Ahiret Hayatının Evreleri Nelerdir?

Ahiret hayatının evreleri nelerdir? Ahiret hayatının evreleri ile ilgili ayet ve hadisler nelerdir? Yeniden diriliş (Ba's) nedir? Havz ne demek? Haşr ve mahşer ne demek? Peygamberimizin şefaati nasıl olacak? Semâ ehlinin yeryüzüne inmesi nasıl gerçekleşecek? Ahiret hayatının diğer safhaları nelerdir? Ahiret hayatının evreleri sırasıyla...

Ahiret hayatının belli başlı evreleri şunlardır:

  1. Ba’s (Diriliş)
  2. Havz
  3. Haşr ve mahşer
  4. Peygamber (s.a.s.) Efendimiz’in şefaati
  5. Semâ ehlinin yeryüzüne inmesi
  6. Cenâb-ı Hakk’ın tecellî etmesi
  7. Hesapsız cennete girecek olanlar
  8. Hesapsız cehenneme girecek olanlar
  9. Amel defterlerinin açılması
  10. Hesap
  11. Mizan
  12. Sırat

AHİRET HAYATININ EVRELERİ

Ahiret hayatının evleri şu şekilde gerçekleşecektir:

1. Ba’s (Diriliş)

Kıyâmet günü yaşanacak ba‘s yani diriliş, İsrâfîl’in Sûr’a ikinci defa üflemesiyle vukū bulacaktır. Bu ikinci üfleyişle, daha evvel bu fânî cihanda yaratılmış olan bütün canlılar tekrar diriltileceklerdir. Buna “Baʻsü baʻde’l-mevt” yani “ölümden sonra diriliş” denmektedir. Ebû Hüreyre Allah Resûlü’ne, Sûr’a iki üfleniş arasında ne kadar zaman geçeceğini sormuş, Efendimiz de “kırk” diye cevap vermişlerdir.

Ebû Hüreyre’ye, bu ifâdeyle kırk yıl mı, kırk ay mı yoksa kırk gün mü kastedildiği tek tek sorulduğunda her birine ısrarla; “Bir şey diyemem.” şeklinde mukâbelede bulunmuştur. Sonra da Rasûlullah Efendimiz’in hadîsini nakletmeye devam ederek şöyle buyurmuştur:

“Allah gökten su indirecek ve insanlar yerden sebze biter gibi bitecekler. İnsanda bir kemik hariç hepsi çürür. Bu çürümeyen, «Acbü’z-Zeneb»[1] denen kuyruk sokumu kemiğidir. Kıyâmet günü yeniden yaratılış bundan terkip edilecektir.” (Buhârî, Tefsîr, 39/3; Müslim, Fiten, 141; Muvatta’, Cenâiz, 48; Ebû Dâvûd, Sünnet, 24; Nesâî, Cenâiz, 117)

Bazı rivâyetlerde iki Sûr arasındaki sürenin kırk sene olduğu ifâde edilmiş[2] ve umûmiyetle bu şekilde kabul görmüştür.[3] Müfessir ve dil âlimi Ferrâ’ya göre: “İnsanlar ve bütün mahlûkat ilk Sûr ile ölürler. Bununla diğer Sûr arasında kırk sene vardır. Bu esnâda Allah bir yağmur gönderir. Kırk gün erkeklerin menileri kıvamında yağar. İnsanlar, annelerinin karnında yetiştikleri gibi kabirlerinde inbât ederler. Bu durum şu âyet-i kerîmede ifâde edilen şeydir: «…İşte ölüleri de böyle çıkaracağız…» (el-A‘râf, 57) Yani ölü yerden yağmurla bitkileri çıkardığımız gibi ölüleri de kabirlerinden çıkarırız.”[4]

Âyet-i kerîmelerde Cenâb-ı Hak, yeniden dirilmenin nasıl gerçekleşeceği hususunda şüphesi olanlara şöyle hitâb etmektedir: “Ey insanlar! Eğer yeniden dirilmekten şüphede iseniz, şunu bilin ki, Biz sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra alekadan (aşılanmış yumurtadan), sonra uzuvları belli belirsiz bir çiğnem et parçasından yarattık ki size (kudretimizi) gösterelim. Ve dilediğimizi, belirlenmiş bir vakte kadar rahimlerde bekletiriz; sonra sizi bir bebek olarak dışarı çıkarırız. Sonra kuvvetli çağınıza ulaşmanız için (sizi büyütürüz). İçinizden kimi vefât eder, kimi de ömrün en zayıf çağına (yani ihtiyarlığa) kadar götürülür. Tâ ki bilen bir kimse olduktan sonra bir şey bilmez hâle gelsin! (Böylece bedenî güç azaldığı gibi, zihnî melekeler de dumura uğrar.) (Yeniden yaratılışın bir misâli de şudur ki) sen, yeryüzünü kupkuru ve ölü bir hâlde görürsün; fakat Biz, üzerine yağmur indirdiğimizde o, kıpırdanır, kabarır ve her çeşitten (veya çiftten) iç açıcı bitkiler verir. Çünkü Allah hakkın ta kendisidir. O, ölüleri diriltir; yine O, her şeye hakkıyla kâdirdir. Kıyâmet vakti de gelecektir; bunda hiç şüphe yoktur. Ve hakîkaten Allah kabirdekileri diriltip kaldıracaktır.” (el-Hac, 5-7)

Mü’minûn Sûresi’nde ise, insanın ana rahminde geçirdiği ibretli safhalar, dünya hayatı, ölümü ve ardından tekrar dirileceği hakîkati şöyle anlatılmaktadır:

“Andolsun Biz insanı, çamurdan (süzülüp çıkarılmış) bir özden yarattık. Sonra onu sağlam bir karargâhta nutfe hâline getirdik. Sonra nutfeyi aleka (aşılanmış yumurta) yaptık. Peşinden, alekayı, bir parçacık et hâline soktuk. Bu bir parçacık eti kemiklere (iskelete) çevirdik. Bu kemikleri etle kapladık. Sonra onu başka bir yaratışla insan hâline getirdik. Yapıp-yaratanların en güzeli olan Allah pek yücedir. Sonra, muhakkak ki siz, bunun ardından elbet öleceksiniz. Sonra da şüphesiz, sizler kıyâmet gününde tekrar diriltileceksiniz.” (el-Mü’minûn, 12-16)

Cenâb-ı Hakk’ın beyân ettiği bu diriliş hakîkatini, Peygamber Efendimiz de Ebû Rezin ile aralarında geçen bir konuşmada şöyle ifâde buyurmuşlardır: Ebû Rezin el-Ukaylî naklediyor: Bir gün:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Allah Teâlâ, mahlûkâtı yeniden nasıl diriltir? Bunun dünyadaki misâli nedir?” diye sordum. Efendimiz:

“−Sen hiç, kavminin yaşadığı vâdiden kurak mevsimde geçmedin mi? Sonra bir kere de her tarafın yemyeşil olduğu bahar mevsiminde oraya uğramadın mı?” buyurdular. Ben:

“−Elbette!” deyince, Allah Rasûlü:

“−İşte bu, Allâh’ın yeniden yaratmasına delildir. Allah, ölüleri de böyle diriltecektir!” buyurdular. (Ahmed, IV, 11)

  • Yeniden Diriliş İle İlgili Ayetler

Âhireti inkâr edenlerin, yeniden diriltildikleri zaman, içine düşecekleri büyük şaşkınlık ve pişmanlık, âyet-i kerîmelerde şöyle haber verilmektedir:

“O (diriltme) korkunç bir sesten ibâret olacak, o anda hemen onların gözleri açılıp etrafa bakacaklar. (Durumu gören kâfirler korku ve pişmanlıkla:) «–Eyvah bize! Bu cezâ günüdür!» derler. İşte bu, yalanlamış olduğunuz hüküm günüdür.” (es-Sâffât, 19-21)

“Sanki etrafa yayılmış çekirge sürüsü gibi bakışları perişan (ve utançtan yere bakar) bir hâlde ve davetçiye (İsrâfîl’e) koşarak kabirlerden çıkarlar. O esnâda kâfirler: «–Bu, çok çetin bir gündür!» derler.” (el-Kamer, 7-8)

Zira onlar âhiret hayatını yalan sayıyor ve hayatlarının sadece bu dünyada yaşadıklarından ibâret olduğunu zannediyorlardı. Bu hakîkat âyet-i kerîmede şöyle bildirilmektedir:

“Dediler ki: «–Hayat ancak bu dünyada yaşadığımızdır. Ölürüz ve yaşarız. Bizi ancak zaman helâk eder.» Bu hususta onların hiçbir bilgisi de yoktur. Onlar sadece zanna göre hüküm veriyorlar. Onlara açıkça âyetlerimiz okunduğu zaman: «–Doğru sözlü iseniz atalarımızı getirin!» demelerinden başka delilleri yoktur. De ki: «–Allah sizi diriltir, sonra öldürür. Sonra sizi şüphe götürmeyen kıyâmet gününde bir araya toplar. Fakat insanların çoğu bilmezler.»” (el-Câsiye, 24-26)

İslâm’ın en azılı düşmanlarından biri olan Ubey bin Halef, öldükten sonra dirilişi inkâr ettiği için, bir defasında yerden çürümüş bir kemik alıp elinde ufalamış ve Rasûlullah Efendimiz’e dönerek, alaycı bir tavırla: “–Allâh’ın, bu çürümüş kemikleri tekrar dirilteceğine mi inanıyorsun?” demişti. Allah Rasûlü de ona cevâben: “–Evet, Allah seni tekrar diriltecek ve Cehennem’e koyacak!” buyurdular. (Kurtubî, el-Câmî, XV, 58; Vâhidî, s. 379) Ardından da şu âyet-i kerîmeler nâzil oldu:

“İnsan görmez mi ki, Biz onu bir nutfeden yarattık. Bir de bakıyorsun ki apaçık düşman kesilmiş. Kendi yaratılışını unutarak Biz’e karşı misal getirmeye kalkışıyor ve: «–Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?» diyor. De ki: «–Onları ilk defa yaratmış olan diriltecek. Çünkü O, her türlü yaratmayı gayet iyi bilir.»” (Yâsîn, 77-79)

Cenâb-ı Hak, Kıyâme Sûresi’nin başında, insanları öldükten sonra yeniden diriltmenin kendisi için hiç de zor olmadığını şöyle beyan buyurmaktadır: “Kıyâmet gününe yemin ederim.” (el-Kıyâme, 1)

“Nefs-i levvâmeye (kendini kınayıp pişmanlık duyan tutarsız nefse) yemin ederim ki (diriltilip hesâba çekileceksiniz).” (el-Kıyâme, 2)

“İnsan, kendisinin kemiklerini bir araya toplayamayacağımızı mı sanır?” (el-Kıyâme, 3)

“Evet, Biz’im, onun parmak uçlarını[5] bile aynen eski hâline getirmeye gücümüz yeter.” (el-Kıyâme, 4)

Lokman sûresinde de Rabbimiz şöyle buyuruyor:

(Ey insanlar!) Sizin yaratılmanız ve diriltilmeniz, ancak tek bir kişinin yaratılması ve diriltilmesi gibidir. Şüphesiz ki Allah her şeyi işiten ve görendir.” (Lokmân, 28) Hiç şüphesiz ki ilk yaratma, ikinci yaratmaya da delil teşkil etmektedir. Zira yoktan yaratmak, var olanı yok edip tekrar hayata döndürmekten daha zordur. Zoru kabul edip de, kolayın olamayacağını ileri sürmek, hiç de akıllıca bir iddia değildir. Kaldı ki sonsuz ilim ve kudret sahibi olan Allah Teâlâ, ilk yaratmada da aslâ bir âcizlik göstermemiş, her biri birer hilkat bedîası olan sayısız varlıklar halketmiştir.

Nitekim Cenâb-ı Hak kullarına şöyle sormaktadır:

“İlk yaratmada âcizlik mi gösterdik? Hayır, onlar yeni bir yaratma hususunda şüphe içindedirler.” (Kāf, 15) İnsanoğlunun dirilip kabrinden kalktığındaki hâli, âyet-i kerîmelerde şöyle tasvîr edilmektedir:

“Nihayet Sûr’a üfürülecek. Bir de bakarsın ki onlar kabirlerinden kalkıp koşarak Rab’lerine giderler! (İşte o zaman:) «–Eyvah, eyvah! Bizi uyuduğumuz yerden[6] kim diriltip çıkardı? Bu, Rahmân’ın vaad ettiğidir. Peygamberler gerçekten doğru söylemişler!» derler.” (Yâsîn, 51-52)

“O gün onlar, sanki dikili bir şeye koşuyorlar gibi, gözleri horluktan aşağı düşmüş ve kendileri zillete bürünmüş bir hâlde kabirlerinden fırlaya fırlaya çıkarlar. İşte bu, onların tehdit edilegeldikleri gündür!” (el-Meâric, 43-44)

“O gün yer, onların üzerinden yarılıp açılır ve süratle çıkıp koşarlar! Bu, ancak Biz’e kolay olan bir haşirdir.” (Kāf, 44)

“Kabirlerde bulunanlar diriltilip dışarı atıldığı ve kalplerde gizlenenler ortaya konduğu zaman, insan (hâlinin ne olacağını) düşünmez mi? Şüphesiz Rab’leri o gün onlardan tamamıyla haberdardır.” (el-Âdiyât, 9-11)

O günün şiddet ve vahâmeti, âyet-i kerîmelerde şöyle ifâde edilmektedir:

“Sûr’a üflendiği zaman artık aralarında akrabalık bağları kalmamıştır; birbirlerini de arayıp sormazlar!” (el-Mü’minûn, 101)

“Kulakları sağır eden o ses geldiğinde, işte o gün, kişi kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçar. O gün, herkesin kendine yetip artacak bir derdi vardır.” (Abese, 33-37)

Hazret-i Âişe şöyle nakletmektedir:

“Bir gün Rasûlullah Efendimiz: «–Kıyâmet günü, yalınayak, çıplak ve sünnetsiz olarak Allâh’ın huzûrunda toplanacaksınız.» buyurmuşlardı. Bunun üzerine ben (şaşkınlık içerisinde): «–Yâ Rasûlâllah! Erkekler ve kadınlar birbirlerine bakarlar!?» dedim. Peygamber Efendimiz: «‒O zamanki vaziyet, onların böyle bir şeyi düşünemeyecekleri kadar şiddetli ve dehşet vericidir.» buyurdular. (Buhârî, Rikāk, 45; Müslim, Cennet, 56)

Diğer bir hadîs-i şerîfte bildirildiği üzere ölüler yeniden diriltilince kendisine ilk elbise giydirilecek olan kişi Hazret-i İbrahim olacaktır.[7] Daha sonra Peygamber Efendimize elbisesi giydirilecektir. Bundan sonra Allah Rasûlü Arş’ın sağ yanında duracak ve orada yalnız Rasûlullah bulunacaktır. Bu sebeple evvelkiler de sonrakiler de Efendimize imreneceklerdir. Cenâb-ı Hak, vücûdun parçalarını bir araya getirip ruhları da onlara iâde ederek ölüleri kabirlerinden çıkaracaktır. Yeniden yaratılan insanlar için, artık sonu olmayan bir hayat başlamış olacaktır. Kıyâmet günü ilk olarak dirilip kabrinden çıkacak kişi ise, Rasûlullah’tır.[8] Allah Rasûlü bir gün Mescid’e girmişlerdi. Bir tarafında Hazret-i Ebûbekir diğer tarafında da Hazret-i Ömer vardı. Efendimiz onların ellerini tuttu ve:

“Kıyâmet günü biz işte böyle diriltileceğiz.” buyurdular. (Tirmizî, Menâkıb, 16/3669)

  • Kur’an-ı Kerim’de Diriliş Örnekleri

Dirilişin cismânî mi, rûhânî mi olacağı hususunda ihtilâf edilmişse de Kur’ân-ı Kerîm’de, dirilişin cismânî olacağına dâir pek çok âyet-i kerîme bulunmaktadır. Allah Teâlâ, her insanı bedeniyle diriltip rûhunu da iâde edecektir. Ölümden sonra dirilişin gerçek olduğu ve bunun Allah için hiç de zor olmadığı hususunda gönüllerin tatmin olması maksadıyla, Cenâb-ı Hak daha dünyada iken bazı ölüleri diriltmiş, bunun misallerini de Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle zikretmiştir:

a. Parçalanmış Kuşların Canlandırılması:

Âyet-i kerîmede buyrulur: “İbrahim Rabbine: «–Ey Rabbim! Ölüyü nasıl dirilttiğini bana göster!» demişti. Rabbi ona: «–Yoksa inanmadın mı?» dedi. İbrahim: «–Hayır, inandım. Fakat kalbimin mutmain olması için (görmek istedim).» dedi. Bunun üzerine Allah: «–Öyleyse dört tane kuş yakala, onları yanına al, sonra (kesip parçala), her dağın başına onlardan bir parça koy. Sonra da onları kendine çağır; koşarak sana gelirler. Bil ki Allah azîzdir, hakîmdir.» buyurdu.” (el-Bakara, 260)

Rivâyete göre Allah Teâlâ, İbrahim -aleyhisselâm-’a, yakaladığı dört kuşu kesmesini, tüylerini yolmasını ve etlerini sıyırıp parçalara ayırmasını emretti. Sonra başlarını yanında saklamak sûretiyle, her dağın başına onlardan birer parça koymasını istedi. İbrahim -aleyhisselâm-, rivâyete göre birer tavus, horoz, karga ve kartal tuttu. Bunların her birini dört parçaya ayırdı, hamur yapıp birbiriyle karıştırdı ve dağların tepesine bundan birer parça koydu. Sonra onları; “Allâh’ın izniyle bana gelin!” diyerek çağırdı. Her bir parçanın bir diğerine doğru uçup, bir cüsse teşkil ettiğini ve gelip kendine âit başla birleşerek eski hâlini aldığını gördü.[9]

Hazret-i İbrahim’in kuşları dağların üzerine koymasının, etrafında büyük bir kalabalığın olduğuna işaret ettiği de ifâde edilmiştir. Yani insanlar tarafından rahatça görülebilsin diye o kuşları yüksek bir yere koymasının emredilmiş olabileceği bildirilmiştir. Buna göre İbrahim -aleyhisselâm-, âhirette yeniden dirilişi inkâr edenlere bunu ispat etmek için Cenâb-ı Hak’tan bir mûcize istemiş ve bu hâdise gerçekleşmiştir. Mâlum olduğu üzere İbrahim -aleyhisselâm-, büyük bir peygamberdir. Dolayısıyla Allâh’ın ölüleri dirilteceği hususunda herhangi bir şüphesinin olması düşünülemez. Muhakkak ki Cenâb-ı Hak da, İbrahim -aleyhisselâm-’ın îman ehli olduğunu biliyordu. Fakat İbrahim -aleyhisselâm-’ın;

“Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster!” sözüyle ne kastettiğinin herkes tarafından bilinmesi için ona; “Yoksa inanmadın mı?” diye sormuştur. İbrahim -aleyhisselâm- da, âyet-i kerîmede beyân edildiği üzere, hakîkati bizzat görerek kalbinin iyice mutmain olması ve bu ilâhî azamet tecellîsini seyrederek inancının “hakka’l-yakîn” derecesine yükselmesi için Cenâb-ı Hak’tan böyle bir talepte bulunduğunu ifâde etmiştir. Zira insanın, inandığı bir şeyi kendi gözleriyle de gördüğü takdirde inancının daha da perçinlenerek sarsılmaz bir hâle geleceği muhakkaktır. Diğer taraftan, İbrahim -aleyhisselâm-’ın böyle bir talepte bulunmasının, kendisinin “Allâh’ın dostu” olduğu hususunda kalbinin tam bir itmi’nâna ermesi için olduğu da ifâde edilmiştir.

Ayrıca bu âyet-i kerîmeden, bir insanın hangi mânevî makama erişirse erişsin, îmânının kemâli ve kalbinin itmi’nânı için hâlâ alacağı mesafeler olduğu hakîkati ortaya çıkmaktadır. Zira “ülü’l-azm” peygamberlerden biri olan, “Halîlullah/Allâh’ın Dostu” rütbesini taşıyan ve pek çok ilâhî iltifâta nâil olduğu âyet-i kerîmelerde bildirilen İbrahim -aleyhisselâm- bile, itmi’nânının artması için Allâh’a yalvarıyor ve O’ndan yardım istiyor. Şurası muhakkak ki, kulun Cenâb-ı Hakk’a yakınlığı arttığı nisbette, gönül âleminde muazzam ufuklar açılır. Dolayısıyla Cenâb-ı Hakk’a karşı kendi âcizlik, muhtaçlık, noksanlık ve hiçliğini çok daha berrak bir sûrette idrâk eder.

Nitekim İbrahim -aleyhisselâm- da bu hiçlik ve mahviyet hissiyâtı içinde Cenâb-ı Hakk’a şöyle niyâz etmiştir:

(Yâ Rabbi! İnsanların) dirilecekleri gün beni mahcub etme. O gün, ne mal fayda verir ne de evlât. Ancak Allâh’a kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler (bunun faydasını görür).” (eş-Şuarâ, 87-89)

Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-’ın ölülerin diriltilmesini görmek isteyişiyle alâkalı âyet-i kerîmenin işârî tefsîrinde de şöyle denilmektedir: “Hazret-i İbrahim, bu suâliyle Allah’tan kalbinin ihyâsını istemiştir. Allah Teâlâ da ona, gönlünün başka şeylerle olan bağlantılarını kesmesi gerektiğini haber vermiştir. Buna göre İbrahim -aleyhisselâm-’ın parçalara ayırdığı dört kuş ile, nefiste bulunan dört kötü sıfata işaret edilmiştir. Tavus ziyneti, karga tûl-i emeli (tükenmek bilmeyen arzuları), horoz şehveti ve kartal da hırsı temsil etmektedir. Dolayısıyla mücâhede ve riyâzatla nefsinin bu mezmum sıfatlarını boğazlayamayanlar, müşâhedeyle kalbini diriltme imkânı bulamazlar.” (Kuşeyrî, Letâifü’l-İşârât, I, 121)

b. Yıldırım Çarpmasıyla Ölenlerin Tekrar Diriltilmesi:

Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulmuştur:

“Bir zamanlar: «–Ey Mûsâ! Biz Allâh’ı apaçık görmedikçe aslâ sana inanmayız!» demiştiniz de gözleriniz göre göre o anda sizi yıldırım çarpmıştı. Sonra ölümünüzün ardından sizi dirilttik ki şükredesiniz.” (el-Bakara, 55-56)

Âyet-i kerîmelerden de anlaşıldığı üzere Mûsâ -aleyhisselâm-’ın kavminden bazıları; Allâh’ı görmedikçe îmân etmeyeceklerini söylemiş, bunun üzerine de Allah Teâlâ onlara yıldırım göndermişti. Yıldırım çarpmasıyla ölen bu kimseleri Cenâb-ı Hak bir müddet sonra diriltmiş, böylece onlar, Allâh’ın kudretini bizzat yaşamak sûretiyle idrâk etmişlerdi. Kur’ân-ı Kerîm’de bildirilen bu hâdise de, öldükten sonra dirilişi inkâr edenlere, bunun Allah için hiç de zor olmadığını göstermektedir.

Nitekim âhirette dirilişi inkâr eden insanlara Allâh’ın kudretini göstermek için Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm-’a ölüleri diriltme mûcizesinin verilmiş olduğu, Ashâb-ı Kehf’in üç yüz küsur yıl uyutulduktan sonra uyandırıldıkları da mâlumdur.

c. Yüz Yıl Ölü Kalanın Dirilmesi:

Rasûlullah’a müşriklerin en fazla îtiraz ettikleri hususlardan biri, ölülerin yeniden diriltilecek olmasıydı. Hem bunu nefsâniyetleri gereği kabul etmek işlerine gelmiyordu, hem de çürüyüp yok olmuş cesetlerin nasıl tekrar canlanacağını bir türlü anlayamıyorlardı. Cenâb-ı Hak Peygamber Efendimiz’e, müşriklerin bu istifhamlarını giderecek birçok âyet-i kerîme vahyetti. Ölümden sonra diriliş gerçeğini birçok misalle Kur’ân-ı Kerîm’de îzah buyurdu. Nitekim bu misallerden biri de, Üzeyir -aleyhisselâm- zamanında gerçekleşen ve yüz yıl ölü kaldıktan sonra tekrar diriltilen kimsedir.

Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Yahut görmedin mi o kimseyi ki evlerinin duvarları çatıları üzerine çökmüş (harâb olmuş) ıssız bir kasabaya uğradı; «–Ölümünden sonra Allah bunları nasıl diriltir acaba!» dedi.

Bunun üzerine Allah onu hemen öldürüp yüz sene bıraktı, sonra tekrar diriltti: «–Ne kadar kaldın burada?» dedi. «–Bir gün yahut daha az.» dedi.

Allah ona: «–Hayır, bilâkis yüz sene kaldın. Yiyeceğine ve içeceğine bak, henüz bozulmamıştır. Bir de eşeğine bak. Seni insanlara bir ibret kılalım diye (yüz sene ölü tuttuk, sonra tekrar dirilttik). Şimdi sen kemiklere bak, onları nasıl düzenliyor, sonra ona nasıl et giydiriyoruz!» dedi.

