Ahlaki Görevlerimiz Nelerdir?

Din, ibadet ve ahlak arasında nasıl bir ilişki vardır? Ahlaklı bir bireyde/insanda olması gereken özellikler nelerdir? Ahlaki davranışlara uygun hareket etmek bizim için neden önemlidir? Ahlaki görevlerimiz nelerdir? Toplumsal hayatta riayet edilmesi gereken tutum ve davranışlar...

İslam’ın hükümlerini kısaca iki maddede özetleyebiliriz. Bunlar:

  1. Allah’a ibadet etmek,
  2. Allah’ın yarattıklarına şefkat ve merhamet göstermektir.

DİN, İBADET VE AHLAK ARASINDA NASIL BİR İLİŞKİ VARDIR?

Görülüyor ki sadece Allah’a ibadet etmekle vazifemiz bitmiş olmuyor, ahlaki görevlerimizi de yapmamız gerekiyor. Olgun bir Müslüman, sadece kendisini yaratan Allah’a karşı ibadet görevlerini yerine getirmekle kalmaz, aynı zamanda insanlara ve diğer bütün canlılara karşı da iyi davranışlar içinde bulunur, hiçbir canlıyı incitmez, onlara elinden geldiği kadar şefkat ve merhametle muamele eder, iyilik yapar.

Çünkü Allah’a ibadet nasıl dinimizin emri ise başta insanlar olmak üzere onun yarattığı diğer canlılara merhamet göstermek ve iyi davranmak da dinimizin emridir. Müslüman, her iki görevi yerine getirdiği takdirde olgun bir Mümin olur.

Esasen ahlak ile iman ve ibadetler arasında sıkı bir bağ vardır. Allah katında makbul olan ibadet, kişiyi kötülüklerden uzaklaştıran ve güzel ahlak ile donatan ibadettir.

Müslüman’ı kötü fiil ve davranışlardan uzaklaştırmayan, ona ahlaki faziletler kazandırmayan bir ibadete Cenab-ı Hak değer vermez.

Fertlerin ve toplumların huzur ve mutluluğu, dinimizin getirdiği yüksek ahlak prensiplerinin öğrenilmesine ve hayata geçirilmesine bağlıdır.

İslam’daki ahlak esasları, önce kendi şahsımızı, sonra doğup büyüdüğümüz sıcak yuvamız olan ailemizi, daha sonra içinde yaşadığımız toplumu, üzerinde yaşayıp sayısız nimetlerinden yararlandığımız vatanımızı ve nihayet bütün insanları, hatta diğer canlıları içine alacak kadar geniş, kapsamlı ve evrensel niteliktedir. Bu bölümde, ahlaki görevlerimizin neler olduğunu, kimlere karşı nasıl davranmamız gerektiğini anlatmaya çalışacağız.

AHLAKİ GÖREVLERİMİZ NELERDİR?

Müslüman, Allah’a, Peygambere ve Kur’an’a karşı yapmakla yükümlü olduğu görevler yanında ahlaki görevleri de yerine getirmesi gerekir.

Bunları ancak, beden ve ruh bakımından sağlıklı bir insan yerine getirebilir. Bu sebeple, kişinin, önce kendine karşı olan görevlerini yapması icap eder.

İnsan, beden ve ruh’tan meydana gelen bir varlıktır. Maddi varlığımız olan bedenimize karşı görevlerimiz olduğu gibi, manevi varlığımız olan ruhumuza karşı da yapmamız gereken görevler vardır. Bunlardan biri ihmal edilirse, beden ile ruh arasındaki uyum bozulmuş olur. Bu durumda olan bir insan hayatta istediği huzuru bulamadığı gibi, yerine getirmekle yükümlü olduğu ibadetleri de gereği gibi yapamaz.

Bu sebeple, önce kendi şahsımıza karşı görevlerimizi iyi bilmemiz gerekiyor. Şahsımıza karşı görevlerimiz, ikiye ayrılır:

  1. Bedenimize Karşı Görevlerimiz

a) Dengeli beslenmek:

Güçlü ve sağlıklı olmak için vücudun ihtiyaç duyduğu gıdaları almak şarttır. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır:

“Ey insanlar! Yeryüzündeki helal ve temiz olan şeylerden yiyiniz.” (2/Bakara, 168.) Peygamberimiz de,

“Kuvvetli Mümin, zayıf Müminden hayırlı ve Allah katında daha sevimlidir.” (Müslim, “Kader”, 8.) buyurarak Müslümanın güçlü ve kuvvetli olmasının önemini belirtmiştir. Beden ruhun binitidir. Ruhun, görevlerini hakkıyla yapabilmesi, binitin sağlam olmasına bağlıdır. Bu ise bedene iyi bakmak ve onu zayıf düşürecek şeylerden korumakla mümkündür.

Dinimiz, vücudu zayıf düşürecek derecede fazladan ibadet yapmayı bile uygun görmemiştir. Enes b. Malik’ten (ra.) şöyle rivayet edilmiştir:

Bir kere Ashabdan üç kişi, Peygamberimizin (s.a.v.) ibadetini sorup öğrenmek maksadıyla onun hanımlarının evlerine gitmişlerdi. Peygamberimizin (s.a.v.) (nasıl ve ne kadar) ibadet ettiği kendilerine bildirilince, onlar sanki bunu azımsayarak,

—Biz nerede, Resulullah nerede? Şüphesiz ki Allah, onun geçmiş olan ve gelecekte işlenmesi muhtemel bulunan günahlarını bağışlamıştır, dediler. İçlerinden biri,

—Ben geceleri devamlı namaz kılacağım, dedi. Öbürü,

—Ben de, her zaman (her gün) oruç tutacağım, dedi. Üçüncüsü de,

—Ben de kadınlardan ayrı yaşayacağım, hiç evlenmeyeceğim, dedi. Onlar bu sözleri söylerken peygamberimiz çıkageldi ve onlara şöyle buyurdu:

—Siz, şöyle şöyle söyleyen kimselersiniz değil mi?

Fakat şunu iyi biliniz ki: Ben sizin Allah’tan en çok korkanınız ve korunanınız bulunuyorum. Öyle iken ben, bazen nafile oruç tutarım, bazen tutmam. Gecenin bir kısmında nafile namaz kılarım, bir kısmında uyurum. Kadınlarla da evlenirim (İşte benim Sünnetim budur.).

Her kim benim yolumdan gitmez de ondan yüz çevirirse benden değildir.” (Buhârî, “Nikâh”, 1.) buyurdu.

b) Vücudu zararlı şeylerden korumak:

Dinimiz, vücudumuza zararlı olan ve sağlığımızı tehlikeye sokan şeylerden sakınmamızı emretmiş, her türlü alkollü içkiyi, afyon, eroin ve esrar gibi uyuşturucu maddeleri içmeyi ve kullanmayı kesinlikle yasaklamıştır.

Bunları kullanmak, bir insanın bile bile kendisini tehlikeye atması demektir. Allah Teala Kur’an-ı Kerim’de, 

“Kendinizi, kendi ellerinizle tehlikeye atmayınız.” (2/Bakara, 195.) buyurarak Müslümanların zararlı ve tehlikeli şeylerden korunmalarını istemiştir.

Vücut sağlığı, değeri iyi bilinmesi gereken nimetlerden biridir. İnsan sahip olduğu bu nimetin kıymetini bilmeli ve onu korumaya çalışmalıdır. Peygamberimizin (s.a.v.) şu uyarısına dikkat edelim, buyuruyor ki:

“Beş şey gelmeden önce beş şeyin:

  1. Ölüm gelmeden önce hayatının,
  2. Hasta olmadan önce sağlığının,
  3. Meşguliyetten önce boş vaktinin,
  4. İhtiyarlamadan önce gençliğinin,
  5. Yoksulluğa düşmeden önce zenginliğinin kıymetini bil.” (Keşfu’l-hafa, I, 148)

Sağlığımızı korumak ve hastalanmamak için her türlü tedbiri almak görevimiz olduğu gibi, hastalanınca da tedavi olmak, yeniden sağlığımıza kavuşmak için her türlü çareye başvurmak da görevimizdir. Peygamberimiz,

“Allah verdiği her hastalığın şifasını da vermiştir.” (Buhârî, “Tıbb”, 1.) sözleri ile her hastalığın bir ilacı olduğunu ve tedavisi bulunduğunu bildirmiş, diğer bir hadis-i şerifinde de,

“Allah, yarattığı her hastalığın ilacını da yaratmıştır. Tedavi olunuz!” (Buhârî, “Tıbb”, 19.) buyurarak, hastalıktan kurtulmanın yolunu göstermiştir.

Özetle, Müslüman helal ve temiz gıdalarla beslenmeli, zararlı olan şeylerden sakınarak sağlığını korumalı, hastalandığı takdirde de tedavi yollarına başvurmak suretiyle sağlığına kavuşmak için üzerine düşeni yapmalıdır.

İslam’da Aşırılık Yoktur

İnsan beden ile ruhun birleşmesinden meydana gelen bir varlıktır. Bu sebeple dinimiz, onun hem bedenî hem de ruhi ihtiyaçlarını dikkate almış, madde ile mana arasında ahenkli bir denge kurmuştur.

İslam, insanın yaratılışına uygun hükümleri ihtiva ettiği için dinî konularda itidali emretmiş, bu çizginin altına düşmeyi istemediği gibi bu çizginin üstünde aşırı gitmeyi de uygun görmemiştir

Dinimiz, meşru olmak şartıyla insanı hiçbir zevkten mahrum etmediği gibi kendisini büsbütün ibadete vererek vücudunu ezmeyi de uygun görmemiş, insana gücünün yetmeyeceği görevleri yüklememiştir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de,

“Allah, hiç kimseye gücünün üstünde bir şey yüklemez” (2/Bakara, 286.) buyrulmuştur.

İslam’da kolaylık esastır. Bu husus, Kur’an-ı Kerim’de ve Peygamberimizin (s.a.v.) hadislerinde açıkça görülür. Bu konudaki ayetlerden bazıları şunlardır:

“Allah, size kolaylık ister, zorluk istemez.” (2/Bakara, 185.)

“Allah, size sıkıntı vermek istemez, ama sizi tertemiz yapmak ve şükredesiniz diye üzerinize nimetini tamamlamak ister.” (5/Mâide, 6.)

“Allah, dinde size hiçbir zorluk yapmadı.” (22/Hac, 78.) Peygamberimiz (s.a.v.) de şöyle buyuruyor:

“Şüphesiz bu din kolaydır. Bir kimse din hususunda kendini zorlarsa din ona galip gelir (yani o kimse ezilip büsbütün amel edemez hâle gelir). Öyle ise itidalden ayrılmayın.” (Buhârî, “İmân”, 30.) Diğer bir hadis-i şerifin anlamı da şöyledir:

“Orta yolu tutunuz. Amellerinizi kemale yaklaştırınız. Sabahleyin zeval ile akşam arasında ve bir parça da gece çalışınız. İtidalden ayrılmayınız, maksada erişirsiniz.” (Buhârî, “Rikâk”, 18.)

Peygamberimize (s.a.v.), hangi amel Allah’a daha sevimlidir, diye sorulunca O, “Az da olsa devamlı olanıdır.” (Buhârî, “Rikâk”, 18.) buyurdu.

Anlamlarını sunduğumuz ayet ve hadislerden anlaşılıyor ki dinimizde zorluk yoktur. Aşırı giderek güçlük çıkarmak ve kendine eziyet etmek uygun görülmemiş, orta yol tavsiye edilmiştir. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz,

“Dinî işlerde aşırı gidenler yok oldu.” (Müslim, “İlm”, 4.) buyurmuş ve bu sözünü üç defa tekrarlamıştır.

Diğer bir hadis-i şerifleri ile de aşırılıktan sakınmamızı isteyerek şu uyarıda bulunmuştur:

“Dinde aşırı gitmekten sakının. Sizden öncekiler dindeki aşırılıkları yüzünden helak oldu.” (Ahmed ibn Hanbel, Müsned, I, 125.)

Enes (ra.) diyor ki: Peygamberimiz (s.a.v.) camiye girince iki direk arasına gerilmiş bir ip gördü.

—Bu ip nedir, diye sordu. Dediler ki,

—Zeyneb’indir, yorulduğu zaman ona tutunur. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.),

“O ipi çözünüz, sizin herhangi biriniz istekli olduğu sürece namaz kılsın, yorulunca yatsın ve uyusun” (Buhârî, “Teheccüt”, 18, Müslim, “Salât”, 31.) buyurdu. İbn-i Abbâs’tan (ra.) rivayete göre şöyle demiştir:

Peygamber (s.a.v.) Efendimiz Ashaba hitap ederken, ayakta duran bir adam gördü ve kim olduğunu sordu. Dediler ki:

Ebû İsrâîl’dir, güneşte durmayı, oturmamayı, gölgelenmemeyi, konuşmamayı ve oruç tutmayı adamıştır. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.),

—Söyleyiniz ona, “Konuşsun, gölgelensin, otursun, ama orucunu tamamlasın, buyurdu. (Buhârî, “Eymân”, 21.)

Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, Ashabdan Selman ile Ebû’d-Derdâ’yı (ra.) kardeş yapmıştı. Bundan dolayı Selman (ra.), Ebû’d-Derdâ’yı (ra.) ziyaret etti. Ebû’d-Derdâ’nın (ra.) eşini eski elbise içerisinde görünce,

—Bu hâl nedir, dedi. Ebû’d-Derdâ’nın eşi,

—Kardeşin Ebû’d-Derdâ’nın dünya ile bir işi yok, diye cevap verdi. Daha sonra Ebû’d-Derdâ geldi. Selmân için yemek hazırladı ve

—Ben oruçluyum siz buyurun, dedi. Selmân (ra.),

—Sen yemezsen ben de yemem, dedi. Bunun üzerine Ebû’d-Derdâ da yedi. Gece olunca Ebû’d-Derdâ, ibadete hazırlandı. Selman ona,

—Uyu, dedi. Ebû’d-Derdâ da uyudu ve bir müddet sonra yine kalkacak oldu. Selman yine,

—Uyu, dedi. Gecenin sonu olunca, Selman, Ebû’d-Derdâ’ya,

—İşte şimdi kalk, dedi ve her ikisi de kalkıp birlikte namaz kıldılar. Sonra Selman, Ebû’d-Derdâ’ya şöyle dedi:

—Senin üzerinde Rabbinin hakkı vardır. Nefsinin hakkı vardır. Ailenin hakkı vardır. Her hak sahibine hakkını ver. Ebû’d-Derdâ bu olayı gidip peygamberimize anlattı. Peygamberimiz,

—Selmân doğru söylemiş, (Buhârî, “Savm”, 51.) buyurdu.

Sadece ibadette değil harcamalarımızda da orta yolu takip etmemiz emredilmiştir. Para hangi yollardan nasıl kazanılır, nasıl harcanır, insanca nasıl yaşanır? İşte dinimiz bu hususta da takip edilecek orta yolu göstermiştir.

Parayı istif edip yeri gelince harcamayan cimriler elleri boğazlarına bağlanmış esirler gibidir. Elindeki parasını aile fertlerine, fakir ve yoksullara ve hayır kuruluşlarına harcamayanların esirden ne farkı vardır? Para niçin kazanılır?

İnsanca yaşamak, ihtiyaç sahiplerine yardımda bulunarak dünyada insanların sevgisini, Allah’ın rızasını, ahirette de ebedi saadeti kazanmak için değil mi? Böyle değerlendirilmeyen servetin, paranın ne kıymeti olabilir?

İşte, değerlendirilmesi gereken yerde parayı harcamamak cimriliktir.

Bir de bunun aksini düşünelim. Elini tamamen açmış gereksiz yere harcama yapıyor, saçıp savuruyor, nesi var nesi yok elinden çıkarıyor. Zengin iken fakir, veren el olmaktan alan el durumuna düşüyor. Bu da israftır.

Her ikisi de yanlıştır. İslam’ın getirdiği ahlak anlayışına uygun değildir. Doğrusu, bu ikisi arasında ortalama hareket etmektir.

Cimri değil tutumlu olmaktır, aile fertleri ve ihtiyaç sahiplerine ihtiyaçları ölçüsünde harcama yapmak, gerekli yardımda bulunmaktır.

Harcama yaparken müsrif değil, cömert olmaktır. Harcama ve yardımları yerli yerine ve hayırlı işlere yapmaktır.

Harcama yaparken cimrilik ve israftan sakınarak orta ve dengeli bir yol takip edilmesini emir ve tavsiye eden ayetlerin anlamları şöyle:

“Bir de akrabaya, yoksula, yolcuya hakkını ver. Gereksiz yere saçıp savurma.” (17/İsrâ, 26.)

“Elini boynuna bağlayıp asma, onu büsbütün de açma. Sonra kınanır pişmanlık içinde kalırsın.” (17/İsrâ, 29.)

“Bunlar ki (mallarını) harcadıkları zaman ne israf ederler, ne de cimrilik yaparlar, bu ikisi arasında orta bir yol tutarlar.” (25/Furkân, 67.) Peygamberimiz (s.a.v.) de bu konuda,

“Tutumlu kişi muhtaç olmaz.” (Ahmed ibn Hanbel, Müsned, I, 447.)

“Tutumlu olmak, harcamada orta yolu takip etmek geçimin yarısıdır” (el-Fethü’l-kebîr, I, 507.) buyurmuştur.

Yeme ve İçme Adabı

Yerken ve içerken uyulması gereken birtakım edep ve terbiye kuralları vardır. Bunlar yemekten önce, yemek esnasında ve yemekten sonra olmak üzere üç kısma ayrılır.

Yemekten Önce

a) Yiyeceklerin hem helal yoldan kazanılmış, hem de iyi ve temiz olması. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyruluyor:

“Mallarınızı aranızda haksız yollarla yemeyin.” (2/Bakara, 188.)

“Ey İman edenler! Size verdiğimiz rızıkların iyi ve temiz olanlarından yiyin.” (2/Bakara, 172)

b) Yemekten önce elleri yıkamak.

Yemek Esnasında

  1. Yemeğe bismillâh diyerek başlamak.
  2. Sağ el ile yemek. 
  3. Aynı kaptan yendiği takdirde, yemeği kendi önünden almak. Ömer b. Ebî Seleme diyor ki:

Peygamberimiz (s.a.v.) bana, “Bismillâh de, sağ elinle ve önünden ye” (Müslim, “Eşribe”, 108.) buyurdu.

  1. Yemeği beğenmezlik etmemek.

Peygamberimiz (s.a.v.) hiçbir yemeği kötülememiştir. O, isteği varsa yer, isteği yoksa bırakırdı. (Müslim, “Eşribe”, 108.)

  1. Lokmayı ağza göre alıp iyice çiğnedikten sonra yutmak.
  2. Lokma ağzında iken konuşmamak.
  3. Suyu içmeden önce bardağa bakmak.
  4. Suyu bir solukta içmemek. Peygamberimiz suyu üç solukta içerdi. (Buhârî, Müslim.)
  5. Bardağın içine nefes vermemek.
  6. Yemek esnasında başkalarını tiksindirecek ve iğrendirecek söz ve davranışlarda bulunmamak.
  7. Yemek esnasında susmak iyi değildir. Ancak yemekte iyi ve güzel şeyler konuşmalı, yiyenleri tiksindirecek ve iğrendirecek şeyleri konuşmaktan sakınmalıdır.
  8. Ekmeği yere atmamak ve üzerine tabak, tuzluk ve benzeri şeyleri koymamak. Peygamberimiz,

“Ekmeğe saygı gösteriniz” (Keşfu’l-hafâ, I, 170.) buyurmuştur. Elini veya bıçağı ekmekle silmek de uygun değildir. Eğer bıçağı ekmekle silip o ekmeği yerse bunun sakıncası yoktur.

  1. Dişleriyle kopardığı lokmayı yemeğin içine bırakmamak.
  2. Aksıracağı veya ağzından bir şey çıkaracağı zaman yüzünü sofradan çevirmek veya ağzını kapamak.
  3. Toplu hâlde yerken önündeki yemeğe bakmak, sağa sola göz gezdirmemek, yanındakilerin lokmasına ve yemeğin geldiği tarafa bakmamak.
  4. Ağzındaki lokmayı yutmadan başka lokma almamak. Ziyafetlerde ev sahibinin misafirlere bizzat hizmet etmesi de uygun bir davranıştır. Nitekim Peygamber Efendimiz misafirlerine bizzat kendisi hizmet etmişlerdir.

Ziyafette, ev sahibinin suskun durması uygun olmadığı gibi hizmet edenleri misafirlerin yanında azarlaması da doğru değildir. Ev sahibinin dikkat edeceği hususlardan birisi de, ziyafet verdiği kişilerin rahatsızlık duymalarına sebep olacak kimseleri orada bulundurmamasıdır. Misafir de, ev sahibinin rızası olmadan yanında başkasını ziyafete getirmemelidir.

Toplu yemek yenirken —yemeğe devam edenleri utandırmamak için— herkes yiyip bitirmedikçe sofradan kalkmamalıdır.

Misafir, ev sahibinin iznini almadan ve dua etmeden oradan ayrılmamalıdır. Karanlıkta yemek de mekruhtur.

Yemekten Sonraki Adaba Gelince

Yemek bitince Elhamdülillâh denilmelidir.

Peygamberimiz (s.a.v.) yemekten sonra, “Bizi yediren, içiren ve Müslüman olarak yaratan Allah’a hamd olsun” diye dua ederdi.

Yemeğe başlarken besmelenin sofrada bulunanların işitecekleri şekilde söylenmesi uygundur. Fakat sofradakilerin hepsi yemeği tamamlamadıkça işitilecek bir sesle “Elhamdülillâh” demek doğru değildir.

Ellerini ve ağzını yıkamak da yemekten sonra yerine getirilmesi gereken adaptandır.

  1. Ruhumuza Karşı Görevlerimiz

Vücut sağlığı gibi, ruh sağlığına da önem vermemiz ve ruhumuza karşı görevlerimizi yerine getirmemiz gerekir. Bu görevler kısaca şunlardır:

a) Ruhumuza Doğru ve Sağlam İnanç Yerleştirmek

Ruhumuzun en önemli gıdası imandır. Bedenimiz, maddi gıdalarla beslenip güçlendiği gibi, ruhumuz da doğru ve sağlam inançla güçlenir. Bu bizi ve bütün varlıkları yaratan, gücü kudreti ve rahmeti sonsuz olan yüce Allah’a ve bizi saadete çağıran elçisine inanmaktır.

İnsan daima Allah’a muhtaçtır. O’na inanan bir insan manevi gıdasını almak suretiyle büyük bir güç kazanır, kalbi huzurla dolar. İnsan ruhunun istek ve arzuları sınırsızdır. İnsanın saadeti ancak bu arzuların yerine getirilmesi ile mümkün olabilir. Bu arzu ve istekler yerine gelmedikçe ruh tatmin edilemez. Nasıl ki aç olan mide birtakım yararlı gıdalarla açlığını giderip tatmin olursa, ruh da ancak manevi gıdası olan gerçek bir imanla tatmin olur, huzura kavuşur.

b) Ruhumuzu Doğru ve Faydalı Bilgilerle Donatmak

Yiyecek ve içecekler nasıl bedenimizin gıdası ise ruhumuzun gıdası da ilimdir. Maddi gıdasını almayan kimse nasıl yaşayamaz, zamanla ölürse, ruhunu yeterli bilgi ile donatmayan, ona manevi gıdasını vermeyen kimse de ruhen aç kalır ve manevi hayatını kaybeder.

İlk emri “oku” olan dinimiz bilgiye büyük değer vermiş, Peygamberimiz (s.a.v.),

“İlim öğrenmek her Müslümana farzdır.” (İbn Mâce, “Mukaddime”, 39.) buyurarak ilmin Müslümanlar için taşıdığı önemi belirtmiştir. Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’de,

“De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (39/Zümer, 9.) buyurmuş ve âlim ile cahilin aynı seviyede olamayacağını bildirmiştir.

Çünkü ilim ışıktır, aydınlıktır. Cehalet ise karanlıktır. Elbette ki aydınlık ile karanlık eşit olamaz. İlim öğrenmede yaş sınırı yoktur. Müslüman beşikten mezara kadar bilgi edinmek ve ilim tahsil etmekle yükümlüdür.

İlmin kimden ve nereden alınacağı hususunda da bir kayıt konulmamış, aksine, alınabildiği her yerden ilim öğrenmenin gerektiği bildirilmiştir. Peygamberimiz (s.a.v.) bu konuda takip edeceğimiz yolu göstererek şöyle buyurmuştur:

“İlim, Müminin yitiğidir, onu nerede bulursa alır.” (Aclûnî, Keşfu’l-hafâ, I, 363.)

Dünya ve ahiret saadetinin anahtarı ilimdir. Çünkü ilimsiz ne dünya kazanılır, ne de ahiret.

Ruhumuzu hurafe ve batıl inançlardan temizlemek, kalbimize sağlam ve doğru inançlar yerleştirmek de ilim ile olur.

Maddi bakımdan ilerleme ilim ile olduğu gibi, manevi bakımdan yükselme de ilim ile mümkündür.

Fertlerin kalkınması ve milletlerin ilerleyip yükselmesi de ilimle elde edilir.

