Barbaros Hayrettin Paşa Kimdir?

Barbaros Hayrettin Paşa kimdir? Denizlerin piri, Kaptan-ı Derya; Barbaros Hayrettin Paşa’nın hayatı...

Barbaros Hayrettin Paşa veya gerçek adıyla Hızır Reis, kaptan-ı derya unvanıyla Osmanlı İmparatorluğu'nun ilk kaptan paşası ve 25. kaptan-ı deryasıdır.

BARBAROS HAYRETTİN PAŞA KISACA KİMDİR?

Barbaros Hayrettin Paşa’nın gerçek adı Hızır’dır. Kendisine verilen "Barbaros" lakabı, İtalyanca "kızıl sakal" anlamındaki "barba rossa"dan gelir. 1478 yılında Midilli adasında doğdu. Babası Yâkup Ağa’dır. İshak, Oruç ve İlyas adlarında üç kardeşi vardır. İlyas, Oruç ve Hızır reisler, başlangıçta deniz ticâreti ile uğaştılar. Yavuz Sultan Selim döneminde Osmanlı hizmetine girdiler.

Hızır Reis 1520-1525 arasında Avrupa’nın Akdeniz kıyılarını vurarak büyük ganimetler elde etti. 1525’te Cezayir’i yeniden ele geçirdi. Ertesi yıl Jijel’e baskın düzenleyen Cenevizli Amiral Andrea Doria’yı yenilgiye uğrattı. Kanuni Sultan Süleyman’ın Alman seferi sırasında Andrea Doria’nın Mora kıyılarına saldırması Osmanlıları güç duruma düşürdü. Bunun üzerine Kanuni, Hızır Reis’i İstanbul’a çağırdı ve 1533’te “Hayrettin” adını verdiği Hızır Reis’i Osmanlı donanmasının başına (kaptan-ı derya) atadı.

Hayrettin Paşa 1534’te Akdeniz’e açıldı ve İtalya kıyılarına seferler düzenledi, Tunus’u ele geçirdi.

Hayrettin Paşa, 28 Eylül 1538 yılında tarihe Preveze Deniz Savaşı olarak geçen savaşı kazanarak Akdeniz’i bir Türk gölü haline getirdi.

Barbaros Hayrettin Paşa, 4 Temmuz 1546’da İstanbul’da vefat etti, Beşiktaş’taki türbesine defnedildi.

BARBAROS HAYREDDİN PAŞA’NIN HAYATI (1466-1546)

Hızır Reis diğer adıyla Barbaros Hayreddîn Paşa, Osmanlı Cihan Devleti’ni deryâlarda hâkim kılan emsalsiz ve muhteşem bir kaptan-ı deryâdır.

Barbaros Hayreddîn Paşa’nın asıl adı Hızır olup Kânûnî Sultan Süleyman, dîn ve devlet yolundaki hayırlı ve büyük hizmetlerinden dolayı kendisine “Hayreddîn” lâkabını vermiştir. Kızıl sakallı demek olan “Barbaros” kelimesi ise Avrupalılar tarafından kullanılmıştır.

Babası, Fâtih Sultan Mehmed Han tarafından Midilli’ye yerleştirilen âilelerden Yâkup Ağa isminde bahadır bir sipâhîdir. Hayreddîn Paşa, dört kardeş olup İshak ve Oruç adında iki ağabeyi ve İlyas adında da bir diğer birâderi vardır.

İlyas, Oruç ve Hızır Reisler

Cihad bayrağını açmadan evvel İlyas, Oruç ve Hızır reisler, deniz ticâreti ile meşgul idiler. Ancak bu iş, Akdeniz’de pek tehlike arz ediyordu. Nitekim Oruç Reis, bir gün Rodos korsanları tarafından esir edildi. Hızır Reis, fidye olarak büyük meblâğlar sarf ettiyse de sözlerinde durmayan yalancı korsanların hîleleri yüzünden ağabeyinin esâreti uzun sürdü. Kâfirler bununla da kalmayıp Oruç Reis’e bir papaz göndererek ona Hristiyan olmasını teklif etme cür’etini gösterdiler. Ancak Oruç Reis duâlar edip Allâh’a ilticâ etti.

Bir müddet sonra kâfirlerin de gözlerine görünen beyaz kaftanlı yeşil sarıklı kimselerin yardımlarıyla bukağılarını çözüp kendisini engin deryâya bıraktı ve esâretten kurtuldu. Böylece îman celâdet, teslîmiyet ve tevekkülünün berekâtı tecellî etti.