Durum kendisince anlaşılınca: «–Şimdi iyice biliyorum ki Allah her şeye kâdirdir.» dedi.” (el-Bakara, 259)

Bazı tefsirlerde, Üzeyir -aleyhisselâm- olduğu zikredilen bu kişi, oturanları ölüp gitmiş ve harâbe hâline gelmiş olan kasabaya uğradığında, kendi kendisine, Allâh’ın ölüleri nasıl dirilteceğini düşünür ve konakladığı bu yerde uyuyakalır. Allah onu öldürüp yüz sene sonra tekrar diriltir. O şahıs dirildiğinde, kendisinin kısa bir süre uyuyup uyandığını zanneder. Çünkü yiyecekleri henüz bozulmamıştır. Fakat merkebine bakınca anlar ki o öleli çok olmuş. Zira sadece çürümeye yüz tutmuş kemikleri kalmıştır. Allah Teâlâ, onun gözü önünde merkebini diriltir. Böylece o kişi, Allâh’ın kullarını nasıl öldüreceğini ve tekrar nasıl dirilteceğini bizzat müşâhede etmiş olur.

2. Havz

Kabirlerinden susuz bir vaziyette çıkacak olan insanların, susuzluklarını giderebilmek için canhıraş bir şekilde, Mahşer meydanında bulunan Havz’a koşacakları haber verilmektedir. Lâkin oraya herkes varamayacaktır. Nitekim bir hadîs-i şerîfte, dünyada iken îman nîmetinden yüz çevirip bâtıl yollara sapan kimselerin, Havz’ın suyunu içmekten men edilecekleri şöyle haber verilmektedir:

Rasûlullah bir gün kabristana gittiler ve:

“Selâm size ey mü’minler diyarının sâkinleri! İnşâallah bir gün Biz de sizin yanınıza geleceğiz.” (diyerek orada medfun bulunan kabir ehlini selâmladılar. Ardından da:)

“–Kardeşlerimizi görmemizi çok isterdim!” buyurdular. Ashâb-ı kirâm şaşkınlıkla:

“–Biz Siz’in kardeşleriniz değil miyiz, yâ Rasûlâllah?” diye sordular.

Rasûl-i Ekrem Efendimiz:

“–Sizler benim ashâbımsınız, kardeşlerimiz ise henüz gelmemiş olanlardır.” buyurdular. Bunun üzerine ashâb-ı kirâm:

“–Ümmetinizden henüz gelmemiş olanları nasıl tanıyacaksınız, ey Allâh’ın Rasûlü?” diye sordular. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de onlara:

“–Bir adamın alnı ve ayakları beyaz olan bir atı olduğunu düşünün. O adam bu atını, hepsi de simsiyah olan bir at sürüsü içinde tanıyamaz mı?” diye sordular. Sahâbe-i kirâm:

“–Evet, tanır ey Allâh’ın Rasûlü!” cevâbını verdiler. Bunun üzerine Rasûlullah şöyle buyurdular:

“–İşte kardeşlerimiz de abdestten dolayı yüzleri nurlu, el ve ayakları parlak olarak geleceklerdir. Ben, önceden gidip Havz’ımın başında ikram etmek için onları bekleyeceğim. Dikkat edin! Birtakım kimseler, yabancı devenin sürüden kovulup uzaklaştırıldığı gibi, benim Havz’ımdan kovulacaklardır. Ben onlara; «Buraya gelin!» diye nidâ edeceğim. Bana: «–Onlar Sen’den sonra hâllerini değiştirdiler, (Sen’in Sünnet’ini terk edip başka yollara saptılar!)» denilecek.[10] Bunun üzerine ben de: «–Uzak olsunlar, uzak olsunlar!» diyeceğim.” (Müslim, Tahâret 39, Fedâil 26)[11] Havz’ın suyundan sadece oraya vâsıl olabilenler içecektir. Havz’dan içemeyenler ise, Sırat’tan da geçemeyecek olanlardır.

Peygamber Efendimiz bir hadîs-i şerîfinde Havz’ını şöyle târif buyurmuştur:

“Benim havzım, bir aylık yürüyüş mesafesi kadar büyüktür. Suyu sütten daha beyaz, kokusu miskten daha hoştur. Bardakları da semânın yıldızları gibi çoktur. Kim on­dan içerse, bir daha ebediyyen susamaz.” (Buhârî, Rikāk, 53; Müslim, Fedâil, 27) Dolayısıyla Havz’dan içemeyen ise ebediyyen suya kanamayacak, dâimâ susuzluk çekecektir. Rivâyete göre Havz’ın yanına ilk varacak olan Rasûlullah’tır. Herkesten evvel oraya varıp ümmetine ikram etmek için hazırlanacaktır.[12] Havz’a ilk gelecek insanlar ise, Muhâcirlerin fakirleridir.

Yine Rasûlullah şöyle buyurmuşlardır:

“(Kıyâmet günü) her peygamberin bir havzı vardır ve onlar kimin havzına daha fazla kişi geliyor diye birbirlerine karşı iftihar edip sevinirler. Ben, havzına en fazla kişi gelen peygamber olmayı ümid ediyorum!” (Tirmizî, Kıyâmet, 14/2443) Bizler de Âlemler Sultânı Efendimiz’in bu ümîdini boşa çıkarmamak için, O’nun Sünnet-i Seniyye’sine tam bir ittibâ hassâsiyeti içinde olmalıyız. Ayrıca en yakınlarımızdan başlayarak çevremizdekileri de bu istikâmette yaşatabilmeye gayret etmeliyiz.

3. Haşr ve Mahşer

Cenâb-ı Hak, ölümlerinden sonra dirilteceği bütün mahlûkâtı, hesap ve mîzân için Mahşer meydanında toplayacaktır. Nitekim bu hakîkat, âyet-i kerîmelerde şöyle ifâde buyrulmaktadır:

“Ey Rabbimiz! Gelmesinde şüphe edilmeyen bir günde, insanları mutlaka toplayacak olan Sen’sin. Allah aslâ sözünden dönmez.” (Âl-i İmrân, 9. Bkz. el-Kehf, 99)

“O günde Sûr’a üflenir ve Biz o zaman günahkârları, gözleri (korkudan) gömgök bir hâlde Mahşer’de toplarız.” (Tâhâ, 102)

“Rabbine andolsun ki, muhakkak sûrette onları (o insanları) şeytanlarla birlikte Mahşer’de toplayacağız; sonra onları diz üstü çökmüş vaziyette Cehennem’in çevresinde hazır bulunduracağız.” (Meryem, 68)

“O gün insanlar amellerini görmeleri (karşılığını almaları) için darmadağınık geri dönüp gelirler.” (ez-Zilzâl, 6)

  • Mahşer Yeri Nasıl Olacak?

Bir hadîs-i şerîflerinde Peygamber Efendimiz insanların toplanacağı Mahşer meydanını şöyle tasvir etmişlerdir:

“Kıyâmet günü insanlar; beyaz, du­ru ve kepekten arınmış undan yapılan çörek gibi bir saha üzerinde toplanırlar.” Hadîsin râvîlerinden biri, şu açıklamayı yapmıştır:

“O sahada, hiç kimse için bir şeye delâlet edecek, yol gösterecek (dağ-taş gibi) herhangi bir alâ­met yoktur!” (Buhârî, Rikāk, 44) Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de, Sûr’a üflendiği zaman dağların un ufak olup savrulacağı, yerlerinin dümdüz ve bomboş kalacağı, herhangi bir iniş veya yokuşun bulunmayacağı bildirilmektedir.[13]

Mahşer meydanına toplanacak insanlar, dünyadaki mânevî durumlarına göre farklı hâllerde oraya geleceklerdir. Bu hususta da Peygamber Efendimiz:

“Kıyâmet günü sizler yaya olarak, binitli olarak ve yüzüstü sürünerek Mahşer yerine toplanacaksınız.”[14] buyurmuşlardır.

Mahşer meydanına yüzüstü sürünerek gelecek olanlar, İslâm’ın hidâyet nûrundan uzak duran gâfillerdir. Bu hakîkat, âyet-i kerîmelerde şöyle bildirilmektedir:

“Allah kime hidâyet verirse, işte doğru yolu bulan odur. Kimi de hidâyetten uzak tutarsa, artık onlara, Allah’tan başka dostlar bulamazsın. Kıyâmet gününde onları kör, dilsiz ve sağır bir hâlde yüzükoyun haşrederiz. Onların varacağı ve kalacağı yer Cehennem’dir ki ateşi yavaşladıkça onun alevini artırırız.” (el-İsrâ, 97)

“Yüzükoyun Cehennem’e (sürülüp) toplanacak olanlar; işte onlar, yerleri en kötü, yolları en sapık olanlardır.” (el-Furkân, 34)

Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

“Bir kişi gelip: «‒Ey Allâh’ın Rasûlü! Kâfir kıyâmet günü yüzü üzerinde nasıl haşrolunur?» diye sordu. Rasûlullah: «‒Dünyada onu iki ayağı üzerinde yürüten Allah, kıyâmet gü­nünde yüzü üzerinde yürütmeye kâdir değil midir?» diye cevap ver­diler.” Bu hadîsi rivâyet eden Katâde -radıyallâhu anh- sonunda şöyle der: “‒Evet, Rabbimiz’in izzetine yemin ederim ki, kâdirdir!” (Buhârî, Rikāk, 45; Müslim, Münâfikûn, 54)

Mahşer meydanında vukū bulacak hâdiselerden biri de Güneş’in insanlara yaklaştırılmasıdır. Nitekim Rasûlullah bu husustaki hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır: “Güneş, kıyâmet günü insanlara bir mil[15] mesâfe kalıncaya kadar yaklaştırılır. İnsanlar, işledikleri kötü amelleri kadar tere batarlar. Kimi topuklarına, kimi dizlerine, kimi de kuşak yerlerine kadar ter içinde kalır; bazılarının da ter âdeta ağızlarına gem vurur.” (Müslim, Cennet, 62; Tirmizî, Kıyâmet, 2/2421)

“Kıyâmet günü insanlar Mahşer yerinde (sıkışma, şiddet ve Güneş’in yaklaşması sebebiyle) terleyecektir. Öyle ki; dökülen ter, yetmiş zirâʻ derinliğinde yere geçe­cek, daha sonra yükselerek ağızlarını gemleyecek ve hattâ kulaklarına ula­şacaktır.” (Buhârî, Rikāk, 47)

«O gün insanlar Âlemlerin Rabbi için ayağa kalka­caklar!»[16] Onlardan biri, kulaklarının yarısına kadar ulaşmış olan teri içinde ayağa kalkacaktır.” (Buhârî, Rikāk, 47; Müslim, Cennet, 60)

GÜNAHLARIN AHİRETTEKİ CEZALARI

Yeri gelmişken, berzah ve âhiret hayatının kendine has şart ve imkânlarının, bu dünyadaki hayat şartlarından çok farklı olacağını ifâde etmek lâzımdır. Meselâ bu dünyada Güneş yeryüzüne yaklaştırılacak olsa bütün her şey yanar ve kül olur. Yine büyük bir tûfan sebebiyle bu cihânın her tarafı sular altında kalsa, bütün insanlar ölür. Lâkin âhirette ise bu gibi şeyler, herkesin kendi hâline göre tecellî edeceğinden, kıyâmet günü Güneş’in yaklaştırılmasıyla bir günahkâr çok büyük azap hissedecek, fakat aslâ ölmeyecektir. Çünkü orada ölüm yoktur. Yine Güneş’in harâretinden Mahşer ahâlisi terlediğinde, herkes kendi teri içine gark olacak, fakat kendi teri yanındakilere aslâ zarar vermeyecektir. Bu aynen, kıyâmet gününde herkesin kendi ışığında yürüyeceği hakîkati gibidir.

Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulmaktadır:

“Mü’min erkeklerle mü’min kadınları, önlerinden ve sağlarından, (amellerinin) nurları aydınlatıp giderken gördüğün günde (onlara); «‒Bugün müjdeniz, zemininden ırmaklar akan ve içlerinde ebedî kalacağınız Cennetlerdir.» denilir. İşte büyük kurtuluş budur. Münâfık erkeklerle münâfık kadınların, mü’minlere; «‒Bizi bekleyin, nûrunuzdan bir parça ışık alalım!» diyeceği günde kendilerine; «‒Arkanıza dönün de bir ışık arayın!» denilir. Nihayet onların arasına; içinde rahmet, dışında (münâfıklar tarafında) azap bulunan ve kapısı olan bir sur çekilir.” (el-Hadîd, 12-13)

O dehşetli günde her insanın nûru, ancak kendine yetecek kadar olup başkasına fayda vermeyecektir. İşte bu husus, kıyâmet gününün farklı ve hârikulâde hâllerinden biridir. Dünyada bunun misâli, şuna benzemektedir: Mü’min bir kimse, îmânının ışığında yürür, yanındaki kâfir de küfrünün karanlığı içinde kalır ve îman nûrundan hiç istifâde edemez. Kezâ, âmâ biri de gözü gören birinin yanında yürür, ancak o gören kimsenin gözünün nûrundan istifâde edemez.

İmâm Şârânî Hazretleri, Mahşer günü insanların dökeceği müthiş ter hususunda şöyle demektedir:

“Şu muhakkaktır ki o gün terleyen insanlar, dünyada iken Aziz ve Celil olan Allâh’ın rızâsı uğrunda cihâd etmek, hacca gitmek, oruç tutmak, namaz kılmak, müslümanların işlerini görmek, insanlar suyundan içsinler diye kuyular kazmak gibi amel-i sâlihlerde ve hayır işlerinde ter dökmemişlerdir. (Bunlardan uzak kalmışlardır.) Bu sebeple Mahşer meydanında terlere batarlar. Bunun yanında Mahşer meydanında beklerken hissettikleri hayâ, korku ve endişe sebebiyle de ter dökerler.” (İmâm Şârânî, Ölüm Kıyâmet Âhiret, sf. 159)

Velhâsıl, Mahşer gününün o kadar dehşet verici korkuları vardır ki, kabrinde Cennet’e gideceği müjdelenen insanlara dahî, bu ilâhî rahmet ve mağfireti unutturacak hâllerin yaşanacağı haber verilmiştir.[17] Bütün bu korkulardan Cenâb-ı Hakk’a sığınırız...

4. Peygamberimizin Şefaati

Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- şöyle nakleder: Bir yemek dâvetinde Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile beraber bulunuyorduk. Kendisine etin kol tarafı ikram edildi. Rasûl-i Ekrem Efendimiz etin kol tarafını severdi. Ondan bir lokma kopardıktan sonra şöyle buyurdular:

“–Kıyâmet gününde insanların efendisi benim. Bu da neden biliyor musunuz? Allah Teâlâ, gelmiş-gelecek bütün insanları düz bir yere toplayacak. Orası, insanlara bakan kimsenin hepsini görebileceği, onlara seslenen kişinin hepsine sesini duyurabileceği bir yerdir. Güneş onlara yaklaşacak, insanlar sıkıntıdan ve kederden artık dayanamayacak hâle gelince (ki diğer bir rivâyette bu bekleyişin yetmiş sene süreceği haber verilmektedir)[18] birbirlerine: «–İçinde bulunduğunuz sıkıntıyı, başınıza gelen hâli görmüyor musunuz? Hâlinizi Rabbinize arz ederek size şefaat edecek birini bulmayı düşünmüyor musunuz?» diyecekler.

Bazıları: «–Babanız Âdem’e gidiniz!» diyecek.

İnsanlar Hazret-i Âdem’e gidip: «–Ey Âdem! Sen insanların babasısın. Seni Allah kudret eliyle yarattı. Sana kendi rûhundan üfledi. Meleklere sana secde etmelerini emretti, onlar da secde ettiler. Seni Cennet’e yerleştirdi. Rabbine varıp bizim için şefaat et! İçinde bulunduğumuz hâli, başımıza gelen derdi görmüyor musun?» diyecekler.

O da: «–Bugün Rabbim çok gazaplı. Ne daha önce böylesine gazaplandı ne de bundan sonra böyle gazaplanır. Rabbim o ağaca yaklaşmamı yasakladı, ama ben O’nu dinlemedim. Asıl benim nefsim şefaat edilmeye muhtaçtır; benim nefsim, benim nefsim!

Siz başkasına gidin; Nûh’a gidin!» diyecek. Onlar da Hazret-i Nûh’a giderek: «–Ey Nûh! Sen yeryüzü halkına gönderilen rasûllerin ilkisin.

Allah Teâlâ senin için “Çok şükreden kul”[19] demişti. İçinde bulunduğumuz perişan hâli görmüyor musun? Başımıza gelenleri görmüyor musun? Rabbinin huzûrunda bize şefaat etmeyecek misin?» diyecekler. O da: «–Bugün Rabbim benzeri görülmedik şekilde gazaplıdır. Ne daha önce böylesine gazaplandı ne de bundan sonra böyle gazaplanır. Benim bir duâm vardı; onu da kavmimin aleyhine kullandım. Asıl benim nefsim şefaat edilmeye muhtaçtır; benim nefsim, benim nefsim!

Siz başkasına gidin; İbrahim’e gidin!» diye karşılık verecek. Onlar da Hazret-i İbrahim’e giderek: «–Sen Allâh’ın Peygamberi’sin, yeryüzü halkı içinde Allâh’ın Halîli/dostu sensin. Rabbinin huzûrunda bize şefaat et! İçinde bulunduğumuz perişan hâli görmüyor musun?» diyecekler. O da şunları söyleyecek: «–Bugün Rabbim benzeri görülmedik şekilde gazaplıdır. Ne daha önce böylesine gazaplandı ne de bundan sonra böyle gazaplanır. Ben vaktiyle üç târizli söz söylemiştim. Asıl benim nefsim şefaat edilmeye muhtaçtır; benim nefsim, benim nefsim!

Siz başkasına gidin; Mûsâ’ya gidin!» Onlar da Hazret-i Mûsâ’ya gelerek şöyle diyecekler: «–Ey Mûsâ! Sen Allâh’ın Rasûlü’sün. Allah Teâlâ, peygamberlik vermek ve konuşmak sûretiyle seni diğer insanlardan üstün kılmıştır. Rabbinin huzûrunda bize şefaat et. İçinde bulunduğumuz hâli görmüyor musun?» O da: «–Bugün Rabbim benzeri görülmedik şekilde gazaplıdır. Ne daha önce böylesine gazaplandı ne de bundan sonra böyle gazaplanır. Ben öldürülmesine dâir emir almadığım bir adamı hatâen öldürdüm. Asıl benim nefsim şefaat edilmeye muhtaçtır; benim nefsim, benim nefsim!

Siz başkasına gidin; Îsâ’ya gidin!» diyecek. Onlar da Hazret-i Îsâ’ya giderek: «–Ey Îsâ! Sen Allâh’ın Rasûlü, O’nun Meryem’e ilkā ettiği kelimesi ve O’nun yarattığı bir ruhsun. Sen daha beşikte iken insanlarla konuştun. Rabbinin huzûrunda bize şefaat et! İçinde bulunduğumuz perişan hâli görmüyor musun?» diyecekler.

Hazret-i Îsâ da: «–Bugün Rabbim benzeri görülmedik şekilde gazaplıdır. Ne daha önce böylesine gazaplandı ne de bundan sonra böyle gazaplanır!» diyecek, ama bir günah zikretmeyecek. Sonra da, asıl benim nefsim şefaat edilmeye muhtaçtır; benim nefsim, benim nefsim! Siz başkasına gidin; Muhammed’e gidin!» diyecek.”

Resûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz hâdisenin devamını diğer bir rivâyette şöyle nakletmektedir:

“Onlar da bana gelerek: «–Yâ Muhammed! Sen Allâh’ın Rasûlü ve Son Peygamber’sin. Allah Teâlâ, Sen’in gelmiş ve geçmiş bütün günahlarını bağışlamıştır.[20] Rabbinin huzûrunda bize şefaat et! İçinde bulunduğumuz perişan hâli görmüyor musun?» diyecekler. Ben de yürüyüp Arş’ın altına geleceğim, Rabbime secdeye kapanacağım. (Bu secde tam bir hafta sürecek.)[21] Sonra Allah Teâlâ daha önce kimseye öğretmediği en güzel hamd ü senâları bana ilham edecek. (Onlarla uzun müddet hamd ü senâda bulunduktan sonra) Cenâb-ı Hak bana: «–Yâ Muhammed! Secdeden başını kaldır! İste, istediğin Sana verilecek; şefaat et, şefaatin kabul edilecek!» buyuracak. Ben de başımı secdeden kaldıracağım ve: «–Yâ Rabbi! Ümmetimi bana bağışla! Yâ Rabbi! Ümmetimi kurtar! Yâ Rabbi! Ümmetimi bağışla!» diye yalvaracağım. O zaman bana: «–Yâ Muhammed! Ümmetinden hesâba çekilmeyecek olanları Cennet kapılarının en sağındaki Bâbü’l-Eymen’den içeri al! Onlar başkalarıyla beraber Cennet’in diğer kapılarından da gireceklerdir!» buyrulacak. Canımı kudretiyle yaşatan Allâh’a yemin ederim ki, Cennet kapılarının iki kanadı arasındaki mesafe, Mekke ile (Bahreyn’deki) Hecer veya Mekke ile (Suriye’deki) Busrâ arasındaki mesafe kadar geniştir.”[22]

Allah Resûlü başka bir rivâyette de şöyle buyurmuşlardır:

“…Rabbimden şefaat için izin isterim. Bana izin verilir. Rabbimin huzûrunda durup O’na, şimdi bilmediğim şekilde hamd ederim. Bu hamd cümlelerini o vakit Allah Teâlâ bana ilham eder. Sonra O’nun için secdeye kapanırım. Bana: «‒Ey Muhammed! Başını kaldır ve söyle, sözün dinlenecek; iste, arzun yerine getirilecek; şefaat et, şefaatin kabul edilecek!» buyrulur. Ben de: «‒Yâ Rabbi! Ümmetim, ümmetim!» derim. Bana: «‒Git, kimin kalbinde buğday veya arpa tanesi ağırlığınca îman varsa onu Cehennem’den çıkar!» buyrulur. Ben de gider söyleneni yaparım. Sonra tekrar Rabbimin huzûruna dönüp O’na bu hamd cümleleri ile hamd ederim…”

Rasûlullah’ın ikinci mürâcaatında kendisine; “kalbinde hardal tanesi ağırlığınca”, üçüncü mürâcaatında ise “bir hardal tanesinden daha da az” miktarda îmânı olan kimseleri Cehennem’den çıkarması söylenecektir. (Bkz. Müslim, Îmân, 326, 322)

Hadîs-i şerîflerde görüldüğü üzere kıyâmet gününün şiddet, eziyet ve korkularından kurtulmak için bütün insanlar bir kurtarıcı arayacaklardır. Lâkin uzandıkları bütün dalların birer birer ellerinde kaldığını hayret ve dehşetle seyredeceklerdir. Nihayet ümitlerinin tükenmeye başladığı bir sırada, o korkunç meydanda yegâne hatırı sayılacak kişinin İki Cihan Serveri -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz olduğunu anlayacaklar ve O’na müracaat edeceklerdir.

Rahmet Peygamberi -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de onlara şefaat edip bu dehşetli korkulardan kurtulmalarına vesîle olacaktır. Fahr-i Kâinât Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, peygamberlerin bile kendi nefsinin derdine düştüğü bir zamanda ümmetini düşünecek, sözüne değer verilecek ve duâsı kabul edilecek olan yegâne Sultan’dır. Bu sebeple Süleyman Çelebi şöyle seslenir: Merhabâ ey âsi ümmet melcei Merhabâ ey çaresizler eşfai Yani; “Merhaba ey günahkâr ümmetin ilticâ edeceği şefkat sığınağı! Merhaba ey çâresizlerin en büyük şefaatçisi!” Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in kendi ümmetine daha husûsî şefaatleri de olacaktır. Nitekim bir defasında şöyle buyurmuşlardır:

“Şefaatim, (öncelikle) ümmetimden büyük günah işleyenleredir.” (Ebû Dâvûd, Sünnet, 20-21/4739; Tirmizî, Kıyâmet, 11/2435-6; İbn-i Mâce, Zühd, 37; Ahmed, III, 213)

Bu hadîs-i şerîflerinde Peygamber Efendimiz’in büyük günah işleyenlere şefaat edeceklerini ifâde buyurmaları, şefaatin yalnız onlara has olduğu mânâsına gelmemektedir. Elbette büyük günah işleyenler, şefaate en fazla ihtiyaç duyacak olanlardır. Fakat şefaatin pek çok çeşidi vardır. Bu sebeple Allâh’ın dilediği herkes, kendi hâliyle mütenâsip bir sûrette şefaatten hissedâr olacaktır. Öte yandan bu hadîs-i şerîf, bizleri aslâ rehâvete sevk etmemeli, kulluk vazifelerimizi ihmâle sebebiyet vermemelidir. Zira bizim küçük gördüğümüz, ehemmiyet vermediğimiz, yahut “nasıl olsa affedilir” diye düşündüğümüz bir davranış, Allah katında çok büyük bir günah olabilir. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur:

“…Hakkında bilgi sahibi olmadığınız şeyi ağızlarınızda geveleyip duruyorsunuz. Bunun önemsiz olduğunu sanıyorsunuz. Hâlbuki bu, Allah katında çok büyük (bir suç)tur.” (en-Nûr, 15)

Bir hadîs-i şerîfte de, aç bırakmak sûretiyle bir kedinin ölümüne sebep olan kadının Cehennem’e dûçâr olduğu bildirilmiştir.[23] Tabiî ki bunun aksi de mümkündür. Yani küçük olarak gördüğümüz bir hayır, belki Cenâb-ı Hakk’ın rızâ ve rahmetine ermemize vesîle olabilir. Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Vaktiyle bir adam yolda giderken çok susadı. Bir kuyu buldu, içine indi, su içti ve dışarı çıktı. Bir de ne görsün; bir köpek, dili bir karış dışarıda soluyor ve susuzluktan nemli toprağı yalayıp duruyor. Adam kendi kendine: «−Bu köpek de tıpkı benim gibi pek susamış!» deyip bir vicdan muhâsebesi yaptı. Hemen kuyuya indi, ayakkabısını su ile doldurdu, onu ağzına alarak yukarıya çıktı ve köpeği suladı. Adamın bu hareketinden Allah Teâlâ hoşnud oldu ve onu bağışladı.” Sahâbîler: “−Ey Allâh’ın Rasûlü! Bizim için hayvanlardan dolayı da sevap var mı?” dediler. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz: “−Her canlı sebebiyle sevap vardır.” buyurdu. (Buhârî, Şürb, 9; Müslim, Selâm, 153)

Yine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuşlardır:

“Adamın biri, yol üzerinde bir ağaç dalı gördü ve «Allâh’a yemin ederim ki, bunu müslümanları rahatsız etmemesi için buradan kaldıracağım.» dedi (kaldırdı ve) bu yüzden Cennet’e konuldu.” (Müslim, Birr, 128) Dolayısıyla, elimizden geldiği kadar bütün günahlardan sakınmalı ve büyük-küçük demeden her hayrı îfâya gayret göstermeliyiz.