Özetle: Dünyayı isteyen ilme sarılmalı, ahireti isteyen ilme sarılmalı, hem dünyayı hem da ahireti isteyen yine ilme sarılmalıdır. Beşikten mezara kadar ilim öğrenmeyi tavsiye eden dinimizin emri budur.

c) Ruhumuzu Yanlış İnançlardan ve Hurafelerden Arındırmak

Dinimiz, akla, düşünceye ve bilgiye büyük değer vermiş, Kur’an-ı Kerim’in pek çok ayetinde insanlar daima düşünmeye ve akıllarını kullanmaya çağırılmıştır.

Bu sebeple, inanacağımız şeyleri iyice araştırdıktan ve doğruluğuna kanaat getirdikten sonra kabul etmeli, dinde yeri olmayan ve ilimle bağdaşmayan asılsız şeylere inanıp bunların peşinden gitmemeliyiz. Bozuk gıdalar vücudumuza zararlı olduğu gibi, batıl inanç ve hurafeler de ruhi rahatsızlıklara sebebiyet verir, insanın doğruyu araştırıp bulmasına engel olur.

Bilgisizlik yüzünden Müslümanlar arasında yayılan, din ile ilgisi olmadığı hâlde dinî inanç gibi kabul edilen hurafe ve batıl inançlardan bazıları şunlardır:

Baykuşun gündüz veya gece evlere konmasını, sabahleyin bir yere giderken önünden tavşan geçmesini, horozun vaktinden önce ötmesini, salı günü çamaşır yıkanmasını, evden biri gurbete gidince arkasından üç gün evin süpürülmesini uğursuz saymak, iki bayram arasında nikâh kıymamak, falcılık yapmak, kaybolan bir şeyi bulmak için bakıcıya gitmek, gaybdan ve gelecekteki olaylardan haber veren kâhinlere inanmak, dileğinin yerine gelmesi için ağaçlara ve türbelere bez parçaları bağlamak, türbelere ve yatırlara mum yakmak, adak yapmak ve ıssız yerlerde insanlara zarar veren gul-i yabani’ye inanmak.

Bu saydıklarımız dinde asla yeri olmayan, akl-ı selime uymayan ve ilmî gerçeklerle bağdaşmayan hurafeler ve yanlış inançlardır. Bunların kaynağı cehalettir, bir ilim ve hikmet dini olan İslam hakkında yeterli bilgiye sahip olmamaktır. Peygamberimiz, uğursuzluk inancının yanlış olduğunu, baykuş ötmesinin hiç kimseye olumsuz bir etki yapmayacağını, herhangi bir zamanda uğursuzluk bulunmadığını, bildirmiştir. (Buhârî, “Tıbb”, 19.)

Müslüman, hurafelere ve batıl inançlara kafasında yer vermemeli, şayet bir yanlış yapmışsa ruhunu ve gönlünü mutlaka bunlardan temizleyip arındırmalıdır. Çünkü bir kaptaki kirli su boşaltılmadan ona berrak ve temiz suyu koymak mümkün değildir. Hurafelere inananlar, evhama kapılır, moralleri bozulur. Bazı ayları ve günleri uğursuz sayanlar, zamanlarını boşuna geçirir, işinden gücünden geri kalır. Falcılara inanmak, insanların yanlış düşüncelere saplanmasına, insanlar arasında kin ve düşmanlıklara sebep olur.

Bir işle ilgili dileğinin yerine gelmesini isteyen kimsenin önce bunun sebeplerine yapışması, başarıya ulaşması için de Allah’a dua etmesi gerekirken, bez parçalarından, türbelere yakılan mumlardan medet umması İslam’ın özü ile bağdaşmayan çok yanlış bir inancın ürünüdür. Kafasına hurafe ve batıl inançları yerleştiren kimseler, gerçekleri göremez, doğruyu bulamaz, hakka ulaşamaz. Çünkü hurafeler gerçeğe giden yolun üzerinde büyük bir engeldir.

Doğru olup olmadığını araştırmadan, dinde yeri bulunup bulunmadığını iyice öğrenmeden bir şeye hemen inanıveren ve anlamadan dinlemeden arkasından gidenler bundan sorumlu tutulacaktır. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyruluyor:

“Bilmediğin şeyin ardına düşme, doğrusu kulak, göz ve kalp, bunların hepsi yaptığından sorumludur.” (17/İsra, 36.)

  1. Ailemize Karşı Görevlerimiz

a) Ailenin Önemi

Aile, ana, baba ve çocuklardan meydana gelir. Karı koca tarafından kurulan aile, toplumun çekirdeği, milletin temel taşıdır. Millet denilen büyük topluluk, ailelerin bir araya gelmesinden oluşur.

Dinimiz, milletin birlik ve beraberliğine, güçlü ve kuvvetli olmasına büyük önem vermiştir. Bir binanın sağlam olabilmesi, onu meydana getiren parçaların ve malzemenin sağlamlığı ile mümkün olduğu gibi, milletin güçlü ve kuvvetli olması da onu meydana getiren ailelerin sağlam olmasına bağlıdır. Aileler, ne kadar mutlu ve huzurlu olursa millet de o nispette güçlü ve kuvvetli olur.

Aile, dinî ve ahlaki konularda ilk bilgilerin verildiği, millî ve manevi değerlerin öğretildiği, gelenek ve göreneklerin yaşatıldığı bir okul durumundadır.

İnsanın, mutluluk kaynağı olan bu yuvada istediği rahatlık ve huzur, ancak aile fertlerinin birbirine karşı olan görevlerini yerine getirmeleri ile sağlanabilir. Bu sebeple aile fertlerinin taşıdıkları sorumlulukları iyi bilmeleri ve ahlaki görevlerini yerine getirmeleri, ailenin huzuru ve milletin geleceği bakımından büyük önem taşımaktadır.

Nikâh akdi ile kurulan ailenin devamlılığı esastır. Dinimiz, evlenip yuva kurmayı emir ve tavsiye ederken, ailenin dağılmasına sebep olacak söz ve davranışlardan sakınılmasını istemiş, gereksiz yere ve geçici zevkler uğruna boşanıp aile yuvasını bozmanın yanlış bir davranış olduğunu bildirmiştir.

Karı kocaya düşen görev, birbirlerine sevgi ve saygı ile bağlanmak, temelini birlikte atarak kurdukları bu yuvayı titizlikle korumaktır. Bunun için, karı kocanın karşılıklı hak ve görevlerine riayet etmeleri büyük önem taşır. Peygamberimiz (s.a.v.),

“Bir kimse eşine nefret etmesin, zira hoşlanmadığı huyları varsa, ona karşılık hoşlanacağı huyları da vardır.” (Müslim, “Rıdâ”, 18.) buyurarak, erkeğin eşinin davranışlarını hoşgörü ile karşılamasını istemiştir.

Koca, karısının ve bakmakla yükümlü olduğu diğer aile fertlerinin yiyecek, giyecek ve diğer ihtiyaçlarını karşılamak için helal ve meşru yollardan çalışıp kazanmalı, onlara haram lokma yedirmemelidir. Kişi, ailesinin ihtiyaçları için yaptığı harcamalar karşılığında ayrıca sevab kazanacaktır. Peygamberimiz (s.a.v.) bu konuda şöyle buyuruyor:

“Allah yolunda harcadığın, para, bir köleyi hürriyete kavuşturmak için verilen para ve aile fertlerine sarf ettiğin para yok mu? İşte bunların ecir (sevab) bakımından en büyüğü ailene harcadığın paradır.” (Müslim, “Zekât”, 12.)

Ailesinin geçimini ihmal edenler hakkında ise Peygamberimiz (s.a.v.) uyarıda bulunarak şöyle buyuruyor:

“Geçimi, üzerine gerekli olanları ihmal etmesi, bir kimseye günah olarak yeter.” (Ebû Dâvûd, “Zekât”, 45.)

“Bakmakla yükümlü olduğu kimselerin nafakasını kısmak bir kimseye günah olarak yeter.” (Müslim, “Zekât”, 12.)

Koca, hanımının dinî vazifelerini öğrenmesinde ona yardımcı olmalı, eksiklerini gidermeye çalışmalıdır. Kadınlara iyi davranan, hayırlı insandır. Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

“Müminlerin imanca en mükemmeli, ahlakça en güzel olanlarıdır. Sizin en hayırlınız, kadınlarına karşı en iyi davrananınızdır.” (Tirmizî, “Rıdâ”, 11.)

Kadın kocasına sevgi ile bağlanmalı, kocasını üzecek, kalbini kıracak davranışlarda bulunmamalıdır. Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor ki:

“Herhangi bir kadın, kocası kendisinden razı olduğu hâlde ölürse cennete girer.” (Tirmizî, “Rıdâ”, 10.)

Kadın, tutumlu olmalı, kocasının kazandıklarını israf etmemeli, çocukların terbiyesinde kocasına yardımcı olmalıdır. Kadın evine, yuvasına bağlı olmalı, namusunu titizlikle korumalı, ailenin huzurunu bozacak, yuvanın dağılmasına sebep olacak davranışlardan kaçınmalıdır.

Kocasına saygılı olan kadınlar hakkında Peygamberimiz (s.a.v.) şu müjdeyi veriyor:

“Kadın, beş vakit namazını kılar, Ramazan orucunu tutar, namusunu korur ve kocasına da itaat ederse, kendisine: (Hangi kapıdan istersen cennete gir) denilir.” (et-Terğîb ve’t-terhîb, III, 52)

Birbirine sadakatle bağlı olan karı koca ailede huzur bulur, yorgunluklar unutulur.

  1. Çocuklarımıza Karşı Görevlerimiz

Çocuk, anne ve babaya Allah’ın bir emanetidir. Onu iyi bir şekilde yetiştirip topluma faydalı bir fert olarak hazırlamak, anne babanın başta gelen görevlerindendir. Çocuk, küçük yaştan itibaren iyi terbiye edilirse hem ailesine, hem de milletine yararlı ve hayırlı bir insan olur. İyi yetiştirilmediği ve gereği gibi terbiye edilmediği takdirde ne kendisine, ne de kimseye yararı dokunmadığı gibi zararlı bir unsur hâline gelebilir.

Bu sebeple anne ve baba çocuk terbiyesinden hem Allah’a hem de millete karşı sorumludur.

Çocuk doğunca ona güzel bir ad koymak, çocukların bedenen ve ruhen sağlıklı bir şekilde yetişmelerine dikkat etmek gerekir. Çünkü çocukların ileride maddi ve manevi bakımdan gelişip yükselmeleri, hayatta başarıya ulaşmaları iyi ve yeterli beslenmelerine ve sağlıklı büyümelerine bağlıdır. Çocuğun, doğduktan sonra belirli bir süre anne sütü ile beslenmesinde anneye önemli görev düşmektedir. Tıbben de kanıtlanmış bir gerçektir ki bebek için en iyi gıda anne sütüdür. Onun yerini hiçbir şey tutamaz. Çocuğu emzirmek çocuk için yararlı olduğu gibi, anne için de birtakım faydaları vardır.

Dinimiz, çocuğun anne sütü ile beslenmesine öyle önem vermiştir ki Ramazan’da oruç tutmak, eğer süt emen çocuğa veya emziren anneye zarar verirse anne daha sonra tutmak üzere, oruç tutmayı erteleyebilir. Çocuklara dinî görevlerini öğretmek de anne ve babanın vazifesidir.

“Çocuklarınıza yedi yaşına geldiklerinde namaz kılmasını emredin.” (Ebû Dâvûd, “Salât”, 26.)

Anne ve baba, çocuklarının yiyecek, giyecek gibi bedenî ihtiyaçlarını düşündüğü gibi ruhi ve manevi ihtiyaçlarını da düşünmek zorundadır. Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor ki:

“Hiçbir baba, çocuğuna güzel terbiyeden daha üstün bir bağışta bulunmuş olamaz.” (Tirmizî, “Birr”, 33.)

Çocuklar yemeye, içmeye ve giymeye muhtaç oldukları gibi sevilmeye de muhtaçtırlar. Çocukları severken ve onlara hediye verirken aralarında ayırım yapmamaya, adaletli olmaya dikkat edilmelidir. Çocuğu okutmak, geçimini sağlayacağı bir iş ve meslek sahibi yapmak, anne babaya düşen görevlerdendir.

Çocuklara ahlak, edep ve terbiye öğretilirken anne baba bu konuda da davranışları ile çocuklarına iyi örnek olmalıdır. Aksi hâlde beklenen sonuç elde edilemez. Çocukların kimlerle oturup kalktığını, arkadaşlık ettiğini de anne baba kontrol etmeli, çocuğun ahlaki davranışları üzerinde olumsuz etki yapacak, onu fena alışkanlıklar edinecek kişilerden ve kötü çevrelerden korumalıdır.

Özetle, çocuklarını ailesine, milletine ve vatanına yararlı ve hayırlı birer evlat olarak yetiştirmek anne babanın en önemli görevidir.

