahim bin Edhem Hazretleri’ne rüyasında Hak katından şöyle nidâ edildi:

“–Sen Biz’im için onun ağzını yıkadın! Biz de senin için onun kalbini yıkadık!..”

MÜMİNİN 10 VAZİFESİ

Bâyezîd-i Bistâmî g şöyle buyurmuştur:

Şu on şey, her mü’minin vazifesidir:

1) Farzları edâ, nâfilelere gayret.

2) Haramlardan ve şüphelilerden kaçınmak.

3) Allah için tevâzû göstermek.

4) Din kardeşlerine bâr olmayıp yâr olmak. [Yani din kardeşlerine yük olmayıp bilâkis onların yüklerini hafifletmek.]

5) İyi-kötü, herkese karşı dürüst davranmak, nasihat etmek. [Güzel bir İslâm karakteri sergilemek.]

6) Allah Teâlâ’dan kendisi ve ümmet-i Muhammed için mağfiret taleb etmek.

7) Her hususta Allah Teâlâ’nın rızâsını istemek. [Cenâb-ı Hak’tan, niyetlerimizi de amellerimizi de rızâsıyla te’lif etmesini niyâz etmek.]

8) Öfkeyi, kibri ve haddi aşmayı terk etmek.

9) Tartışma ve kabalığı bırakıp, nâzik ve zarif bir mü’min olmak.

10) Kendi kendine; “Ölüme hazırlan!” diye nasihat etmek.

Şu on şey de, kişiyi koruyan birer kaledir:

1) Gözleri muhâfaza etmek. [Zira kıyâmet günü gözlerin ne kadar hayır, ne kadar şer seyrettiği açıkça ortaya konulacaktır. Cenâb-ı Hak buyurur:

“Nihâyet oraya geldikleri zaman kulakları, gözleri ve derileri, işledikleri şeye karşı onların aleyhine şâhitlik edecektir.” (Fussılet, 20)]

2) Dili zikre alıştırmak.

3) Nefs muhâsebesi yapmak. [“Hesâba çekilmeden evvel kendinizi hesâba çekiniz!” tâlimâtına uyarak her hâlini Kitap ve Sünnet ile mîzân etmek.]

4) İlimle amel etmek, bilerek yapmak, mârifetullah’tan nasîb alabilmek.

5) Edebi muhâfaza etmek. [Zira Mevlânâ Hazretleri buyurur: “Aklım, kalbime; «Îman nedir?» diye sordu. Kalbim ise aklımın kulağına eğilerek; «Îman, edepten ibârettir!» dedi.”]

6) Bedeni lüzumsuz dünya meşgûliyetlerinden uzak tutmak.

7) Zaman zaman yalnız kalıp ilâhî azamet ve kudret akışlarının tefekküründe derinleşmek.

8) Nefs mücâhedesinde bulunmak.

9) İbadeti ve Allah yolunda gayreti artırmak.

10) Her zaman ve mekânda Sünnet-i Seniyye’ye tâbî olmak…[55]

BÂYEZÎD-İ BİSTÂMÎ HAZRETLERİNİN VEFATI

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri hicrî 234, mîlâdî 848 senesinde vefât etti. Hayatı boyunca yaptığı gibi son nefeslerinde de Allâh’ı zikrediyordu. Sonra:

“–Yâ Rabbî! Sen’i hep gafletle zikrettim, şimdi can gidiyor! İbadet ve tâatim de hep zaaf ve gaflet içindeydi. Huzûr[56] ne zaman olacak, onu da bilmiyorum!” dedi. Sonra da zikir ve huzûr hâlinde rûhunu teslîm etti.[57]

BÂYEZÎD-İ BİSTÂMÎ HAZRETLERİNİN KABRİ NEREDEDİR?

İran’ın Bistam kasabasında sâde ve mütevâzı bir türbesi, muhtelif yerlerde de makamları vardır.