Cenâb-ı Hakk’ın; “…Rabbinin Sen’i övgüye değer bir makâma göndereceğini umabilirsin!” (el-İsrâ, 79) âyetinde zikrettiği “Makâm-ı Mahmûd”, büyük şefaat yetkisidir. Yukarıdaki hadîs-i şerîfte zikredildiği üzere o makam, sadece Âlemler Sultânı Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e mahsustur. O zaman Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in elinde Livâü’l-Hamd (Hamd Sancağı) bulunacak, Hazret-i Âdem -aleyhisselâm- da dâhil olmak üzere bütün peygamberler, bu sancağın altında toplanacaklardır.[24]

Şunu da ifâde etmek lâzımdır ki, Rasûl-i Ekrem Efendimiz’den önce şefaat etmeleri için kendilerine başvurulan peygamberlerin, şahsî zellelerinden bahsederek kendilerini şefaat etmeye lâyık görmemeleri, hem yüksek edep ve tevâzularının bir göstergesidir, hem de şefaatin derece derece olduğunun, en büyük şefaat yetkisinin de Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’de bulunduğunun bir ifâdesidir. Daha sonra Cenâb-ı Hakk’ın izin vermesiyle diğer peygamberler de şefaat edeceklerdir.

Yine Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde, Cenâb-ı Hakk’ın kendisine üç makbul duâ hakkı verdiğini ifâde buyurmuş, sonra da sözlerine şöyle devam etmişlerdir: “…Bunun üzerine ben: «Allâh’ım! Ümmetimi mağfiret eyle! Allâh’ım! Ümmetimi mağfiret eyle!» diye duâ ettim. Üçüncü isteğimi de bütün mahlûkâtın, hattâ İbrahim -aleyhisselâm-’ın bile bana muhtaç olacağı ve benden şefaat dileyeceği güne bıraktım.” (Müslim, Müsâfirîn, 273)

Bütün bu hakîkatlere rağmen bazı kimseler, Allah’tan başka kimsenin şefaat edemeyeceğini söyleyerek, ne kadar sahih olursa olsun, şefaat konusundaki hadislerden sarf-ı nazar ederek bunları kabule yanaşmamaktadırlar. Hâlbuki birçok âyette Allah Teâlâ’nın izin verdiklerinin şefaat edebileceği açıkça beyân edilmiştir. Meselâ:

“…İzni olmadan O’nun huzûrunda kim şefaat edebilir?..” (el-Bakara, 255)

“…Onun izni olmadan hiçbir şefaatçi şefaat edemez…” (Yûnus, 3)

“Rahmân nezdinde söz ve izin alandan başka hiçbirinin şefaate gücü yetmeyecektir.” (Meryem, 87)

“Allâh’ın huzûrunda kendisinin izin verdiği kimselerden başkasının şefaati fayda vermez.” (Sebe’, 23) âyetleri bunu göstermektedir. Özellikle de;

“O gün Rahmân’ın izin verdiği ve sözünden hoşlandığından başkasının şefaati fayda vermez.” (Tâhâ, 109) âyet-i kerîmesi, Allâh’ın izniyle şefaatin hak olduğunu gösteren bâriz bir delildir.

5. SEMÂ EHLİNİN YERYÜZÜNE İNMESİ

Resûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in şefaati ile artık Mahşer meydanındaki korku ve sıkıntı dolu bekleyiş sona erecek ve hesap görülmeye başlanacaktır. Bunun için semâ ehli, bir rivâyete göre kulların amel defterleriyle birlikte[25] yeryüzüne inip onların etrafını kuşatmaya başlar. Âyet-i kerîmelerde buyrulur:

“O gün gökyüzü beyaz bulutlar ile yarılacak ve melekler bölük bölük indirileceklerdir.” (el-Furkân, 25)

“İşte o gün, gerçek mülk (hükümranlık) çok merhametli olan Allâh’ındır. Kâfirler için de pek çetin bir gündür o.” (el-Furkân, 26)

İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhumâ- bu âyet-i kerîmeleri tilâvet ettikten sonra, bu büyük hâdisenin nasıl vukū bulacağını şöyle nakletmiştir:

“Dünyanın semâsı yarılır ve bütün katlardaki melekler yere iner. Birinci kat semânın ehli iner; onlar yeryüzündeki cinlerden ve insanlardan daha fazladır. Dünya halkı onlara: «‒Rabbimiz aranızda mı?» diye sorarlar. Onlar da: «–Hayır!» derler. Sonra ikinci kat semânın ehli iner. Onlar da birinci kat semânın ve yeryüzü ehlinin hepsinden daha çoktur. Yeryüzü halkı: «‒Rabbimiz aranızda mı?» diye sorarlar. Onlar da: «–Hayır!» derler… Bu şekilde yedinci kat semâya kadar bütün melekler sırayla iner ve saf saf dizilirler.[26]

Her katta bulunan melekler, kendilerinden önce inen ve yeryüzünde bulunanların tamamından daha fazladır.” (Hâkim, IV, 613/8699)

6. Allah’ın Tecelli Etmesi

Semâ ehlinin yeryüzüne nüzûlünden sonra Cenâb-ı Hak -sübhânehû ve teâlâ- tecellî eder. Bu esnâda bütün ümmetler ve melekler saf saf dizilmiştir. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulmuştur:

“Onlar, ille de buluttan gölgeler içinde Allâh’ın (emrinin) ve meleklerinin gelmesini[27] mi beklerler? Hâlbuki o zaman iş bitirilmiş olur. Bütün işler yalnızca Allâh’a döndürülür.” (el-Bakara, 210)

“Yeryüzü, Rabbinin nûru ile aydınlanır, kitap konulur, peygamberler ve şahitler getirilir ve aralarında hakkâniyetle hüküm verilir. Onlara aslâ zulmedilmez.” (ez-Zümer, 69)

Bir diğer âyet-i kerîmede ise, o zor ve dehşet verici kıyâmet gününden bir sahne, bizlere şöyle nakledilmektedir:

“Yeryüzü parça parça döküldüğü, Rabbin(in emri) geldiği ve melekler saf saf dizildiği zaman (her şey ortaya çıkacaktır).” (el-Fecr, 21-22)

Hadîs-i şerîfte kulların, Cenâb-ı Hak tecellî ettiğinde, O’nun heybet, kudret ve azametine dayanamayarak düşüp bayılacakları haber verilmektedir. İlk olarak kendine gelecek olan da Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir.[28]

Abdullah bin Ömer -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

“Bir gün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i minberin üzerinde şöyle buyururlarken gördüm: «Allah -azze ve celle- semâları ve yerleri dürüp toplayarak iki eline alacak ve:

“Allah benim! Melik benim! Nerede yeryüzü melikleri? Nerede cebbârlar, nerede mütekebbirler?!” buyuracak.» Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bunları söylerken mübârek parmaklarını yumup açıyorlardı. O esnâda minbere baktım; kökünden sallanıyordu. Öyle ki kendi kendime; «Minber devrilerek Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i düşürür mü?!» diye endişeleniyordum.” (Bkz. Müslim, Münâfikûn, 23-26)

O gün insanların saflar hâlinde dizilerek huzûr-i ilâhîye arz edileceği, âyet-i kerîmede şöyle beyân edilmektedir:

“Hepsi de saf saf Rabbinin huzûruna arz edilmişlerdir. (Onlara:) «Andolsun ki, sizi ilk defa yarattığımız gibi huzûrumuza geldiniz. Hâlbuki size vaad edilen şeylerin tahakkuk edeceği bir zaman tâyin etmediğimizi sanmıştınız, değil mi?» (denir.)(el-Kehf, 48) Cenâb-ı Hak bu âyet-i kerîmede, kullarının bir gün Allâh’ın huzûruna dönüp gelecekleri hususunda dünya hayatındayken sergiledikleri büyük gafleti de ifâde etmiş olmaktadır. Lâkin artık her şey bitmiş olduğundan, orada pişmanlığın hiçbir faydası olmayacaktır!

7. Hesapsız Cennete Girecek Olanlar

Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde, ebedî olan Cennet yurduna bazı kimselerin sorgu ve suâlin sıkıntısını yaşamadan gireceklerini şöyle haber vermişlerdir:

“Rabbim bana, ümmetimden yetmiş bin kişiyi hesap ve azap görmeden Cennet’e koyacağını vaad etti. Aynı zamanda her bin kişiyle birlikte yetmiş bin kişi ve Rabbimin avucuyla üç avuç dolusu[29] kişinin daha Cennet’e gireceğini vaad etti.” (Tirmizî, Kıyâmet, 12/2437; İbn-i Mâce, Zühd, 34; Ahmed, V, 250) Diğer bir hadîs-i şerîflerinde ise, vatanın muhâfazası için sınırlarda nöbet tutmanın ne büyük bir ecir olduğunu ve bu esnâda vefât eden kimsenin nâil olacağı mükâfâtı Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle bildirmişlerdir:

“Bir gün ve bir gece hudut nöbeti tutmak; gündüzü oruçla, gecesi ibadetle geçirilen bir aydan daha hayırlıdır. Şayet kişi, bu nöbet esnâsında ölürse, yapmakta olduğu işin ecri ve sevâbı kıyâmete kadar devam eder, şehid olarak rızkı da devam eder (Cennet’te rızıklandırılır) ve kabirdeki sual meleklerinden emniyette olur/hesâbın sıkıntısını çekmez.” (Müslim, İmâre, 163)[30]

Ashâb-ı kirâmdan biri, bir defasında:

“‒Yâ Rasûlâllah! Neden mü’minler kabirlerinde meleklerin sualleriyle imtihan ediliyor da şehid bundan istisnâ ediliyor?” diye sormuştu. Allah Resûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu suâli:

“‒Başının üzerindeki kılıç parıltıları imtihan olarak ona yeter!” buyurarak cevapladılar. (Nesâî, Cenâiz, 112/2051) Yani kılıçların karşısında sebât etmesi ve canını Allah yolunda bezletmekten çekinmemesi, onun îmânına delil olarak kâfîdir; bundan başka bir imtihan ve suâle ihtiyaç yoktur. Şehid olmayan mü’minlerin ise bir îman imtihanından geçmeleri gerekmektedir. Ayrıca Allah indinde şehidliğin en mühim şartı “ihlâs”tır. Şehidlik, ivazsız garazsız, hasbeten lillâh, yani sırf Allah Teâlâ’nın rızâsı için olduğu takdirde hesapsız olarak Cennet’e giriş vizesidir. Bu sebeple sadece;

“Allâh’ın dîni yüce olsun, Allâh’ın dîninin hür bir şekilde yaşanacağı vatan toprakları düşman ayakları altında çiğnenmesin, semâlarımızda ezanlar dinmesin, İslâm’ın hilâlini taşıyan sancağımız inmesin, mâbedimin göğsüne nâmahrem eli değmesin” diye ulvî bir gâye uğrunda gayret edenler şehid olabilirler. Yoksa mal, mülk, şöhret veya kuru bir kahramanlık gibi dünyevî maksatlarla hareket ederken ölen kimselerin şehid sayılmayacağı, bir hadîs-i şerîfte açıkça bildirilmektedir.[31]

Yani hesapsız olarak Cennet’e girebilecek olan şehidler, fânîlerden herhangi bir iltifat veya menfaat görmeyi umanlar değil, ecirlerini yalnızca Allah’tan bekleyen ihlâslı mü’minlerdir. Yine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Kullar hesap için durduğunda, kılıçlarını boyunlarına koymuş ve yaralarından kan damlayan bir grup gelir ve Cennet’in kapısının önünde toplanırlar. «‒Bunlar kimlerdir?» diye sorulur. «‒Bunlar şehidlerdir. Aslında onlar ölmemişlerdi, hayatta idiler ve Allah tarafından rızıklandırılıyorlardı!» denilir. Sonra bir münâdî: «‒Ecri Allâh’a âit olanlar kalksın ve Cennet’e girsin!» diye nidâ eder. İkinci defa: «‒Ecri Allâh’a âit olanlar kalksın ve Cennet’e girsin!» der. İnsanlar: «‒Ecri Allah Teâlâ’ya âit olanlar kimlerdir?» diye sorarlar. «‒İnsanları affedenler!» diye cevap verilir. Sonra münâdî üçüncü defa nidâ ederek: «‒Ecri Allâh’a âit olanlar kalksın ve Cennet’e girsin!» der. Bunun üzerine şu kadar bin kişi kalkar ve hesâba çekilmeden Cennet’e girer.” (Taberânî, Evsat, II, 285; Heysemî, X, 411)

Nitekim bu kimseler hakkında Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

“Bir kötülüğün cezâsı, ona denk bir kötülüktür. Fakat her kim affedip aralarını ıslâh ederse onun ecri Allâh’a âittir. Şüphesiz O, zâlimleri aslâ sevmez.” (eş-Şûrâ, 40) Yine Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuşlardır:

“Bütün ümmetler bana arz edilip gösterildi. Bir peygamber önümden geçmeye başladı; yanında bir ümmet vardı. Bir peygamber geçti; yanında bir topluluk vardı. Bir peygam­ber geçti; yanında on kişi vardı. Bir peygamber geçti; yanında beş kişi vardı. Bir peygamber geçti; yalnız başınaydı. Sonra bir de baktım ki büyük bir kalabalık… «‒Ey Cibrîl! Bunlar benim ümmetim mi?» diye sordum. O ise: «‒Hayır, lâkin şu ufka bak!» dedi. Oraya bakınca çok büyük bir kalabalık gördüm. Cibrîl -aleyhisselâm-: «‒İşte bunlar Sen’in ümmetindir. Onların önünde bulunan şu yetmiş bin kişiye ne hesap vardır ne de azap!» dedi. Ben: «‒Niçin?» diye sordum. Cibrîl -aleyhisselâm-: «‒Çünkü onlar;

  • Ateşle dağlayarak tedavi olmaya çalışmazlar,
  • Birinden kendilerine rukye (okuyarak tedavi) yapmasını istemezler,[32]
  • Uğursuzluk inancı taşımazlar,
  • Onlar ancak Rab’lerine tevekkül ederler!» dedi.”

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bunu söyleyince Ukkâşe bin Mıhsân -radıyallâhu anh- hemen ayağa kalktı ve:

“‒(Yâ Rasûlâllah!) Beni onlardan kılması için Allâh’a duâ ediver!” dedi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz: “‒Allâh’ım! Bunu onlardan kıl!” diye duâ ettiler. Sonra başka bir sahâbî daha kalkıp: “‒Beni de onlardan kılması için Allâh’a duâ ediver!” dedi. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “‒Ukkâşe bu hususta seni geçti!” buyurdular. (Buhârî, Rikāk, 50; Müslim, Îmân, 367-374)

Diğer bir rivâyette “sihir yapmayan ve yaptırmayan”lar da zikredilmektedir.[33]

Allah Resûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz hesapsız olarak Cennet’e girecek olan diğer mü’minleri de şöyle haber vermişlerdir:

“Kıyâmet günü insanlar düz bir arâzide toplanırlar. Bakıldığında hepsini de görmek mümkündür, biri seslendiğinde sesini hepsine de işittirebilir. O gün bir münâdî üç defa: «‒Bugün herkes asıl değerli insanların kim olduğunu bilecek!» diye nidâ ettikten sonra: «‒Nerede korku ve ümitle Rab’lerine yalvarmak üzere (teheccüde kalktıkları için) vücutları yataklardan uzak kalan ve kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah yolunda infâk edenler?[34] Nerede o ticaretin ve alış-verişin kendilerini Allâh’ı zikretmekten, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyamadığı insanlar?»[35] Daha sonra yine bir münâdî: «‒Bugün herkes en değerli insanların kim olduğunu öğrenecek!» diye nidâ ettikten sonra: «‒Nerede Rab’lerine çok çok hamd eden Hammâdûn!» diye nidâ eder.” (Hâkim, Müstedrek, II, 433/3508; Beyhakî, Şuab, IV, 539) Velhâsıl, yukarıdaki âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler ışığında, hesâba çekilmeden Cennet’e girecek bahtiyarların şu kimseler olduğunu söylemek mümkündür:

1. Allah Teâlâ’ya tevekkülü tam olanlar,

2. Uğursuzluğa inanmayanlar,

3. Sihir yapmayan ve yaptırmayanlar,

4. Dağlama yaptırmayanlar,

5. Şehidler,

6. Affı sevenler,

7. Teheccüde kalkanlar,[36]

8. Allah Teâlâ’nın yolunda ihlâsla infâk edenler,

9. Cenâb-ı Hakk’ı çok çok zikreden, O’na devamlı hamd eden ve bu sebeple ecirleri Allâh’a âit olan mü’minlerdir.

8. Hesapsız Cehenneme Girecek Olanlar

Cenâb-ı Hakk’ın ilâhî af ve mağfiretinin bir tecellîsi olarak hesapsız bir sûrette Cennet’e gireceklerin yanında, bir de hesâba çekilmesine bile gerek duyulmadan Cehennem’e atılacak olanlar vardır. Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Kıyâmet günü Cehennem’den boyun (şeklinde bir ateş parçası) çıkar. Onun, gören iki gözü, işiten iki kulağı ve konuşan bir dili vardır. Şöyle der: «‒Ben üç sınıf kişiyi (alıp Cehennem’e atmak üzere) vekil tayin edildim: Bütün inatçı, zorba ve zâlimler, Allah ile beraber başka bir ilâha ibadet edenler ve bir de sûret (el ile çizilen resim ve heykel)[37] yapanlar.»” (Tirmizî, Cehennem, 1/2574; Ahmed, II, 336; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, VII, 51/34141)

Cehennem’den çıkan boyun şeklindeki ateş parçası, bunları söyledikten sonra, tıpkı kuşun susam tanelerini yerden toplaması gibi onları saflar arasından tek tek alıp Cehennem’e atar. (İbnü’l-Mübârek, ez-Zühd, II, 101) Âyet-i kerîmede ifâde buyrulduğu üzere, o dehşetli kıyâmet gününde;

“Haydi, ayrılın bugün ey mücrimler!” (Yâsîn, 59) hitâbı gelecektir ki, burada zikredilen “mücrimler” ifâdesinden maksat; mütekebbirler, Allâh’ı inkâr edenler, münâfıklar ve müşriklerdir. İşte bu dört grup kimse, Cehennem’den hiç çıkamayacak olanlardır.

İsmail Hakkı Bursevî, bu âyet-i kerîmeye dâir şu îzahlarda bulunmaktadır: “Allah Teâlâ Mahşer’de ve yeniden diriltilme sırasında mü’minin yüzünün ak, kâfirin yüzünün siyah olmasıyla; mü’minin kitabının sağından, kâfirin kitabının solundan verilmesiyle; mü’minin sevap mîzânının ağır, kâfirin hafif gelmesiyle; mü’minin nur, kâfirin zulmet içinde olmasıyla; mü’minin ayağının Sırat’ta sâbit, kâfirin ayağının Sırat’tan kaymasıyla ve daha diğer hususlarla (mutlakâ) mü’minin kâfirden ayrılacağına işaret etmektedir.” (Rûhu’l-Beyân, c. 16, sf. 383) Nitekim bu hakikat, bir diğer âyet-i kerîmede şöyle ifâde edilmektedir:

“O saat (kıyâmet) geldiğinde, işte o gün (mü’minlerle kâfirler) birbirlerinden ayrılırlar.” (er-Rûm, 14)

Hasan-ı Basrî Hazretleri şöyle demiştir:

“Dünyada beraber bulunmuş olsalar da kıyâmet gününde (mü’minler, kâfirlerden) mutlakâ ayrılacaklardır. Mü’minler, a‘lâ-yı illiyyîn (yani yücelerin yücesin)de, kâfirler ise esfel-i sâfilîn (yani aşağıların aşağısın)da olacaktır. Biri vuslat mertebesinde, diğeriyse firkat derekesinde bulunacaktır. Vuslat mertebesinde olan, muhabbet tahtında; firkat derekesinde olan ise mihnet ve sıkıntı hasırı üzerindedir. Birincisine türlü türlü sevap, diğerine ise çeşit çeşit cezâ vardır. Topluluğun biri devlet ve saâdete ermiş, naz ve nîmet içindedir; diğer topluluk ise ayrılık ateşinde erimektedir.” (Rûhu’l-Beyân, c. 15, sf. 35)

  • Cehenneme Kaç Kişi Girecek?

Yine Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Cehennem’e atılacakların sayısı hakkında da şöyle buyurmuşlardır:

“Kıyâmet günü ilk çağ­rılacak kişi Âdem -aleyhisselâm-’dır. Zürriyeti ona arz edilip birbirlerini görürler. Onlara: «‒Bu, babanız Âdem’dir.» denilir. O gün çağrıldığında Âdem -aleyhisselâm-: «‒Buyur, emrine âmâdeyim, Sana severek itaat ediyorum (yâ Rabbi!)» der. Allah Teâlâ ona: «‒Zürriyetinden Cehennem’e gidecekleri çıkar!» buyurur. Âdem -aleyhisselâm-: «‒Yâ Rab! Ne kadarını çıkaracağım?» der. Allah Teâlâ: «‒Her yüz kişiden doksan dokuzunu çıkar!» buyurur.” Sahâbîler büyük bir korku içerisinde: “‒Yâ Rasûlâllah! Yüzde doksan dokuzumuz alındığında, bizden geriye ne kalır?!” dediler.

AHİRETTE DE AİLEMİZLE BİRLİKTE OLACAK MIYIZ?