  1. Anne ve Babamıza Karşı Görevlerimiz

Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’de kendisine ibadet etmemizi emrettikten hemen sonra anne ve babaya iyilikte bulunmamızı emretmiş, (17/İsra, 23.) Peygamber (s.a.v.) Efendimiz de “Allah katında en iyi amel nedir?” diye sorana,

“Vaktinde kılınan namaz, anne ve babaya iyilik etmek ve Allah yolunda savaşmaktır.” diye cevap vermiştir. (Buhârî, “Mevâkîtü’s-salât”, 5, Müslim, “İmân”, 36.)

Anne ve baba hakkına riayet etmek, onlara iyilikte bulunmak dinimizde en önemli konulardan biridir. Hatta denilebilir ki dünyada huzura, ahirette ebedi saadete kavuşmak anne ve babaya iyi davranmaya, onları memnun etmeye bağlıdır. Çocukların anne ve babalarına karşı görevleri kısaca şunlardır:

  1. Anne ve babaya karşı güler yüzlü, tatlı dilli olmak,
  2. Yüzlerine sert ve öfkeli bakmamak,
  3. Onları söz ve davranışları ile hiçbir şekilde incitmemek “öf” bile dememek,
  4. Çağırdıkları vakit hemen koşmak,
  5. Emir ve isteklerini —bu emirler Allah’a itaatsizlik olmadıkça— yerine getirmek,
  6. Her işte onları memnun etmek,
  7. Yanlarında yüksek sesle konuşmamak,
  8. Yolda önlerine geçmemek,
  9. Geçim sıkıntısı içinde iseler geçimlerini sağlamak,
  10. Hastalık ve yaşlılık sebebiyle hizmete muhtaç hâle geldiklerinde seve seve kendilerine hizmet etmek.

Anne ve babamız öldükten sonra da onlar için yapmamız gereken bazı vazifelerimiz daha vardır.

  1. Onları rahmetle anmak,
  2. Dua etmek,
  3. Onlar için hayır yapmak,
  4. Vasiyetleri varsa yerine getirmek,
  5. Dostlarına iyilik etmek ve onlara kötü söz söylenmesine sebep olacak davranışlardan sakınmak.

Benî Seleme kabilesinden gelen bir adam Peygamberimize (s.a.v.),

—Ya Resulallah! Anne ve babamın ölümlerinden sonra onlara yapacağım bir iyilik var mı, diye sordu. Peygamberimiz,

—Evet, onlar için Allah’tan af dilemek, vasiyetlerini ve taahhütlerini yerine getirmek, onlar vasıtası ile olan yakın kimseleri (amca, hala, dayı, teyze gibi) ziyaret etmek ve onların dostlarına ikramda bulunmaktır, (Ebû Dâvûd, “Edeb”, 129.) buyurdu.

  1. Kardeşlerimize Karşı Görevlerimiz

Kardeşler, birbirini tamamlayan bir bütünün parçaları gibidir. Bu sebeple kardeşler arasında öyle samimi bir birlik olmalı ki hiçbir şey kardeşleri birbirinden uzaklaştırmasın.

Miras, mal ve para gibi şeyler ve maddi çıkarlar kardeşleri birbirine düşürmemeli, aralarını açmamalıdır.

Mademki Müslüman, bütün insanlara karşı iyilik yapmakla yükümlüdür. O hâlde iyilik etmeye en layık olanlar, bize çok yakın olan kardeşlerimiz olmalıdır. Farz olan zekât verilirken fakir olan kardeşlere öncelik tanınması, kardeşlere iyi davranmaya ve onlara yardımda bulunmaya dinimizin ne derece önem verdiğini göstermektedir.

Kardeşlerden her biri diğerlerinin menfaatini kendi menfaati kadar düşünüp korumaya çalışmalıdır. Özellikle büyük kardeşler, babanın bulunmadığı hâllerde onun yokluğunu hissettirmemeli, küçük kardeşlere sevgi ve merhamet göstererek onları korumalıdır.

Büyük kardeşler, küçükler için baba yerindedir. Bu sebeple küçükler büyük kardeşlerine hürmet etmeli, onlara karşı saygısızlık yapmamalı, kalplerini kırıcı söz ve davranışlardan sakınmalıdır. Kardeşleri birbirine düşürmeye yönelik fitne ve fesatlıklar karşısında daima uyanık ve dikkatli olmalı, kardeşler birbirine kenetlenerek aile birliğini korumalıdırlar.

  1. Hısım ve Akrabalara Karşı Görevlerimiz

Hısım ve akrabalar, geniş anlamda ailemizin bir parçası olduğu için onlara karşı da birtakım vazifelerimiz vardır.

Akrabalarımızı, zaman zaman ziyaret etmek, güzel söz ve güler yüzle sevgilerini kazanmak, ihtiyacı olanlara yardım etmek, muhtaç olmasalar bile hediye götürerek gönüllerini almak, uzakta olanlara mektup yazarak, telefon ederek hâl ve hatırlarını sormak ve böylece akrabalık bağlarını kuvvetlendirmeye çalışmak ve akrabaları birbirinden soğutup aralarının açılmasına sebep olabilecek söz ve davranışlardan sakınmak ahlaki görevlerimiz arasında yer alır.

Dinimiz, hısım ve akrabaya karşı iyi davranılmasına büyük önem vermiştir. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyruluyor:

“Allah’a ibadet edin ve ona hiçbir şeyi ortak koşmayın. Anaya babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya ve maliki bulunduğunuz kimselere iyilik ediniz.” (4/Nisâ, 36.) Bir adam Peygamberimize,

—Ya Resulallah! Bana cennete girmeme sebep olacak bir amel söyle, dedi. Peygamberimiz (s.a.v.),

—Allah’a ibadet eder ve ona hiçbir şeyi ortak koşmazsın, namazı kılar, zekâtı verir, akrabayı gözetirsin, (Buhârî, “Edeb”, 10, Müslim, “İmân”, 4.) buyurdu.

Akrabaya iyilik etmek cennete girmemize vesile olur, onlarla alakayı kesmek ise bizi bu nimetten mahrum eder. Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor:

“Hısım ve akraba ile alakayı kesenler cennete giremez.” (Buhârî, “Edeb”, 11, Müslim, “Birr”, 6.)

Komşularımıza Karşı Görevlerimiz

Aile ve akrabamızdan sonra bize en yakın olan, hemen her gün karşılaştığımız, çoğu zaman beraber olduğumuz ve yardımlarına ihtiyaç duyacağımız komşularımızla iyi geçinmek, onları rahatsız etmemek dinimizin emridir.

Peygamberimiz (s.a.v.) komşu hakları ile ilgili olarak şu uyarıda bulunuyor:

“Allah’a ve ahiret gününe inanan komşusuna eziyet etmesin.” (Buhârî, “Edeb”, 21, Müslim, “İmân”, 19.)

Komşusuna eziyet eden kimse, olgun bir Mümin olmadığı gibi cennete de giremeyecektir.

Ebû Hüreyre’den (ra.) rivayet edilmiştir. Diyor ki: Peygamberimizin (s.a.v.) üç defa, “Vallahi Mümin olmaz” dediğini işittim.

—Ya Resulallah kim Mümin olmaz, diye sordular. Peygamberimiz (s.a.v.),

—Şerrinden komşusu emin olmayan kimse, (Buhârî, “Edeb”, 29.) diye cevap vermiştir.

Görülüyor ki olgun ve iyi bir Mümin olabilmek, komşuyu rahatsız etmemeye bağlıdır, ancak bu da yeterli değildir. Komşuya iyilik etmek de önemli bir ahlak kuralıdır. Peygamberimiz (s.a.v.) bu konuda şöyle buyurmuştur:

“Allah’a ve ahiret gününe inanan, komşusuna iyilik etsin.” (Müslim, “İmân”, 19.)

Müslüman, komşusunun sevinç ve üzüntüsünü paylaşmalı, ihtiyaç hâlinde yardımına koşmalı ve sıkıntılarını gidermeye çalışmalıdır. Olgun Müslüman ve iyi komşu olmanın gereği budur. Peygamberimizin (s.a.v.) şu uyarılarını her Müslümanın çok iyi değerlendirmesi gerekir. Buyuruyor ki:

“Yanı başında komşusu aç iken tok yaşayan Mümin, olgun bir Mümin değildir.” (et-Tergîb ve’t-terhîb, III, 358)

“Yanı başında komşusunun aç olduğunu bildiği hâlde tok olarak yatan kimse bana iman etmemiştir.” (et-Tergîb ve’t-terhîb, III, 358) Komşulara karşı başlıca görevlerimiz şunlardır:

  1. Komşuların haklarına saygılı olmak,
  2. Onları söz ve davranışlarımızla incitmemek,
  3. Sevinç ve üzüntülerini paylaşmak,
  4. Dert ve sıkıntılarını gidermeye çalışmak,
  5. Gerekli hâllerde yardım etmek, ödünç vermek, hediyeleşmek,
  6. Hastaları ziyaret etmek, ölenin cenazesine katılmak ve başsağlığı dilemek...

Özetle, kendimiz için sevip istediğimiz şeyleri komşularımız için de sevip arzu etmek, kendimize yapılmasını istemediğimiz şeyleri de onlara reva görmemek ve yapmamaktır.

  1. Misafirlere Karşı Görevlerimiz

Misafirleri ağırlamak ve onlara ikramda bulunmak da dinimizin tavsiye ettiği ahlaki davranışlardandır. Peygamberimiz şöyle buyuruyor:

“Allah’a ve ahiret gününe inanan, misafirine ikram etsin. Allah’a ve ahiret gününe inanan, yakınları ile ilgisini devam ettirsin. Allah’a ve ahiret gününe inanan ya hayırlı bir söz söylesin veya sussun.” (Buhârî, “Edeb”, 85, Müslim, “İmân”, 19.) Misafirlere karşı başlıca görevlerimiz şunlardır:

  1. Misafirleri güler yüz ve tatlı sözle karşılamak,
  2. İyi bir şekilde ağırlamak ve bir şeyler ikram etmek,
  3. Misafire karşı asık suratlı olmamak,
  4. Yanında çocukları ve hizmet edenleri azarlamamak,
  5. Misafir gideceği zaman onu güler yüzle uğurlamak.

Yakınlarımızı, büyüklerimizi ve dostlarımızı uygun zamanlarda ziyaret etmek de yerine getirilmesi gereken ahlaki görevlerimizdendir. Bu, dostluk bağlarının ve kardeşlik duygularının kuvvetlenmesini sağlayan güzel bir davranıştır. Ziyarette şu hususlara dikkat edilmelidir:

  1. Ziyaret için uygun bir zaman seçmek,
  2. Ziyaret, usandıracak şekilde çok sık olmamak,
  3. Ziyaret edilecek kimseye mümkünse önceden haber vermek,
  4. Elbise temiz, kılık, kıyafet düzgün olmak,
  5. İzin almadan kimsenin evine veya odasına girmemek,
  6. Kendisine ikram edilen yemeği kötülememek,
  7. Ev sahibinin sevinç ve kederine ortak olmak,

Din kardeşlerini Allah rızası için ziyaret edenler, Allah’ın sevgisini kazanırlar.

“Adamın biri, başka köyde bulunan bir (din) kardeşini ziyarete giderken Allah Teala bu kişinin yolunu gözetlemek için bir meleği görevlendirmişti. O adam yolda meleğin yanına gelince melek nereye gittiğini sordu. Adam,

—Şu köyde bir kardeşim var, ona gidiyorum, cevabını verdi. Melek,

—O adamın sana geçmiş bir iyiliği var da onu devam ettirmek için mi gidiyorsun, dedi. O da,

—Hayır, ben o kimseyi sadece Allah için severim, dedi. Bunun üzerine Melek,

—Ben Allah’ın sana yolladığı elçisiyim. Sen o adamı nasıl seviyorsan, Allah da seni öylece seviyor, dedi.” (Müslim, “Birr”, 12.)

a) Selamlaşmak

Selam, Müslümanlar arasında sevgi ve dostluğa vesile olan güzel bir davranıştır. Selam vermek sünnet, verilen selamı almak farzdır. Selam, aynı zamanda Allah’ın isimlerindendir. Allah Teala, Kur’an-ı Kerim’in on iki yerinde Müminlere selam vermiştir.

Selam, her türlü afet, bela ve kötülüklerden uzak olmak anlamındadır. Böylece selam veren kişi, din kardeşinin afet ve kötülüklerden uzak olmasını istemiş ve onun iyiliği için dua etmiş demektir. Selamlaşma hakkında Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyruluyor:

“Bir selam ile selamlandığınız zaman siz de ondan daha güzeli ile selamlayın yahut aynı ile karşılık verin.” (4/Nisâ, 86.) Peygamber (s.a.v.) Efendimize birisi,

—Ya Resulallah! İslam’ın hangi ibadeti hayırlıdır, diye sordu. Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle cevap verdi:

—Yemek yedirmen, tanıdığına ve tanımadığına selam vermendir. (Buhârî, “İmân”, 20, Müslim, “İmân”, 14)

Selamlaşmak, Müslümanlar arasındaki sevgiyi artırır, kardeşlik duygularının kuvvetlenmesine vesile olur. Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor:

“İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız.

