Zorluk Seferi Tebük’ten Kalan Hâtıralar

Zorluk seferi Tebük nasıl bir seferdi? Tebük’te ödüllendirilenler kimlerdir? Tebük’ün tek şehidi kimdi? Tebük’ün ikazlar nelerdir? Tebük seferini katılmayan üç sahabinin durumu neydi? Tebük Hutbesi ve Tebük seferi hakkında bilinmesi gerekenler...

Hicretin 9’uncu senesiydi.

İslâm’a karşı Mûte’de başlayan haçlı düşmanlığı yeni bir safhaya geçmekteydi. Medine’de yaşanan kıtlığı da fırsat olarak gören Şam bölgesindeki hıristiyan kabîleler Herakliyus’a şöyle bir mektup yazdılar:

“Peygamberlik iddia eden adam mahvolmuştur. Büyük bir kıtlık ve sıkıntı ile karşı karşıya kalmıştır, malları da helâk olmuştur, fırsat bu fırsat, ne duruyorsunuz hücum etsenize!..”

Herakliyus da ileri gelen adamlarından birinin kumandasında kırk bin kişilik ordu gönderdi.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu haberleri alınca, her gün minberde şöyle duâ etmeye başladı:

“Allâh’ım! Eğer bu cemaat yok olursa, Sana yeryüzünde asla ibâdet edilmez, insanların hiçbir gücü ve kuvveti kalmaz.” (Rûdânî, Cem‘u’l-Fevâid, II, 447)

Fahr-i Kâinât Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bu hücumu bertaraf etmek için seferberlik îlân etti.

Cenâb-ı Hakk’ın husûsî taltifleri, îkazları ve irşadlarına sahne olan Tebük Seferi başlıyordu.

Bu sefere «Zorluk Seferi» denmişti.

Çünkü;

  • Kıtlık vardı.
  • Mevsim yazdı ve hava çok sıcaktı. Üstelik hasat zamanıydı.
  • Düşman o güne kadarki gazvelere göre, çok kalabalıktı.
  • Yine düşman çok güçlüydü, Roma devletiydi.
  • Sefer için gidilecek mesafe o günün şartlarında 3 aylık yol demekti.
  • Münafıklar yaptıkları tezvîrât ile moral bozuyor ve mü’minleri cihaddan alıkoymaya çalışıyorlardı.

Zorlukla beraber gelen kolaylığa tâlip olanlar, Cenâb-ı Hakk’ın ve Rasûlullah Efendimiz’in iltifatlarına nâil oldular.

TEBÜK’TE TALTİF EDİLENLER

Îlân edilen seferberlik üzerine; sahâbe-i kiram, canlarıyla ve mallarıyla Allah yolunda cihâda ve infâka koştu.

Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-, bütün malını getirdi. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in;

“–Çoluk çocuğuna ne bıraktın yâ Ebâbekir?” suâline de büyük bir îman vecdiyle;

“–Allah ve Rasûlü’nü (bıraktım yâ Rasûlâllah)!..” şeklinde cevap verdi. (Tirmizî, Menâkıb, 16)

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, malının yarısını getirmişti. Bu sefer Hazret-i Ebûbekir’i geçeceğini düşünmüştü. Ama yine yetişememişti.

Hazret-i Osman -radıyallâhu anh- da, 300 deveyi tam teşkilâtlı bir şekilde hazırlayarak İslâm ordusunun hizmetine verdi ve ayrıca 1000 dinar bağışta bulundu. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in husûsî iltifâtına mazhar oldu. Ayrıca Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-’ın ailesi de, bütün mücevherlerini Allah yolunda infâk etti.

Hanım sahâbîler, infakta birbirleriyle yarışıyorlardı. Biricik ziynet eşyalarını dahî getirip Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in önüne koyuyorlardı.