İşte bu hâdiseden sonra Oruç Reis, kardeşi Hızır Reis’le beraber Akdeniz korsanlarına karşı amansız bir mücâdele başlattı. Kısa zaman içerisinde de nice deniz kurdu olmuş levent onların yanında toplandı ve hep birlikte:

“Gazâ vaktidir; Bismillâh vira!” deyip deryâlara açıldılar.

Bu cihad bayrağı gittikçe gölgesini genişletti. Oruç ve Hızır reisler, Ceneviz, Fransız, İspanyol ve Venedik gemilerine karşı şanlı zaferler kazandılar. Şöhret ve kuvvetleri bütün Avrupa’yı sardı, imparatorların uykularını kaçırdı. Nihâyet bu leventler, Cezâyir’i fethedip bir devlet kurdular.

Leventleri tarafından “Baba” diye anılan Oruç reis, Cezâyir sultânı îlân edildi. O, gözünü budaktan sakınmayan bir cengâverdi ki, kardeşiyle birlikte düşman karşısında nice kahramanlık destanları yazdı. Böylece Akdeniz’de Oruç Reis’in gözünü budaktan sakınmaz muhârebeciliği ve Hızır Reis’in de devlet adamlığı sâyesinde müthiş bir güç ortaya çıktı.

Oruç ve Hızır kardeşler, o sıralar Osmanlı sultânı olan Yavuz Selîm Han ile irtibat içerisinde olup onun duâsını almayı kendileri için mânevî bir takviye addediyorlardı.

Oruç Reis Nasıl Öldü?

Neticede Barbaroslar’ın namları bile zafer kazanmak için kâfî bir hâle geldi. Şanlı cihad yolunda böylesine kudretle devam eden gayretler içerisinde günler akıp giderken bir gün Oruç Reis, İspanyollar’la yaptığı şiddetli bir harpte şehâdet şerbetini içti. Rahmetullâhi aleyh!

Fakat başlatılan i‘lâ-yı kelimetullâh yolundaki cihad, kesintiye uğramadı. Onun ardından deryâlardaki gazâ bayrağını kardeşi Hızır Reis dalgalandırmaya başladı. Artık Akdeniz Hızır Reis’e teslîmdi. Hızır Reis, ağabeyinin gözükaralığına sahip olmanın yanında, gâyet temkin ve tedbir ehli idi.

Türk Asrı

İşte Hızır Reis, bu yönüyle kısa zamanda nice merhaleler katederek tarihimizin en büyük şahsiyetleri arasında yer aldı. Denilebilir ki, Oruç Reis ile başlayıp Hızır Reis ile devam eden Akdeniz’deki îman ve tevhîd mücâdelesi, on altıncı yüzyılın “Türk asrı” addedilmesinde son derece ehemmiyetli bir vazife icrâ etmiştir.

Deryâ akıncılığından bir devlet çıkaran gücü temsîl eden Oruç Reis, müthiş bir cesaret sahibiydi. Buna karşılık kardeşi Hızır Reis de, bu cesarete ilâveten ölçü, tedbir ve muvâzeneyi muhâfaza ediyordu.

Adı Gibi Hızır

Ağabeyinin şehâdetinden sonra Hızır Reis’in en büyük desteğini kaybettiği düşüncesiyle İspanyollar, heybetli donanmalarıyla Cezâyir önlerine gelerek kendisinden bu kaleyi teslîm etmelerini istediler. Ancak o:

“–Hey Müslüman düşmanları! Size değil Cezâyir kalesini, sâhilimizdeki bir çakıl taşını dahî vermem!” diyerek öyle bir gazâ ve cenk eyledi ki, düşman kısa zamanda perişan oldu. Bu zafer üzerine Müslüman halk:

“Adı Hızır idi, meğer kendisi de Hızır imiş! Allah başımızdan eksik etmesin!” diye duâda bulundu.

Cezayir’in Osmanlı Devleti’ne Katılması

Hızır Reis, ağabeyinden devraldığı dâvâyı yalnız yürüttüğü takdîrde günün birinde zayıflayıp tükeneceğini düşünerek büyük bir firâset ve ferâgatle 1519 senesinde Osmanlı sultânı Yavuz Selîm Hân’a bir heyet gönderdi. Topraklarını Osmanlı hâkimiyetine teklif etti. Yavuz Selîm Han, İslâm birliğini muhâfaza için onun bu fedâkârlık ve gayretinden pek memnun kaldı ve onu Cezâyir Beylerbeyi olarak vazifelendirdi. Kendisine her türlü yardımın yanında bir sancak, iki bin yeniçeri, top vesâire gönderdi. Ayrıca Anadolu’dan asker toplama müsaadesi verdi.