BÂYEZÎD-İ BİSTÂMÎ HAZRETLERİNİN BAZI HİKMETLİ SÖZLERİ

  • “Sûfî; Kur’ân-ı Kerîm’i sağ eline, Sünnet-i Seniyye’yi sol eline alan; bir gözüyle cennete, öbür gözüyle cehenneme bakan; dünyayı alt tarafına, âhireti de üstüne dolayarak ihrâma giren ve ikisinin arasından; «Lebbeyk Allâhümme lebbeyk! / Buyur Allâh’ım! Emrine teslîm ve hazırım!» diye Mevlâsına koşan kişidir.”[58]
  • “–Hakk’a giden yol nasıldır? O’na nasıl ulaşılır?” diye sorulduğunda, Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri şöyle buyurmuştur:

“–Benliğini yok ettiğinde vuslata erebilirsin!”[59]

  • “İnsanların Hakk’a en yakın olanı; halkın cefâlarına katlanan, onların ihtiyaçlarını merhametle yüklenen ve ahlâkı en güzel olandır.”[60]
  • “«Lâ ilâhe illâllah» sözü Cennet’in anahtarıdır. Fakat şu bir gerçektir ki dişleri olmayan anahtar, kapıyı açmaz. Kelime-i tevhîd anahtarının dişleri ise şunlardır:

1) Yalan, iftirâ, dedikodu, gıybet ve boş sözlerden arınmış bir dil.

2) Hîle ve desîselerden, günahların kasvetinden arınmış bir kalp.

3) Haram ve şüpheli şeylerden temizlenmiş bir mide.

4) (Gurur, kibir, gösteriş gibi) nefsânî arzulardan ve bid’atlerden arındırılmış amel-i sâlihler.”[61]

  • “Çok zikir; adedi fazla olan değil, gafletten sakınarak ve huzûrla yapılan zikirdir.”[62]
  • “Allâh’ın velî kullarını sev, sevgini belli et ve kendini onlara sevdir ki onlar da seni sevsinler. Allah Teâlâ her gün ve her gece evliyâsının kalbine yetmiş kez nazar eder. Ola ki bir velîsinin kalbinde senin ismine de nazar eder de seni sever ve günahlarını affeder.”[63]
  • “Tasavvuf; nefsânî arzulardan temizlenmek, kalbi Cenâb-ı Hakk’a râm etmek, bütün güzel vasıflarla ahlâklanmak ve dâimâ Allâh’ın rızâsı istikâmetinde olabilmektir.”[64]
  • “Kalbimi semâya götürdüler. Bütün melekûtun çevresini dolaşıp geri döndü. Kalbime:

«–Oradan ne getirdin?» diye sordum:

«–Muhabbet ve rızâ! Zira orada bunların revaç bulduğunu müşâhede ettim.» dedi.”[65]

Kaynaklar:

[1] Bistam, İran’da, Tahran ile Meşhed arasında, Tahran’ın 410 km doğusundaki Şahrud Şehri’nin 6 km kuzeyinde tepelerde kurulmuş bir kasabadır.

[2] Sehlegî, en-Nûr, s. 63.

[3] Attâr, Tezkire, s. 171; Hânî, Hadâik, s. 324.

[4] Necmeddin bin Muhammed, Hulâsatü’l-Mevâhib, s. 109; Kevserî, İrğâmu’l-Merîd, s. 31.

[5] Attâr, Tezkire, s. 171.

[6] Hânî, Hadâik, s. 311-312.

[7] Sehlegî, a.g.e, s. 123.

[8] el-Müzzemmil, 1-2.

[9] el-Müzzemmil, 20.

[10] Bkz. ez-Zilzâl, 6.

[11] Sefîrî, el-Mecâlisü’l-Va’zıyye, II, 293.

[12] Attâr, Tezkire, s. 172.

[13] Sehlegî, a.g.e, s. 99.

[14] Kuşeyrî, Risâle, s. 57, 416-417.

[15] Kuşeyrî, a.g.e, s. 57; Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, VI, 108.

[16] Beyhakî, Şuab, III, 305; İbnü’l-Cevzî, Telbîsü iblîs, s. 151.

[17] Attâr, Tezkire, s. 191.

[18] Attâr, Tezkire, s. 174; Sehlegî, a.g.e, s. 97.

[19] Ebû Nuaym, Hilye, X, 36.

[20] Ebû Nuaym, Hilye, X, 36.

[21] Sâdî, Bostan, Tahran 1368, s. 183.

[22] Câmî, Nefahât, s. 183.

[23] Hânî, Hadâik, s. 325.

[24] Kuşeyrî, a.g.e, s. 58.