Bu esnada on bir yaşında küçük bir mü’mine kız da, ufakken kulağına takılan küpeleri çıkaramayınca, heyecanından onları kulağını yırtarak çıkardı ve arz etti. Bu kanlı küpeler, sahâbenin infak heyecanının muazzam bir nişânesi oldu.

Bu büyük sefere katılmak için binek bulmak ve hazırlık oluşturmak gerekiyordu. Aşk ve iştiyâk ile Rasûlullah Efendimiz’in maiyyetinde olmak isteyen sahâbîler, o uzun ve meşakkatli yolda bir bineğe münâvebeli binmeye râzı oluyordu.

Vâsile bin Eskâ -radıyallâhu anh- anlatır:

“Tebük Seferi’ne çıkılacağı günlerde Medine’de şöyle nidâ ettim:

«–Ganîmet hissemi vermem karşılığında kim beni bineğine bindirir?»

Ensardan yaşlı bir zât, münâvebe ile (nöbetleşe) binmek üzere beni savaşa götürebileceğini bildirdi. Ben hemen; «Anlaştık!» deyince;

«–Öyleyse Allâh’ın bereketi üzere yürü!» dedi.

Böylece hayırlı bir arkadaşla yola çıktım. Allah ganîmet de nasîb etti; hisseme bir miktar deve isabet etti. Bunları sürüp (o zâta) getirdim. O, bana;

«–Develerini al götür.» dedi.

«–Başta yaptığımız anlaşmaya göre bunlar senin.» dedim. Ama o;

«–Ey kardeşim! Ganîmetini al, ben senin bu maddî payını istememiştim. (Ben sevâbına, yani mânevî kazancına iştirâk etmeyi düşünmüştüm.)» dedi.” (Ebû Dâvûd, Cihâd, 113/2676)

İnfak kervanından ayrı düşmek istemeyen fukarâ sahâbîler de samimiyetleriyle gayret gösteriyorlardı.

Bunlardan Ebû Âkil -radıyallâhu anh-, bütün bir gece çalışarak iki ölçek hurma kazanmıştı. Bir ölçeğini ev halkına, bir ölçeğini de orduya bağışladı. (Taberî, Tefsîr, X, 251)

Hiçbir binek bulamayan yedi sahâbî; Peygamberimiz’den ayrı kalacak olmanın hüznüyle, huzurdan ağlayarak dönmüşler ve onların bu samimiyeti âyet-i kerîme ile medh ü senâ edilmişti. (Bkz. et-Tevbe, 92)

Daha sonra kerem sahibi zengin sahâbîlerin yardımıyla bu gözü yaşlı sahâbîler de sefere katılarak, Fahr-i Kâinât Efendimiz ile beraberlikle feyizlendiler.

Bedbaht münafıklar ise, bu az da olsa samimî infakları ve içten gözyaşlarını dillerine doluyordu.

Ulbe bin Zeyd -radıyallâhu anh- da Tebük Seferi’ne iştirâk edebilmek için binek bulamayan fakir sahâbîlerdendi. Binek bulması için Fahr-i Kâinât Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e müracaat etmiş, fakat Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de imkânı olmadığı için yardım edememişti. Hazret-i Ulbe çok mahzun oldu. Gecenin bir kısmı geçince kalktı, namaz kıldı ve tazarrûda bulundu.

Sabah olunca Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına gelip şöyle dedi:

“–Yâ Rasûlâllah! Elimde sadaka olarak verebileceğim bir şey yok. Şu bir parça eşyamı tasadduk ediyorum. Bundan dolayı beni üzen veya bana kötü söyleyen yahut da benimle alay eden kimseye de hakkımı helâl ediyorum!”