Yavuz Selîm Han’ın emriyle harekete geçen Hızır Reis, bütün denizcileri kendi etrafında topladı. Kırk gemilik bir donanma kurdu. Artık Hızır Reis, bu yeni mevkii itibârıyla daha rahat faaliyet gösteriyor ve düşmanlara göz açtırmıyordu.

Artık Akdeniz’de eşsiz destanlar yazan bir kahraman olarak Hızır Reis, bir iki kişiyle başlayıp koca bir devlete ulaşan müstesnâ ve mümtaz bir gücün sembolüydü. O, bir avuç insanla elde ettiği muvaffakıyetleriyle, zaferlerin temelindeki asıl müessiri tarih önünde bir kez daha ortaya koymuştur. Üstün vasıflı şahsiyetleri ifâde eden bu müessirin neticeleri, dimağlara bir hayâl, yahut masal gibi gelse de gerçekte yaşanmış hakîkatlerin tâ kendisidir.

İspanyolları Aciz Bırakan Reis

Onun sancağını gören düşman gemileri, ya kaçmak ya da teslîm olmak zorunda kalmıştır. Nitekim bu durum karşısında elinden bir şey gelmeyen, kendisini Amerika’da henüz keşfedilmemiş bütün yerlerin tâbiî sahibi addeden İspanya kralı bile, kumandanlarını toplayıp çaresizliğini şöyle ifâde etmekteydi:

“–Barbaros’a karşı hepimiz âciz kaldık. Ne yaptıysak olmadı. O, her seferinde bizleri alt etmesini bildi. Bizlerden biri herhangi bir gâye ile denize açılsa, karşısında Barbaros’un donanmasını buluyor!..”

Diğer taraftan, yanındaki kaptanların, Barbaros’un aleyhinde değil bir plân kurmak, bir tek kötü söz bile söylemeye cesaretleri yoktu. Çünkü Barbaros, böyle bir şeyden haberdar olduğu an bunun hesabını pek pahalı bir sûrette sorardı. Zira o, Akdeniz’de âdeta bir efsâneydi!

Kaptanların korkularının bir sebebi de, Hayreddîn Paşa’nın son derece geniş ve güçlü bir istihbârâtının bulunmasıydı. Öyle ki onun, maddî istihbârâtının yanında mânevî istihbârâtı da mevcuttu. Husûsiyle aldığı bu mânevî istihbârât ile düşmanlarının hîle ve desîselerinden ânında haberdar olup bertaraf ettiği, sıkça şâhid olunan hâdiselerden olmuştu.

Kanuni Sultan Süleyman’a Bağlılığı

Yavuz Sultan Selîm Han’dan sonra Kânûnî Sultan Süleyman Hân’a da aynı bağlılığı gösteren Hayreddîn Paşa, kerâmet sahibi bir velî idi. Kânûnî Sultan Süleyman Han da, babası gibi onun bu mânevî rütbesini bilir, kendisine son derece iltifat ve alâka gösterirdi.

Hayreddîn Paşa da, muvaffakıyet ve zaferleri birlikte elde ettiği reis, gâzi ve leventlerine karşı dâimâ mütevâzı, vefâkâr, merhametli ve af sahibi idi. Onlara müşfik bir babanın şefkatini gösterir, zâhiren bir cengâver olarak yetişmelerini sağlarken mânen de olgun birer mü’min ve muvahhid hüviyetinde tekâmüllerine gayret sarf ederdi. Bunun için gerek reislerinden gerek leventlerinden çeşitli yanlış anlamalarla yapılan hatâları, zâhirî tedbirlerle bertaraf etmekten ziyâde, mânevî usûllerle giderir, ufak tefek meseleler yüzünden onları gözden çıkarmayıp tekrar gâzilerin saflarına kazandırırdı.

Bu mânevî vasfın yanında Hayreddîn Paşa, zâhirî plânda da sahasında eşsizdi. O dâimâ devrin teknolojisini en ileri seviyede kullanırdı. Onun yaptığı her gemi, bir evvelkine nazaran daha teşkilâtlı ve mükemmel olurdu. O, engin deryâlarda dâimâ arkadaşlarını geçer ve çoğu kere diğer reisler gelene kadar düşmanlarını mağlûb ederdi. Çünkü düşmanın korkup kaçtığı ölüm, onun için Hak katında pek kıymetli bir rütbe olan şehîdlikten ibâretti.