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“‒Benim ümmetim, diğer ümmetler içinde siyah öküzün üzerindeki be­yaz bir kıl gibidir!” buyurdular. (Buhârî, Rikāk, 45) Benzer bir hadîs-i şerîfte de Peygamber Efendimiz ashâb-ı kirâma şöyle buyurmuşlardır:

“Allah Teâlâ: «‒Ey Âdem!» buyurur. Âdem -aleyhisselâm- hemen: «‒Buyur, emrine âmâdeyim, Sana severek itaat ediyorum, bütün hayırlar Sen’in elindedir (yâ Rabbi!)» der. Allah Teâlâ: «‒Ateşe girecekleri insanların arasından çıkar!» buyurur. Âdem -aleyhisselâm-: «‒Yâ Rab! Ateşe gönderileceklerin miktarı ne kadardır?» diye sorar. Allah Teâlâ: «‒Her bin kişiden dokuz yüz doksan dokuzu!» diye cevap verir. İşte o an, küçücük bir çocuğun bile kor­kudan bir anda ihtiyar hâline gelivereceği,[38] bütün hâmile kadınların çocuklarını dü­şüreceği vakittir. O vakit insanları sarhoş gibi görürsün, hâlbuki onlar hiç de sarhoş değildirler, lâkin Allâh’ın azâbı çok şiddetlidir.”[39]

Bu haber ashâb-ı kirâma çok ağır geldi:

“‒Yâ Rasûlâllah! Bu (binde bire giren) kişi hangimizdir?” diye sordu­lar. Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “‒Size müjdeler olsun! Ye’cûc ve Me’cûc’den bin kişi, sizden bir kişi!” bu­yurdular. Sonra da: “‒Nefsim elinde bulunan Allâh’a yemin ederim ki ben sizlerin Cennet ehlinin üçte biri olmanızı kuvvetle ümid ediyorum!” buyur­dular. Bunun üzerine ashâb-ı kirâm, Allâh’a hamd etti ve tekbir getirdi. Sonra Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz devamla: “‒Nefsim (kudret) elinde bulunan Allâh’a yemin ederim ki, ben sizle­rin Cennet ehlinin yarısı olmanızı kuvvetle ümid ediyorum. Çünkü diğer ümmetler içinde sizin misâliniz, siyah öküzün derisi üzerindeki be­yaz bir kıl gibidir veya merkebin ayağındaki mühre gibidir.” buyurdular. (Buhârî, Rikāk, 46)

9. Amel Defterlerinin Açılması

Kıyâmet günü, insanların dünya hayatında iken hayır ve şer nâmına bütün yaptıklarının yazılı olduğu amel defterleri açılacak ve herkes amellerini orada açıkça görecektir. Nitekim âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“Her insan topluluğunu önderleri ile birlikte çağıracağımız o günde, kimlerin amel defteri sağından verilirse, işte onlar amel defterlerini okuyacaklar ve kıl kadar zulme uğramayacaklar.” (el-İsrâ, 71)

“O gün her ümmeti, diz çökmüş vaziyette görürsün. Her ümmet kendi kitabına çağırılır. (Onlara şöyle denilir:) «Bugün, yaptığınız amellerin karşılığını göreceksiniz!»” (el-Câsiye, 28)

“Her insanın amelini boynuna yükledik. Kıyâmet günü kendisine, açılmış olarak karşılaşacağı bir kitap çıkaracağız.” (el-İsrâ, 13)

“Yeryüzü, Rabbinin nûru ile aydınlanır. Kitap (meydana) konur. Peygamberler ve şahitler getirilir ve aralarında hak ile hüküm verilir. Onlara aslâ zulmedilmez.” (ez-Zümer, 69)

“«Kitabını oku! Bugün sana hesap sorucu olarak kendi nefsin kâfîdir!» (denilecektir).” (el-İsrâ, 14)

Amel defterlerinin keyfiyetini ancak Allah Teâlâ bilir. Lâkin bizlere bildirilen husus, en ufak bir amelin dahî gözden kaçırılmadan, kişinin küçük-büyük yapmış olduğu her şeyin yazıldığı bir kitap olduğudur. Nitekim bu hakikat, âyet-i kerîmede şöyle bildirilmektedir:

“Kitap ortaya konmuştur. Suçluların, onda yazılı olanlar sebebiyle korkup titrediğini görürsün: «–Vay hâlimize! Bu nasıl kitapmış! Küçük-büyük hiçbir şey bırakmadan hepsini sayıp dökmüş!» derler. Böylece yaptıklarını karşılarında bulmuşlardır. Rabbin hiç kimseye zulmetmez.” (el-Kehf, 49)[40]

Dikkat edilirse bu âyet-i kerîmede insanların, kendilerine zulmedildiğinden değil, küçük gördükleri günahların bile yazılmış olmasından şikâyetçi olacakları bildirilmektedir. Bu gerçeği en iyi bilen Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de, Hazret-i Âişe Vâlidemiz’in şahsında biz ümmetini şu ifâdelerle îkaz etmişlerdir:

“Ey Âişe! Küçümsenen amellerden (önemsenmeyen en küçük günahlardan dahî) sakın! Zira Allah katında onları gözetleyip kaydeden bir (melek) vardır.” (İbn-i Mâce, Zühd, 29; Dârimî, Rikāk, 17; Ahmed, VI, 70, 151) Diğer bir hadîs-i şerîflerinde de:

“Küçük görülen günahlardan sakının! Çünkü onlar bir kimsede birikir de neticede onu helâk ederler.” buyuran Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, küçük günahlarla alâkalı şöyle bir misal vermişlerdir: Bir topluluk bir çölde konaklar. Yemek vakti geldiğinde biri gider küçük bir dal parçası, öbürü başka bir dal parçası getirir ve böylece büyük bir yığın oluştururlar. Sonra bunlarla ateş yakarak içine yiyeceklerini atıp pişirirler.[41]

Yani küçük görülen ve önemsenmeden işlenen günahlar, zamanla birikerek insanın karşısına büyük bir azap olarak çıkabilir. Dolayısıyla kulun yapması gereken, büyük-küçük bütün günahlardan titizlikle sakınmaktır. Günahın büyüklüğüne-küçüklüğüne değil, onu kime karşı işlediğine bakmalıdır. Şayet buna muvaffak olamayıp herhangi bir günaha düştüğü takdirde ise, vakit kaybetmeden nedâmet gözyaşları içerisinde tevbe edip Cenâb-ı Hak’tan mağfiret niyâzında bulunmalıdır. Kıyâmet günü amel defterleri sağ tarafından verilenler büyük bir sevinç ile ebedî saâdete nâil olurken, sol tarafından ve arkasından verilenler ise ebedî bir hüsrâna dûçâr olmanın acısını iliklerine kadar hissedeceklerdir.

Âyet-i kerîmeler, onların bu hâllerini bizlere şöyle nakletmektedir:

“Kitabı sağ tarafından verilen: «–Alın, kitabımı okuyun! Doğrusu ben, hesâbımla karşılaşacağımı zaten biliyordum!» der. Artık o, meyveleri sarkmış yüce bir Cennet’te, râzı olacağı bir hayat içindedir. (Onlara denilir ki:) «–Geçmiş günlerde işlediğiniz (sâlih amellerinize) karşılık, âfiyetle yiyin, için!» Kitabı sol tarafından verilene gelince, o: «–Keşke, der, bana kitabım verilmeseydi de, hesâbımın ne olduğunu hiç bilmeseydim!»” (el-Hâkka, 19-26)

“O vakit kitabı sağ eline verilen kişi, kolay bir hesâb ile muhâsebe olunur ve mesrûr olarak ehline gider. Kitabı arkasından verilen ise, derhâl yok olmayı arzu eder ve alevli ateşe girer. Zira o, (dünyada) ailesi içinde (nefsânî arzularıyla) mesrûr idi. Hiçbir zaman Rabbine dönmeyeceğini sanmıştı.” (el-İnşikāk, 7-14)

Velhâsıl bu fânî cihanda nefs ve şeytanın iğvâsına aldanıp sefâleti saâdet zannederek süflî zevklerin gafleti içinde oyalananlar, âhirette şiddetli korkular ve tükenmek bilmeyen üzüntülerle kıvranacaklardır. Buna mukâbil, dünyada takvâ üzere bir hayat yaşamaya gayret eden ve dâimâ Cenâb-ı Hakk’ın azametine yaraşır şekilde kullukta bulunmaya gayret eden mü’minler ise esas hayat olan âhirette, gerçek sürur, saâdet ve huzura kavuşacaklardır. Kıyâmet gününün o dehşetli hengâmında kimsenin kimseyi düşünmediği zamanlar olacaktır. Nitekim Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- anlatıyor:

“Bir defasında Cehennem’i hatırlayıp ağladım. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz beni bu vaziyette görünce: «–Âişe, neyin var?» diye sordular. «–Cehennem’i hatırladım da ağladım. Siz peygamberler kıyâmet günü aile fertlerinizi hatırlar mısınız?» dedim. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şu karşılığı verdiler: «–Üç yer vardır ki oralarda kimse kimseyi düşünmez:

1. Mîzan’da ameller tartılırken, terazinin hafif mi yoksa ağır mı geleceğini öğrenmeden,

2. “…İşte buyurun kitabımı okuyun!”[42] deyinceye kadar amel defterleri verilirken, defterinin sağından mı, solundan mı yoksa arkasından mı verileceğini bilmeden,

3. Bir de Cehennem’in sırtlarına Sırat Köprüsü kurulduğunda! Köprünün iki yanında pek çok kancalar ve sert dikenler vardır. Allah Teâlâ bu kancalar vasıtasıyla mahlûkâtından dilediğini yakalayıp Cehennem’e atar. İşte kişi, bu kancalardan kurtulup kurtulamayacağını öğrenmedikçe kimseyi düşünemez.»” (Hâkim, IV, 622/8722. Krş. Ahmed, VI, 101, 110)

10. Hesap

  • Hayvanâtın Hesâbı

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir hadîs-i şerîflerinde hayvanâtın dahî hesâba tâbî tutulacağını bizlere şöyle haber vermişlerdir:

“Kıyâmet günü (üzerinize yüklendiğiniz) hakları mutlakâ (gerçek) sahiplerine vereceksiniz. Hattâ boynuzsuz koyun için boynuzlu koyundan kısas alınacaktır.” (Müslim, Birr, 60; Tirmizî, Kıyâmet, 2/2420) Nitekim bir gün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yanında iki koyun otlamaktaydı. O esnâda koyunların biri diğerini boynuzladı ve yavrusunu düşürmesine sebep oldu. Bu hâdiseyi müşâhede eden Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz tebessüm buyurdular. Kendisine:

“‒Ey Allâh’ın Rasûlü, niçin tebessüm ettiniz?” diye sual edildiğinde ise şu mukâbelede bulundular: “‒Şu koyunun hâline taaccüb ettim! Canım kudret elinde olan Zât’a yemin ederim ki, kıyâmet günü diğerine kısas yapılarak onun hakkı alınacak!” (Ahmed, V, 172)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in bu beyanları, hem bu hâdisenin zâhirî mânâsıyla hakikî olarak vukū bulacağının bir işaretidir, hem de bizler için temsilî bir öğüt mâhiyetindedir. Yani hiç kimsenin hakkının bir başkasında bırakılmayıp hayvanlar arasında vâkî olan haksızlıkların bile eksiksiz bir sûrette karşılığını bulacak olması, bizleri ne kadar ciddî bir hesâbın beklediğini tahayyül ve tefekkür etmemizi de gerekli kılmaktadır. Dolayısıyla, verilen bu haberden kendimize ders çıkarmalı, kul ve hayvan haklarını çiğnemekten var gücümüzle kaçınmalıyız. Hiç kimsenin hakkını yememeye gayret etmeli, buna ilâveten Hâlık’ın şefkat nazarıyla mahlûkâta bakış tarzı kazanarak bütün yaratılanlara engin bir şefkat, merhamet ve muhabbetle yaklaşmalıyız. Unutmamalıyız ki bütün mahlûkât, insana hizmet ve ibret olarak yaratılmış ve yine insana emânet edilmiştir. Bu sebeple onlara merhametle yaklaşmak ve onların hukukunu korumak, insan için bir vicdan borcudur. Hayvanlara haksızlık etmek ise kıyâmette karşımıza çıkacak ağır bir vebâldir.

Bir keresinde Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- Vâlidemiz hırçın bir deveye binmişti. Hayvanı sâkinleştirmek için onu sert bir şekilde ileri geri götürmeye başladı. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Hazret-i Âişe’ye:

“−Hayvana yumuşak davran! Çünkü yumuşaklık nerede bulunursa orayı güzelleştirir. Yumuşaklığın bulunmadığı her davranış çirkindir.” buyurdu. (Müslim, Birr, 78, 79)

Ecdâdımız Osmanlılar da, mahlûkâta şefkat ve onların haklarına riâyet hususunda örnek almamız gereken sayısız fazîlet misalleri sergilemişlerdir. Nitekim ecdâdımız, hayvanlara haddinden fazla yük taşıtmayı kânunla yasaklamışlardır. Hattâ bazı zâbıta kuvvetleri, bu yasağı ihlâl edenleri takip edip hayvanı dinlendirmek ve sahibine de cezâ olarak aynı yükü taşıtmakla vazifelendirilmiştir.

CENNETTE NİMETLERİ ARTIRAN AMELLER

Kânûnî Sultan Süleyman Hân’ın “Süleymâniye Câmii ve Külliyesi” inşâ edilirken yük taşıttırılan hayvanlar hakkındaki bir dizi fermânı da, bu hassâsiyetin bir nişânesidir. Bu fermanlar çerçevesinde çalıştırılan at, merkep ve katırların dinlenme ve çayırda otlama saatlerine riâyet edilmiş, hiçbir mahlûkâtın hakkına tecâvüz edilmemesine âzamî gayret gösterilmiştir. Kânûnî’nin bu muazzam mâbedin inşâsında kul ve hayvanât haklarına böylesine titizlik göstermesi, belki de Süleymâniye Câmii’ndeki o kâ‘bına varılmaz rûhâniyetin temel sâiklerinden biridir.

Yine bir gün Kânûnî Sultan Süleyman, sarayın bahçesindeki armut ağaçlarını kurutan karıncaların öldürülebilmesi için Şeyhulislâm Ebu’s-Suûd Efendi’den aşağıdaki beyitle fetvâ ister: Dırahta ger ziyân etse karınca, Zararı var mıdır ânı kırınca? Hünkârın bu fetvâ talebi üzerine, Ebu’s-Suûd Efendi de bir beyitle şöyle cevap verir: Yarın Hakk’ın dîvânına varınca, Süleyman’dan hakkın alır karınca! İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhumâ-;

“Vahşî hayvanlar toplanıp bir araya getirildiğinde.” (et-Tekvîr, 5) âyet-i kerîmesiyle ilgili olarak; “Her şey haşredilecek, hesap için Mahşer meydanına toplanacak, hattâ sinekler bile!” buyurmuştur.[43]

Bütün mahlûkat Mahşer meydanında toplandıktan sonra hesaplar görülmeye başlanacaktır. Lâkin hayvanlar arasındaki dâvâlar, insanlardan evvel hükme bağlanacaktır. Bu hesaplaşmanın neticesinde bütün hayvanat tekrar toprak olacaktır. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Yeryüzünde yürüyen hayvanlar ve (gökyüzünde) iki kanadıyla uçan kuşlardan ne varsa, hepsi ancak sizin gibi topluluklardır. Biz o kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Nihayet (hepsi) toplanıp Rab’lerinin huzûruna getirileceklerdir.” (el-Enʻâm, 38)

Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- bu âyet-i kerîme hakkında şöyle buyurur: “Kıyâmet günü bütün mahlûkat Mahşer meydanına toplanır. Hayvanlar, böcekler, kuşlar ve her şey… Allâh’ın adâleti tam olarak tahakkuk eder, hattâ boynuzsuz koyunun hakkı bile kendisine zarar veren boynuzlu koyundan alınır. Sonra Cenâb-ı Hak hayvanlara; «Toprak olun!» buyurur. İşte o zaman (bu hâli gören) kâfir kimse (hesâba çekilecek olmanın dehşetinden); «Ah keşke ben de (şu hayvanat gibi) toprak olsaydım!»[44] diyecektir.” (Hâkim, Müstedrek, II, 345/3231. Krş. Hâkim, IV, 619/8716)

Hiç şüphesiz ki bu hâl, o günkü pişmanlık, utanç ve korkunun ne raddeye varacağını göstermektedir! Hayvanların haklarının bile birbirlerinden inceden inceye alınacak olması, insanoğlunu ne derin bir tefekküre dâvet etmektedir! Nitekim Osmanlı Şeyhulislâmlarından Kadızâde şöyle der: “İnsan, haksızlık yaptığı kimselerle dünyada helâlleşmediyse, âhirette hak sahibi hakkını ister. Üstelik hak sahibi hayvan veya kâfir ise iş daha da zordur. Zira hayvana ve kâfire mü’minin sevaplarından verilmez. Kâfirin günahı da mü’mine yüklenmez. Dolayısıyla bu ikisinden bilhassa sakınmak ve kaçınmak lâzımdır.”[45]

  • İnsanların Hesâbı

Mahşerde insan için en korkulu an, hesâba çekileceği zamandır. Zira o an, imtihan dershânesi olan şu fânî dünyada yapmış olduğu bütün her şeyden hesâba çekilecek ve böylece ebedî hayatının istikâmeti belirlenecektir. Bu sebeple insan, hesap esnâsında tedirginlik, endişe ve sıkıntının zirvesine çıkar. Bir kimse Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’a gelerek:

“‒Mahşer yerinde olanların hepsine aynı anda nasıl hesap sorulur?” diye sormuştu. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- bu suâle şu hikmet dolu cevapla mukâbelede bulundu: “‒Allah Teâlâ nasıl hepsine aynı anda rızık veriyorsa, kıyâmet günü de aynı şekilde hepsine birden hesap sorar!”[46]

Rivâyete göre toplu hesaplar, ferdî hesaplardan önce görülecektir. Yani Mahşer yerinde insanlara;

“Ey şu günahı işleyenler!” diye nidâ edilecek, o günahı işlemiş olanlar ayağa kalkacak ve Mahşer halkının bakışları altında rezil-rüsvâ olacaklardır. Tâbiînden meşhur zâhid ve hakîm Ebû Hâzim el-Aʻrac da buradan hareketle kendisini sık sık sorgular ve nefsini şu ifâdelerle hesâba çekermiş: “Ey Ebû Hâzim! Kıyâmet günü; «Ey şu günahı işleyenler!» diye nidâ edilecek, sen o günahı işleyenlerle beraber ayağa kalkacaksın! Sonra başka bir günah için nidâ edilecek, sen o zaman da ayağa kalkacaksın! Öyle zannediyorum ki ey Aʻrac, sen her günah ehliyle birlikte tekrar tekrar ayağa kalkmak istiyorsun!” (Ebû Nuaym, Hilye, III, 230; İmâm Şârânî, Ölüm Kıyâmet Âhiret, s. 152-153) Toplu hesaplar bittikten sonra da insanlar tek tek hesâba çekileceklerdir.

İbn-i Ebî Müleyke -radıyallâhu anh- şöyle nakletmektedir: Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in zevce-i tâhiresi Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- bilmediği bir şey duyduğunda hemen onu araştırır, kaynağına mürâcaat ederek hâdisenin hakîkatini iyice öğrenirdi. Bir gün Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Kim hesâba çekilirse azâba uğramış olur!” buyurmuşlardı. Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-: “–Peki, yâ Rasûlâllah! Allah Teâlâ; «O vakit kitabı sağ eline verilen kimse kolay bir hesap ile muhâsebe olunur.»[47] buyurmuyor mu?” diye sordu. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Bu âyette bahsedilen husus «arz»dır. Lâkin kim inceden inceye hesâba çekilirse o helâk olur!” buyurdular. (Buhârî, İlim 36, Rikāk 49; Müslim, Cennet, 79, 80; Ebû Dâvûd, Cenâiz, 1/3093)

Hadîs-i şerîfte zikredilen “arz”dan maksat, amellerinin tartılması için insanların Mîzân’a arz edilmesi veya amellerin sahiplerine arz edilmesidir. Arz günündeki hesâbın, “Ashâb-ı Yemîn” denilen sâlih insanlar için pek kolay geçeceği Kur’ân-ı Kerîm’de ifâde buyrulmaktadır.[48] Ehl-i Yemîn, hesâba mâruz kaldıkları gün, af ile müjdelenmiş olacak ve amelleri kendilerine arz edildiğinde, kusurlarıyla birlikte, nâil olacakları büyük nîmetleri de göreceklerdir. Bu sebeple onlar hesap esnâsında fazla sıkıntı çekmeyeceklerdir. Af müjdesi alamayan insanların hesâbı ise çok ağır olacaktır. Hesap esnâsında, hasenattan zannedilen nice amellerin kabul edilmediği ortaya çıkacağından, bu münâkaşa kişiyi azâba götürecek veya başa baş nihâyete erse bile bu münâkaşanın kendisi azâb olacaktır.[49]

Hasenât zannedilen nice ameller vardır ki, haram para ile yapılmış olması veya riyâ gibi çirkin hâllerle kirletilmiş bulunmasından dolayı ind-i ilâhîde kabul görmeyecektir. Bu sebeple de sevâbına ermeyi uman sahibi için bu ameller, âhirette büyük bir hüsran ve nedâmet yaşamasına sebebiyet verecektir. Âyet-i kerîmelerde Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

“Çalışmış fakat boşuna yorulmuştur. Kızışmış bir ateşe atılır!” (el-Ğâşiye, 3-4)

“De ki: Size, (yaptıkları) işler bakımından en çok ziyana uğrayanları bildirelim mi? (Bunlar) iyi ve güzel işler yaptıklarını sandıkları hâlde, dünya hayatındaki çabaları boşa giden kimselerdir.” (el-Kehf, 103-104) Bu sebeple, meselâ kişinin sağlığındayken yaptırdığı câmi, Kur’ân kursu veya diğer hayır müesseselerine -nâmını sürdürmek gayesiyle- kendi ismini vermesi; riyâ, kibir ve şöhrete kapı açacağından, doğru bir davranış olarak görülmemiştir. Çünkü riyâ -nebevî tâbiriyle- “küçük şirk”tir.[50] Hâlbuki tevhîd akîdesinin ortaklığa aslâ tahammülü yoktur. Lâkin hayır sahibinin vefâtından sonra, duâlarla anılmasına vesîle olması niyetiyle o esere isminin verilmesinde -riyâ tehlikesi ortadan kalkmış olduğu için- bir beis yoktur.

  • Sağlam Şahitler

Kul, âhirette hesâba çekilirken, yanında şahitler de bulunacaktır. Zira kâfirler ve fâcirler, dünyada olduğu gibi huzûr-i ilâhîde hesâba çekilirken de inkâr ve îtirazlarına devam ederler. O zaman Cenâb-ı Hak onların ağızlarına mühür vurur ve diğer âzâlarına konuşmalarını emreder. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“O gün, (dünyada iken) yapmış olduklarına dilleri, elleri ve ayakları şahitlik eder.” (en-Nûr, 24)

“Bugün onların ağızlarını mühürleriz de yaptıklarını bize elleri anlatır ve ayakları da şahitlik eder.” (Yâsîn, 65)

“Nihayet oraya vardıklarında; kulakları, gözleri ve derileri, yaptıkları işler hakkında aleyhlerine şahitlik edecektir.” (Fussilet, 20)

“Onlar derilerine: «‒Niçin aleyhimize şahitlik ettiniz?» derler. Derileri de onlara: «‒Her şeyi konuşturan Allah Teâlâ, bizi de konuşturdu. İlk defa sizi O yaratmıştır ve yine O’na döndürülüyorsunuz.» derler.” (Fussilet, 21)[51]

Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de bu hususta şöyle buyurmuşlardır:

“…Kıyâmet günü Allah Teâlâ kuluna: «–Ben’imle karşılaşacağını hiç aklından geçirmiş miydin?» diye sorar. Kul: «–Ey Rabbim! Sana, kitaplarına ve peygamberlerine inandım. Namaz kıldım, oruç tuttum, sadaka verdim!» der ve elinden geldiğince (Hak Teâlâ hakkında) güzel medh ü senâlarda bulunur. Allah Teâlâ: «–Dur öyleyse! Şimdi senin aleyhine bir şahit gönderilecek!» buyurur. Kul kendi kendine; «Benim aleyhime şahitlik yapacak da kim?» diye içinden geçirir. Kulun ağzı mühürlenir. Uyluğuna, etine ve kemiklerine: «–Haydi, konuşun!» denir. Uyluğu, eti ve kemikleri konuşup, onun amellerini haber verirler. Bu, ona, ileri sürebileceği bir mâzeret bırakmamak içindir. Bu kişi, Allâh’ın gazabına uğrayan münâfıktır.” (Müslim, Zühd, 16)

Diğer bir rivâyette de şöyle buyrulmuştur:

“Kul der ki: «–Ey Rabbim, Sen beni zulümden korumadın mı?» Allah Teâlâ: «–Evet korudum!» buyurur. Bunun üzerine kul: «–Fakat ben bugün, kendime, kendimden başka bir kimsenin şahit olmasını aslâ istemiyorum.» der. Hak Teâlâ: «–Bugün sana tek şahit olarak nefsin, çok şahit olarak da Kirâmen Kâtibîn kâfîdir!» buyurur. Ağzına mühür vurulur ve diğer âzâlarına; «Konuşun!» denilir. Onlar adamın amellerini haber verirler. Sonra adamın konuşmasına izin verilir. Adam âzâlarına: «–Yazıklar olsun size! Defolun buradan! Ben sizin için mücâdele ediyordum.» der.” (Müslim, Zühd, 17)

Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede, insanın kendi âzâlarının yanında, üzerinde yaşadığı yeryüzünün de şahitlik edeceğini şöyle bildirmektedir:

“O gün yeryüzü, bütün haberlerini anlatır. Çünkü Rabbin ona bunları vahyetmiştir.” (ez-Zilzâl, 4-5)

Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir defasında bu âyet-i kerîmeleri okudular ve ashâbına:

“–Arz’ın (yeryüzünün) anlatacağı haberleri nelerdir, biliyor musunuz?” diye sordular. Onlar: “–Allah ve Rasûlü daha iyi bilir!” diye cevap verince Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz: “–Onun haberleri, kadın veya erkek her kulun Arz üzerinde işlemiş olduğu amellere şahitlik etmesi ve; «Şu gün, şu vakitte, şu şu işleri yaptı.» demesidir. İşte bunlar, yeryüzünün haberleridir.” buyurdular. (Tirmizî, Kıyâmet 7/2429; Tefsir 99/3353; Ahmed, II, 374; Hâkim, II, 281/3012)

Yine bir başka hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmaktadır: “Yeryüzünden sakının! Çünkü o sizin annenizdir, yani içinde yaşadığınız ve sonunda dönüp varacağınız yerdir. Üzerinde işlenen iyi ya da kötü bütün amelleri haber verecektir.” (Heysemî, I, 241)

İşte o gün insan, şaşkın bir vaziyette;

“Ne oluyor bu yeryüzüne! Nasıl bütün haberleri anlatabiliyor?” diyerek büyük bir dehşet içinde kalacaktır. O gün melekler ve insanlardan da şahitler vardır. Fakat şahitlerin en büyüğü, hiç şüphesiz ki Yüce Rabbimiz’dir. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Herkes ne yaptıysa, karşılığı tastamam verilir. Allah, onların yaptıklarını en iyi bilendir.” (ez-Zümer, 70) Eğer biz bu hakîkati gerçek mânâda idrâk edebilir de, O’ndan lâyıkıyla hayâ ederek her türlü kötülükten vazgeçebilirsek, kullarına çok merhametli olan Allah Teâlâ’dan başka hiçbir şahide gerek kalmaz.