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“–Allah sadakanı kabul etsin!” buyurdu ve başka bir şey söylemedi. Ertesi gün ise bu sahâbîye;

“–Ben senin sadakanı kabul ettim. Seni müjdelerim! Muhammed’in varlığı kudret elinde bulunan Allâh’a yemin ederim ki, sen sadakası kabul olunanların dîvânına yazıldın.” buyurdu. (İbn-i Hacer, el-İsâbe, II, 500; İbn-i Kesîr, es-Sîre, IV, 9; Vâkıdî, III, 994)

TEBÜK’ÜN TEK ŞEHÎDİ

Tebük Seferi; hazırlık ve yolculuğunda büyük meşakkatlerle dolu olmasına rağmen, bir muharebeyle neticelenmedi. Düşmanın çekilmiş olması ve vebâ salgını haberi sebebiyle, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Tebük’e kadar gidip, İslâm devletinin hâkimiyetini kuvvetli bir şekilde tescil ettikten sonra Medine’ye döndü.

Tebük’ün tek şehîdi, Abdullah Zü’l-Bicâdeyn -radıyallâhu anh- oldu.

Hayli fakir bir genç olan Abdullah, müslüman olduktan sonra müşrik amcasının hışmına uğramıştı. Üzerindeki elbiseye kadar nesi varsa elinden alınmıştı. O ise üzerinde sert kıldan bir çuval ile Medine yolunu tuttu.

Uzun ve meşakkatli bir yolculuğun ardından; eli-ayağı parçalanmış, açlık ve susuzluktan tâkati kesilmiş, perişan bir hâlde Medine’ye yaklaştı. Heyecanı had safhadaydı. Fakat bir an, üzerindeki kaba çuvalla Fahr-i Kâinât Efendimiz’in huzûruna çıkamayacağını düşündü. Ardından, bu çuvalı ikiye böldü ve birini beline sarıp vücudunun alt tarafını örttü. Diğer parçayı da omuzlarına attı.

Nihayet, Rahmet Peygamberi’ne kavuşmuştu. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, o mübârek sahâbîyi şefkat ve muhabbetle bağrına bastı. Aradan uzun zaman geçmesine rağmen bu mübârek sahâbînin o günkü hâli hiç unutulmadı ve o «çifte çul/kilim sahibi» mânâsına gelen Zü’l-Bicâdeyn lakabıyla anılır oldu.

Bu yanık sahâbî, Tebük Seferi’ne çıkılırken kendisine şehâdet nasîb olması için Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den ısrarla duâ talep etti. Fahr-i Kâinât Efendimiz ise ona;

“Sen Allah yolunda harbe çıkar da hummâya tutularak ölürsen, şehidsin!” buyurdu.

Hakikaten onun şehâdeti mûcizevî bir şekilde Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in haber verdiği şekilde tahakkuk etti.

Abdullah İbn-i Mes‘ûd -radıyallâhu anh-, şöyle anlatır:

“–Gece karanlığında, mücâhidlerin çadır kurdukları sahanın bir köşesinde hareket eden bir ışık gördüm. Kalkıp takip ettim. Bir de ne göreyim:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Ebûbekir ve Ömer -radıyallâhu anhümâ-, Abdullah Zü’l-Bicâdeyn -radıyallâhu anh-’ın cenâzesini taşıyorlar. Bir yere geldiler, kabir kazdılar. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kazılan kabre indi. Ebûbekir ve Ömer -radıyallâhu anhümâ- cenâzeyi Efendimiz’e sunmak için hazırladılar.

Efendimiz;

«–Kardeşinizi bana doğru yaklaştırın.» buyurdu; yaklaştırdılar. Cenâzeyi kucağına alan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, onu kabirde yatacağı yere ve yöne yerleştirdikten sonra doğruldu ve şöyle niyâz etti:

«–Yâ Rab! Ben ondan râzıyım, hep râzı olageldim, Sen de râzı ol!..»