Kederinden Ölen İspanya Kralı

Cezâyir önlerinde İspanyol kâfirlerinin elinde bir ada vardı. Üzerinde de muhkem bir kale mevcuttu. Hayreddîn Paşa, burayı İspanyolların karadan ve denizden bütün müdâfaa tertibatlarına rağmen fethetti. Bunun üzerine İspanya kralı, onca mağlûbiyetlerine ilâveten uğradıkları bu hezîmeti de duyunca irâdesizleşerek çığlıklar içinde kendisini tahtından yere attı ve intihara teşebbüs etti. Etrafındakiler:

“–Aman efendimiz! Kale dediğiniz taş, gemi dediğiniz tahta parçasıdır.” diyerek kendisini binbir güçlükle sâkinleştirebildiler. Ancak kral, daha sonra haber aldığı Barbaros’un yeni bir zaferi üzerine kalp krizi geçirerek öldü.

Endülüslü Müslümanların Kurtarılması

Yerine geçen kral, bu hâdiselerden yola çıkarak papazlarla el ele verdi ve içinde bulundukları duruma çareler aradı. Bu yolda selefinin Endülüslü müslümanlara yaptığı zulümleri daha da ileriye götürdü.

Hayreddîn Paşa, bu yürek yakan zulümleri öğrendiğinde teessüre boğuldu. Büyük bir merhametle onların yardımına koştu. Çoktan bitmiş olan Emevî Devleti’nin bakıyyesi olan mü’minlerin toplandığı Balkan dağına İspanyol askerlerinin hücûm edip katliâma giriştikleri bir anda imdâda yetişti. Karşılarında birden Hayreddîn Paşa ve gâzilerini gören İspanyol askerleri, çil yavrusu gibi kaçıştılar. Paşa, alabildiği kadar müslümanı gemilere bindirdikten sonra kalanlarının başına onları korumak için kâfî derece kuvvet bıraktı. Bu şekilde yedi sefer yaparak tam yetmiş bin müslümanı Cezâyir’e taşıdı. Birçok Endülüslü müslüman da, Türk kıyafeti giyerek İspanyollar’ın zulümlerinden emîn bir şekilde Cezâyir’e geçmekteydiler. Zira İspanyollar, Barbaros sebebiyle Türkler’den o derece korkmuşlardı ki, onların kıyafeti kimin üzerinde olursa olsun, büyük bir telâşa kapılarak ne yapacaklarını şaşırır olmuşlardı.

Ancak bütün bunlara rağmen yıllar evvel başlayan ve devam edip giden İspanya’daki Müslüman katliâmına karşı köklü bir çözüme gidilemedi. Zira gerek Barbaros’un düzenli ve büyük çapta kara ordularına mâlik olmaması, gerekse de böyle bir kara ordusu mevcut olsa bile artık İspanya’da müslüman unsurlardan hatırı sayılır bir topluluk kalmamış bulunması sebebiyle, bu zulüm, nihâyette tarihe birçok acı hâtıralarla geçti. Bu da, Müslüman İspanyol halkının rûhânî bir hayattan nefsânî bir hayata dönmeleri ve beyliklerin birbirlerine karşı Hıristiyanları dost edinmelerinin hazin bir âkıbeti oldu.

Bununla beraber Endülüslü Müslümanlar için yapılabilen faâliyetler de, küçümsenecek derecede az değildir. Barbaros’un bütün İspanya sâhillerini topa tutarak binlerce Müslümanı Afrika’ya geçirmesi ve buna ilâveten Kânûnî’nin teşebbüsleri, gerçekten takdîre şâyan bir sahipleniş olarak değerlendirilmelidir.

Zira İspanya’nın yaptıkları karşısında gerek Barbaros, gerek Kânûnî Sultan Süleyman Han, onlara îcâb eden dersin verilmesi ve mazlum Müslümanların imdâdına yetişilmesi niyet ve gayreti içindeydiler. Bu hususta da devamlı irtibat hâlinde idiler.

Nitekim son hâdiseler dolayısıyla Kânûnî, düşündüğü bir deniz seferi için Barbaros Hayreddîn Paşa’ya şu fermânı gönderdi:

“İspanya’ya karşı sefer niyetim vardır. Sen de benimle beraber olasın! Şimdi bulunduğun yerleri muhâfaza için vekil tâyin edip kendin tez İstanbul’a gelesin! Ancak orada îtimâd ettiğin adamın yoksa yerinde kalasın! Zira müslüman memleketlerini kendi topraklarım gibi korumak murâdımdır. Onlara yapılan zarar bana yapılmış gibidir!.. İmdi nasıl davranmak gerekiyorsa ona göre hareket edesin!”

Bu ferman üzerine Hayreddîn Paşa da, evlâdı gibi sevip îtimâd ettiği ve âdeta kendisini aratmayacak bir serdar olan Hasan Ağa’yı Cezâyir’de kendi yerine vekil bıraktı.