Size, yaptığınız zaman birbirinizi seveceğiniz bir şey söyleyeyim mi? Aranızda selamlaşmayı yayınız.” (Müslim, “İmân”, 22, Tirmizî, “İsti’zan”, 1)

Selamın şekli: “Esselâmü aleyküm” sözüdür. Önce selam veren bu cümleyi söyler. “Selâmun aleyküm” şeklinde söylemek de caizdir. Selamı almanın şekli ise “Ve aleykümüsselâm”dır. Bu “ve” harfi olmadan “Aleykümüsselâm” olarak da söylenebilir. Verilen selamı “ve aleykümüsselâm ve rahmetüllahi ve berekâtüh” şeklinde almak en güzel olanıdır.

Selam verenin de “Esselâmü aleyküm ve rahmetüllahi ve berekâtüh” şeklinde selâm vermesi daha faziletlidir. Böyle verilen bir selâma “Ve aleykümüsselâm ve rahmetüllahi ve berekâtüh” diyerek karşılık verilir.

Selam verirken, selam verilen kişiye hiçbir şekilde eziyet vermemek ve onu rahatsız etmemek niyetiyle selam verilir. Böylece selamlaşma, selam veren ve alanın birbirlerine iyi duygularını ifade ederek karşılıklı güven duymalarına vesile olur. Selama aynı niyetle karşılık verilmelidir.

b) Selam Vermenin Adabı

Genç yaşlıya, binitli yaya olana, arkadan gelen önden gidene, sayıca az olan topluluk kalabalığa selam verir.

İster büyük, ister küçük olsun, ister az, ister çok olsun bir yerden gelen oturana selam verir.

Bir topluluğa selam verilince topluluğun içinden birinin selamı alması hâlinde diğerlerinden selam alma görevi düşmüş olur. Hiçbirisi selamı almazsa toplulukta bulunanların hepsi sorumlu olur.

Selamı veren bir topluluk ise onlardan birisinin selam vermesi hâlinde de sünnet yerine gelmiş olur, diğerlerinin selam vermesi gerekmez. Yani topluluktaki bir kişinin selam vermesi, diğerlerinden sorumluluğu kaldırdığı gibi, topluluktaki bir kişinin verilen selamı alması da diğerlerinden sorumluluğu kaldırır. Müslüman selam vermekle din kardeşine değer vermiş, saygı göstermiş olur.

Önce selam veren, Allah’a ve peygamberine karşı daha sevimlidir. Selam verenin sevabı, selam alandan daha çoktur. Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor:

“İnsanların Allah katında en makbul olanı, önce selam verenlerdir.” (Ebû Dâvûd, “Edeb”, 144.)

Bir kimseden selam getirip tebliğ edene: “Ve aleyke ve aleyhisselâm” diye karşılık verilir.

Bir mektupla yazılan selama ya mektupla veya sözle karşılık verilir. Bir kimse birisine, “Falancaya benim selamımı söyle” dese, bunu tebliğ etmeyi kabul eden kişinin görevini yerine getirmesi gerekir. Çünkü üzerine aldığı bu görev bir emanettir.

Kendi evine giren de ailesine selam verir. Hz. Enes (ra.) diyor ki: Peygamberimiz (s.a.v.) bana,

“Oğlum, ailenin yanına girdiğinde selam ver ki sana ve ev halkına bereket olsun.” (Tirmizî, “İsti’zan”, 10.) Başkasının evine girerken de selam verilir. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyruluyor:

“Ey iman edenler! Kendi evlerinizden başka evlere, izin almadan, seslenip sahiplerine selam vermeden girmeyiniz. Eğer düşünürseniz bu sizin için daha hayırlıdır.” (24/Nûr, 27.)

Başkasının evine gidilince önce eve girmek için izin istenir, sonra selam verilir, sonra da konuşmaya başlanır.

Namaz kılana, uyuyan ve tuvaletini yapana selam verilmez. Ezan okunurken selam vermek mekruh olduğu gibi, Kur’an okuyana ve okunan Kur’an’ı dinleyenlere de selam verilmesi mekruhtur.

Ancak, ezan ve Kur’an okunurken selam verenlerin selamı alınır. Hutbe dinleyene de selam verilmez. Yemek yiyene lokma ağzında iken selam verilmez. Bir camide cemaatin bir kısmı namaz kılarken bir kısmı kılmıyorsa, camiye giren kimse namazda olmayanlara selam verebilir, selam vermediği takdirde de sünneti terk etmiş olmaz.

  1. Vatanımıza Karşı Görevlerimiz

Üzerinde yaşadığımız topraklara vatan denir.

Dünyada, namus ve şerefimizi koruyarak huzur ve güven içinde yaşamak ancak bağımsız bir vatana sahip olmakla mümkündür.

Dinî görevlerimizi gereği gibi yerine getirmemiz de yine vatan sayesinde mümkün olur. Bu sebeple dinimiz, vatanın korunmasına büyük önem vermiş, vatan sevgisini imandan saymıştır.

Vatanımıza karşı görevlerimizin başında askerlik gelir. Askerlik, millî olduğu kadar da dinî bir görevdir. Müslüman, askerlik yapmak suretiyle vatanını düşmanlara karşı savunacak, gerektiğinde de bu uğurda savaşarak canını feda edecektir.

Vatana karşı görevimiz, sadece onu korumak için fedakârlık göstermekten, askerlik yapmaktan ibaret değildir. Vatanımızın kalkınması ve milletimizin yükselmesi için vergi vermek ve diğer vatandaşlık görevlerini de yerine getirmek lazımdır.

  1. Topluma Karşı Görevlerimiz

İnsanlar toplu hâlde yaşarlar. Toplumu meydana getiren fertlerin birbirine karşı sorumlulukları ve uymakla yükümlü oldukları karşılıklı hak ve vazifeleri vardır.

Dinimiz, fertler arasındaki münasebetlere büyük önem vermiş ve uymaları gereken hukuki ve ahlaki kurallar koymuştur. Bunlara uyulduğu takdirde toplumda düzen sağlanır ve Müslümanlar böylece huzur ve güven içinde birlik ve beraberliklerini sağlayarak mutlu olurlar.

Müslümanın en önemli görevi, başkasının dokunulmaz haklarına saygılı olmak, tecavüz etmemektir. Bu haklar, sadece ahlaki yönden değil, hukuken de teminat altına alınmış, tecavüzlere karşı cezai müeyyidelerle de korunmuştur.

Peygamberimiz (s.a.v.), tarihî Veda hutbesinde, insanların can, mal ve namuslarının dokunulmaz haklar olduğunu ilan etmiş, şöyle buyurmuştur:

“İnsanlar! Bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün ise bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise bu şehriniz (Mekke) nasıl mübarek bir şehir ise canlarınız, mallarınız ve namuslarınız da öyle mukaddestir. Her türlü tecavüzden korunmuştur.” (Buhârî, “Meğâzî”, 75, Müslim, “Kasâme”, 9.)

Hayat hakkı, insanın ilk temel hakkıdır. İnsanın bu hakkına saygılı olmak, tecavüz etmemek, insanın birinci görevidir.

Haksız yere bir insanın canına kıymak, hayatına son vermek büyük günah olduğu gibi dinimiz bu suçu işleyenlere dünyada da ahirette de ağır cezalar koymuştur.

Mülkiyet hakkı da insanların önemli hakları arasında yer alır. Her insan mülkiyet hakkına sahiptir. Meşru yollardan mal sahibi olma ve kendi malına tasarruf etme yetkisine sahip olan insanın malı ve sahip olduğu servet her türlü tecavüzden korunmuştur.

Bu hakka riayet etmek ve tecavüzde bulunmamak da Müslümanın görevidir. Çalmak, gasp etmek, aldatmak veya meşru olmayan başka yollarla bir başkasının malını zimmetine geçirmek, zarar vermek dinimizce yasaklanmıştır.

Haksız yere başkasının malını yiyenler bunun karşılığını cehennem ateşine atılmakla ödeyecektir. Peygamberimiz şöyle buyuruyor:

“Bir kimse, yemin ederek bir Müslümanın hakkını gasp ederse, Allah o kimseye cehennemi vacib kılar ve cenneti haram eder.” Bunun üzerine bir adam,

—Eğer o hak değersiz bir şey ise de öyle mi? deyince, Peygamberimiz (s.a.v.),

—Evet, öyle, isterse misvak ağacından bir dal parçası olsun, buyurdu. (Müslim, “İmân”, 61.)

Devlet malı da böyledir. Devlet malı milletin malıdır. Onda herkesin hakkı vardır. Bu sebeple Müslüman, devlet malını çalmaktan, ona zarar vermekten mutlaka sakınmalı, hatta devlet malını kendi malı gibi korumalıdır.

İnsanların, ırzı, namusu, şeref ve haysiyeti de tecavüzden korunmuştur.

İftira etmek, gıybet yapmak, sövmek, alay etmek ve koğuculuk yapmak suretiyle başkasının namus ve şerefine tecavüz etmek, hakarette bulunmak Müslümana yakışmayan kötü huylardır ve büyük günahtır. İnsanların kalbini yaralayan, gönlünü inciten bu davranışlar toplumda kardeşlik duygularının zedelenmesine, birlik ve beraberliğin de bozulmasına sebep olur.

Esasen olgun bir Mümin, diğer insanların haklarına riayet eden, saygı gösteren ve hiç kimseye zararı dokunmayan insan demektir. Peygamberimiz (s.a.v.) Müslümanı şöyle tarif ediyor:

“Müslüman, elinden ve dilinden diğer Müslümanların emin olduğu kimsedir.” (Buhârî, “İmân”, 4, Müslim, “İmân”, 19.)

İnsanların canına, malına, şeref ve namusuna tecavüz edenler, bu yaptıklarının cezasını ağır bir şekilde çekecekler, kazandıkları sevabları ellerinden alınarak iflas edeceklerdir. Peygamberimiz (s.a.v.),

—Biliyor musunuz, müflis (iflas eden) kimdir, dedi.

—Bizce müflis, parası ve malı olmayan kimsedir, dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurdu:

—Benim ümmetimin müflisi (iflas edeni) o kimsedir ki kıyamet gününde namaz, oruç ve zekâtla gelir. Fakat şuna sövmüş, şuna iftira etmiş, şunun malını yemiş, bunun kanını dökmüş ve şunu dövmüş. Bundan dolayı onun sevablarından sözü geçen adamların her birine verilir. Üzerinde olan haklar ödenmeden sevabları tükenirse, hak sahiplerinin günahları o kimseye yüklenir, sonra o kimse cehenneme atılır. (Müslim, “Birr”, 15.)

Müslüman, kıyamet gününde bu duruma düşmemek için başkalarına kötülük yapmaktan, zarar vermekten, haklarını yemekten sakınmalı, şayet böyle bir şey yapmış ise vakit geçirmeden hak sahipleri ile helalleşerek kul hakkı ile ahirete gitmemelidir. Peygamberimiz (s.a.v.) bu konuda bize kurtuluş yolunu göstererek şöyle buyuruyor:

“Bir kimse kardeşinin namus ve şerefine yahut malına haksız olarak tecavüz etmiş ise altın ve gümüş bulunmayan kıyamet gününden önce onunla helalleşsin. Aksi takdirde yaptığı zulüm nisbetinde onun iyi amellerinden alınıp hak sahibine verilir. İyiliği yoksa hak sahibinin günahından alınıp haksızlık eden kimseye yüklenir.” (Buhârî, “Mezâlim”, 10.)

Başkalarına karşı iyi davranışlar içinde bulunmak ve elinden geldiği kadar yararlı olmak, iyi ahlaklı olmanın gereğidir. Peygamberimiz (s.a.v.),

—Her Müslüman sadaka vermesi lazımdır, buyurdu.

—Sadaka verecek bir şey bulunmazsa ne yapar, dediler.

—Eliyle çalışır, kendisi de faydalanır sadaka da verir, buyurdu.

—Bunu yapamazsa, diye sorulunca,

—Sıkıntıya düşen ihtiyaç sahibine yardım eder, buyurdu.

—Bu da elinden gelmezse, denildi.

—İyiliği emreder, buyurdu.

—Bunu da yapamazsa, denilince.

—Fenalık yapmaktan çekinir, bu da sadakadır, buyurdu. (Buhârî, “Zekât”, 30, Müslim, “Zekât”, 16.)

a) Emri bi’l-Ma’ruf Nehyi ani’l-Münker

Dinimizin topluma yüklediği görevlerden birisi de “emri bi’l-maruf nehyi ani’l-münker”dir. Yani iyiliği emretme ve kötülükten vazgeçirme görevidir.