Abdullah İbn-i Mes‘ûd -radıyallâhu anh- sözlerine devamla diyor ki:

“–Bu manzara karşısında içim dolu dolu oldu. Zü’l-Bicâdeyn’e gıpta ettim. O an;

«–Ne olurdu bu kabrin sahibi ben olaydım! Keşke oraya bu iltifât-ı Peygamberî ile gömülen ben olsaydım!» diye ne kadar arzu ettim.” (İbn-i Hişâm, IV, 183; Vâkıdî, III, 1013-1014; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, III, 227; Şerâfeddin KALAY, Örnek Nesil, s. 197-200)

TEBÜK’TEN ÎKAZLAR

Gönülleri îmân ile çağlayan sahâbîlerde cihâda ve şehâdete böylesi bir iştiyak varken, münafıklar ise; çeşitli bahanelerle sefere katılmayarak, çirkin yüzlerini gösterdiler. Asılsız mazeretler ileri sürerek izin talep ettiler.

Zikredilen zorluklarla sarsılan bazı samimî sahâbîler de Tebük imtihanında zorlandılar.

Ebû Hayseme -radıyallâhu anh- da başlangıçta seferin zorluğu sebebiyle Medine’de kalmış, orduya iştirâk etmemişti. İslâm ordusu yola çıkmıştı. O günlerden birinde; bahçesindeki çardakta ailesi kendisine mükellef bir sofra hazırlamış, onu yemeğe çağırmışlardı.

Ebû Hayseme; bir hazırlanan ikramlara baktı, bir de Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve ashâbının kızgın çöllerdeki hâlini düşündü. Kalbi sızladı ve kendi kendisine;

“–Onlar bu sıcakta Allah yolunda zorluklara katlanmaktayken, benim bu yaptığım olacak şey mi?!.” dedi.

Hatasını derhâl idrâk ederek, kendisi için hazırlanan sofraya hiç el sürmeden hemen yola düştü, Tebük’te İslâm ordusuna yetişti. Onun geldiğini gören Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bu davranıştan memnun oldu ve;

“–Yâ Ebâ Hayseme! Az kaldı helâk olacaktın!..” buyurarak onun affı için Cenâb-ı Hakk’a duâ etti. (İbn-i Hişâm, IV, 174; Vâkıdî, III, 998)

ASIRLAR SONRA DAHÎ!

Tebük Seferi’nde yaşanan câlib-i dikkat bir hâdise de şudur:

Bu zor sefer esnasında susuz kalıp yorulan Rasûlullah ve ashâbı, Semûd Kavmi’nin helâk edildiği Hicr bölgesinde konaklamışlardı. Sahâbe, oradaki kuyulardan ihtiyaçları için su almış ve bu sudan hamur yoğurmuşlardı.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onlara aldıkları suyu dökmelerini, yaptıkları hamurları da develere yedirmelerini ve ancak Sâlih -aleyhisselâm-’ın devesinin gelip su içtiği diğer kuyudan su almalarını emretti. (Bkz. Buhârî, Enbiyâ, 17; Müslim, Zühd, 40)

Demek ki;

İsyan ve günahtan hâsıl olan zulmet, maddeye bile tesir etmektedir. Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; aradan asırlar geçmesine rağmen, ilâhî kahrın tecellî mekânı olması dolayısıyla ashâbını oradaki sulardan sakındırdı.

Yine Peygamberimiz; hac esnasında da Muhassir Vâdisi’nden hızlıca geçmiş, sahâbe-i kiram hayretle;

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Ne hâl oldu ki süratlendiniz?” diye sorunca Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“–Cenâb-ı Hak, bu mevkide Ebâbil kuşlarını göndererek Ebrehe’nin fil ordusunu helâk etmişti. O kahırdan bir hisse gelmesin diye hızlandım…” buyurdular. (Nevevî, Şerhu Müslim, XVIII, 111; İbn-i Kayyım, II, 255-256)

Bu hâdisenin üzerinden de uzun bir zaman geçmişti.

Demek ki;

Fâsıklardan uzak durmak gerektiği gibi, Cenâb-ı Hakk’ın lânet ettiği fiillerin işlendiği mekânlardan dahî uzak durmak lâzımdır.