O esnâda İspanya kralının Cezâyir’e büyük bir donanma ile geleceği şâyiası çıktı. Bunun bir hîle olduğunu anlayan Hayreddîn Paşa, karşılık olarak mükemmel bir hîle yaptı. Gemileri bozup donanmadan ferâgat ederek topları kaleye çıkarır gibi davrandı. Düşmanlar buna aldanıp deryâya açılır açılmaz da bir şâhin gibi üzerlerine vararak Andrea Doria başta olmak üzere hepsini mağlûp ve perişan etti. Andrea Doria, önceki gibi çareyi kaçmakta buldu.

Bundan sonra Hayreddîn Paşa, selâmetle İstanbul yoluna koyuldu. Ulu pâdişâhın huzûruna çıktı. Kânûnî, kendisine son derece iltifat ve alâka gösterdi. Paşa’nın Cezâyir Beylerbeyiliği vazifesi ikinci kez tescîl edildi. Donanması genişletildi. Bu takviye ile Hayreddîn Paşa, deryâlara açıldı ve sayısız zaferler kazandı.

Hayreddin Paşa’nın Asıl Amacı

Hayreddîn Paşa’nın aslî gâyesi, nefsânî tahakküm dâvâsı değil, i‘lâ-yı kelimetullâh yolunda samîmâne bir şekilde gayrettir. Bunun içindir ki Hayreddîn Paşa, sahip olduğu üstün ahlâk ve fazîletinin ilâhî mükâfâtını mücâdele ve hizmetlerinde dâimâ görmüş ve yaptığı bütün seferlerinde Cenâb-ı Hakk’ın te’yîdine mazhar olmuştur. Onun birçok hamle ve plânlarının derûnunda gerek Rahmânî rüyâ yolu ile gerekse gönlüne akan Rabbânî ilhamlar sâyesinde büyük isâbetlerin mevcûdiyeti, târihî bir gerçektir.

Yine bu hâdiseler gösteriyor ki, Hayreddîn Paşa’nın uğraştığı ve büyük mücâdeleler verdiği meselelerden biri de bulunduğu yerdeki Müslüman ahâlînin beyleri arasındaki saltanat ve taht kavgaları idi. Birtakım beyler, sırf kendilerinin baş olması hırsıyla birbirlerine kılıç çekmekte, zaman zaman da Hayreddîn Paşa’ya dahî isyâna kalkışmaktaydılar. Hattâ bâzen düşmanla işbirliği içine girenler bile vardı. Paşa’nın da en ziyâde kızdığı ve kabûl etmediği şey, düşman ile işbirliği yapmak ve müslümanlar aleyhinde bulunmaktı.

Tunus’un Fethi

Hayreddîn Paşa, devletten menfaatlenmek değil, ona hizmet etmek şuurunda ve i‘lâ-yı kelimetullâh heyecanı içinde idi. Sultanlara bağlılığı son derece kuvvetli ve samimî idi. O, deniz kuvvetlerinde bir Osmanlı paşası olduktan sonra az bir kuvvetle Tunus’u fethetmişti. Bu sırada İspanya kralının çok büyük bir donanmayla üzerine geldiği haberini alınca ilk iş olarak yanındaki pâdişah donanmasını İstanbul’a gönderdi ve kendine âit gemilerle harbe hazırlandı.

Nihâyet yapılan harpte zafer Müslümanların oldu. Perişan bir şekilde kaçan düşmanların arasında Andrea Doria da vardı. Bundan sonra İspanya kralı, Andrea Doria’yı kırk parça gemiyle tekrar Barbaros’un üzerine yolladıysa da gözü yılmış bulunan bu kaptan, onun karşısına çıkamadı.

Kaptan-ı Derya Olması

Kanuni Sultan Süleyman Han, 1534 yılında İstanbul’a gelen Hayrettin Paşa’yı Osmanlı donanmasının kaptan-ı deryâsı yaptı. Geniş salâhiyetler verdi. Hayreddîn Paşa da yeni vazifesine derhâl başlayarak donanmayı daha güçlü ve teşkilâtlı bir hâle getirdi. Böylece Osmanlı’nın karada olduğu gibi deryâda da yegâne söz sahibi olması istikâmetindeki kudret ve kuvvetini, erişilmez ve karşı durulmaz bir seviyeye ulaştırdı.