Cenab-ı Hak, insanoğlunu yarattıktan sonra onu yalnız bırakmamış, gönderdiği peygamberlerle hem dünyada ve hem de ahirette onu mutlu kılacak yolları göstermiştir. İlk insan olan Âdem (as.) aynı zamanda ilk peygamberdir.

Hz. Âdem’den (as.) itibaren son Peygamber Muhammed Mustafa’ya (sas.) kadar pek çok peygamber gelmiştir.

Bu peygamberler, insanlara Allah’ın emir ve yasaklarını bildirmişler, iyiliği emretmiş ve kötülükten vazgeçirmeye çalışmışlardır.

Son peygamber olan bizim peygamberimiz (sas.)de bu görevi eksiksiz ve en mükemmel şekilde yerine getirerek, bunun huzur ve mutluluğu içerisinde ahirete intikal etmiştir.

Hiç şüphe yok ki peygamberimizin Allah’a kavuşmasından sonra bu görev —başka peygamber gelmeyeceğine göre— biz Müslümanlara kalmıştır. Zaten Kur’an-ı Kerim de bu görevi bize vermektedir. Şöyle buyruluyor:

“Siz insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz, (çünkü siz) iyiliği emreder, kötülükten meneder ve Allah’a inanırsınız.” (3/Âl-i İmrân, 110.)

“Mümin erkekler ve mümin kadınlar, birbirlerinin yardımcılarıdır, iyiliği emreder, kötülükten nehyederler.” (9/Tevbe, 71.)

“Af yolunu tut, iyiliği emret, cahillerden yüz çevir.” (7/A’raf, 199.)

“Sizin içinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten vazgeçiren bir topluluk bulunsun.” (3/Âl-i İmrân, 104.) Peygamberimiz (s.a.v.) de,

—Yollar üzerinde oturmaktan sakınınız, buyurdu. Ashab,

—Yol üzerinde oturmak bizim için zorunludur, orada konuşuyoruz, dediler. Peygamberimiz (s.a.v.),

—Yol üzerinde oturmaktan vazgeçemiyorsanız, o hâlde yolun hakkını veriniz, buyurdu. Ashab,

—Ey Allah’ın Resulü, yolun hakkı nedir, diye sordular. Peygamberimiz (s.a.v.),

—Gözü kapamak (harama bakmamak), gelip geçene eziyet etmemek, selam almak, iyiliği emredip, kötülükten vazgeçirmektir (Buhârî, “Mezâlim”, 22, Müslim, “Libâs”, 32.) buyurdu.

İyiliği emretme ve kötülükten vazgeçirme görevi, Müslümanların toplum hayatı açısından büyük önem taşımaktadır. Bu görevin ihmali, kötülüklerin yayılmasına, toplumda huzursuzluğun ve anarşinin doğmasına sebep olur. Bunun içindir ki Peygamberimiz (s.a.v.),

“Sizden her kim çirkin bir iş görürse onu eliyle, buna gücü yetmezse diliyle önlesin, buna da gücü yetmezse kalbiyle nefret etsin. Bu ise imanın en zayıf derecesidir” (Müslim, “İmân”, 78, Ebû Dâvûd, “Salât”, 232.) buyurmuş ve görevin önemine dikkatimizi çekmiştir.

Peygamberimiz (s.a.v.) bu hadis-i şerifte, toplumda beliren kötülüğe karşı üç şekilde tavır alınması gerektiğini bildirmiştir.

a) Fiili Müdahale: Yani kötülüğün zor kullanılarak ortadan kaldırılmasıdır. Bu, devletin görevidir. Kötülüğe karşı tavrın bu çeşidini herkes yapmaya kalkacak olursa kavga çıkar, anarşi doğar. Bunun için bu görev devletçe yerine getirilir. Ancak toplum fertleri bu konuda görevlilere yardımcı olur, olmalıdır.

b) Dil ile önlemek: Bu, kötülüğün zararlarını anlatarak vazgeçirmek demektir. Yani toplumun aydınlatılması ve uyarılmasıdır. Toplumun uyarılması işi hiç şüphe yok ki âlimlerin görevidir ki vaaz, irşat ve yayın suretiyle yerine getirilir.

Bu görev, toplumun aydınlatılması açısından çok önemlidir. Hatta peygamberimiz, dinin nasihatten ibaret olduğunu bildirmiştir. Bu görevi yapacak olan kimselerde birtakım niteliklerin bulunması lazımdır. Bu nitelikler özetle şunlardır:

  1. Vaaz ve irşatta bulunacak olan kimse bilgili olmalıdır. Bilgisi olmayan kimse bu görevi yapamaz. Kişi, başkalarına öğreteceği bir meseleyi önce kendisinin bilmesi gerekir. Aksi hâlde bilmediği bir konuyu başkalarına nasıl öğretecektir? Mesela, okuma yazma bilmeyen bir kimse başkasına okuma yazma öğretebilir mi?

Terzilik sanatını bilmeyen, kumaşın nasıl kesileceğini ve elbisenin nasıl dikileceğini bilmeyen kimse, bir başkasına terzilik öğretebilir mi? Dinî konular hakkında yeterli bilgiye sahip olmayanlar başkalarını nasıl aydınlatabilir?

Nasihatte bulunacak olan kimse kendi görüşünü değil, Allah ve peygamberinin buyruk ve yasaklarını söyleyecektir. Bunları bilmeyen kimse, toplumu aydınlatmaktan çok, topluma yanlış bilgiler vermiş olur. Bunun ise vebali büyüktür. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyruluyor:

“Dillerinizin yalan olarak vasfettiği şey hakkında, ‘Bu helaldir, bu haramdır’ demeyin, çünkü Allah’a karşı yalan uydurmuş oluyorsunuz. Şüphesiz Allah’a karşı yalan uyduranlar, kurtuluşa eremezler.” (16/Nahl, 116.)

  1. Vaaz ve irşattan maksat, Allah rızası olmalıdır. Allah rızası için olmayan hiçbir şeyin Allah katında bir değeri yoktur.
  2. Fert ve toplumu irşat edecek olan kimse yumuşak sözler söylemeli, karşısındakine şefkat ve merhametle yaklaşmalıdır.

Cenab-ı Hak, Musa’yı (as.) kardeşi Hz. Harun’la birlikte ilahlık iddiasında bulunan Fir’avn’a —onu uyarmaları için— gönderirken şu emri vermişti:

“Ona tatlı dille konuşun, belki o, aklını başına alır veya korkar.” (20/Tâhâ, 44.)

İmam Gazâlî İhyâu ulûmi’d-dîn adlı eserinde şu hikâyeyi naklediyor:

“Birisi, Abbasi halifelerinden Me’mûn’a sert bir üslupla öğüt vermeye başladı. Me’mûn,

—Efendi sakin ol ve tatlı söyle. Zira Allah Teala senden daha iyisini benden daha kötüsüne gönderdiği hâlde ona yumuşak söylemeyi emretmiş,

—Ona tatlı dille konuşun. Belki o (bu sayede) aklını başına alır veya korkar, buyurmuştur.

Önemli olan ikna etmektir. Bunun için halkı aydınlatma görevi tatlı bir dil ve yumuşak bir üslupla yapılmalıdır. Bir genç, Peygamberimize (s.a.v.) gelerek,

—Ey Allah’ın Resulü, zina etmeme izin verir misin, demek cüretinde bulundu. Orada bulunanlar, “Bu ne saygısızlık” diye bağrıştılar. Peygamberimiz (s.a.v.),

—Genci bırakın, yanıma gelsin, buyurdu. Genç de yaklaştı. Peygamberimiz (s.a.v.),

—Annen ile başkasının zina etmesini ister misin, buyurdu. Genç,

—İstemem, ey Allah’ın Resulü, canım sana feda olsun, dedi. Peygamberimiz (s.a.v.),

—Aynen senin gibi insanlar da başkalarının kendi anneleriyle zina etmesini sevmezler, buyurdu. Sonra,

—Kızının zina etmesini ister misin, buyurdu. Genç,

—Canım sana feda olsun, istemem ey Allah’ın Resulü, dedi. Peygamberimiz (s.a.v.),

—İnsanlar da senin gibi kendi kızlarıyla zina yapılmasını istemezler, buyurdu. Devamla,

—Kız kardeşin için bunu sever misin, buyurdu. Genç,

—Canım sana feda olsun, sevmem, ey Allah’ın Resulü, dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.) mübarek elini delikanlının göğsü üzerine koydu ve

—Allahım, kalbini temizle, günahını bağışla, iffetini koru ve kendisine zinayı her şeyden çirkin göster, zinadan nefret ettir, diye dua etti. Peygamberimizin bu duasından sonra o gencin düşüncesinde zinadan daha fena bir şey olmadı. (Ahmed ibn Hanbel, V, 265.)

İşte vaaz ve irşatta en etkili metot.

  1. İyiliği emredip kötülükten meneden kimse sabırlı olmalı, sükûnetle hareket etmelidir.
  2. Söylediğini kendisi de yapmalıdır. Yaptığı vaaz ve nasihatin inandırıcı ve etkili olabilmesi için, söylediğini önce kendisi uygulamalıdır.

İçki içmekte olan bir kimsenin başkasına “içki haramdır, sağlığa zararlıdır” şeklinde öğüt vermesi ne kadar etkili olur? Bunun içindir ki Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmuştur:

“Ey iman edenler, yapmayacağınız işleri niye söylüyorsunuz? Allah katında en büyük günah yapmayacağınız şeyleri söylemenizdir.” (61/Saff, 2-3.)

Allah Teala, Şuayb’dan (as.) haber vererek, onun gönderildiği topluma şöyle söylediğini bildiriyor:

“Size yasak ettiğim şeyleri kendim yapmak suretiyle size muhalefet etmek istemiyorum.” (11/Hûd, 88.)

Cenab-ı Hak, başkalarına yaptığı nasihate uymayanları şöyle uyarmaktadır:

“(Ey bilginler) sizler kitabı okuyup gerçekleri bildiğiniz hâlde, insanlara iyiliği emrediyor kendinizi unutuyor musunuz?” (2/Bakara, 44.)

Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

“Kıyamet gününde bir kimse getirilip cehennem’e atılır, bağırsakları karnından dışarı fırlar ve o hâlinde değirmen çeviren merkep gibi döner. Cehennemdekiler onun yanına toplanır ve:

—Ey filan, bu ne hâl? Bize iyiliği emredip kötülükten nehyeden sen değil mi idin, derler. O da,

—Evet, ben iyiliği emrederdim fakat onu yapmazdım. Kötülüğü nehyederdim de onu kendim yapardım, der.” (Müslim, “Zühd”, 7.)

Hem yapılan vaaz ve irşadın etkili olması ve hem de yapanın sorumluluktan kurtularak, yaptığı hizmet karşılığında ecir alması için, başkalarına yaptığı öğüdü kendisinin de tutması ve uygulaması gerekir.

İşte iyiliği emretmek ve kötülükten vazgeçirmek hususunda halkı aydınlatma görevini yapanlarda maddeler hâlinde açıklamaya çalıştığımız bu niteliklerin bulunması lazımdır.

c) Kötülüğe karşı alınacak tavrın üçüncüsü de, kötülüğe kalbiyle nefret edip onu benimsemediğini ve hoş görmediğini belli etmektir. Bu, imanın en zayıf derecesidir.

Hadis-i şerifte belirtildiği üzere, devlet ve millet el ele mücadele ederse, kötülükler ortadan kalkar ve toplumun huzuru sağlanmış olur.

Toplum bu görevini ihmal eder, neme lazım derse, kötülük yayılır ve bundan sadece kötülüğü yapanlar değil, toplumun tamamı olumsuz şekilde etkilenmiş olur. İş işten geçtikten sonra pişmanlık da fayda vermez.

Peygamberimizin (s.a.v.) konu ile ilgili şu uyarısını daima göz önünde bulundurmalıyız, şöyle buyuruyor:

“Allah’ın koyduğu sınırı gözeten kimse ile bu sınıra riayet etmeyen kimseler şu topluma benzerler. Onlar gemideki yerlerini kur’a ile paylaştılar. Bir kısmı geminin üst katına, diğer kısmı da alt katına yerleştiler. Aşağıya yerleşenler, su almak için yukarı çıktıkları vakit üst kattakilerin yanından geçerlerdi. Bunlar,

“Kur’an’da payımıza düşen, alt kattaki yerden bir delik açsak (ihtiyacımızı bu delikten içeriye giren sudan alsak) da yukarıdakileri rahatsız etmesek” derler. Şimdi üst kattakiler bunları, istediklerini yapmakta serbest bırakırlarsa (geminin içi su dolarak batar ve) hepsi boğulur. Eğer onları (geminin batmasına sebep olacak) bu tehlikeli işten menederlerse, kendileri de kurtulur. Onları da kurtarmış olurlar.” (Buhârî, “Şerîke”, 6.)