Hikmetlerle ve hisselerle dolu Tebük Seferi’nin dönüşünde de ibretler saklıydı.

Şimdi sefere katılmayanlara nasıl muâmele edilecekti?

Bunlar üç gruptu:

Birinci grup, hakikî mazereti olan mü’minlerdi.

İkinci grup münafıklardı. Yalan mazeretler ileri sürdüler. Cenâb-ı Hak, onlar hakkında şu çok ağır ifadeleri kullandı:

“…Onlardan yüz çevirin, çünkü onlar necistirler!..” (et-Tevbe, 95)

Üçüncü grup ise nefsine uymuş ihmalkâr mü’minlerdi. Bunlar daha Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Tebük’ten dönmeden çok pişman oldular. Kendilerini mescidin direklerine bağlayarak af dilediler. Haklarında âyet-i kerîme nâzil oldu ve affedildiler.

ÜÇ SAHÂBÎ

Üç sahâbî daha vardı ki; sâlih mü’minler olmalarına rağmen, bugün-yarın derken kafileyi kaçırdılar ve Tebük Seferi’nden geri kaldılar. Lâkin katılmayışlarına yalandan mazeretler üretmediler.

Peygamberimiz bu üç sahâbîyi affetmedi.

“Âyet gelinceye kadar bekleyin!” buyurdu.

Bu üç sahâbîye tard cezası verildi, yani kendileriyle bütün insânî münasebet kesildi. Kimse onlara selâm dahî vermedi. Hanımları bile bu yasağa dâhil edildi.

Hâlbuki bu üç sahâbî, Tebük’e kadar yapılan neredeyse bütün seferlere katılmışlardı. Fakat o gayretleri, onları Tebük’e katılmaktan muaf kılmamıştı.

Demek ki;

Allah yolundaki gayretlerde; «Yaptıklarım yeter!» diye düşünmeye asla yer yoktur. Namazın vakitleri ve rekâtları, zekâtın nisâbı ve asgarî miktarları vardır. Fakat cihâdın asgarî ölçüsü, tâkatin yettiği kadarıdır. Mü’min, yakîn olan ölüm gelene kadar, tâkatinin el verdiği her vazifeye koşmakla mükelleftir.

Bu muâmele karşısında, bu üç sahâbîye âdetâ yeryüzü dar geldi. Öyle ki, hanımları bile kendileri için bir yabancı gibiydi. Tevbe ve istiğfâr ile gözyaşı dökmekten başka hiçbir çareleri kalmamıştı. Eriyen bir muma döndüler.

Izdırap içinde elli gün geçti.

Nihayet Cenâb-ı Hak tevbelerinin kabul edildiğini bildiren bir âyet-i kerîme inzal buyurarak onları affetti. Müjdeli âyeti okurken Peygamberimiz’in mübârek yüzü sevinçle ayın on dördü gibi parlıyordu.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, o üç kişiden biri olan Kâ‘b bin Mâlik -radıyallâhu anh-’a bu müjdeli haberi şöyle bildirmiştir:

“–Seni, doğduğun günden beri geçirdiğin en hayırlı ve mesut bir günle müjdelerim!..”

Kâ‘b bin Mâlik -radıyallâhu anh- da Allâh’ın bu yüce affına bir şükrâne olarak;

“–Yâ Rasûlâllah! Ben de Allah ve Rasûlü’nün rızâsı için malımın hepsini tasadduk etmek istiyorum!” dedi.

Ancak Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“–Malının bir kısmını kendin için alıkoy! Böylesi senin için daha hayırlıdır!” buyurdular.

Bu kıssa, Allah yolunda hizmetteki mes’ûliyetimizi çok güzel îzâh etmektedir:

Onlar; Bedir’e, Uhud’a, Hendek’e katıldıkları hâlde, Tebük’teki ihmalleri sebebiyle böyle îkāz edildiler. Ya bizler Allah yolundaki gayretlerden uzak kalırsak, bizim hâlimiz nice olur?