Fransa Kralı’nın Kanuni Sultan Süleyman’dan Yardım İstemesi

Barbaros Hayreddîn Paşa’nın zamanı, Osmanlı Devleti’nin karada olduğu kadar denizde de son derecede yüksek bir îtibâra sahip bulunduğu bir devir olmuştur. Tarihen meşhur olduğu üzere Fransa kralı Fransuva’nın Almanlar tarafından hapsedilmesi üzerine, Fransuva’nın annesi tarafından Kânûnî’ye gönderilen ricâ ve niyaz mektubunun cevabı, Osmanlı ihtişâmının en beliğ bir ifâdesidir. Kânûnî, sahibi bulunduğu ülkeleri sayfalar dolusu saydıktan sonra:

“...Ben ki ....... ülkelerin hükümdârı, han oğlu han, Gâzi Sultan Süleyman Hân’ım. Sen ki Fransa eyâletinin vâlisi Françesko’sun!..” demiş ve Barbaros Hayreddîn Paşa’yı büyük bir donanmayla Fransa’nın istiklâlini korumak için Nis’e göndermiştir.

Barbaros Hayreddîn Paşa da, derhâl harekete geçmiş ve bu maksatla yaptığı seferde yolu üzerinde bulunan Roma’yı dahî fethe teşebbüs etmiştir. Ancak Fransız elçisi, kendilerinin bütün Batı Hıristiyanlık âlemi tarafından tardedilip kötü yâd edilmeleriyle neticelenecek olan bu harekete sebebiyet vermenin vahâmetinden korkmuş ve Paşa’nın ayaklarına kapanıp bu fetihten vazgeçmesi için yalvarmıştır. Bunun üzerine Hayreddîn Paşa, o an için bundan vazgeçerek Osmanlı donanmasını Nis’te demirlemiştir. Ardından donanma askerleri, karaya çıkmış ve günde beş vakit ezân okuyup namazlarını cemaatle kılmışlardır. Ve o demde Osmanlı Devleti, Fransa’ya, bugünkü Avrupalıların aşırı fâizli kredileri gibi değil, karşılıksız olarak milyonlarca düka altınıyla yardım etmiştir.

Hâsılı bu devir, Osmanlı’nın bir mektuba akseden tehdîdinin bile kralları hapisten kurtarmaya yettiği, ihtişamlı bir devirdir ki, onun iki büyük zirvesinden biri de Barbaros Hayreddîn Paşa olmuştur. Bu durumu gören Avrupalılar, büyük bir telâşla yeni çareler aramaya başladılar.

Preveze Deniz Savaşı (28 Eylül 1538)

Avrupalılar 1538 yılında Papa’nın da teşvikleriyle Andrea Doria’nın amiralliğinde 600 gemilik o ana kadar görülmemiş güçlü bir deniz donanmasıyla büyük bir haçlı birliği oluşturdular ve Akdeniz’e saldılar.

Kânûnî Sultan Süleyman, o sıralarda Boğdan seferindeydi. Hayreddîn Paşa, 120 parça gemisiyle hemen harekete geçerek gâyet tedbirli ve firâsetli manevralarla düşmanın üzerine yürüdü. İki büyük donanma Preveze’de karşı karşıya geldi. Vakit akşama yaklaşmıştı. Ertesi gün tarihin en büyük deniz muhârebesi yapılacaktı. Hayreddîn Paşa, iki rekât namaz kıldıktan sonra ellerini yüce dergâha kaldırdı:

“–Allâh’ım! Habîbin Muhammed Mustafâ hürmetine bana bu gece rüyâmda düşmanın üzerine hücûmun mu, yoksa yerimde kalmamın mı daha iyi olacağını mâlûm eyle! Zaferin yolunu açacak işâretleri lûtfunla yine göster! Şu vakte kadar nice defa bizlere nusret eyledin ve bu âciz kullarını zaferlere nâil kıldın. Bu defa da inâyet ve hidâyetinle bizleri muzaffer kıl ey Rabbim!..” diye ilticâ eyledi.

Seher vaktinde de arzu ettiği rüyâ kendisine gösterildi. Şöyle ki:

Hayreddîn Paşa’nın demirlediği limanın kenarında birçok ufak balık peydâ olmuştu. İçlerinde iki tanesinin karnı yarık vaziyetteydi. Bu arada birkaç kişi yanına geldi ve:

«–Bu balıkları sana Pâdişah Hazretleri gönderdi.» dediler.

Hayreddîn Paşa da, balıkları alıp uyandı. Cenâb-ı Hakk’a şükretti. Rüyâdaki işâretleri, vâkıf olduğu tâbir ilmiyle isâbetli bir şekilde çözdü. Bu rüyâdan Kânûnî’nin Boğdan’ı fethettiğini anlayıp kendisinin de düşmanın üzerine hücûma geçmesinin gerektiği mânâsını çıkardı.