Bu hususta Şeyh Şiblî Hazretleri’nin şu kıssası ne kadar hikmetlidir: Bir vâiz, kürsüde âhiret ahvâlini anlatmaktaydı. Cemaatin arasında Şeyh Şiblî Hazretleri de vardı. Vâiz efendi, Cenâb-ı Hakk’ın âhirette soracağı suallerden bahsederek:

“–İlmini nerede kullandın, sorulacak! Malını-mülkünü nereden kazanıp nereye harcadın, sorulacak! Ömrünü nasıl geçirdin, sorulacak! İbadetlerin ne durumda, sorulacak! Harama-helâle dikkat ettin mi, sorulacak!..” Bunların ardından; “Şunlar şunlar da sorulacak!..” diye, hepsi de son derece mühim olan pek çok husus saydı. Fakat bu kadar tafsîlâtlı îzâha rağmen, meselenin özüne dikkat çekilmemesi üzerine, Şiblî Hazretleri yumuşak bir üslûpla vâize seslendi:

“–Ey vâiz efendi! Suallerin en mühimlerinden birini unuttunuz! Allah Teâlâ esas şunu soracak: «Ey kulum! Ben seninleydim, sana şah damarından daha yakındım; fakat sen kiminleydin?!»”

Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmelerde şöyle buyuruyor:

“…Nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir...” (el-Hadîd, 4)

“…Biz ona (insana) şah damarından daha yakınız.” (Kāf, 16)

“…Şunu iyi bilin ki Allah, insan ile kalbi arasına girer…” (el-Enfâl, 24)

“Kullarım Sana, Ben’i sorduğunda (söyle onlara): Ben çok yakınım…” (el-Bakara, 186) Yani zamandan ve mekândan münezzeh olan Cenâb-ı Hak her an biz kullarıyla beraber, her hâlimize vâkıf ve her amelimize şahit... Dolayısıyla mü’minler olarak bu hakîkatin şuur ve idrâki içinde, kulluk edebimize yakışmayacak hâl ve tavırlardan titizlikle sakınmalıyız. O büyük hesap gününde, İki Cihan Serveri Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de ümmetine şahit olarak getirilecektir. Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulur:

“Her bir ümmetten bir şahit getirdiğimiz ve Sen’i de onlara şahit olarak gösterdiğimiz zaman hâlleri nice olacak!” (en-Nisâ, 41)

Bu dünya hayatında dahî, bir kimsenin sevdikleri önünde işlediği bir suç dolayısıyla hesâba çekilmesi gönlüne girân gelmekte iken, düşünmek lâzımdır ki, o gün peygamberler, önderler ve diğer şahitler huzûrunda hesâba çekilen kimsenin hâli nice olur? Zira bu dünyada gizlice işlediği günahlar, orada pek çok şahidin önünde sergilenecek!.. Bu sebeple, âlemlere rahmet olarak gönderilen ve ümmetine çok merhametli olan Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Vedâ Hutbesi’nde bizlere şöyle seslenmiştir:

“…Haberiniz olsun ki; ben, önceden gidip Havz’ın başında sizi bekleyeceğim! Diğer ümmetlere karşı, sizin çokluğunuzla sevineceğim. Sakın, (günah işleyerek) yüzümü kara çıkarmayınız!..”[52]

Bir âyet-i kerîmede de Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

“Küfür yoluna sapıp Peygamber’i dinlemeyenler, o gün yerin dibine batırılmayı temennî ederler ve Allah’tan hiçbir haberi gizleyemezler.” (en-Nisâ, 42) Velhâsıl bugün Allah ve Rasûlü’nden uzak bir hayat yaşamak, insanı o büyük hesap gününde kahredici bir utanca ve yerin dibine geçmeyi arzu ettirecek kadar şiddetli bir mahcûbiyete dûçâr edecektir.

  • Hesâbın Şiddeti

Fânî hayatlarında hep hesapsız, sorumsuz ve âhiretsiz bir dünya hayali kuran kâfir, fâsık ve gâfiller, kıyâmetin o dehşetli manzaralarıyla karşılaştıkları zaman, o çetin ve belâlı günün azâbından kurtulmak için dünyadayken sahip oldukları her şeylerini, hattâ kat kat fazlasını fidye olarak vermeye râzı olacaklardır. Lâkin o gün, iş işten geçmiş, fırsat elden kaçmış olacaktır. Bu hâl, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle bildirilmektedir:

“Günahkâr kimse ister ki, o günün azâbından (kurtulabilmek için), oğullarını, hanımını, kardeşini, kendisini koruyup barındıran bütün ailesini ve yeryüzünde kim varsa hepsini fidye olarak versin de tek kendini kurtarsın!” (el-Meâric, 11-14)

Nebiyy-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de ilâhî hesâbın şiddeti hakkında şu haberleri vermişlerdir:

“Kıyâmet günü kâfir getiri­lir ve ona: «‒Ne dersin, şu anda dünya dolusu altının olsa, onları (şu azaptan kurtulmak için) fidye olarak verir miydin?»[53] diye sorulur. Kâfir (hiç tereddüt etmeden): «‒Evet!» der. Bunun üzerine ona: «‒(Yalan söyledin! Dünyada) senden, bundan daha az ve kolay bir şey (yani tevhîd) is­tenmişti (de sen bundan kaçınmıştın)!» denilir.” (Buhârî, Rikāk, 49; Müslim, Münâfikûn, 52-53) Diğer rivâyette bu suâlin, “Cehennem ehlinden azâbı en hafif olana” sorulacağı beyân edilmektedir.[54]

Adiy bin Hâtim -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

“Allah Resûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gün: «‒Kendinizi Cehennem ateşinden koruyunuz!» buyurdular ve mübarek yüzlerini çevirip kendilerini geri çektiler... Bunu üç defa tekrarladılar. O zaman biz, Muhterem Efendimiz’in Cehennem’e bakarak konuştuklarını anladık. Sonra şöyle buyurdular: «‒Bir hurmanın yarısıyla bile olsa kendinizi Cehennem ateşinden koruyunuz! Bunu da bu­lamayan, güzel bir sözle kendini ateşten korusun!»” (Buhârî, Rikāk, 49)

Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz buna benzer bir hadîs-i şerîflerinde de şöyle buyurmuşlardır:

“…Her biriniz mutlakâ Allah Teâlâ’nın huzûrunda durdurulursunuz. Cenâb-ı Hak ile (kul) arasında ne bir perde ne de Allâh’ın kelâmını tercüme ede­cek bir tercüman bulunmaz. Allah Teâlâ o kula: «‒Ben sana mal vermedim mi?» diye sorar. O da: «‒Evet, verdin yâ Rabbi!» der. Sonra Allah Teâlâ: «‒Ben sana Rasûl göndermedim mi?» diye sorar. Kul: «‒Evet, gönderdin yâ Rabbi!» der. O kimse sağına bakar, Cehennem’den başka bir şey göremez; soluna bakar, Cehennem’den başka bir şey göremez. O hâlde her biriniz bir hurmanın yarısı ile de olsa Cehennem ateşinden korunsun! Onu da bulamazsa güzel bir sözle kendisini Cehennem ate­şinden korusun!” (Buhârî, Zekât, 9)

İslâm’da mülk, Allâh’a âittir. Cenâb-ı Hak, dînen zengin sayılan kulundan, kendisine ihsân ettiği -aslî ihtiyaçların dışındaki- malın kırkta birini her sene “zekât” olarak istemektedir. Kişinin araştırıp bu miktarı yerine ulaştırması farzdır. Bunun dışında Rabbimiz, kullarından bir de “sadaka ve infak”ta bulunmalarını arzu etmektedir. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyurmaktadır:

“Sevdiğiniz şeylerden infâk etmedikçe aslâ «birr»e (yani hayrın kemâline) eremezsiniz! Her ne infâk ederseniz, Allah onu hakkıyla bilir.” (Âl-i İmrân, 92) Bu da infâkın bizi Cenâb-ı Hakk’a yaklaştıran en mühim vâsıtalardan biri olduğuna delildir. Yukarıdaki hadîs-i şerîfte bahsedilen “yarım hurma”, verecek başka hiçbir şeyi olmayan içindir. İmkânı geniş olan biri tutup hurma dağıtır da kendisini infak mes’ûliyetinden kurtardığını zannederse büyük bir hatâya düşmüş olur. Bu ifâde bizlere, infâkın, insanı Cehennem’den kurtarma hususunda çok mühim bir yere sahip olduğunu ve aynı zamanda herkes için zarurî bir ibadet olduğunu göstermektedir. Bir hurması olan kişiye bile yarısını vermesi emrediliyorsa, daha fazla imkânı olanların nasıl bir fedakârlık içinde bulunması gerektiği, buna kıyâs edilerek anlaşılabilir.

Nitekim Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, ashâbının fakirlerinden Ebû Zer -radıyallâhu anh- Hazretleri’ne:

“−Yâ Ebâ Zer! Çorbana biraz daha su kat ve komşunu da gözet!” buyurmuşlardır. (Müslim, Birr, 142) İnfâkı emreden âyet inince fakir sahâbîler bile dağlara çıkıp odun kesmiş, pazara getirip satmış ve kazandıklarını Allah için infâk etmişlerdir. Cenâb-ı Hak bu hususta bir ölçü olarak şöyle buyuruyor:

“O (takvâ sahipleri) ki bollukta da darlıkta da Allah için infâk ederler…” (Âl-i İmrân, 134)

“...(Rasûlüm!) Sana (hayr u hasenât yolunda) neyi infâk edeceklerini sorarlar. De ki: «İhtiyaç fazlasını (verin)!..»” (el-Bakara, 219)

Kıyâmetteki hesâbın şiddetiyle alâkalı olarak yine Nebiyy-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Kıyâmet günü Âdemoğlu âdeta bir kuzu gibi getirilip Allah Teâlâ’nın huzûrunda durdurulur. Allah Teâlâ ona: «–(Ey kulum!) Sana (hayat, sıhhat, âfiyet, âzâ gibi sayısız nîmetler) verdim, (evlât, hizmetçiler, mal, makâm gibi) bol bol ihsanlarda bulundum, (Kitap indirmek ve Peygamber göndermek gibi) büyük inʻâmlarda bulundum. Peki, bütün bunlara mukâbil sen ne yaptın?» buyurur. Kul: «–Yâ Rabbi, bana lûtfettiğin malları topladım, onları üretip artırdım ve olduğundan daha fazla bir hâlde geride bıraktım. Beni dünyaya geri gönder[55] de onların hepsini (Sen’in yolunda infâk ederek) Sana getireyim.» der. Allah Teâlâ: «–Bana, önceden âhirete gönderdiğin sâlih amelleri göster!» buyurur. Kul yine: «–Yâ Rabbi, bana lûtfettiğin malları topladım, onları üretip artırdım ve olduğundan daha fazla bir hâlde geride bıraktım. Beni dünyaya geri gönder de onların hepsini Sana getireyim.» der. O, âhiret için hiçbir sâlih amel işlememiş bir kuldur ve derhâl Cehennem’e götürülür.” (Tirmizî, Kıyâmet, 6/2427. Krş. Müslim Zühd, 16)

Cenâb-ı Hak hesâba çektiği gâfil insanların içine düştüğü müşkül hâli âyet-i kerîmede şu şekilde ifâde buyurmaktadır:

“Onlar orada: «–Ey Rabbimiz! Bizi çıkar, (tekrar dünyaya gönder de daha önceleri) yaptığımızın yerine sâlih ameller yapalım!» diye feryâd ederler. (Onlara denir ki:) «–Size düşünecek kimsenin düşünebileceği kadar bir ömür vermedik mi? Size uyarıcı da gelmedi mi? (Niçin inanmadınız?) Şimdi tadın (azâbı)! Zâlimlerin yardımcısı yoktur.»” (Fâtır, 37)

Bu, üzerinde ciddiyetle tefekkür etmemiz gereken, çok ibretli bir âyet-i kerîmedir. Şu fânî dünya hayatı, âhirete kıyasla kısacık bir fasıl olmasına rağmen, düşünüp ibret almak isteyen biri için fazlasıyla yeterli bir zaman dilimidir. Yani bu dünyada hepimize düşünecek kadar bir zaman da verildi, bizi âhiret azâbından îkaz eden bir peygamber de geldi. Günümüze kadar, O Peygamberʼi ve Oʼnun getirdiği Kitâbʼı îzah eden sayısız eser de kaleme alındı. Böylece Cenâb-ı Hakkʼa karşı bütün mâzeret kapılarımız kapanmış oldu. O hâlde bugün, yanlış hâl ve davranışları terk edip sâlih amellere yönelmekte geç kalmayalım! İlâhî mîzanda hesâba çekilmeden evvel kendimizi sık sık ve ciddiyetle hesâba çekelim ki o gün vereceğimiz hesâbımız kolay olsun...

  • Mü’minlere Rahmet Tecellîsi

Bir sıfatı da “ayıpları gizleyip örten” mânâsında “Settâru’l-Uyûb” olan Cenâb-ı Hak, affedeceği günahkâr mü’min kullarının bir kısmını, günahları ortaya dökülüp de mahcub olmasınlar diye, gizlice hesâba çekecektir. Nitekim Safvân bin Muhrız el-Mâzinî -radıyallâhu anh- şöyle anlatır: “Ben bir defasında Abdullah bin Ömer -radıyallâhu anh-’ın elin­den tutmuş giderken birisi karşımıza çıktı ve İbn-i Ömer Hazretleri’ne: «‒Necvâ[56] hususunu Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den nasıl işittiniz?» diye sordu.

İbn-i Ömer -radıyallâhu anh- da şöyle buyurdu: «‒Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in şöyle buyurduklarını işittim:

“–Muhakkak ki Allah Teâlâ kıyâmet günü mü’mini yaklaştırır, üzerine perdesini indirerek onu örter (ve hiç kimsenin görmediği bir vaziyette tek başına hesâba çeker): «‒Filân günahı biliyor musun? Falan gü­nahı biliyor musun?» diye sorar. Mü’min de (büyük bir nedâmet içerisinde): «‒Evet; biliyorum, biliyorum ey Rabbim!» der. Bu şekilde günahlarını ikrâr edip (günahlarının çokluğu sebebiyle) artık kesinlikle helâk olacağına kanaat getirdiği bir anda Cenâb-ı Hak: «‒Onları dünyada gizlemiştim (ortaya çıkarmamış ve başkalarına göstermemiştim), bugün de senin için hepsini mağfiret ediyorum!» buyurur. Ve mü’mine hasenat defteri verilir. Kâfirlere ve münâfıklara gelince; şahitler, onlar hakkında herkesin içinde: «İşte bunlar, Rab’lerine karşı yalan söyleyenlerdir, derler. Bilin ki, Allâh’ın lâneti zâlimlerin üzerinedir!»[57]” (Buhârî, Mezâlim 2, Tefsîr 11/4; Ahmed, II, 74)

Hesap esnâsında mü’min kulun Rabbiyle baş başa kalması, çok ayrı bir lûtuftur. Bu sebeple Hak âşıklarının hesâba bakışı farklı olmuştur. Nitekim Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri bir gün:

“‒Bütün insanlar hesaptan kaçarlar, ben ise Cenâb-ı Hak’tan beni hesâba çekmesini istiyorum.” buyurmuşlardı. Kendisine: “‒Niçin?” diye sorulunca, şu muhteşem cevâbı verdiler: “‒Belki Cenâb-ı Hak, hesap esnâsında bana; «‒Ey kulum!» diye hitâb eder, ben de «‒Lebbeyk/buyur yâ Rabbi!» derim! O’nun bana; «‒Ey kulum!» buyurması, benim için dünya ve içindekilerden daha sevimlidir. Sonra bana dilediğini yapsın!”[58]

  • Hesap Günü Neler Sorulacak?

Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ibadetlerden ilk sorulacak suâlin, dînin direği olan “namaz” hakkında olacağını şöyle haber vermişlerdir: “Kıyâmet günü kulun hesâba çekileceği ilk amel, namazdır. Eğer kul, namazlarını Allâh’ın istediği şekilde edâ etmiş ise, felâha erer ve maksûduna nâil olur. Namazlarını edâ etmemiş veya gafletle kılmışsa, kaybeder ve hüsrâna uğrar. Şayet farzlarından bir şey noksan olursa, Azîz ve Celîl olan Rabbimiz: «Kulumun nâfile namazları var mı, bakınız?» buyurur. Farzların eksiği nâfilelerle tamamlanır. Sonra kul, diğer amellerinden de bu minvâl üzere hesâba çekilir.” (Tirmizî, Salât, 188/413; Nesâî, Salât, 9/462)

Kul hakları içinde ise ilk olarak “haksız yere akıtılan kanların” hesâbı sorulacaktır.

Nitekim Nebiyy-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır: “Kıyâmet günü insanlar arasında ilk görülecek dâvâ, kan dökmekle alâkalı olanlardır.” (Buhârî, Diyât, 1; Müslim, Kasâme, 28)

Kan dökmeyle alâkalı günahların hesapta en başa alınması, Cenâb-ı Hakk’ın, haksız yere adam öldürme ve yaralamaya ne kadar çok gazaplandığını da ortaya koymaktadır. Dünyevî bir meseleden dolayı adam öldürmek, büyük günahtır. Lâkin bir kimsenin, mü’min olduğunu bildiği hâlde bir başkasını öldürmesi, çok daha büyük bir günahtır. Cenâb-ı Hak böyle bir kimsenin cezâsını âyet-i kerîmede şöyle ifâde buyurmaktadır:

“Kim bir mü’mini kasten öldürürse cezâsı, içinde ebediyyen kalacağı Cehennem’dir. Allah ona gazap etmiş, onu lânetlemiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.” (en-Nisâ, 93)

  • Kıyamet Günü Hesap Sorulacak Sorular

Resûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, kıyâmet günü hesâbı verilecek diğer hususları ise hadîs-i şerîflerinde şöyle haber vermişlerdir:

“Kıyâmet günü kula ilk (olarak hesâbı) sorulacak nîmetlerden biri şudur: Ona; «Biz senin bedenine sıhhat vermedik mi? Seni (sıcak günlerde) soğuk suya kandırmadık mı?» denir!” (Tirmizî, Tefsîr, 102/3358)

“Hiçbir kul, kıyâmet günü şu beş şeyden hesâba çekilmeden bir adım dahî atamaz: - Ömrünü nerede tükettiğinden, - İlmini nerede kullandığı ve onunla ne ameller işlediğinden, - Malını nereden kazandığından, - Malını nereye harcadığından ve - Vücudunu (gençliğini) nerede yıprattığından.” (Tirmizî, Kıyâmet, 1/2417)[59]

“İlim asrı” denilen ve her türlü bilgiye ulaşmanın son derece kolaylaştığı bir zamanda yaşıyoruz. Öyle ki artık cehâlet, neredeyse mâzeret olmaktan çıktı. Dînini öğrenmek isteyen bir müslüman; okumak, araştırmak ve sormak için pek çok imkâna sahip durumda. Bu büyük nîmetin şükrünü ne kadar edâ edebildiğimizden, akıl dağarcığımızı hangi bilgilerle doldurup gönüllerimizi nelerle yoğurduğumuzdan da bir gün hesap vereceğimizi unutmamalıyız. En hayâtî ve öncelikli tahsîlin, dînimizi doğru öğrenip takvâ üzere hayatımıza tatbik edebilmek olduğunu hatırımızdan çıkarmamalıyız.

Üniversiteyi bitirmiş, yüksek tahsil yapmış, bilgili, kültürlü nice gençler görüyoruz. Ne yazık ki Kur’ân ve Sünnet kültüründen haberleri yok. Yaptıkları tahsilin de, Kur’ân ve Sünnet’te medhedilen ilim olduğunu zannediyorlar. Hâlbuki insanın zihnini ve kalbini Allâh’a götürmeyen, O’nun kudret ve azamet-i ilâhiyyesini idrâke ulaştırmayan bilgiler, kişiye belki bu dünyada bir etiket ve apolet kazandırır, fakat onu ebedî bir hüsrâna düşmekten kurtaramaz.

Yûnus’un dediği gibi; İlim ilim bilmektir, İlim kendin bilmektir, Sen kendini bilmezsen; Bu nice okumaktır? En büyük ilim, Cenâb-ı Hakk’ı tanıyabilmek, O’na güzel bir kul olabilmektir. Kendimizi sık sık hesâba çekerek Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyye’ye dâir ilimlerin hayatımızda ne kadar yer tuttuğuna iyi bakmalıyız. Zira yarın bunun da hesâbını vereceğiz. Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede şöyle buyuruyor:

“Sonra siz muhakkak kıyâmet günü Rabbinizin huzûrunda muhâkemeye duracak (birbirinizden dâvâcı olacak)sınız.” (ez-Zümer, 31)

Bu âyet-i kerîme nâzil olunca ashâb-ı kirâmdan Zübeyr -radıyallâhu anh-:

“‒Yâ Resûlâllah! Dünyada dâvâlaştıktan sonra aramızdaki husûmet âhirette de tekrarlanacak mı?” diye sordu. Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“‒Evet, (her hak sahibine hakkı verilinceye kadar devam edecek)!” buyurdular. Zübeyr -radıyallâhu anh-: “‒O zaman iş çok ciddî ve çetin!” dedi. (Tirmizî, Tefsîr, 39/3236)

Zira o gün, mazlumun zâlimden alınmadık hiçbir hakkı bırakılmayacaktır. Ashâb-ı kirâm, kıyâmet günü hesâbını veremeyecekleri bir işi yapmamaya büyük titizlik gösterir, bu hususta gaflet ve ihmâli olanları da îkaz ederlerdi. Nitekim Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-, bir gün süte su karıştırıp satan bir kişiye rastlamıştı. Ona, şu fânî hayatı değil de, sonsuz olan âhiret yurdunu unutmadan hareket etmesi gerektiğini ifâde sadedinde:

“‒Kıyâmet günü sana; «Suyu sütten ayır bakalım!» denilirse hâlin nice olur?!» buyurdu. (Beyhakî, Şuab, VII, 231/4927)

Bir gün Resûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz devesinin üzerinde, arkadaşları da O’nun önünde gidiyorlardı. Muâz bin Cebel -radıyallâhu anh-:

“–Ey Allâh’ın Elçisi! Sen’i rahatsız etmeyeceksem, yanına yaklaşmama izin verir misin?” diye sordu.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Yaklaş!” buyurdu. Hazret-i Muâz O’na yaklaştı, yan yana ilerlemeye başladılar. Muâz -radıyallâhu anh-: “–Canım Sana fedâ olsun, yâ Rasûlâllah! Cenâb-ı Mevlâ’dan niyâzım, bizim (can) emânetimizi Sen’den önce almasıdır. Allah göstermesin, eğer Sen bizden önce vefât edersen, Sen’den sonra hangi ibadetleri yapalım?” diye sordu. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu soruya cevap vermedi. Bunun üzerine Muâz -radıyallâhu anh-: “–Allah yolunda cihâd mı edelim?” diye sordu. Efendimiz şöyle buyurdu: “–Allah yolunda cihâd güzel şeydir; ama insanlar için bundan daha hayırlısı vardır.” “–Yani oruç tutmak, zekât vermek mi?” “–Oruç tutmak, zekât vermek de güzeldir.” Muâz -radıyallâhu anh-, bu minvâl üzere insanoğlunun yaptığı bütün iyilikleri sayıp döktü.

Resûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- her defasında:

“–İnsanlar için bundan daha hayırlısı vardır.” diyordu. Hazret-i Muâz: “–Anam, babam Sana kurban olsun, insanlar için bunlardan daha hayırlı olan nedir?” diye sordu. Peygamber Efendimiz ağzını gösterdi ve: “–Hayır konuşmayacaksa susmak.” buyurdu. Muâz -radıyallâhu anh-: “–Konuştuklarımızdan dolayı hesâba mı çekileceğiz?” diye sordu. Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Muâz’ın dizine hafifçe vurdu ve ona şunları söyledi:

“–Allah hayrını versin ey Muâz! İnsanları yüzüstü Cehennem’e sürükleyen, dillerinin söylediğinden başka nedir ki? Kim Allâh’a ve âhiret gününe inanıyorsa, ya faydalı söz söylesin veya sussun, zararlı söz söylemesin! Sizler hayırlı söz söyleyerek kazançlı çıkınız; zararlı söz söylemeyerek rahat ve huzura kavuşunuz.” (Hâkim, IV, 319/7774) Demek ki kıyâmet günü, dünya hayatımızda ağzımızdan çıkan bütün sözlerin de hesâbı sorulacaktır. Bu husustaki bazı istisnâları da

Allah Resûlü şöyle bildirmişlerdir:

“Âdemoğlunun, iyiliği tavsiye edip kötülükten sakındırmak veya Allah Teâlâ’yı zikir hâriç, bütün sözleri aleyhinedir, lehine değildir.” (Tirmizî, Zühd, 63/2412)

  • Sözlerin Hesabı Sorulur

Ağızdan çıkan boş ve zararlı sözler gibi, söylemek gerekirken söylenmeyen sözlerin de hesâbı vardır: Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

“(Biz, ashâb-ı kirâm arasında şu hakîkati) duyardık: Kıyâmet gününde bir kişinin yakasına, hiç tanımadığı biri gelip yapışır. Adam şaşırır ve: «–Benden ne istiyorsun? Ben seni hiç tanımıyorum ki!» der. Yakasına yapışan kişi ise: «–Dünyada iken beni hatâ ve çirkin işler üzerinde görürdün de îkaz etmez, beni o kötülüklerden alıkoymazdın.» diyerek ondan dâvâcı olur.” (Münzirî, et-Terğîb ve’t-Terhîb, III, 164/3506; Rudânî, Cem’u’l-Fevâid, V, 384)

Dolayısıyla tebliğ ve irşadda bulunma imkânımız varken ihmâl ettiğimiz nice kimsenin Mahşer günü yakamıza yapışıp; “‒Sen, senden öncekilerin ihlâslı gayretleri neticesinde İslâm ile müşerref olmuştun. İslâm nedir, îman nedir biliyordun. Bana niçin anlatmadın? Benim ateşten kurtulmam için, niçin yardımını esirgedin?!” diyebileceğini unutmamalıyız. Ebû Ali ed-Dekkâk Hazretleri haksızlık karşısında hak ve hakîkati tebliğden uzak durmanın bir îman zaafı olduğunu ifâde sadedinde şöyle buyurmuştur:

“Hakkı söylemeyip sükût eden kişi, dilsiz şeytandır.” (Kuşeyrî, Risâle, I, 245; Nevevî, Ezkâr, s. 335/1030)

Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Sizden her kim bir kötülük görürse onu eliyle düzeltsin, buna gücü yetmezse diliyle düzeltsin, buna da gücü yetmezse kalbiyle buğz etsin ki bu, îmânın en zayıf hâlidir.” (Müslim, Îmân, 78) Hâsılı insan, hayır veya şer nâmına küçücük bir zerrenin bile gözden kaçmayacağı bir günde her şeyin hesâbını vereceğini aklından çıkarmamalıdır.

  • Hesâbı Hafifletmek İçin

Kıyâmet gününün dehşet verici hesâbından selâmetle çıkabilmek için bilhassa kul haklarından sakınıp hak sahipleriyle helâlleşmek zarûrîdir. Resûlullah, bu hususta ümmetine pek çok tavsiyelerde bulunmuşlardır. Nitekim bir hadîs-i şerîfte şöyle buyrulur:

“Kimin üzerinde bir din kardeşinin ırzı, nâmusu veya malıyla ilgili bir hak varsa, altın ve gümüşün bulunmayacağı kıyâmet günü gelmeden evvel o kimseyle helâlleşsin! Aksi hâlde, kendisinin sâlih amelleri varsa, yaptığı zulüm miktârınca sevaplarından alınır (hak sahibine verilir). Şayet iyilikleri yoksa, zulmettiği kardeşinin günahlarından alınarak onun üzerine yükletilir.” (Buhârî, Mezâlim 10, Rikāk 48)

Diğer bir hadîs-i şerîfte ise şöyle buyrulur:

“Ey insanlar! Kimin üzerinde bir (kul) hak(kı) varsa, onu hemen ödesin, dünyada rezil-rüsvâ olurum diye düşünmesin! İyi biliniz ki dünya rüsvâlığı âhirettekinin yanında pek hafif kalır.” (Taberânî, Kebîr, XVIII, 280; İbn-i Esîr, el-Kâmil, II, 319; Heysemî, IX, 26)

Yine Efendimiz âhiretteki hesâbı kolaylaştırmak için bu dünyada helâlleşmenin elzem olduğunu ifâde sadedinde;

“Böyle yapan (helâlleşen) kula Allah rahmet eylesin!” diye duâda bulunmuşlardır. (Tirmizî, Kıyâmet, 2/2419)

Unutulmamalıdır ki hakk-ı ibâd, yani kul hakkı çok mühimdir ve kıyâmete kalan bir hâdisedir. Kıyâmet gününe kul hakkı ile çıkmak da hadîs-i şerîfte buyrulduğu üzere kişiyi “müflis” durumuna düşürür. Nitekim Allah Resûlü bir gün ashâbına:

“–Müflis kimdir, biliyor musunuz?” diye sormuştu. Onlar da: “–Bize göre müflis, parası ve malı olmayan kimsedir.” şeklinde cevap verdiler. Resûlullah şöyle buyurdu: “–Şüphesiz ki ümmetimin müflisi şu kimsedir: Kıyâmet günü namaz, oruç, zekât gibi ibadetlerden hâsıl olan sevaplarla gelir. Fakat şuna kötü söz söylediği, buna zinâ isnad ve iftirasında bulunduğu, şunun malını yediği, bunun kanını döktüğü ve şunu dövdüğü için iyiliklerinin sevâbı şuna-buna verilir. Üzerindeki kul hakları bitmeden sevapları biterse, hak sahiplerinin günahları kendisine yükletilir ve neticede Cehennem’e atılır.” (Müslim, Birr, 59; Tirmizî, Kıyâmet, 2/2418; Ahmed, II, 303, 324, 372)

İşte gerçek iflâs budur. Kul -Allah korusun- Cennet’e gideceği yerde Cehennem yolcusu oluverir.

Süfyân-ı Sevrî g şöyle buyurmuştur: “Allah -azze ve celle- Hazretleri’nin huzûruna, O’nunla senin arandaki yetmiş günah ile çıkman, seninle kullar arasındaki bir günah ile çıkmandan senin için daha hafiftir.” Bu sözle alâkalı olarak, tefsir, hadis ve fıkıh âlimi İmâm Kurtubî şöyle der: “Bu söz doğrudur. Zira Allah Teâlâ ganî ve cömerttir, Âdemoğlu ise fakir ve yoksuldur. İnsan o gün, üzerindeki günahı uzaklaştıracak bir haseneye bile muhtaçtır ki, onunla Mîzân’ı ağır bassın, hayır ve sevâbı çok olsun.” (Kurtubî, Tezkire, s. 726)

Muhammed bin Cahş anlatıyor: Resûlullah’ın yanında oturuyorduk. Başını semâya kaldırdı, sonra elini alnına koyup:

“–Sübhânallah! Ne kadar ağır bir hüküm indirildi!” buyurdu. Biz çok korktuk ve sükût ettik. Ancak ertesi gün: “–Ey Allâh’ın Resûlü! O indirilen ağır hüküm neydi?” diye sorabildim. Allah Resûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu: “–Nefsim kudret elinde olan Allâh’a yemin ederim ki, bir kişi Allah yolunda öldürülse, sonra diriltilip tekrar öldürülse, sonra diriltilip tekrar öldürülse, üzerinde bir borç varsa, borcu ödeninceye kadar Cennet’e giremez.” (Nesâî, Büyû, 98/4681) Diğer bir hadîs-i şerîfte de: “Şehîdin, kul hakkı dışındaki bütün günahlarını Allah Teâlâ mağfiret eder.” buyrulmaktadır. (Müslim, İmâre, 119)

Kul hakkı hususunda, âhirette peygamberlerden sonra en yüksek mertebelerde olan şehidlerin durumu bile böyle olursa, diğer insanların hâlinin nice olacağını düşünmek gerekir!.. En büyük haklardan biri de anne-baba hakkıdır ve hiçbir iyilikle ödenemez. İslâm’da Allâh’a ve Rasûl’üne itaatten sonra ana-babaya itaat gelir.

Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede şöyle buyurur:

“Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, ana-babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine «Öf!» bile deme; onları azarlama; ikisine de güzel söz söyle.” (el-İsrâ, 23) Çünkü anne-babamız, dünyaya geliş vesîlemiz ve velî-nîmetimizdir.

Cenâb-ı Hak kendi rızâsını, ana-babanın rızâsına bağlamıştır. Bu hakîkati Rasûlullah şöyle haber vermişlerdir:

“Allah Teâlâ’nın rızâsı, anne ve babayı hoşnut ederek kazanılır. Allah Teâlâ’nın gazabı da anne ve babayı öfkelendirmek sûretiyle celbedilir.” (Tirmizî, Birr, 3/1899)

Dolayısıyla anne-babalarımızın üzerimizdeki hakları, sayıya gelmeyecek kadar çoktur. Hayatın fırtınalarında üzerimize toz konmasın diye bütün varlıklarını seferber eden anne-babaların hakkını ödeyebilmek, hiç mümkün müdür? Hadîs-i şerîfte bu hakîkate şöyle bir teşbihle dikkat çekilmektedir:

“Hiçbir evlât, babasının hakkını ödeyemez. Şayet onu köle olarak bulur ve satın alıp âzâd ederse, babalık hakkını (ancak o zaman) ödeyebilmiş olur.” (Müslim, Itk, 25; Ebû Dâvûd, Edeb, 119-120; Tirmizî, Birr, 8/1906)

KIYAMET GÜNÜ SORULACAK İLK SORU NEDİR?

Anne-baba gayr-i müslim bile olsa, Cenâb-ı Hak onlarla iyi geçinmeyi, meşrû isteklerini yerine getirip gönüllerini hoş etmeyi emreder. Ancak, Allâh’a isyan sayılacak hususları bunun dışında tutar.[60] Zira Allâh’a isyan hususunda hiçbir kula itaat yoktur. Velhâsıl Cennet’in yolu, anne-babanın rızâsından geçer. Cenâb-ı Hak Cennet’i sâliha annelerin ayakları altına sermiş, babayı da Cennet’in orta kapısı kılmıştır.[61] Artık dileyen onları memnun etsin, dileyen de kırıp incitsin!.. Anne-baba hakları bu kadar mühim olmakla birlikte, şayet bir anne-baba, evlâdının mânevî terbiyesini ihmâl eder veya onu Allâh’ın râzı olmadığı şekilde yetiştirip günahkâr bir kul olmasına sebebiyet verirse, bu defa kıyâmet günü evlât, anne-babasından dâvâcı olur.

“Yâ Rabbi, bunlar bana hak ve hakîkati öğretmedi, güzel örnek olmadı, anne-babalık vazifelerini lâyıkıyla yapmadılar!..” diyerek şikâyetçi olur. İşte o zaman ebeveynler, evlâtlarından kaçacak yer ararlar.

11. Mizan

Mîzan, âhirette günah ve sevapların, iyilik ve kötülüklerin ölçüleceği teraziye verilen isimdir. Hesap günü, keyfiyetini ancak Rabbimiz’in bildiği bu teraziler kurulacak ve zerre kadar haksızlık yapılmadan herkesin dünyadaki amelleri mîzân edilecek, yani tartılacaktır. Bu hakîkat, âyet-i kerîmede şöyle ifâde buyrulmaktadır:

“Biz, kıyâmet günü için adâlet terazilerini kurarız. Kimseye zerre kadar zulmedilmez. (Yapılan iş,) bir hardal tanesi kadar bile olsa, onu (adâlet terazisine) getiririz. Hesap görücü olarak Biz (herkese) yeteriz.” (el-Enbiyâ, 47) Cenâb-ı Hak, Mîzan’da hasenat kefesi ağır basanların kurtulacağını, günah kefesi ağır gelenlerin ise azâba dûçâr olacaklarını şöyle haber vermektedir:

“Asıl hak olan tartı, o günkü tartıdır. Kimin hasenâtı ağır basarsa, işte onlar felâha erenlerdir.” (el-Aʻrâf, 8) “Kimin de hasenâtı hafif gelirse, bunlar da âyetlerimize zulmetmeleri (onları yalanlamaları) sebebiyle kendilerine yazık eden kimselerdir.” (el-Aʻrâf, 9)[62]

Bu âyet-i kerîmelerde, sâlih mü’minlerle, âyetleri yalanlayan müşriklerin hâllerinden bahsedilmektedir. Kâfirler îmân etmedikleri için, dünyada bazı iyilikler yapmış olsalar bile, bunların o gün hiçbir kıymeti olmaz. Zira amellere Hak katında değer kazandıran, sahih bir îmandır. Sâlih mü’minler ile kâfirler arasında kalan günahkâr mü’minlerin hâli ise, bir âyet-i kerîmede şöyle îzâh edilmektedir:

“Diğerleri ise günahlarını îtiraf ettiler, iyi bir ameli diğer kötü bir amelle karıştırdılar. (Tevbe ederlerse) umulur ki Allah onların tevbesini kabul eder. Çünkü Allah çok bağışlayan, pek esirgeyendir.” (et-Tevbe, 102) Tevbe etmeyen veya tevbesi kabul olmayan günahkârları Cenâb-ı Hak cezâlandırmayı murâd ettiğinde, onlara rahmet etmez, dolayısıyla onların Mîzan’da haseneleri hafif gelir ve Cehennem’e atılırlar. Amellerin tartılmasıyla alâkalı olarak Cenâb-ı Hak diğer bir âyet-i kerîmede şöyle buyurmaktadır:

“O gün kimin hasenâtı ağır basarsa, artık o, hoşnud olacağı bir hayat içindedir.” (el-Kāria, 6-7)

“Kimin hasenâtı da hafif gelirse, onun varacağı yer Hâviye’dir. Nedir o bilir misin? Kızışmış bir ateş!” (el-Kāria, 8-11)

Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh- şöyle nakletmektedir:

Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’den kıyâmet günü bana şefaat etmesini istedim: «‒Ederim!» buyurdular. Bunun üzerine ben: «‒Ey Allâh’ın Rasûlü! (Peki) Siz’i nerede arayayım?» dedim. Efendimiz: «‒Beni ilk olarak Sırat üzerinde ara!» buyurdular. «‒Sırat üzerinde Siz’i bulamazsam?» dedim. «‒Mîzân’ın yanında ara!» buyurdular. «‒Sizi Mîzân’ın yanında da bulamazsam!» dedim. «‒O zaman beni Havz’ın yanında ara! Mutlakâ bu üç yerden birinde olurum.» buyurdular.” (Tirmizî, Kıyâmet, 9/2433; Ahmed, III, 178)

Demek ki Rasûlullah, Sırat’ta ve Mîzân’ın başında ümmetine şefaatte bulunacak, Havz’ın başında da onlara ikram edecektir. Şefaat bahsinde de ifâde ettiğimiz üzere, şefaat haktır ve Allâh’ın izniyle gerçekleşecektir. Lâkin şefaat izni, tamamen Cenâb-ı Hakk’ın uhdesindedir. O, dilediği kullarına dilediği kadar şefaat izni verecektir. Cenâb-ı Hak, kimi kulları için Peygamber Efendimizin şefaat etmesine izin vermeyecek veya bir müddet sonra izin verecektir. Yani şefaati yanlış anlamamak ve her şeyin Cenâb-ı Hakk’ın elinde olduğunu hiçbir zaman unutmamak îcâb eder.

Peygamber Efendimiz Mîzan’dan bir sahneyi bizlere şöyle haber vermektedir:

“Allah Teâlâ kıyâmet günü ümmetimden bir kişiyi herkesin önünde ayırıp aleyhine doksan dokuz defter açar. Her bir defterin boyu, gözün görebildiği mesafe kadardır. Sonra kendisine:

«‒Bunlardan bir şeyi inkâr ediyor musun? (Bir îtirâzın var mı?) Amelleri kaydeden kâtip meleklerim sana zulmetmişler mi?» diye suâl buyurur. O kimse (büyük bir mahcûbiyet içerisinde): «‒Hayır yâ Rabbi!» diye cevap verir. Cenâb-ı Hak:

«‒Herhangi bir mâzeretin var mı?» buyurur. O kimse:

«‒Hayır yâ Rabbi!» diye cevap verir. Bunun üzerine Allah Teâlâ:

«‒Evet, senin Biz’im katımızda bir hasenen var. Bugün sana aslâ zulmedilmeyecek!» buyurur. Üzerinde: «Şahitlik ederim ki Allah’tan başka ilâh yoktur ve yine şahitlik ederim ki Muhammed O’nun kulu ve Rasûlü’dür.» yazılı bir kâğıt parçası çıkarılır. Allah Teâlâ:

«‒Amellerinin nasıl tartıldığını seyret!» buyurur. O kişi de (şaşkınlık içerisinde):

«‒Yâ Rabbi, bu kadar defterin yanında bir parça kâğıdın ne mânâsı var ki?!» der. Allah Teâlâ:

«‒Bugün aslâ zulme uğramayacaksın!» buyurur. O defterler bir kefeye, kâğıt parçası da diğer kefeye konur, defterler yukarı kalkar ve kâğıt parçası ağır gelir. Zira Allah Teâlâ’nın ism-i şerîfi yanında hiçbir şey ağır gelemez!” (Tirmizî, Îmân, 17/2639; İbn-i Mâce, Zühd, 35; Ahmed, II, 213; Hâkim, I, 46/9)

Bu hadîs-i şerîf, Allah Teâlâ’ya gerçek mânâda îmân etmenin ne kadar kıymetli ve fazîletli olduğunu göstermektedir. Bir de son nefeste söylenen kelime-i şehâdetin ehemmiyetini ortaya koymaktadır. Bu sebeple Cenâb-ı Hak mü’minlere şöyle emir buyurmuştur: “Ey îmân edenler! Allâh’a karşı O’nun azamet-i ilâhiyyesine yaraşır şekilde takvâ sahibi olun ve ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102) Yine Mîzan’da insanın yüzünü güldürecek hususlardan biri de, gerçek bir îmânın hâl ve davranışlara yansıması demek olan “güzel ahlâk”tır. Nitekim Allah Rasûlü: “Kıyâmet günü Mîzan’da en ağır gelen şey, güzel ahlâktır.” buyurmuşlardır. (Ahmed, VI, 442, 451; İbn-i Hibbân, Sahîh, II, 230)[63]

  • Mü’minlerin, Amellerin ve Kur’ân’ın Şefaati

Peygamber Efendimizin “şefaat-i uzmâ”sı dışında, mü’minlerin birbirlerine şefaatçi olmaları da mevzubahistir. Nitekim bir defasında Rasûlullah:

“‒Ümmetimden bir kişinin şefaatiyle Temîm Oğulları Kabîlesi’nden daha çok kişi Cennet’e girecektir.” buyurmuşlardı. Ashâb-ı kirâm şaşkınlıkla: “‒Ey Allâh’ın Rasûlü! Sizden başka bir kişinin şefaatiyle mi?” diye sordular. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“‒Evet, benden başka birinin şefaatiyle!” buyurdular. (Tirmizî, Kıyâmet, 12/2438; İbn-i Mâce, Zühd, 37; Dârimî, Rikāk, 86; Ahmed, III, 469)

Yine Rasûlullah şöyle buyurmuşlardır:

“Kıyâmet günü insanlar (Cennet ehli) saf saf olur. Cehennem ehlinden biri Cennetliklerden birine varıp: «–Ey filân! Hatırladın mı, sen su istemiştin de ben sana bir içimlik su vermiştim?» der (ve bu sûretle şefaat ister). O da ona şefaat eder. Başka biri gelip: «–Sana abdest suyu verdiğim günü hatırlamıyor musun?» diyerek (şefaat ister.) O da ona şefaat eder. Bir diğeri: «–Ey filân! Beni şöyle şöyle bir işe gönderdiğin günü hatırlamıyor musun? Ben de senin için gitmiştim!» der. O da ona şefaat eder.” (İbn-i Mâce, Edeb, 8)

Bu hadîs-i şerîften almamız gereken ders; Allâh’ın kullarına, büyük-küçük ayırt etmeden her türlü hizmette bulunmanın ne kadar mühim olduğudur. Mü’minlerin duâsını alabilmek, bu kadar kıymetli bir âhiret sermayesidir.

Peygamber Efendimiz, kıyâmet günü Kur’ân-ı Kerîm’in de şefaatçi olarak geleceğini şöyle haber vermişlerdir: “Kur’ân okuyunuz! Çünkü o, kıyâmet günü kendisiyle hemhâl olan kişilere şefaatçi olarak gelecektir.” (Müslim, Müsâfirîn, 252) Yine Nebiyy-i Ekrem Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Kur’ân’da bir sûre vardır, otuz âyet… O sûre, mağfiret edilinceye kadar bir adama şefaat etti. O; « تَبَارَكَ الَّذ۪ي بِيَدِهِ الْمُلْكُ » Sûresi’dir.” (Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân (Sevâbu’l-Kur’ân), 9/2891) Kur’ân-ı Kerîm, dünya ve âhiret hayatının huzur ve saâdet baharını yaşatan mûcizevî bir kitaptır. Kur’ân istikâmetinde bir hayat yaşamak, her mü’minin aslî vazifesidir. Aksi hâlde âhirette Rasûl-i Ekrem Efendimizin şefaat-i uzmâsına ve Kur’ân-ı Kerîm’in hakkımızda güzel şâhitliğine nâil olmayı ümid ederken -Allah korusun- onların şikâyetine muhatap olmak gibi bir felâketle karşılaşabiliriz.

Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’in hilâfına bir hayat yaşayanlar hakkında Peygamber Efendimizin kıyâmet günü Cenâb-ı Hakk’a şikâyette bulunacağı, âyet-i kerîmede şöyle bildirilmektedir:

“Peygamber der ki: «Ey Rabbim! Kavmim bu Kur’ân’ı büsbütün terk ettiler!»” (el-Furkân, 30)

Rivâyete göre kıyâmet günü Kur’ân’ın temessül ederek şu şekilde şikâyette bulunacağı bildirilmektedir:

“Her kim Kur’ân’ı öğrenir de (mushafı asar) onunla ilgilenmez, ona bakmaz (onunla istikâmetlenmez) ise, kıyâmet günü Kur’ân o kişinin yakasına yapışır ve: «–Yâ Rabbi! Bu kulun beni hapsetti. Beni terk edip benden uzak durdu. Benimle amel etmedi. Benimle onun arasında Sen hüküm ver.» der.”[64] Demek ki âhirette bu nevî şikâyetlere muhâtap olmamak için Kur’ân-ı Kerîm’i mahrecine, tecvîdine riâyetle bol bol tilâvet etmeli, derûnundaki mânâlara âşinâ olmalı ve duygu derinliği içinde hayatımıza tatbik etmeye gayret göstermeliyiz. Kıyâmete kadar devam edecek bir mûcize olan Kur’ân-ı Kerîm’e muhâtap kılınmak, biz mü’minler için büyük bir şeref ve bahtiyarlıktır.

Cenâb-ı Hak’tan gelen bu ilâhî mektuba muhabbetle gönül vermek, hepimiz için bir saâdet reçetesidir. Lâkin; “Ben Kurʼânʼı seviyorum.” demenin kâfî olmadığını da bilmeliyiz. Kur’ân’ı seviyorsak, onunla ne kadar hemhâl oluyoruz? Kur’ân ahlâkı bize ne kadar sirâyet ediyor? Kurʼân hükümleriyle ne kadar amel edebiliyoruz? Yavrularımızı ne kadar Kurʼân kurslarına gönderip onlara Kurʼân kültürünü ve ahlâkını kazandırabiliyoruz?.. İşte bu nevî sualleri kendimize sık sık sormalı ve bu husustaki kusurlarımızı gecikmeden telâfî etmeye gayret göstermeliyiz.

Zira Hazret-i Ömer’in şöyle buyurduğu nakledilmektedir:

“Biliniz ki Kur’ân, sizler için bir sevap ve şeref hazinesidir. Ona tâbî olunuz. Onu kendinize uydurmayınız. Kim Kur’ân’ı kendisine uydurursa Kur’ân o kimseyi tepe üstü düşürür, tâ Cehennem’e atıverir. Her kim de Kur’ân’a tâbî olursa, Kur’ân onu Firdevs Cennetleri’ne ulaştırır. Gücünüz yeterse Kur’ân’ın sizlere şefaatçi olmasını, hasmınız olmamasını temine çalışınız. Zira Kur’ân’ın şefaat ettiği kimse Cennet’e, dâvâcı olduğu kimse de Cehennem’e gider. Biliniz ki bu Kur’ân, hidâyet menbaı ve ilimlerin en parlağıdır. O, Rahman’dan gelen ve kendisiyle âmâ gözlerin, sağır kulakların ve kilitli kalplerin açıldığı en son kitaptır...”[65]

Velhâsıl, Kur’ân-ı Kerîm’in, kıyâmet günü bizler için ya şefaatçi ya da -Allah korusun- şikâyetçi olacağını hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmamalıyız.

12. Sırat

Sırat, kıyâmet gününde Cehennem ateşi üzerinde kurulan köprünün adıdır. Bütün insanlar bu köprüden mecburî bir sûrette geçecektir. Bu geçişler de o kimsenin dünyada iken sahip olduğu îman derecesine ve yapmış olduğu amellerin keyfiyetine göre gerçekleşecektir. Bu sebeple kimilerinin ayakları altında bu köprü o kadar incelecektir ki, üzerinden geçen, onu -meşhur tâbiriyle- kıldan ince, kılıçtan keskince görecektir. Kimilerinin ayakları altında ise genişleyecek, o da rahat bir şekilde üzerinden geçerek Allah Teâlâ’nın kendisi için hazırladığı nîmetlerin bulunduğu Cennet’e kavuşacaktır.[66] Cehennem ehli ise Sırât’ı geçmeye çalışırken ayakları kayacak ve Cehennem’e yuvarlanacaklardır.