Peygamberimiz (s.a.v.), toplumu uyarma görevini yapmayanların sonunda o toplumla beraber nasıl yok olup gideceklerini güzel bir örnekle bildirmektedir.

Bir kimsenin, Peygamberimizin (s.a.v.) övgüsüne layık olgun bir Müslüman olabilmesi için kendisinde birtakım ahlaki faziletlerin bulunması lazımdır. Bunları şöylece özetleyebiliriz:

Müslüman, Merhametlidir

Onun kalbi, insanlara ve diğer canlılara karşı sevgi ve şefkat duyguları ile doludur. Kimseyi incitmez. İhtiyaç sahiplerine yardımda bulunur.

Böyle olan kimseye Allah da merhamet eder. Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor:

“Merhamet edenlere, Allah da merhamet eder. Siz yerdekilere merhamet ediniz ki göktekiler de size merhamet etsinler.” (Ebû Dâvûd, “Edeb”, 66, Tirmizî, “Birr”, 16.)

“Merhamet etmeyene, merhamet olunmaz.” (Buhârî, “Edeb”, 18.)

Müslüman, sadece insanlara değil, diğer canlılara da merhametle davranır, hayvanlara şefkatle muamele eder.

Allah yarattığı canlılara acıyanları bağışlar, günahlarını affeder. Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor:

“Bir adam yolda yürürken çok susadı, nihayet bir kuyu buldu, oraya inerek su içip çıktı. O sırada bir köpek dilini çıkarıp soluyor ve susuzluktan nemli toprağı yalıyordu. Bunun üzerine o adam, “Bu köpek de benim gibi susamıştır.” dedi ve kuyuya inerek mestine su doldurdu, onu ağzı ile tutarak kuyudan çıktı ve köpeğe su içirdi. Onun bu davranışından Allah razı oldu ve onu affetti. Ashab,

—Ya Resulallah, hayvanlarda da bizim için sevab var mıdır, dediler.

—Her canlıda bizim için sevab vardır, buyurdu. (Buhârî, “Edeb”, 27, Müslim, “Selâm”, 41.)

Dinimiz, sadece insanların değil, hayvanların hakkına da riayet edilmesini, onlara şefkat ve merhamet gösterilmesini emreder. Hayvanlar, insanların faydalanması için yaratılmıştır. Her hayvandan yaratılışının gayesine uygun olarak yararlanmalı, onları bunun dışındaki işlerde kullanmamalıdır. Ehlî hayvanların vaktinde yedirilip içirilmesine dikkat etmeli, onları aç susuz bırakmamalıdır.

Peygamberimiz (s.a.v.), açlıktan karnı sırtına yapışmış bir deveye rastladı ve, “Şu dilsiz hayvanlar hakkında Allah’tan korkunuz, onlara besili olarak binin ve etlerini de besili olarak yiyin” (Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 47.) buyurdu.

Hayvanları güçleri yetmeyen işlere koşarak yormak, dövmek, yüzlerine vurmak, işkence etmek ve aç susuz bırakmak merhamet ölçüleri ile bağdaşmaz. Böyle bir davranış, derdini anlatamayan canlılara zulümdür.

Allah’tan başka koruyucusu olmayan bu canlılara karşı merhametsiz ve acımasız davranmanın ise cezası çok ağırdır. Hz. Ebu Bekir’in kızı Esmâ’dan (ra.) rivayet edilmiştir. Diyor ki:

Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, güneş tutulduğu bir gün küsuf namazı kıldıktan sonra şöyle buyurdu:

“Bana namazda cehennem gösterildi. Cehennem ateşi bana o kadar yaklaşmıştı ki ben: Allahım! Ben de cehennemliklerle (ateşe atılanlarla) beraber miyim, diye telaşlandım. Orada bir kadın gördüm. Bu kadının yüzünü bir kedi tırmalıyordu.

—Bu kadının günahı nedir, diye azap meleklerine sorduğumda,

—Bu kadın dünyada bir kediyi aç olarak ölünceye kadar hapsetti, diye cevap verdiler. (Buhârî, “Müsakât”, 9.)

Hayvanların yuvalarının bozulması, yavruların yuvalarından alınarak analarının rahatsız edilmesi de uygun değildir. İbn-i Abbas anlatıyor:

Bir yolculukta Peygamberimizle beraberdik. Konakladığımız yerde iki kuş yavrusu görmüş ve onları almıştık. Derken yavruların anası geldi ve etrafımızda dolaşmaya başladı. Peygamberimiz (s.a.v.) bu durumu görünce,

“Yavrularını alarak bu kuşu kim üzdü? Yavrularını ona veriniz” buyurdu. (Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 112.)

Hayvanların pek çoğu bizim yararlanmamız için yaratılmıştır. Ancak yararlanmak maksadıyla olmadıkça hayvanları öldürmek doğru değildir. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyuruyor:

—Kim gereksiz yere bir serçe kuşunu öldürürse, o hayvancağız kıyamet gününde,

—Ya Rabbi, falanca beni faydalanmak için değil de keyfi için öldürdü, (Nesâî, “Dahâyâ”, 8.) diye Allah’a şikâyet edecektir.

Müslüman, hayvanlara eziyet etmekten ve işkence yapmaktan mutlaka sakınmalıdır. Bazı yörelerde hayvanları dövüştürmek gibi çok kötü bir gelenek vardır. Hayvanları birbirleri ile dövüştürüp onları seyretmek hayvanlara eziyet etmenin başka bir şeklidir. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz hayvanları birbirleri ile dövüştürmeyi yasaklamış, (Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 56, Tirmizî, “Cihâd”, 28.) hayvanlara işkence ve eziyet edenleri lanetlemiştir. (Nesâî, “Dahâyâ”, 8.)

Abdullah b. Ömer (ra.), bir kere tavuğu nişan almak için hedef olarak diken ve ona ok atan birkaç gencin yanından geçiyordu. Bu gençler Abdullah’ı görünce dağılmışlardı. Bunun üzerine Abdullah,

“Bu tavuğu hedef olarak kim dikti? İyi bilin ki Peygamberimiz (as.), tavuk veya herhangi bir hayvanı hedef yaparak öldüren kimseye lanet etti.” (Buhârî, “Zebâih”, 25.) demiştir.

Tavuk gibi hayvanları kanatlarından, bazı hayvanları da bacaklarından tutarak taşımak suretiyle onlara eziyet etmekten sakınılmalıdır.

Hayvanlara karşı da çok merhametli olan Peygamberimiz (s.a.v.), su kabını eğerek kedilere su içirirdi. (Câmi’u’s-sağîr, “Kâne” md.)

Peygamberimizin (s.a.v.) yolunu takip eden atalarımız hayvanların hukukunu öyle gözetmişlerdir ki onların yiyip içmeleri, barınmaları, hatta istirahat etmeleri için de mallarının bir bölümünü vakfetmişlerdir. Bu konuda pek çok misalden birisi de, yaptığı muhteşem eserlerle tarihimizi altın sayfalarla süsleyen büyük mimar, Koca Sinan’ın Kayseri’ye bağlı Ağırnas Kasabasında Allah rızası için inşa edip vakfettiği çeşmenin yakınında, boyu 260, eni 160 arşın genişliğindeki arazisini, çeşmeye su içmek maksadıyla gelen hayvanların dinlenmesi için vakfetmiş olmasıdır. (Mimarbaşı Koca Sinan Yaşadığı Çağ ve Eserleri, s. 19.)

Müslüman, canlılara karşı merhametli davranırsa Allah da ona merhametle muamele eder. Peygamberimizin (s.a.v.) şu sözlerine kulak verelim. Buyuruyor ki:

“Merhamet edenlere Allah da merhamet eder. Siz yeryüzündekilere merhamet ediniz ki göktekiler de size merhamet etsin.” (Ebû Dâvûd, “Edeb”, 66, Tirmizî, “Birr”, 16.)

Müslüman, Doğru Sözlüdür

Doğru konuşan, özü sözüne uygun olan insan, toplumda itibar görür, kendisine itimat edilir. Doğruluk toplumda kişilerin birbirine güven duymasını sağlayan çok güzel bir huydur. Ahlakın temeli doğruluktur. Müslümanda bulunması gereken güzel huyların başı da budur. Yüce Allah şöyle buyuruyor:

“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve doğru söz söyleyin. Çünkü böyle davranırsanız, Allah işlerinizi düzeltir ve günahlarınızı bağışlar.” (33/Ahzâb, 70-71.) Peygamberimiz (s.a.v.) de şöyle buyuruyor:

“Doğruluktan ayrılmayın. Zira doğruluk iyilikle beraberdir. Doğru ve iyi olanlar cennettedirler. Yalandan sakının. Çünkü yalan kötülükle beraberdir. Yalancılarla kötüler cehennemdedir.” (et-Tergîb ve’t-terhîb, III, 591.)

Müslüman, İş Hayatında da Doğruluktan Ayrılmaz

Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor:

“Doğru ve kendisine güvenilen Müslüman tacir, (ticaretle uğraşan) kıyamet gününde şehitlerle beraberdir.” (İbn Mâce, “Ticâret”, 1.)

Müslüman, Cömerttir

Müslüman, Allah kendisine nasıl servet verdiyse o da, bunun bir bölümünü fakirlere, yoksullara ve ihtiyaç sahiplerine vererek onların sıkıntılarını giderir, gönüllerini kazanır. En kötü huylardan biri olan cimrilikten kalbini arındırmış olur. Kardeşlik bağlarının güçlenmesine, toplumsal barışın sağlanmasına yardımcı olur. Allah Teala şöyle buyuruyor:

“Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) harcamadıkça gerçek iyiliğe elbette erişemezsiniz.” (3/Âl-i İmrân, 92.) Peygamberimiz (s.a.v.) de şöyle buyuruyor:

“Cömert insan, Allah’a yakındır, cennete yakındır, insanlara da yakındır, cehennemden uzaktır. Cimri ise Allah’tan uzaktır, cennetten uzaktır, insanlardan uzaktır, cehenneme yakındır.

Cömert olan cahil, Allah katında, ibadete düşkün olan cimriden daha sevimlidir.” (Tirmizî, “Birr”, 40.)

Müslüman, Alçak Gönüllüdür

Müslüman, diğer insanları küçük görmez, onlara büyüklük taslamaz. Kendini yüksek gören, başkalarını küçümseyen kimse, toplumda nefretle karşılanır ve sevilmez. Böylelerini Allah da sevmez. Allah’ın sevmediği, insanların hoşlanmadığı kişi olmaktan sakınmalıyız.

Müslümana yakışan, alçak gönüllü olmak, başkaları ile iyi ilişkiler içinde bulunarak nefreti gerektirecek davranışlardan sakınmaktır. Allah Teala şöyle buyuruyor:

“İnsanları küçümseyip yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme, şüphesiz Allah, kendini beğenip övünen kimseyi sevmez.” (31/Lokmân, 18.) Peygamberimiz (s.a.v.) de şöyle buyurmuştur:

“Bir kimse Müslüman kardeşine alçak gönüllü davranırsa Allah, o kimsenin şerefini yükseltir. Kim de Müslüman kardeşine kibirlenir, büyüklük taslarsa, Allah da onu alçaltır.” (et-Tergîb ve’t-terhîb, V, 561.)

“Şüphesiz Allah Teala bana, sizin alçak gönüllü olmanızı vahyetti. Hiçbir kimse, diğerlerine karşı öğünmesin ve hiç kimse diğerine zulüm ve tecavüz etmesin.” (İbn Mâce, “Zühd”, 23, Ebû Dâvûd, “Edeb”, 48.)

Müslüman, Bağışlayıcıdır

Kendisine yapılan bir kötülüğü bağışlamak, kusur işleyeni affetmek, olgun Müminin niteliklerindendir. Gerçi aşırı gitmemek kaydıyla haksızlığa karşılık vermek caiz ise de, bundan vazgeçmek şüphesiz ki daha iyidir. Allah Teala şöyle buyuruyor:

“...Bağışlasınlar, feragat göstersinler. Allah’ın sizi bağışlamasını arzulamaz mısınız?” (24/Nûr, 22.) Peygamberimiz (s.a.v.) de,

“Allah Teala, suç bağışlayanın ancak şerefini artırır.” (Müslim, “Birr”, 19.) buyurmuştur.

Müslüman, Din Kardeşlerinin İhtiyaçlarını Karşılar

Müslüman, ihtiyaç sahiplerine elinden geldiğince hiçbir karşılık beklemeden sadece Allah rızası için yardım eder, onların sıkıntılarını gidermeye çalışır. Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor:

“Müslüman, Müslümanın kardeşidir. O’na zulmetmez, onu zalimin eline bırakmaz. Bir kimse Müslüman kardeşinin ihtiyacını karşılarsa, Allah da ona yardım eder. Bir kimse Müslümanın bir sıkıntısını giderirse, Allah da ondan kıyamet gününün kederlerinden birini giderir. Bir kimse din kardeşinin kusurunu örterse, Allah da kıyamette onun kusurunu örter. (Buhârî, “Mezâlim”, 3, Müslim, “Birr”, 15.)