Hayreddîn Paşa, şafağın sökmesiyle birlikte harekete geçerek evvelâ düşman donanmasını Preveze açıklarına çekti. Fakat rüzgâr, düşman donanmasının lehine olacak bir yönden esmekteydi. Öyle ki bu rüzgârla yelkenleri iyice şişen ağır düşman gemilerinin önünde Paşa’nın hafif kadırgalarının helâk olması ihtimali zuhûr etti. Bunun üzerine Hayreddîn Paşa, Fetih sûresinden iki âyet[1] yazdırıp gemisinin sağına ve soluna bıraktı. Bir anda o kuvvetli rüzgâr kesildi ve süt-liman bir hâle dönen deryâ üzerinde düşman gemileri de birer iskelet gibi karşılarında kalakaldı. Paşa, şükürler içinde:

“–İşte rüyâmda gördüğüm balıklar!” deyip hücûma geçti.

Bu hücumla Osmanlı donanması, düşman gemilerini bir bir balık gibi avlamaya başladı. Düşman donanması, gemilerini kurtarmanın derdine düştü. Bunun için bâzı küçük tekneleri gâzilerimizin önüne yem olarak atıp onların ganimet toplamaya başlamasıyla oluşacak bir fırsat aramaya koyuldular. Ancak Hayreddîn Paşa, muhârebeden evvel derin tecrübe ve târihî mâlûmâtıyla bunun tedbîrini almış ve leventlerine:

“–Gâzilerim! Sakın ola mal ve esirlere meyletmeyin! Düşman donanmasını tamamen helâk edip işi sağlama almadan ganimet toplamaya kalkışmayın! Allah zafer müyesser kıla; eğer o takdîr eylemişse mal-mülk zaten sizin önünüze gelir.” demişti.

Leventler de, Paşalarının bu tâlimâtında daha evvelce de şâhid oldukları gibi bir kerâmetin gizli olduğu düşünerek böyle bir harekete girişmeyip batırdıkları her geminin ardından «Allah, Allah» nidâlarıyla büyük bir şevk ve îman heyecanıyla yeni bir geminin üzerine yürüdüler. Paşa da, dilinde:

“Yâ Rab! Din düşmanlarını kahreyleyip İslâm askerlerine inâyet eyle!”duâsı ile öyle hamle ve manevralar yapmaktaydı ki, karşısına çıkan bütün düşman gemileri darmadağın vaziyette sulara gömülmekteydi.

Akdeniz’in Türk Gölü Haline Getirilmesi

Nihâyet o gün ikindiye kadar devam eden bu eşsiz deniz muhârebesi, Hayreddîn Paşa’nın kumandasında Osmanlı donanmasının kesin gâlibiyetiyle neticelendi. Bu zaferle Hayreddîn Paşa’nın efsânevî kahramanlığı bir kat daha arttı. Fakat o, kazandığı bu misilsiz zaferin Cenâb-ı Hakk’ın bir lûtfu olduğunun idrâki içinde ve şükür secdesi hâlinde mütevâzı ve sıradan bir gâzi gibiydi. Gerçekten de o, düşman karşısında kükreyen bir arslan, Allah huzûrunda ise, boynu bükük, gözü yaşlı bir velî idi. İhtişamla tevâzû iki zıt mâhiyet gibi görünse de, onda mezcolmuş ve tek bir haslet hâline gelmişti. Nitekim Paşa, esir düşman kadırgalarını peşine takıp İstanbul’a yöneldiğinde onun ihtişam ve kudretinden dolayı Akdeniz’de Osmanlı’nın karşısına çıkabilecek hiçbir düşman gemisi kalmamıştı. Koca derya, artık âdeta bir Türk gölü hâlindeydi.

İspanya Kralını Dize Getiren Vekil

Diğer taraftan Preveze mağlûbiyetini hazmedemeyip çılgına dönen İspanya kralı, intikam almak sevdâsıyla alelacele büyük bir donanma teşekkül ettirmiş ve deryâya açılmıştı. Hayreddîn Paşa’nın İstanbul yolunu tutup Cezâyir’i boş bıraktığını düşündüğünden, ilk hedef olarak oraya yönelmişti. Ancak Hayreddîn Paşa’nın mahâretli ve kerâmetli elleriyle bizzat yetiştirip Cezâyir’e vekil bıraktığı Hasan Ağa, aşılmaz bir sur gibi kralın önüne çıktı.

Allah Teâlâ’nın yardımıyla o sırada yağmaya başlayan şiddetli yağmur ve esen fırtına da, düşmanı tamamen perişan etmeye yetti. Ne erzakları kaldı, ne de harbedecek tâkatleri. Açlıktan atlarını yemeye başladılar. Nihâyet Hasan Ağa’nın son bir hamlesi ile kesin zafer müyesser oldu ve zâlim kral, güç belâ kendisini bir gemiye atıp canını zor kurtardı. Bu hezîmet, kralı öylesine sarstı ki, neticede krallığı terk edip bir kiliseye kapandı ve kısa bir müddet sonra da kederinden ölüp gitti.