Ebû Hüreyre’nin naklettiğine göre bir defasında bazı insanlar:

“‒Yâ Rasûlâllah! Kıyâmet gününde biz Rabbimiz’i görecek mi­yiz?” diye sordular. Rasûlullah, bu suâle şu soruyla mukâbelede bulundular:

“‒Önünde hiçbir bulut yokken Güneş’i görmek için itişip kakışarak bir sıkışıklığa ve zarara uğrar mısınız?” Sahâbîler:

“‒Hayır, yâ Rasûlâllah!” dediler. Rasûlullah tekrar:

“‒Önünde hiçbir bulut yokken ayın on dördüncü gecesi Kamer’i görmek için itişip kakışarak bir sıkışıklığa ve zarara uğrar mısınız?” diye sordular. Sahâbîler:

“‒Hayır, yâ Rasûlâllah!” deyince Rasûlullah şöyle devam ettiler:

“‒İşte şüphesiz sizler kıyâmet günü Cenâb-ı Hakk’ı böyle rahat bir şekilde göreceksiniz. Allah Teâlâ bütün insanları bir araya toplar ve: «–Kim, neye taptıysa onun peşinden gitsin!» buyurur. Bunun üzerine dünyadayken Gü­neş’e tapanlar Güneş’in ardına, Ay’a tapanlar Ay’ın peşine düşer, tâğutlara tapanlar da onların ardına takılıp (Cehennem’e) giderler. Yalnız bu ümmet, içinde münâfıkları da olduğu hâlde ye­rinde kalır. Allah Teâlâ onlara, evvelce tanıdıklarından farklı bir sû­rette tecellî edip: «Ben sizin Rabbiniz’im!» buyurur. Onlar (Rab’lerini o tecellî ile tanıyamadıkları için): «–Sen’den Allâh’a sığınırız! Rabbimiz bize gelinceye kadar bizim yerimiz burasıdır, (yerimizden ayrıl­mayız). Rabbimiz bize geldiğinde biz O’nu tanırız!» derler. Allah Teâlâ onlara bu defa da tanıdıkları sûrette tecellî edip: «–Ben sizin Rabbiniz’im!» buyurur. Onlar da: «–Sen bizim Rabbimiz’sin!» der ve O’na tâbî olurlar.[67]

Bundan sonra Cehennem Köprüsü kurulur. Ümmetini onun üstünden en evvel geçiren ben olurum. O gün rasûllerin duâları; «: Allâh’ım, se­lâmet ver, selâmet ver!» şeklindedir. Sırat Köprüsü’nde saʻdân dikenlerine benzer birçok çengel vardır. Sizler saʻdân dikenlerini gördünüz mü?” Sahâbîler:

“‒Evet, gördük yâ Rasûlâllah!” diyerek cevap verdiler. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz sözlerine devamla şöyle buyurdular:

“‒İşte bu çengeller, saʻdân dikenlerine benzerler. Ancak şu var ki, ne kadar büyük olduklarını Allah Teâlâ’dan başka kimse bilemez. İşte bu çen­geller, insanları (kötü) amellerinden dolayı kapıp alırlar. Kimi kötü ameli sebebiyle helâk olur, kimi yere serilip (günahı nisbetinde) yara aldıktan sonra kurtulur…” (Buhârî, Rikāk, 52)

Sırat köprüsü, bütün insanlık için tek geçiş yeridir. Bu sebeple mü’min-kâfir herkes oraya varacaktır. Ancak kâmil mü’minler, âyet-i kerîmede ifâde buyrulduğu üzere, o gün korkutulmayacak,[68] oradan selâmetle geçeceklerdir. Günahkâr mü’minler ise, günahları nisbetinde sıkıntı çekeceklerdir.

Rasûlullah bir gün Hazret-i Hafsa’nın yanında:

“–İnşâallah ağacın altında bey’at eden Ashâb-ı Şecere’den hiç kimse Cehennem’e girmeyecek!” buyurmuşlardı. Bu söz üzerine aklına bir soru takılan Hafsa Vâlidemiz:

“–Peki yâ Rasûlâllah, Cenâb-ı Hak; «İçinizden hiçbiri istisnâ edilmemek üzere herkes mutlakâ Cehennem’e varacaktır.»[69] buyuruyor. Bu nasıl olacak?” diye sordular. Fahr-i Kâinât Efendimiz:

“–Allah Teâlâ şöyle de buyurdu.” diyerek bir sonraki âyeti tilâvet buyurdular:

“Sonra müttakî olanları kurtarırız da zâlimleri orada dizüstü bırakırız.” (Meryem, 72) (Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 163) Böylece Cennet ehli için “Cehennem’e varmak”tan maksadın, Sırat’tan geçerken Cehennem’in üstünden geçmek mânâsına geldiğini, yoksa içine girmek demek olmadığını îzah etmiş oldular.

Mevlânâ Hazretleri de Mesnevî’sinde, dünyada iken takvâ üzere yaşayıp îmân-ı kâmil üzere vefât eden sâlih mü’minlerin Sırat’taki hâlini mecâzî bir üslûb ile şöyle hikâye etmektedir:

“Mü’minler Mahşer’de diyecekler ki: «–Ey melekler! Cehennem herkesin, bütün insanların müşterek bir yolu değil miydi?»[70] Mü’minlerin de kâfirlerin de uğrayıp geçecekleri bu yolda biz ne duman gördük, ne de ateş!.. İşte burası Cennet; emân yurdu, emniyet yeri. Peki, o korkunç geçit, o felâket uğrak nerede kaldı?» Melekler onlara diyecekler ki: «–Hani geçerken filân yerde gördüğünüz o yemyeşil bahçe var ya! Cehennem, o korkunç azap yeri, o şiddetli cezâ mahalli işte orasıydı. Ama size bağlık, bahçelik, ağaçlık bir yer göründü. Uğraştığınız, mücâhede ettiğiniz ibadet ve iyiliklerle, Allah rızâsı uğrunda onun ateşini söndürdünüz. Alev alev yanan şehvet ateşiniz, takvâ yeşilliği ve hidâyet nûru oldu. Hiddet/öfke ateşiniz; sabırla, müsâmaha ile, yaptığınız iyiliklerle hilm hâline geldi. Bilgisizlik karanlığı da takvâ yolundaki gayretlerinizle bilgi oldu. Hırs ve cimrilik ateşiniz, cömertliğe çevrildi. Diken gibi olan hasediniz, gül bahçesine döndü. Siz, Allah rızâsı için, daha dünyada iken ateşlerinizin hepsini birer birer söndürdünüz. Ateş gibi nefsi, gül bahçesi hâline getirdiniz; oraya vefa tohumunu ektiniz. Hak davetçisi olan Peygamber’in davetine uydunuz; nefs cehennemine su döküp ateşini söndürdünüz. İşte bu yüzden Cehennem size yemyeşil ve türlü nîmetlerle dolu bir gül bahçesi oldu.»”

  • Sırat Köprüsü’nden Geçiş Nasıl Olacak?

Diğer taraftan Cennet ehli, Sırat’tan geçerken amelleri nisbetinde bir hıza sahip olacaklardır. Nitekim Allah Resûlü şöyle buyurmuşlardır:

“İnsanlar Cehennem’e gelirler, sonra amellerine göre oradan geçerler: Onların ilk grubu şimşek hızıyla geçer. İkinci grup rüzgâr gibi geçer. Sonra at süratiyle, at binicisi süratiyle, sonra yaya koşusuyla, sonra da yaya yürüyüşüyle geçer.” (Tirmizî, Tefsîr, 19/3159) İnsan, Sırât’ın üzerinde ne kadar çok kalırsa o kadar Cehennem ateşinin harâreti, dumanı, kötü kokusu ve kötü manzaraları ile azâba mâruz kalır. Bundan daha kötüsü de her an Cehennem’e düşme korkusu içinde dehşetli anlar yaşar. Bu sebeple insan oradan ne kadar hızlı geçerse o kadar selâmet içinde olur.

Yine Resûlullah şöyle buyurmuşlardır:

“…Sırat’tan ilk geçenleriniz şimşek hızıyla geçerler… Sonra rüzgâr gibi, sonra kuşun uçuşu ve bir adamın hızla koşması gibi geçerler. Onları bu şekilde amelleri geçirir.

Bu esnâda sizin Peygamber’iniz de Sırât’ın başında durur ve devamlı olarak; «Yâ Rabbi, selâmet ver, selâmet ver!» der. İnsanların amelleri kendilerini Sırat’tan geçiremez hâle gelinceye kadar bu durum böyle devam eder. Hattâ bir kişi gelir, yürümeye güç yetiremez de sürünerek gitmeye çalışır. Sırât’ın iki tarafında asılı çengeller vardır. Bunlar emrolundukları insanları yakalamakla vazifelidirler. İnsanların bir kısmı bu çengeller tarafından tırmalanmış ve yaralanmış vaziyette kurtulur, bir kısmı da Cehennem’e atılıverir.” (Müslim, Îman, 329)

Dolayısıyla dünyada işlenen her bir günah, aslında Sırât’ın yanlarına asılan büyük bir çengel demektir. Hattâ Allah Resûlü buna misal olarak, “emânet” ile “akrabalık bağı”nın gönderilerek Sırât’ın sağ ve solunda duracaklarını ve dünyada iken haklarını îfâ etmeyenlerle mücâdele edeceklerini haber vermişlerdir.[71] Burada “emânet” ile “akrabalık bağı”nın bilhassa zikredilmesi, ehemmiyetlerinin büyük, ihmâl edenlerinin de çok olması sebebiyledir. Sırat Köprüsü’nde, Peygamber Efendimiz gibi mü’minlerin dilinde de hep aynı duâ vardır. Nitekim Resûlullah:

“Sırat Köprüsü’nde mü’minin şiârı; «Yâ Rabbi, selâmet ver, selâmet ver!» duâsıdır.” buyurmuşlardır. (Tirmizî, Kıyâmet, 9/2432) Peygamber Efendimiz’in Sırât’ın başında durması ise şefaat içindir. Nitekim diğer bir hadîs-i şerîflerinde:

“…Sonra köprü Cehennem üzerine kurulur ve şefaat için izin verilir…” buyurmuşlardır. (Müslim, Îman, 302)

  • Sırat’tan Sonraki Bekleyiş

Sırat Köprüsü’ndeki kanca ve çengellerden yaralı olarak kurtulan mü’minler arasındaki bazı küçük haklar için bir hesaplaşma daha gerçekleşir. Ancak bunlar, kısas yapıldığında haseneleri tükenmeyecek ve Cennet’ten mahrum kalmayacak mü’minlerdir. Rasûlullah bunu şöyle haber vermişlerdir:

“Kıyâmet günü mü’minler (Sırat’tan geçerek) ateşten kurtulduktan sonra Cennet’le Cehennem arasın­daki bir köprü üzerinde[72] durdurulurlar. Dünyada iken birbirlerine yaptıkları (küçük) haksızlıklar kısas edilir. Haksızlıklardan güzelce temizlenip pâk oldukları zaman, Cennet’e girmelerine izin verilir. Muhammed’in nefsi elinde bu­lunan Allâh’a yemin ederim ki, onların her biri Cennet’teki men­zilini, dünyadaki meskeninden çok daha kolay bulur.” (Buhârî, Rikāk, 48)

Şu hadîs-i şerîf de bu bekleyişe işaret etmektedir:

“(Mîrac’da) Cennet’in kapısında durup içeri baktım. Oraya girenlerin büyük çoğunluğunun yoksullar olduğunu gördüm. Zenginler ise (hesap için) bekletiliyorlardı. Ancak onlardan Cehennem’e gidecek olanların ateşe atılması emredilmişti. Cehennem’in kapısında da durup baktım, oraya girenlerin büyük çoğunluğu da kadınlardı.” (Buhârî, Rikāk, 51; Müslim, Zühd, 93)

Kıyâmet günü, son derece şiddetli ve çok uzun bir gündür. Ama Cenâb-ı Hak o günü mü’min kullarına kolaylaştıracak ve sıkıntısız hâle getirecektir. Nitekim ashâb-ı kirâm bir gün Rasûlullah’a:

“‒Elli bin senelik bir gün! Bu gün ne kadar da uzun!” diye hayretlerini ve endişelerini dile getirmişlerdi. Fahr-i Kâinât Efendimiz: “‒Canımı (kudret) elinde tutan Allâh’a yemin ederim ki o gün mü’mine hafifletilir. Hattâ ona, dünyada kıldığı bir farz namazdan daha hafif gelir!” buyurdular. (Ahmed, III, 75; Beyhakî, Şuab, I, 556/355; Heysemî, X, 337)

  • Korku ve Hüzün Duymayanlar

Dostun dostu sormayacağı, kişinin kardeşinden, anne-babasından ve evlâdından kaçacağı, çocukların korkudan ak saçlı ihtiyarlar hâline döneceği ifâde edilen kıyâmet gününün o şiddetli hengâmında, birtakım insanlar vardır ki, onlar büyük bir emniyet ve huzur içerisinde ilâhî ikramlara mazhar olurlar. Onlar için hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

“Bilâkis kim ihsan sahibi bir kul olarak yüzünü sadece Allâh’a döner (O’na hakkıyla kulluk ederse), işte onun Rabbi katında ecri vardır. Onlara hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun da olacak değillerdir!(el-Bakara, 112)

“Bilesiniz ki, Allâh’ın dostlarına korku yoktur; onlar üzülmeyecekler de. Onlar (Allâh’a) îmân edip de takvâya ermiş olanlardır.” (Yûnus, 62-63)

“Şüphesiz, «Rabbimiz Allah’tır» deyip, sonra istikâmet üzere dosdoğru gidenler yok mu; işte onların üzerine melekler iner ve; «Korkmayın, üzülmeyin, size vaad edilen Cennet’le sevinin!» derler.” (Fussilet, 30)[73] Diğer âyet-i kerîmelerde zikredilen ve Cenâb-ı Hakk’ın indinde ecirleri bulunup kendilerine korku ve hüznün ulaşmayacağı kullar şunlardır:

1. Allah Teâlâ’dan gelen hidâyete tâbî olanlar, Allâh’ın âyetlerini okuyan peygamberleri duyunca hemen takvâya sarılıp hâllerini düzeltenler. (Bkz. el-Bakara, 38; el-A‘râf, 35; el-Cin, 13)

2. Allâh’a, âhiret gününe ve diğer îmân esaslarına inanıp hâllerini ıslâh edenler, amel-i sâlih işleyenler, namazı ikāme edip zekâtlarını verenler. (Bkz. el-Bakara, 62, 277; el-Mâide, 69; el-En‘âm, 48; Tâhâ, 112; en-Nûr, 55)

3. Allah yolunda mallarını infâk eden, sonra da verdikleriyle minnet (başa kakma) ve eziyette bulunmayanlar. (Bkz. el-Bakara, 262)

4. Mallarını gece-gündüz, gizli-açık infâk edenler. (Bkz. el-Bakara, 274)

5. Şehidler, Allah yolunda öldürülenler. (Bkz. Âl-i İmrân, 169-170)

6. Kâfirlerin; “Allah, bunları aslâ lûtfuna nâil etmez!” diye yeminler edip hor ve hakir gördüğü, lâkin hakîkatte Cenâb-ı Hakk’ın lûtfuna ve rahmetine mazhar olmuş mü’minler. (Bkz. el-A‘râf, 49)

Mü’minleri aşağılayıp küçük görmek, inançsız kimselerin değişmez huyudur. Allâh’a îmân edenlerin hiçbir zaman huzur ve rahatlığa eremeyeceklerini, dâimâ rezil ve zelil olacaklarını düşünürler. Lâkin bilmezler ki insana asıl kıymet kazandıran, îman cevheridir. Sonunda mü’minler Cenâb-ı Hakk’ın rahmetine nâil olarak Cennet’e girdiklerinde, kâfirlere bu düşünceleri hatırlatılır. Zayıf görülen mü’minlerin nasıl korku ve hüzünden ebediyyen emîn oldukları, kâfirlerin de nasıl sonsuz bir hüsran ve rezillik içinde kaldıkları gösterilir. Yani güzel âkıbet müttakîlerindir, yolun sonunda kazanacak olanlar, ancak îman ehlidir.

  • Allâh’ın Kitâbı’na sahip çıkan, ona vâris olan ve Allâh’ın izniyle hayırlarda öne geçmek için yarışanlar. (Bkz. Fâtır, 32, 34)
  • Takvâ sahibi kullar. (Bkz. ez-Zümer, 61)
  • Allâh’ın âyetlerine îmân edip Müslüman olan, tam bir teslîmiyetle Cenâb-ı Hakk’ın râzı olduğu bir kulluk kıvamına ulaşanlar. (Bkz. ez-Zuhruf, 68-69)

Hadîs-i şerîflerde haber verildiğine göre, Mahşer yerinde, Güneş iyice yaklaştırılıp çok uzun zamandır büyük sıkıntılar içinde bekleyen insanların döktüğü terler neredeyse boylarına ulaşırken, bazı kullar da vardır ki Arş’ın gölgesinde nîmet ve ikramlar içindedirler.

  • Arşın Gölgesinde Gölgelenecek Yedi Sınıf İnsan

Resûlullah bu has kulları şöyle haber vermişlerdir: “Başka bir gölgenin bulunmadığı kıyâmet gününde Allah Teâlâ, yedi (sınıf) insanı, Arş’ının gölgesinde barındıracaktır:

1. Âdil devlet başkanı,

2. Rabbine kulluk ederek temiz bir hayat içinde serpilip büyüyen genç,

3. Kalbi mescitlere bağlı müslüman,

4. Birbirlerini Allah için sevip, buluşmaları da ayrılmaları da Allah için olan iki insan,

5. Güzel ve mevkî sahibi bir kadının beraber olma isteğine; «Ben Allah’tan korkarım!» diyerek yaklaşmayan yiğit,

6. Sağ elinin verdiğini sol elinin bilemeyeceği kadar gizli sadaka veren kimse,

7. Tenhâda Allâh’ı anıp gözyaşı döken kişi.” (Buhârî, Ezân 36, Zekât 16, Rikāk 24, Hudûd 19; Müslim, Zekât, 91)

  • Allah İçin Sevmenin Fazileti

Yine kıyâmet gününün sıkıntılarından âzâd olup korku ve hüzün duymayacak olan bahtiyarlardan biri de, sırf Allah için birbirlerini seven mü’minler olacaktır. Bu hakîkati de Rasûl-i Ekrem Efendimiz şöyle haber vermişlerdir:

“Kıyâmet günü Allah Teâlâ şöyle buyurur: «Celâlim hakkı için, Bana itaat maksadıyla birbirlerini sevenler nerede? Hiçbir gölgenin bulunmadığı bugün, onları Arş’ımın gölgesinde gölgelendireceğim, onları muhâfaza edeceğim.»” (Müslim, Birr, 37)

Bir gün Rasûlullah:

“Allah Teâlâ’nın kullarından birtakım insanlar vardır ki, nebî değildirler, şehid de değildirler, fakat kıyâmet gününde Allah katındaki makamlarından dolayı onlara nebîler ve şehidler imrenerek bakarlar.” buyurmuşlardı. Ashâb-ı kirâm:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Onların kim olduğunu bize haber verebilir misiniz?!” dediler. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz (onların bir kısmını haber vererek) şöyle buyurdular:

“–Bunlar öyle insanlardır ki, aralarında ne akrabalık ne de mal alıp verme gibi bir münâsebet olmaksızın, sırf Allah rızâsı için birbirlerini severler. Vallâhi onların yüzleri nurdur, kendileri de nurdan birer minber üzerindedirler. İnsanlar korktukları zaman bunlar korkmazlar (Rab’lerine sığınırlar), insanlar mahzun oldukları zaman bunlar üzülmezler (tevekkül ve teslîmiyet gösterirler).” Peşinden de Yûnus Sûresi’nin 62-64. âyetlerini tilâvet ettiler. (Ebû Dâvûd, Büyû, 76/3527; Hâkim, IV, 188/7318)

Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in haber verdiği şu hâdise de, din kardeşini Allah için sevmenin ind-i ilâhîdeki değerini ne güzel ifâde etmektedir:

“Bir kimse başka bir köydeki (din) kardeşini ziyaret etmek için yola çıktı. Allah Teâlâ, adamı gözetlemek için onun yolu üzerinde bir meleği vazifelendirdi. Adam meleğin yanına gelince, melek: «–Nereye gidiyorsun?» diye sordu. O zât: «–Şu köyde bir din kardeşim var, onu görmeye gidiyorum.» cevâbını verdi. Melek: «–O kardeşinden elde etmek istediğin bir menfaatin mi var?» dedi. Adam: «–Yok, hayır; ben onu sırf Allah rızâsı için severim, onun için ziyaretine gidiyorum.» dedi. Bunun üzerine melek: «–Sen onu nasıl seviyorsan Allah da seni öylece seviyor. Ben, bu müjdeyi vermek için Allah Teâlâ’nın sana gönderdiği elçiyim.» dedi.” (Müslim, Birr, 38; Ahmed, II, 292)

  • Zor Durumdaki Birine Borcunu Ödemenin Ve Borçta Kolaylık Sağlamanın Sevabı

Allah Rasûlü diğer bir hadîs-i şerîflerinde de, zor durumda olan bir kimseye borç veren ve bu borcun ödenmesinde kolaylık sağlayan kimse için şöyle buyurmuşlardır:

“Her kim zor durumdaki borçluya mühlet verir veya alacağında indirim yaparsa, Allah Teâlâ onu kendi gölgesinde gölgelendirir.” (Müslim, Zühd, 74)

“Bir kimse darda bulunan borçluya mühlet verir veya borcunun bir kısmını ya da tamamını bağışlarsa, Cenâb-ı Hak o kişiyi Allâh’ın gölgesinden başka gölge bulunmayan kıyâmet gününde Arş’ının altında gölgelendirir.” (Tirmizî, Büyû‘, 67/1306; İbn-i Mâce, Sadakât, 14)

KIYAMET GÜNÜ ALLAH'I GÖRECEK MİYİZ?

Âhiret menzillerinin sonuncuları olan Cennet ve Cehennem bahislerine geçmeden evvel, bir hususun iyice anlaşılması gerektiği kanaatindeyiz. Şöyle ki; İnsan, pek çok bakımdan âciz yaratılmış bir varlıktır. Meselâ gözüyle görebildiği mesafe ve kulağıyla duyabildiği ses frekans aralığı sınırlı, aklıyla kavrayabildiği hakîkatler de mahduttur. Dünyada bir nevî hükümdarı olduğu şu beden tahtını bile, son nefesle birlikte terk edip toprağa vermeye mahkûmdur. Cenâb-ı Hak, insan idrâkini de, hakîkatleri müşahhas misallerle daha iyi kavrayacak bir mâhiyette yaratmış, bu fânî cihânı bir ibretler sergisi hâlinde takdim etmiştir. Ömrünü ilâhî emirler istikâmetinde yaşayanlara Cennet’i, yegâne hak dîn olan İslâm’dan gâfil kalanlara ise Cehennem’i vaad etmiştir. Her şeyden önce şunu ifâde etmek lâzımdır ki, âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîflerde bizlere tasvir edilen Cennet veya Cehennem’i gerçek mânâ ve mâhiyetiyle idrâk edebilmemiz, dünyevî intibâlarla düşünebilen sınırlı aklımızla mümkün değildir. Zira sınırlı olan sınırsızı, fânî olan sonsuzu ihâta edemez. Bununla beraber âhiret ahvâli hakkında bildirilenler, o ebedî âlem için gereken hazırlıktan gâfil kalmayalım diye bizim idrâk seviyemize sunulan, ilâhî ve nebevî hakîkatlerdir.

Cenâb-ı Hak âdeta sonsuz ilim ve kudretini sergilercesine, apayrı hususiyetlere sahip birçok âlem yaratmış, insanoğlunu da bu âlemlerin bir seyyâhı kılmıştır. Meselâ insan bedeni, geçmişte bir tabiat unsuru olarak toprak terkibinde bulunuyordu. Zamanı gelince topraktan çıkan nebâta ve oradan da bazı mahlûkata geçti. Derken aldığı gıdalarla babasının sulbüne nutfe olarak intikâl etti, oradan da annesinin rahmine yerleşti. İnsanoğlu ana rahminde ise çok farklı bir hayat kazandı. Orada yedi kat karanlığın altında bir su torbasının içinde yaşıyor, annesinden aldığı kan ile besleniyordu. Bir müddet sonra içinde bulunduğu hayatı terk etmek zorunda kaldı ve farklı bir âleme, yani şu fânî dünyaya gözlerini açtı. Hiç şüphesiz bu yeni hayatı, öncekinden çok daha farklı şartlara sahipti. Artık önceden olduğu gibi su içinde nefes almadan yaşaması veya kanla beslenmesi söz konusu değildi. Aldığı oksijenle ve yediği gıdalarla hayatını idâme ettiriyordu.