Müslüman, Yalan Söylemez

Yalan, bir kimsenin bildiğinin aksini söylemesi demektir. Yalancının içi başka, dışı başkadır. İki yüzlüdür. Yalancıların bulunduğu toplumda insanlar birbirine güvenemez. Güven ve itimat bulunmayan yerde huzur ve ahenk olmaz. Yalancılık Müslümana yakışmayan çok kötü bir huydur, ruhi bir hastalıktır. Yalancı, hem dünyada hem de ahirette rezil olur.

Peygamberimiz (s.a.v.), yalancının sonunun cehennem olduğunu şöyle bildiriyor:

“Yalandan kaçının, çünkü yalan kötülüğe, kötülük de insanı cehenneme götürür. Kişi yalan söyleye söyleye Allah katında yalancılardın yazılır.” (Buhârî, “Mezâlim”, 3, Müslim, “Birr”, 15.)

Müslüman, Gıybet Etmez, Başkalarının Aleyhinde Konuşmaz

Kur’an-ı Kerim’de Müslümanların birbirlerini çekiştirmesi yasaklanmış ve bunun ölü insan eti yemek gibi çok çirkin bir iş ve iğrenç bir davranış olduğu bildirilmiştir. (49/Hucurât, 12.)

Hayatta olanları çekiştirmek günah olduğu gibi, ölen insanları çekiştirmek de doğru değildir.

Dinimiz, ölen insanın, kötülüklerini anlatmaktan sakınmamızı ve iyiliklerini anlatmamızı tavsiye etmiştir.

Peygamberimiz (s.a.v.) bununla ilgili olarak şöyle buyurmuştur:

“Ölülerinizin güzel hâllerini zikrediniz, kötülüklerini söylemekten çekininiz.” (Ebû Dâvûd, “Edeb”, 50.)

Müslüman, Kimseyi Aldatmaz

Müslüman, sözünde doğru olduğu gibi işlerinde de dürüst hareket eder, kimseyi aldatmaz. Bu, doğru olmanın gereğidir. Gerçekleri olduğundan başka göstererek Müslümanları aldatmak, kötü bir huy, çirkin bir davranıştır.

Peygamberimiz (s.a.v.) pazar yerinde bir tahıl yığınının yanından geçerken elini bu yığının içine soktu ve parmakları ıslandı.

—Ey tahılın sahibi, bu ne hâldir, diye sordu. Adam,

—Yağmurda ıslandı ey Allah’ın Resulü diye cevap verince, Peygamberimiz (s.a.v.),

—Islak kısmını tahılın üzerine koysan da insanlar görse olmaz mı? Bize hile yapan, bizi aldatan bizden değildir, (Müslim, “İmân”, 43.) buyurdu.

Müslüman, Koğuculuk Yapmaz

Birinden duyduğu bir sözü diğerine götürmek demek olan koğuculuk, insanların arasının açılmasına ve toplumda huzurun bozulmasına sebep olan kötü ve zararlı bir huydur ve dinimizce yasaklanmıştır. Her Müslümanın bundan sakınması lazımdır. Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

“Çekememezlik, koğuculuk ve kâhinlik yapanlar benden değildir, ben de onlardan değilim.” (et-Tergîb ve’t-terhîb, III, 499)

“Koğuculuk yapan cennete giremez.” (et-Tergîb ve’t-terhîb, III, 499)

Müslüman, Emanete Riayet Eder

Müslüman, kendisine muhafaza edilmek üzere teslim edilen şeyi korur, emanete hıyanet etmez. Bu emanet, kişilere veya devlete ait bir mal olabildiği gibi, yapılması gereken bir vazife de olabilir.

Emanet edilen malı korumak, verilen vazifeyi yapmak, ahlaki bir görevdir ve dinimizin emridir. Emanete hıyanet edenler olgun Mümin olamazlar. Emanete hıyanet etmek, münafıklık alametidir.

Peygamberimizin (s.a.v.) şu hadis-i şerifine dikkat edelim, buyuruyor ki:

“Münafığın alameti (belirtisi) üçtür:

—Konuştuğu zaman yalan söyler,

—Söz verdiği zaman sözünden cayar,

—Kendisine bir şey emanet edilince ona hıyanet eder.” (Buhârî, “İmân”, 24, Müslim, “İmân”, 25.) Üzerimize aldığımız kamu hizmetleri de emanettir.

Emanetlerin ehline verilmesi, ehil olanların göreve getirilmesi Allah’ın emridir. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyruluyor:

“Gerçekten Allah size, emanetleri ehil olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder.” (4/Nisâ, 58.)

Devlet işlerinin ve millete ait hizmetlerin ehil olan kimselere verilmesi ve toplumda adaletin sağlanması milletin huzuru ve devletin bekası için şarttır.

İşlerin ehil olmayan kimselere bırakılmasının kötü sonucu hakkında Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor:

“İş ehil olmayan kişiye verildiği zaman kıyameti gözle.” (Buhârî, “Rikâk”, 35.)

Milletin işlerini yürüten yetkili ve sorumlular için bu önemli bir uyarıdır.

Müslüman, Fitne Çıkarmaz

Müslüman, insanların arasını açan sözlerden sakınacağı gibi, toplumun huzurunu bozan, fertleri birbirine düşürerek milletin bölünmesine sebep olan söz ve davranışlardan da sakınmak zorundadır.

Kur’an-ı Kerim’de Müslümanların, fitne çıkarmaktan, bölücülük ve ayırımcılık yapmaktan sakınması istenmiş ve fitnenin adam öldürmekten daha kötü olduğu şöyle bildirilmiştir:

“Fitne çıkarmak, adam öldürmekten daha kötüdür.” (2/Bakara, 191.)

“Fitne adam öldürmekten daha büyük bir günahtır.” (2/Bakara, 217.)

Tefrika ve bölücülük sadece bir kişiye karşı yapılan bir fenalık değil, bütün millete karşı işlenen bir suçtur, en büyük kötülüktür.

Müslümanların birlik ve beraberliği üzerine titreyen Peygamberimiz (s.a.v.), bu birliği bozmaya çalışanların hüsrana uğrayacaklarını bildirmiştir. Şöyle buyuruyor:

“Bölücülük yapan bizden değildir.” (Câmi’u’s-sağîr, “Men” md.)

Müslümana düşen, birliğe zarar verecek söz ve hareketlerden mutlaka sakınmak, dargınları barıştırarak toplumun huzuruna ve milletin bütünlüğüne katkıda bulunmaktır. Yüce Allah şöyle buyuruyor:

“Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin.” (49/Hucurât, 10.) Peygamber (s.a.v.) Efendimiz,

—Size oruç, namaz ve sadakadan daha üstün bir şeyi haber vereyim mi, buyurdu.

—Evet, dediler. Peygamberimiz (s.a.v.),

—İki kişi arasını düzeltmektir. Zira iki kişi arasının bozulması (dini) kökünden kazır, (Ebû Dâvûd, “Edeb”, 58.) buyurmuştur.

Müslüman, Hayâ Sahibidir

Kınamayı gerektiren şeylerden üzüntü duymak büyük bir fazilettir.

Bu duygu, utanç verecek hareketlerden insanı alıkoyar. Sonunda yüzünün kızarmasına sebep olacak işlerden uzak durmasını sağlar.

Kişi sadece insanlardan değil Allah’tan da utanmalı, kimsenin görmediği bir yerde kötülük yapmaya kalkışmamalıdır. Çünkü nerede olursak olalım Allah, bizi görür, sözlerimizi işitir ve yaptıklarımızı bilir.

Kötülükleri önleyen utanma duygusu, imanın gereğidir. Peygamberimiz (s.a.v.),

“Hayâ, yani utanmak imandandır.” (Buhârî, “İmân”, 15, Müslim, “İmân”, 12.) buyurmuştur.

Müslüman, Haset Etmez

Haset, başkasının sahip olduğu nimeti kıskanmak ve bu nimetin o kimsenin elinden gitmesini istemektir. Birçok kötülüğün kaynağı olan çekememezlik çok fena bir huydur.

Peygamberimiz (s.a.v.), Müslümanların bundan vazgeçmesini isteyerek buyuruyor ki:

“Birbirinize haset etmeyiniz.” (Buhârî, “Edeb”, 57.)

Haset eden, sevablarını kaybederek bunun zararını görecektir. Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor:

“Hasetten sakının, çünkü ateş odunu yediği (yaktığı) gibi haset de iyilikleri yer, yani yok eder.” (Ebû Dâvûd, “Edeb”, 52.)

Müslüman, Dargın Durmaz

Bütün Müslümanlar kardeştir. Kardeşlerin birbirleri ile dargın durması uygun değildir. Dargınlık kardeşlik duygularını zayıflatır, toplumun birliğine zarar verir. Peygamberimiz (s.a.v.),

“Bir Müslümanın, din kardeşi ile üç günden fazla dargın durması helal olmaz.” (Buhârî, “Edeb”, 62, Müslim, “Birr”, 8.)

“Bir kimse Müslüman kardeşi ile bir sene küs durursa, onun kanını dökmüş gibi günah işlemiş olur (Ebû Dâvûd, “Edeb”, 55.) buyurmuştur.

Müslüman, Sabırlıdır

Sabır, güzel bir huy, üstün bir fazilettir. Güçlüklere, zorluklara katlanarak başarıya ulaşmak sabırla mümkün olur.

Karşılaşılan bir haksızlık ve kötülükten kurtulmak mümkün iken buna çalışmayıp sıkıntıya katlanmak ise sabır değil, zillettir, sabrı yanlış anlamaktır.

Bazı musibet ve felaketler vardır ki onları önlemek insanın gücü dışındadır. İşte böyle bir durum karşısında üzüntüye kapılmayarak kadere razı olup sabretmek, bu gibi olaylar karşısında soğukkanlı davranmak lazımdır. Böyle hâllerde isyankâr bir tavır almayıp sabredenleri Cenab-ı Hak mükâfatlandıracaktır.

Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyruluyor:

“Sabredenlere mükâfatları hesapsız ödenecektir.” (39/Zümer, 10.)

Müslüman, Çalışkandır

Dinimiz, helal ve meşru yollardan çalışıp kazanmayı emretmiş, tembelliği hoş görmemiştir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: 

“Dünyadaki nasibini de unutma...” (28/Kasas, 77.) Peygamberimiz (s.a.v.) de,

“Sizin hayırlınız dünyası için ahiretini, ahireti için de dünyasını terk etmeyen, her ikisi için de çalışan ve başkalarına yük olmayandır.” (Aclûni, Keşfu’l-hafâ, II, 169.) buyurarak çalışmanın önemini belirtmiştir. Yine Peygamberimiz (s.a.v.),

“İki günü birbirine eşit olan aldanmıştır.” (Aclûni, Keşfu’l-hafâ, II, 233.) buyurarak Müslümanların daima ileri gitmelerinin gereğini bildirmiştir.

Müslüman Büyüklere Saygı Gösterir, Küçüklere Merhamet Eder

Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor:

“Küçüklerimize merhamet etmeyen, büyüklerimize saygı göstermeyen, iyilikle emretmeyen ve kötülükten men etmeyen bizden değildir.” (Tirmizî, “Birr”, 15.)

Müslüman, nefsine hâkim olur. Bir adam Peygamberimize (s.a.v.),

—Bana bir tavsiyede bulun, dedi. Peygamberimiz (s.a.v.),

—Hiddetlenme, buyurdu ve bunu birkaç defa tekrarladı. (Ebû Dâvûd, “Edeb”, 3.) Peygamberimiz (s.a.v.),

—Sizce pehlivan kimdir, diye sordu. Orada bulunanlar:

—Adamların yenemediği kimsedir, dediler. Peygamberimiz (s.a.v.),

—Hayır, gerçek pehlivan kızgınlık hâlinde nefsine hâkim olandır, (Buhârî, “Edeb”, 76.) buyurdu.

Kaynak: İslam İlmihali, Diyanet

İslam ve İhsan

AHLAK KURALLARININ TOPLUM İÇİN ÖNEMİ NEDİR?

Ahlak Kurallarının Toplum İçin Önemi Nedir?

ŞU VASIFLAR BİR MÜ’MİNİN GÜZEL AHLÂKINDANDIR

Şu Vasıflar Bir Mü’minin Güzel Ahlâkındandır

AHLAKİ GÖREVLERİMİZ İLE İLGİLİ AYETLER

Ahlaki Görevlerimiz ile İlgili Ayetler

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.