Zafer müjdesi İstanbul’a ulaştığında Hayreddîn Paşa’nın gönlü sevinçle dolarken Sultan da bundan ziyâdesiyle memnûn olup Hasan Ağa’yı Cezâyir Beylerbeyiliği ile mükâfatlandırdı.

Bütün bu hakîkatler ışığında denilebilir ki, Kânûnî Sultan Süleyman’ın Avrupa içlerindeki akın ve seferlerinin karşısına ciddî bir haçlı ordusunun çıkamayıp büyük fetihlerin gerçekleştirilmesinde onun birçok rakibini Akdeniz’de kâh bizzat, kâh yetiştirdiği reisleriyle perişan eden Barbaros Hayreddîn Paşa’nın da büyük bir rolü olduğu muhakkaktır.

Barbaros Hayreddin Paşa’nın Hayır İşleri

Osmanlı’nın sınırlarını Fas’a kadar uzatan Hayreddîn Paşa, hayırsever bir zâttı. O, her bir zafer ve muvaffakıyetinin ardından fakir ve yoksullara ihsan ve bağışlarda bulunmayı îtiyad edinmişti. Bulunduğu şehir ve memleketlerde aç ve açıkta kimse bırakmazdı. Bunun için halk tarafından ziyâdesiyle sevilir, kendisine bir devlet büyüğü olmaktan öteye, âdeta şefkatli bir “baba” olarak bakılırdı. O, mânevî işaretle Cezâyir’i terk ettiği zaman oranın ahâlîsi gözyaşı dökmüş ve gelmesini hasretle beklemişlerdi.

Beşiktaş’ta bir medrese inşâ ettiren Paşa, muhtelif semtlerde han, hamam, konak, ev, değirmen ve fırınlar yaptırarak vakfetti. Husûsiyle bu yerlerin gelirlerinden medrese talebe ve muallimlerine büyük meblâğlar ayırdı. Vefâtından evvel şahsî malı olan otuz kadırgayı bütün teçhizâtı ile birlikte devlete hibe etti.

O, kendisine Sahâbe-i Kirâm’ın dindarlığını numûne-i imtisâl edinmişti. Bu itibarla dünya işleri ile alabildiğine alâkadar olurken âhiret işlerini aslâ ihmâl etmezdi. Denilebilir ki, onun dünya işleri de zâten birer âhiret ameli hüviyetinde idi. Gecesini üçe taksim etmekteydi. Birinci kısmında uyur, ikinci kısmında ibadet eder, üçüncü kısmında da Kur’ân-ı Kerîm okur, ayrıca yapacağı işlerin taktik ve plânlarıyla meşgul olurdu.

Barbaros Hayreddin Paşa Ne Zaman ve Nerede Öldü?

1544 yılında tekrar İstanbul’a dönen Barbaros Hayreddîn Paşa, fânî ömrüne sığdırdığı sayısız zaferler ve muazzam hizmetlerinin ardından 1546 yılında rahmet-i Rahmân’a yürüdü. Beşiktaş’taki türbesine defnedildi[2] ve vefâtına:

Mâte reîsü’l-bahr” (Deryânın reisi vefât etti) denilerek tarih düşürüldü. Rahmetullâhi aleyh!

Dipnotlar:

[1] Bu âyet-i kerîmeler, daha sonraki yıllarda Hayreddîn Paşa’nın sancaklarında yer almıştır. Bunlardan biri hâlen İstanbul Deniz Müzesi’nde bulunmaktadır. [2] Hayreddîn Paşa’dan sonra ona hürmeten, kaptan-ı deryâlar, hil’atlerini onun medfun bulunduğu makamda giymeye başlamışlar ve Paşa’nın rûh-i şerîfi için duâların yanında, onun çok sevdiği hayrat hizmetlerinden olan fakir-fukarâyı yedirip giydirmeyi îtiyad edinmişlerdir.

Kaynak: Osman Nurş Topbaş, Osmanlı, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

PREVEZE DENİZ SAVAŞI NEDENLERİ VE SONUÇLARI

Preveze Deniz Savaşı Nedenleri ve Sonuçları

BARBAROS TAKTİĞİ NEDİR?

Barbaros Taktiği Nedir?

BARBAROS HAYRETTİN PAŞA'NIN KABRİ NEREDE?

Barbaros Hayrettin Paşa'nın Kabri Nerede?

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.