Haçlı her zaman var oldu. Dün demirden kılıçlarıyla; bugün çirkef medyası, robotlaştırıcı modaları ve şahsiyetsizleştirici reklâmları ile taarruzlarına devam etmekte.

Her birimiz; bir Tebük Seferi’nde olduğumuzu unutmamalıyız. Allah yolunda yaptıklarımızı bir hiç görerek, son nefese kadar dâimâ gayretlere devam etmeliyiz.

Nefis ve şeytanın vesveseleriyle; Allah yolundaki gayretleri meşakkatli, ağır ve yorucu görmemeliyiz. Böyle vesveseler karşısında derhâl yine Tebük’ten bize intikal eden şu hakikati hatırlamalıyız:

“Münafıklar;

«–Bu sıcakta sefere çıkmayın!» dediler.

De ki:

«–Cehennem ateşi daha sıcaktır!»

Keşke anlasalardı!” (et-Tevbe, 81)

Dünyanın bütün meşakkatleri, zorlukları ve kederleri üst üste yığılsa, yine cehennem karşısında bir hiçtir.

Esas hayat, âhirettir.

Bu dünyada bize tahsis edilen ömür, o gerçek hayatı kazanmamız için lutfedilmiş yegâne sermâyemizdir. Bu sebeple; karşılığında muazzam bir mükâfâtın kazanılacağı bir ticarette, kişi sarf ettiği sermâyeye, o yolda yaşadığı bedenî yorgunluklara üzülmez. Rûhen ise hiç yorulmaz.

İltifatlara nâil olan sahâbîlerin hâli budur. Onlar Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile esas hayat olan âhirette de beraber olabilmek için;

“–Canım, malım, anam, babam Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah!” diyor ve bu sözü fiiliyata geçiriyorlardı.

Sonunda da şu iltifatlarla taltif edildiler:

“Peygamber ve O’nunla beraber inananlar; mallarıyla, canlarıyla cihâd ettiler. İşte bütün hayırlar onlarındır ve onlar kurtuluşa erenlerin kendileridir.” (et-Tevbe, 88)

Asırlar boyunca; i‘lâ-yı kelimetullah için kıtaları fetheden, haçlı seferlerine, Moğol hücumlarına ve sâir İslâm düşmanlarına cansiperâne karşı duran mücâhid nesiller de bu müjdelerden nasîb alma gayreti ve heyecanıyla mücadele ettiler.

Tebük’ten son bir hâtıra da Rasûlullah Efendimiz’in burada îrâd ettikleri hitâbedir:

TEBÜK HUTBESİ

İnsanların hayırlısı, (…) ölünceye kadar Allah yolunda cihâd eden (Allâh’ın dînini hidâyet bekleyenlere tebliğ eden)dir!

İnsanların kötüsü de Allâh’ın Kitâbı’nı okuyup ondan hiç faydalanmayan fâsık ve cüretkâr kimsedir.

İyi biliniz ki;