[25] Attâr, Tezkire, s. 191.

[26] Sehlegî, a.g.e, s. 93-94; Hânî, Hadâik, s. 334.

[27] Attâr, Tezkire, s. 176.

[28] Serrâc, Lüma’, s. 385.

[29] Bkz. Ebû Tâlib Mekkî, K¯utü’l-Kulûb, I, 447.

[30] Abbâs, Ebû Yezîd, s. 90.

[31] Sehlegî, a.g.e, s. 124; Hânî, Hadâik, s. 322.

[32] Abbâs, Ebû Yezîd, s. 86; Sehlegî, a.g.e, s. 125.

[33] Kuşeyrî, a.g.e, s. 58.

[34] Hücvîrî, Keşfü’l-Mahcûb, s. 319.

[35] Attâr, Tezkire, s. 198; Hânî, Hadâik, s. 319.

[36] Attâr, Tezkire, s. 194; Hânî, Hadâik, s. 331.

[37] Sehlegî, a.g.e, s. 109.

[38] Sehlegî, a.g.e, s. 88-89; Abbâs, Ebû Yezîd, s. 97.

[39] Ali bin Hüseyin Safî, Reşahât-ı Aynü’l-Hayât, s. 487.

[40] Bkz. Kuşeyrî, a.g.e, s. 229; Sâdî, Bostan, s. 78.

[41] Attâr, Tezkire, s. 179.

[42] Beyhakî, Şuab, III, 304; Kuşeyrî, a.g.e,  s. 58.

[43] Attâr, Tezkire, s. 201; Serrâc, s. 316; Abbâs, Ebû Yezîd, s. 98.

[44] Attâr, Tezkire, s. 186.

[45] Zira Âl-i İmrân Sûresi’nin 191. âyet-i kerîmesinde beyân edildiği üzere Cenâb-ı Hak, mü’minlerin ayaktayken, otururken, yanları üzere yatarken, yani her hâlükârda zikir hâlinde olmalarını arzu etmektedir.

[46] Beyhakî, Şuab, II, 187.

[47] Sehlegî, a.g.e, s. 170; Abbâs, Ebû Yezîd, s. 73.

[48] Kuşeyrî, a.g.e, s. 481.

[49] Attâr, Tezkire, s. 193.

[50] Kuşeyrî, a.g.e, s. 179, 491; İmâm Şârânî, et-Tabakātü’l-Kübrâ, I, 65.

[51] İbn-i Mülakkın, Tabakātü’l-Evliyâ, Kâhire 1415, s. 399-400; Hânî, Hadâik, s. 320.

[52] Ebû Nuaym, Hilye, X, 34; Kuşeyrî, a.g.e, s. 499.

[53] Ebû Nuaym, Hilye, X, 34.

[54] Ebû Nuaym, Hilye, X, 35.

[55] Sehlegî, a.g.e, s. 133-134.

[56] Huzûr: Kendini dâimâ Hakk’ın huzûrunda bilmek, Allah ile beraberliğin kalpte dâimî bir şuur ve idrak hâline gelmesi ve bu hâlden doğan mânevî uyanıklıktır. Zikrin gâyesi de bu hâli elde etmektir. Yani Hak dostlarının “huzûr” ifâdesiyle kasdettikleri “rahatlık” değil, zikrin hakîkatine ererek hâsıl olan Allah ile beraberlik hâlidir.

[57] Attâr, Tezkire, s. 208; Câmî, Nefahât, s. 183.

[58] Sehlegî, a.g.e, 124; Abbâs, Ebû Yezîd, s. 71.

[59] Attâr, Tezkire, s. 199.

[60] Attâr, Tezkire, s. 199.

[61] Hânî, Hadâik, s. 320.

[62] Attâr, Tezkire, s. 198.

[63] Abbâs, Ebû Yezîd, s. 70; Sehlegî, a.g.e, s. 99, 115.

[64] Sehlegî, a.g.e, s. 138.

[65] Attâr, Tezkire, s. 202.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altın Silsile, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

ALTIN SİLSİLE

Altın Silsile

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

  • Rabbim Muvaffah etsin yar ve yardımcınız olsun

    Derleyenlerden bugüne aktaranlardan ve vesile olanlardan Allah razı olsun.

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.