Bu hakîkati Mevlânâ Hazretleri şöyle ifâde buyurmaktadır:

“Ana karnındaki çocuğa biri deseydi ki: «–Dışarıda pek düzgün, pek hoş bir dünya var. Enine boyuna geniş, bereketli bir yeryüzü var. Orada nice nîmetler, sayısız yiyecekler var. Dağlar, denizler, çöller, bostanlar, bağlar, bahçeler, çayırlıklar, çimenlikler var. Çok yüksek ve ışıklarla dolu aydınlık bir gökyüzü, Güneş, Ay, Sühâ Yıldızı ve diğer yıldızlar var. Orada güneyden, kuzeyden, doğudan, batıdan rüzgârlar eser. Bağlar, bahçeler; gelinler gibi süslenmiş, sanki düğünler yapılmaktadır. Dünya’nın şaşılacak güzellikleri, acayip hâlleri dille anlatılamaz ki... Sen ana rahminde, o karanlık yerde sıkıntılar, mihnetler içindesin. Ey çocuk! Sen, o daracık işkence yerinde çarmıha gerilmiş, kan emmektesin. Hapse düşmüşsün; pislikler, eziyetler içindesin.» Bütün bu sözlere rağmen o çocuk, yine de kendi hâline bakar, durumu gereği bir şikâyette bulunmazdı. Bilâkis bu söylenenleri inkâr eder, anlatılan gerçek haberlere inanmaz ve: «–Bu söylenen sözler, olmayacak şeylerdir. Siz, çocuk mu kandırıyorsunuz, beni mi aldatıyorsunuz?!» derdi.

İşte dünyadaki insanların çoğu da böyledir. Hak dostlarının sözlerini, onların mânâ âleminden haberlerini inkâr ederler. Hak dostları, onlara; «–Bu dünya pek karanlık, pek dar bir kuyu gibidir. Bu dünyanın ötesinde ise, kokudan, renkten âzâde çok hoş bir dünya vardır.» der. Fakat bu söz, onların hiçbirinin kulağına girmez.”

Aynen bunun gibi, insan öldükten sonra yine başka bir âleme geçecektir. Oranın şartları da şu anda içinde bulunduğumuz hayatın şartlarından çok farklı olacaktır. Nitekim bildirildiği üzere orada hayat ölümsüz, nîmet ve güzellikler sonsuz ve hayal ötesidir. Günahkârların dûçâr olacağı azap da dünyada hiç görmediğimiz dehşet ve şiddettedir. Yani ıztıraplar da safâlar da dünyadakilerle kābil-i kıyas değildir. Zira orada zaman, mekân, ebat ve mesafeler farklı olacaktır. Bu sebeple insan, sonsuz olan âhiret yurdu hakkında verilen kırıntı kabîlinden bilgileri, ancak âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîflerde beyân edildiği kadarıyla ve bu dünyadan edindiği intibâlara kıyâs etmek sûretiyle idrâk edebilir. Velhâsıl Cenâb-ı Hak, ebedî hayatın nasıl olacağını ve orası için neler hazırlamak gerektiğini, peygamberleri vasıtasıyla kullarına haber vermiş, onlara mükâfat yerini de cezâ yerini de açıkça bildirmiştir. Aklını kullanarak hidâyete tâbî olanlara sonsuz nîmetler lûtfedeceğini, isyan edenleri de şiddetli bir azâba dûçâr edeceğini beyan buyurmuştur. Bunlar birer hakîkattir ve aynen haber verildiği gibi gerçekleşecektir. Zira Cenâb-ı Hak için hiçbir güçlük yoktur.

Dipnotlar:

[1] Sahih rivâyetlere göre toprak, insanın bütün cesedini yiyip tüketecek, ama Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in teşbîhiyle bir hardal tanesi gibi olan (Ahmed, III, 28) ve insan bedeninin çekirdeği sayılan “Acbü’z-Zeneb: Kuyruk sokumu kemiği” çürümeyecektir. İnsan “Acbü’z-Zeneb”den diriltilip tekrar hayat bulacaktır. (Bkz. Müslim, Fiten, 141-143) [2] İbn-i Mende, Ebû Abdullah Muhammed b. İshak b. Muhammed b. Yahya el-Abdî (v. 395), el-Îmân (I-II), thk. Ali b. Muhammed b. Nâsır el-Fakîhî, Beyrut: Müessesetü’r-Risâle, 1406, II, 794; Beyhakî, Şuabü’l-Îman, I, 541. [3] Gazâlî, Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed (v. 505), ed-Dürretü’l-Fâhire fî Keşfi Ulûmi’l-Âhire (Mecmuatü Resâili’l-İmâm el-Gazâlî içinde), Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1409, s. 118; Beğavî, VII, 132; Kurtubî, et-Tezkire, I, 287; Süyûtî, el-Büdûrü’s-Sâfire, s. 86-88; Bebek, “Sûr” md., DİA, XXXVII, 534. [4] Ferrâ, I, 382. Taberî de aynı rivâyeti senetsiz olarak zikreder. Onun rivâyetinde bu yağmura “Mâu Hayevân” denildiği zikredilir. (Taberî, XII, 493-494) Krş. İbn-i Ebî Hâtim, VIII, 2784; Beyhakî, Şuab, I, 541; Ebû Hayyân, V, 79. Allah Teâlâ’nın semâdan bir su indireceği ve ölülerin bununla yeşilliklerin büyüdüğü gibi yeniden yaratılacağı, sahih rivâyetle haber verilmiştir. (Buhârî, “Tefsîr”, 78/1) Lâkin bu suyun kemiyet ve keyfiyetine dair rivâyetler zayıftır. [5] Günümüzde “daktiloskopi” denilen ve parmak izlerini inceleyen bir ilim dalı vardır. Bu ilim, parmak izlerinin ömür boyunca hiç değişmediğini ve hiçbir insanın parmak izinin bir başkasınınkiyle aynı olmadığını ortaya koymuştur. Bu sebeple emniyet ve hukukta en güvenilir hüviyet tespiti, parmak ucu iziyle yapılmaktadır. Bu hakîkat, 19. asrın sonlarında keşfedilmiştir. Oysa Kur’ân-ı Kerîm, parmak uçlarının bu husûsiyetine 14 asır önce nâzil olan âyetinde dikkat çekerek ayrı bir mûcize sergilemiştir. Bu da Kur’ân’ın dâimâ önden gittiğinin, müsbet ilmin de onu şerh ve tasdik ederek ardından geldiğinin sayısız misallerinden biridir. [6] Müfessirlerin bu husustaki görüşleri şöyledir: 1. Burada ölüm uykuya benzetilmiştir. Zira ikisinde de hareket yoktur. O günün dehşetinden insanların akılları karışacak ve kendilerini uykuda zannedecek olabilirler. 2. Burada uyku yerinin kastedilmesi de câizdir. 3. Kabirden sonraki hâlleri ve Cehennem azâbının dehşetini idrâk edince, kabrin onlara nisbetle bir uyku gibi olduğunu düşünecekler ve bu sözü söyleyeceklerdir. (Bkz. Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, XII, 31) [7] Bkz. Buhârî, Enbiyâ, 8. [8] Bkz. Dârimî, Mukaddime, 8. Ayrıca bkz. Tirmizî, Menâkıb, 1/3616. [9] Bkz. Taberî, Câmi‘u’l-Beyân, III, 81-82. [10] Bunların, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e beyʻat ettikten sonra dinden dönen az sayıdaki bedbaht bedevîler olduğu söylenir. Nitekim diğer bir hadîs-i şerîfte Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuşlardır: “…Bana şöyle denir: «‒Sen onlardan ayrılınca topukları üzere gerisin geri döndüler ve o günden beri bu irtidatları üzere devam ettiler!».” (Müslim, Cennet, 58) Havz’a varamayacak olan insanlarla alâkalı muhtelif görüşler de vardır. Bunları şöyle sıralamak mümkündür: 1. Münâfıklar ve mürtedler. 2. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in zamanında yaşayıp da O’nun vefâtından sonra irtidâd edenler, yani dinden çıkanlar. 3. Büyük günah işleyenler. 4. Yanlış îtikâdî mezheplere uyanlar ve bid’at ehli kimseler. (Süyûtî, ed-Dîbâc alâ Sahîhi Müslim ibn-i Haccâc, Dâru İbn-i Affân, 1416, II, 34) 5. Âsîler. Yani İslâm’dan değil de istikâmetten dönenler, sâlih amelleri terk edip kötü işler yapanlar. (Nevevî, Şerhu Sahîhi Müslim, XV, 64) [11] Ayrıca bkz. Nesâî, Tahâret, 110/150; İbn-i Mâce, Zühd, 36; Muvatta, Tahâret, 28; Ahmed, II, 300, 408. [12] Müslim, Fedâil, 25-45; Tirmizî, Kıyâmet, 15/2444; İbn-i Mâce, Zühd, 36; Ahmed, V, 275; Heysemî, X, 360-367. [13] Bkz. Tâhâ, 105-107. [14] Tirmizî, Kıyâmet, 3/2424. Krş. Müslim, Cennet, 57. [15] Hadîsin râvîlerinden Süleym bin Âmir: “Allâh’a yemin ederim ki, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- mil ile yeryüzündeki mesafe ölçüsünü mü, yoksa göze sürme çekmek için kullanılan mili mi kastetti, bilmiyorum!” demiştir. [16] el-Mutaffifîn, 6. [17] Bkz. İbnü’l-Cevzî, Büstânü’l-Vâizîn ve Riyâdu’s-Sâmiîn, Beyrut 1419, s. 36. [18] İshak bin Râhûye, Müsned, I, 84/10; Beyhakî, el-Baʻs ve’n-Nüşûr, I, 336/609. [19] Bkz. el-İsrâ, 3. [20] Burada, Fetih Sûresi’nin 2. âyetindeki; “Allah Sen’in geçmiş ve gelecek günahını bağışlar…” ifâdesine işaret vardır ve bu tâbir, te’kid/kuvvetlendirme için kullanılan bir kalıptır. Yani bu ifâdeyle Cenâb-ı Hak, Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in mâsum olduğunu, günahlardan muhafaza edildiğini kastetmektedir. Ayrıca buradaki “günah” kelimesi için şu îzahlar yapılmıştır: Ÿ Günahtan kasıt, Peygamber Efendimiz’in ictihad yaparken evlâ ve efdal olanı değil de, daha az doğru olanı tercih etmesidir. Bu tercihin normalde günah olmadığı hâlde “günah” diye isimlendirilmesi, Allah Rasûlü’nün yüksek makam ve mansıbına nazarandır. Çünkü denilmiştir ki; “Ebrâr’ın hasenâtı, mukarrabînin seyyiâtı gibidir.” Yani sâlih ve takvâ sahibi kimseler için güzel ve makbul sayılan bazı işler, Allâh’a yakınlıkta çok daha ileri seviyede bulunan zevât için bir kusur sayılabilir. Zira onların bulunduğu Hakk’a yakınlık seviyesi, çok daha yüksek bir fazîlet sergilemelerini gerekli kılar. Ÿ Bazı ulemâ da demişlerdir ki, burada günahın işlenmesi kastedilmeyerek, terkibin bütünü, muâheze olunmamaktan kinâyedir. Gelecek günahtan kasıt, Peygamberimiz’in duâ ve şefaatiyle affedilecek olan ümmetinin bazı günahlarıdır. Ÿ Bununla küçük günahlar, yani zelleler kastedilmiştir. Zelleler ise, gayr-i irâdî hatalardır. Bu hatalar ister sehven, isterse kasten olsun, peygamberler hakkında câizdir ve bu zelleler onları, kendilerini beğenmekten korur. Ayrıca peygamberlerin beşer olmak hasebiyle hatâ işleyebilecekleri gerçeği, ümmetlerinin onları aşırı derecede yücelterek ulûhiyet izâfe etmelerine de bir mânî teşkil eder. Ÿ Bu ifâde, ümmet-i Muhammed’i istiğfâra teşvik etmek içindir. Ÿ Bu âyetin nâzil olduğu zaman, mekân ve ahvâl göz önüne alındığında açıkça anlaşılmaktadır ki, burada bağışlanan günahlardan maksat, geçmiş 19 sene içerisinde Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in önderliğinde İslâm’ın yayılması için yapılan mücâdeleler, gayretler ve savaşlarda müslümanların yaptığı birtakım hatalardır. Bu hataları hiç kimse bilmemektedir. Hattâ insan aklı, bu samimî gayretler içinde bir eksiklik arayıp bulmakta da âcizdir. Lâkin Allah Teâlâ nazarında, en güzel ve en yüce olma ölçüsüne göre bu gayretlerde öyle kusurlar oluyordu ki, bunlardan dolayı müslümanlara, müşriklere karşı kesin bir zafer nasîb olmuyordu. Dolayısıyla Allah Teâlâ’nın buyruğunda şu denmek istenmektedir: “Eğer siz, bu hatalarla çalışmalarınıza ve cihâdınıza devam etseydiniz, müşrik Arapları yenmeniz, onları alt etmeniz için daha uzun zaman gerekirdi. Ama Biz bütün bu kusurları ve hataları bağışlayarak, sadece kendi kerem ve lûtfumuzla onları gidererek Hudeybiye’de size bu fetih ve zafer kapısını açtık. Yoksa siz bu zaferi, kendi gayretinizle elde edemezdiniz.” Burada şu nokta da iyice anlaşılmalıdır ki, bir topluluk, herhangi bir gâye uğruna gayret sarf ediyorsa, bu gayretin eksiklikleri, kusurları, hatâları, o topluluğun liderine yönelir. Bu, kusur ve hatâların, liderin şahsî hatâları olduğu mânâsına gelmez. Aslında bu hatâlar, bütün o topluluk tarafından işlenir. Bizâtihî o topluluğun hareketlerinin bir neticesidir. Ama mes’ûliyet liderde olduğu için, suçlamalar lidere yöneltilir. Ayrıca şu hususu da ifâde etmek gerekir ki; Nasr Sûresi Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in vefâtını haber vermek üzere son günlerinde nâzil olmuştur. Bu sûrede Cenâb-ı Hak, Peygamberimiz’in şahsında bütün ümmeti, kulluğun bir gereği olarak, bir zafere nâil olduklarında Allâh’ı hamd ile tesbîh etmeye ve farkında olmadan yapmış oldukları hatâlara karşı da istiğfarda bulunmaya davet etmektedir. Nitekim Allah Resûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, son zamanlarında: “Ben Allâh’ı ulûhiyet makâmına yakışmayan sıfatlardan tenzîh eder ve O’na hamd ederim. Allah’tan beni affetmesini diler ve O’na tevbe ederim.” sözlerini sık sık söyler olmuştu. Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-, bu sözü sık sık söylemesinin sebebini sorunca Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “Rabbim bana ümmetim içinde bir alâmet göreceğimi bildirdi. Onu gördüğümden bu yana bu tesbîhi çok söylerim. Ben o alâmeti, Mekke’nin fethine işaret eden; «Allâh’ın yardımı ulaşıp fetih gerçekleşince ve insanların grup grup Allâh’ın dînine girdiklerini gördüğünde Rabbini hamd ile tesbîh et ve O’ndan mağfiret dile! Çünkü Allah tevbeleri çok çok kabul edendir.” (en-Nasr, 1-3) (meâlindeki Nasr) Sûresi’nde gördüm.” buyurdu. (Müslim, Salât, 220) [21] Bkz. Ahmed bin Hanbel, Müsned, I, 4; İbn-i Hibbân, Sahîh, XIV, 394; Heysemî, X, 374. [22] Bkz. Buhârî, Enbiyâ 3, 9, Tefsîr 17/5; Müslim, Îmân, 327, 328; Tirmizî, Kıyâmet, 10. [23] Bkz. Buhârî, Enbiyâ, 54. [24] Bkz. Tirmizî, Menâkıb, 1/3615, Tefsîr, 18; İbn-i Mâce, Zühd 37; Ahmed, I, 281, 295, III, 2, 144. [25] Bkz. Rûhu’l-Beyân, c. 13, s. 531. [26] Bkz. en-Nebe’, 38; el-Fecr, 22. Krş. ez-Zümer, 75. [27] Âyet-i kerîmede “Allâh’ın gelmesi” şeklinde zikredilen beyan, Cenâb-ı Hakk’ın Mahşer yerinde, keyfiyeti bizce meçhul bir sûrette, dilediği şekilde tecellî edecek olması ve kullarını hesâba çekmeye başlayacağını ifâde etmektedir. Bazı müfessirler de bu ifâdeyi; “Cenâb-ı Hakk’ın emrinin ve şiddetli azâbının geleceği” şeklinde anlamışlardır. [28] Bkz. Buhârî, Husûmât, 1. [29] Bu tâbir, -Allâhu a‘lem- çoklukta mübâlağa ifâde etmek için kullanılmış olmalıdır. [30] Ayrıca bkz. Tirmizî, Fedâilü’l-Cihâd, 2; Nesâî, Cihâd, 39; İbn-i Mâce, Cihâd, 7. [31] Bkz. Müslim, İmâre 152. Hadîs-i şerîfin metni için bkz. sf. 366-368. [32] Rukye, yani bâzı âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerdeki ifâdelerle hastaya Cenâb-ı Hakk’ın şifâ lûtfetmesini dilemek câizdir. Bunu Peygamber Efendimiz’in de yaptığına dâir rivâyetler mevcuttur. Bu hadîs-i şerîfte rukye yaptıranların zemmedilmesi ise, şifâ ve faydayı Hâlık’tan değil de mahlûktan bekleyerek tevekküle aykırı bir iş yapılması hâlindedir. Tıpkı şifâyı Allah’tan değil de doktordan veya ilâçtan bilmek gibi. Mü’min, Allâh’ın ihsân ettiği vâsıtalarla tedâvi olur. Lâkin şifâyı hiçbir zaman fânî varlıklara izâfe etmez, dâimâ Allah Teâlâ’dan bilir. Nitekim âyet-i kerîmede İbrahim -aleyhisselâm- şöyle buyurmaktadır: “Hastalandığım zaman bana şifâ veren O’dur.” (eş-Şuarâ, 80) Yani mü’min, sebeplere sarılsa bile şifânın mutlak olarak Allah Teâlâ’dan geldiğine bütün kalbiyle inanmalı, sadece O’na güvenmeli, kadere rızâ göstermeli ve başına gelen belâlara sabretmelidir. [33] Bkz. Müslim, Îmân, 374. [34] Bkz. es-Secde, 16. [35] Bkz. en-Nûr, 37. [36] Cenâb-ı Hak, geceleri teheccüde kalkmaya devam etmesinin, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i “Makâm-ı Mahmûd”a ulaştıracağını haber vermektedir. (Bkz. el-İsrâ, 79) Bu demektir ki, mü’minler de teheccüde devam ettikçe mânen yüksek derecelere çıkarlar. Rabbimiz, kullarının bu nîmetten bol bol istifâde etmelerini arzu ettiği içindir ki, pek çok âyet-i kerîmede gece namazı ısrarla teşvik edilmektedir: “…Seher vakitlerinde istiğfâr edenler.” (Âl-i İmrân, 17) (O müttakîler) geceleri pek az uyurlar, seher vakitlerinde de istiğfâra devam ederlerdi.” (ez-Zâriyât, 17-18) “Yoksa geceleyin secde ederek ve kıyamda durarak ibadet eden, âhiretten çekinen ve Rabbinin rahmetini dileyen kimse (o inkârcı gibi) midir?..” (ez-Zümer, 9) (O Rahmân’ın kulları ki,) gecelerini Rab’lerine secde ederek ve kıyam durarak geçirirler.” (el-Furkân, 64) (O müttakîler, geceleri namaz kılmak ve istiğfâr etmek için) yanlarını (tatlı) yataklarından ayırırlar. Rab’lerinin azâbından korkarak ve rahmetini umarak duâ ederler. Kendilerine verdiğimiz rızıklardan da hayır yollarına infâk ederler.” (es-Secde, 16) [37] İslâm hukukçuları ve müfessirler; “İslâm’da manzara, dağ, orman ve ağaç gibi yalnız cansız varlıkların ve nebâtâtın resmini yapmak câizdir.” diye hüküm vermişlerdir. Çünkü Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz birçok hadîs-i şerîflerinde canlıların resmini yapmayı yasaklamışlardır. Zira resim ve heykele gösterilen aşırı ihtimam, neticede insanları putperestliğe götürmüştür. Burada yasaklanan resim, canlı varlıkların heykel veya kabartmalı bir şekilde, elle tasvîrinin yapılmasıdır. Zira burada, -hâşâ- Cenâb-ı Hakk’ın yaratma sanatına benzetme mevzubahistir. Fotoğraf ise var olan bir şeklin aksettirilmesidir. Bu sebeple ihtiyaç hâlinde, günlük hayatta kullanılmasında bir beis görülmemiştir. Yine resimli kumaşların duvara asılması ve giyilmesi de yasaklanmıştır. Hanefîler; yere serilen, üzerine basılan yaygı ve minder gibi kumaşlardaki resimleri mekruh görmemişlerdir. Buradaki hassâsiyet noktası, resme hürmet edilip edilmediğidir. Bu sebeple de duvara asılan, yukarılara konulan resim ve heykelleri ittifakla mekruh görmüşlerdir. [38] Bkz. el-Müzzemmil, 17. [39] Bkz. el-Hac, 2. [40] Kıyâmette gerçekleşecek bir hâdiseyle alâkalı olarak bazı âyet-i kerîmelerde muhtelif ifâdeler yer almaktadır. Bunlar, o hâdisenin çeşitli zamanlardaki muhtelif hâllerinden, değişik yönlerinden ve farklı tezâhürlerinden bahsetmektedir. Dolayısıyla bu farklılıkların bir tezat olduğu zannedilmemelidir. [41] Bkz. Ahmed, I, 402-403; V, 331. [42] Bkz. el-Hâkka, 19. [43] İbn-i Kesîr, Tefsîr, (et-Tekvîr, 5). [44] Bkz. en-Nebe, 40. [45] Bkz. Birgivî Vasiyetnâmesi Kadızâde Şerhi, s. 128. [46] Birgivî Vasiyetnâmesi Kadızâde Şerhi, s. 126. [47] el-İnşikāk, 7-8. [48] Bkz. el-Vâkıa, 27-40, 90-91; el-Müddessir, 39-40. [49] Ahmed Naîm Efendi, Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, I, 100-101. [50] Bkz. Ahmed, V, 428, 429. [51] Bu mevzuyla ilgili hadîs-i şerîfler için bkz. Buhârî, Tefsîr 41/1, 2, Tevhîd 41; Müslim, Sıfâtü’l-Münâfikîn, 5; Tirmizî, Tefsîr, 41/3248. [52] Bkz. Heysemî, III, 271; Hamîdullâh, el-Vesâik, s. 367. [53] Bkz. el-Mâide, 36; Yûnus, 54; er-Raʻd, 18; ez-Zümer, 47. [54] Bkz. Buhârî, Rikāk, 51; Müslim, Münâfikûn, 51. [55] Bkz. es-Secde, 12; el-En‘âm, 27-28; el-Aʻrâf, 53; el-Mü’minûn, 99, 103-111; eş-Şuarâ, 94-102; Fâtır, 36-37; ez-Zümer, 55-59; el-Mü’min, 10-12; eş-Şûrâ, 44-45. [56] Necvâ, iki kişinin gizlice konuşmasına denir. Burada murâd, Cenâb-ı Hakk’ın, mü’min kulunu, hiç kimseye duyurmadan baş başa ve gizlice hesâba çekmesidir. [57] Hûd, 18. [58] İbn-i Mülâkkın, Tabakātü’l-Evliyâ, Kâhire 1415, sf. 399-400; Hânî, Hadâik, s. 320. [59] Ayrıca bkz. Dârimî, Mukaddime, 45/543-545; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, VII, 125/34694; Beyhakî, Şuab, III, 278/1648. [60] Bkz. Lokman, 15. [61] Bkz. Tirmizî, Birr, 3. Ayrıca bkz. İbn-i Mâce, Talâk, 36. [62] Krş. el-Mü’minûn, 102-103. [63] Krş. Ebû Dâvûd, Edeb, 7/4799; Tirmizî, Birr, 62/2002. [64] Âlûsî, Rûhu’l-Meâni, Beyrut ts., XIX, 14. [65] Kenzü’l-Ummâl, II, 285-286/4019. [66] Bkz. Beyhakî, Şuab, I, 565/361. [67] Kādî Iyâz’ın tefsîrine göre, Allâh’ın emrine yâhut bu hususta vazifelendirdiği meleklerine tâbî olurlar. [68] Bkz. Yûnus, 62-64. [69] Meryem, 71. [70] Bkz. Meryem, 71-72. [71] Bkz. Müslim, Îmân, 329. [72] Zâhiren bu köprünün, Sırât’ın Cennet tarafındaki ucu olduğu anlaşılıyor. Farklı bir köprü olması da muhtemeldir. Veya tâk gibi kavisli bir şeyin yanında duracaklardır. [73] Ayrıca bkz. el-Ahkāf, 13.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Ebediyet Yolculuğu, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

AHİRET YOLCULUĞU

Ahiret Yolculuğu

AHİRET HAYATININ AŞAMALARI NELERDİR?

Ahiret Hayatının Aşamaları Nelerdir?

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.