  • Sözlerin en doğrusu, Allâh’ın Kitâbı’dır!
  • Yapışılacak en sağlam kulp, takvâdır!
  • Dinlerin hayırlısı, İbrahim -aleyhisselâm-’ın (tevhid) dîni (yani İslâm)’dır!
  • Sünnetlerin hayırlısı, Muhammed’in sünnetleridir!
  • Sözlerin şereflisi, zikrullahtır.
  • Kıssaların güzeli, Kur’ân(da olanlar)dır.
  • Amellerin hayırlısı, Allâh’ın yapılmasını istediği farzlardır.
  • Amellerin kötüsü, bid‘atlerdir.
  • En güzel yol ve gidişat, Peygamber’in yolu ve gidişâtıdır.
  • Ölümlerin şereflisi, şehidliktir.
  • Körlüğün en kötüsü, doğru yolu bulduktan sonra ondan sapmaktır.
  • Az olup yeten şey, çok olup meşgul ederek Allâh’a tâatten alıkoyan şeyden hayırlıdır.
  • Özür dilemenin kötüsü, ölüm gelip çattığı andakidir.
  • Pişmanlığın kötüsü, kıyâmet günündekidir.
  • Yanlışları en çok olan, dili çok yalan söyleyendir.
  • Zenginliğin hayırlısı, gönül zenginliğidir.
  • Azıkların hayırlısı, takvâ azığıdır.
  • Hikmetin başı, Allah korkusudur.
  • Hikmetsiz (söz ve) şiir, İblis’in işlerindendir.
  • Hamr (içki), günahların her çeşidini bir araya toplayandır.
  • (Fâsık) kadınlar, şeytanın tuzaklarıdır.
  • (Terbiye olmamış) gençlik, delilikten bir bölümdür.
  • Ribâ (fâiz) kazançların en kötüsüdür.
  • Yemenin en kötüsü, yetim malı yemektir.
  • Bahtiyar kişi, kendinden başkasının hâlinden ibret alandır.
  • Her biriniz, dört arşın yere (kabre) varırsınız. Amellerin muhasebesi ise âhirete kalır.
  • Amellerde esas olan neticeleridir.
  • Düşüncelerin kötüsü, yalan-yanlış düşüncelerdir.
  • Mü’mine sövmek, günahkârlıktır.
  • Mü’mini öldürmek küfürdür.
  • Mü’minin etini yemek (gıybetini yapmak) Allâh’ın tâlimatlarına karşı gelmektir.
  • Yalan yere Allah üzerine yemin eden kişi, yalanlanır.
  • Af talep eden kişi, Allah tarafından affolunur.
  • Kim öfkesini yenerse, Allah onu mükâfatlandırır.
  • Uğradığı ziyâna katlanan kişiye, Allah karşılığını verir.
  • Allah, zorluklara katlanan kimsenin ecrini kat kat artırır.
  • Allâh’a isyân eden kişiyi, Allah azâba dûçâr eder!

Ey Allâh’ım! Beni ve ümmetimi mağfiret eyle!

Ey Allâh’ım! Beni ve ümmetimi mağfiret eyle!

Ey Allâh’ım! Beni ve ümmetimi mağfiret eyle!

Kendim ve sizin için, Allah’tan mağfiret talep ederim!” (Vâkıdî, III, 1016-1017; Ahmed, III, 37; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, V, 13-14)

Cenâb-ı Hak; cümlemizi Tebük’ten kalan hâtıralardan, taltif, îkaz ve irşadlardan, ibret ve hisse alabilenlerden eylesin.

Ömrümüzü her dâim bir seferberlik rûhu içinde can ve maldan infâk heyecanı ile yaşayabilmeyi; Allah yolunda fedâkârâne gayretlerde bulunarak dînine hâdim olabilmeyi müyesser kılsın.  Âmîn!..

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Yüzakı Dergisi, Yıl: 2023 Ay: Haziran, Sayı: 220

İslam ve İhsan

TEBÜK SEFERİ İÇİN İNFAK SEFERBERLİĞİ

Tebük Seferi İçin İnfak Seferberliği

KAB İBN MALİK VE TEBÜK SEFERİ İLE İLGİLİ HADİS

Kab ibn Malik ve Tebük Seferi İle İlgili Hadis

TEBÜK SEFERİ BUGÜNÜN MÜSLÜMANLARINA NELER ÖĞRETİYOR?

Tebük Seferi Bugünün Müslümanlarına Neler Öğretiyor?

TEBÜK NEREDE? TEBÜK SEFERİ KISACA

Tebük Nerede? Tebük Seferi Kısaca

TEBÜK SEFERİ KISACA

Tebük Seferi Kısaca

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.